Şimdinin ve Tarihin Felsefesi Üzerine

Aşina olmayanlara garip de görülse, tarihle oynanması eski bir hikayedir. Mesela Osmanlılar’da islam öncesi Türk tarihi önem taşımıyor, hemen hemen hiç üzerinde durulmuyordu. Tarihçilerden, islam tarihiyle Osmanlı hanedanı arasında ilişki kurmaları bekleniyordu. Bu durum, sadece idarenin beklentisi değil; halkın da en temel hayat prensibi saydığı iman dünyaları dolayısıyla arzuladığı bir tablo idi. Ümmet ile müştereklerin arttırılması, islam peygamberiyle yakınlığını kuvvetlendirmek, müslüman Türk halkını hoşnut kılmakta, böyle bir tarih bilinci aynı zamanda idarece istenen toplum ahlakının tesisini de kolaylaştırmaktaydı.
Şah İsmail’e kadar yekpare bir kültür coğrafyası olan İran-Anadolu toprakları, XVI. yy.dan itibaren rakip siyasî coğrafyalara dönüşüyor, tarihçilere de bu durumu her iki taraf nezdinde haklı gösterecek yeni tarih kurguları meydana getirmek düşüyordu. Nasıl XX. yy.da Orta Asya tarihi birden resmî tarih tezinin hareket noktası haline geliverdiyse ve Cumhuriyet, meşruiyetini laik bir tarih kurmakta gördüyse… Alışılmış Osmanlı tarihçiliğinin günah keçileri olan Şah İsmail ve Timur’un bu gün Azerbaycan ve Özbekistan ile ilişkilerimizin zoruyla gündemden düşürülmesine mukabil, Türk-İran ilişkilerinde mevcut ideoloji ve rejim çatışmalarını haklı kılmak adına bu defa da İmamiye Şiası tezinin Türk Müslümanlığı’ndan farkı vurgulanmaktaysa… İran’a hala Yavuz Selim gözlükleriyle bakılmaktaysa… Yani hangi siyasî konjonktür ve menfaatler baskınsa o şartların dikte ettirdiği bir tarih tezi sahneye konulmaktadır.
Tarihle oynayan yalnız biz değiliz. Tarihin, siyasete gereken istikametler ve bu yönelişlerin halka empoze edilmesi, baskın prensipler mucibince yeniden yeniden kurgulandığına doğudan da batıdan da çok örnek bulabiliriz.
Son Avrupa Birliği projesi, Avrupa’nın başlıca toplumları tarafından davası güdülen asırlık tarih tezlerinden vazgeçilmesini gerektirmektedir. Kadim Fransız-Alman husumeti, İngiliz-Fransız boğazlaşması, Katolik-Protestan, Ortodoks-Katolik kavgaları… onları üreten ve sürdürmeyi gerektiren menfaat ve davalardan daha önemli yeni süreçlerin belirmesiyle gündemden düşürülmektedir. Tarih kurgusunun kitleler üzerindeki etkisi o derece önemsenmektedir ki, ders kitaplarındaki tarih bahisleri yeniden yazılmakta ve toplumları birbirinden uzaklaştıran unsurlar ayıklanarak kitleleri barıştırıcı temeller üzerinde daha yumuşak üsluplar öne çıkarılmaktadır. Böylece ortak kimlik özellikleri taşıyan bir “Avrupa vatandaşı” prototipinin teşkili, projenin başta gelen konuları arasına alınmaktadır. Son senelerde sırf tarih kitapları üzerine meseleyi çok yönlü incelemelere tabi tutan seri kongreler düzenleniyor. Konunun bizi ilgilendiren tarafları da vardır. Türk tarih kitaplarının Türk-Batı ilişkilerini değerlendirme üslupları Batılı dostlarımızca şiddetle eleştiriliyor. Tarih öğretimimizin şoven esaslara dayandırıldığı, “kaba milliyetçiliği” tahkim ettiği ileri sürülerek konu diplomasiye malzeme teşkil ediliyor. Eğitim pedagojisi, misyonerlik ve başka siyasî emeller bahanesiyle ilgili mihrakların bizdeki uzantıları harekete geçirilmektedir.
Ortak Avrupa kültür mirasının Grek-Roma-Hristiyan temelleri öne çıkarılarak ârî ırk fikrinin kuşatıcılığı gibi faktörlere dayalı yeni ve bütün Avrupa toplumlarına ortak kimlik kazandıracak bir tarih kurulmaya çalışılmaktadır. Bu kimliğin müşterek bir tehdit algısı da vardır: Müslüman Türklük. O halde Türkler de Türk düşmanı olmalıdır! Madem Avrupalı olmak istiyorlar!?
Sadece bu son husus hakkında kitaplar yazılsa yeridir. Hadisenin medya, sanat, sivil toplum örgütleri, eğitim öğretim kurumları ve müfredat ve en geniş anlamda siyasî yansımaları vardır. Her birinin üzerine de en ciddi manada dikkatle eğilmek Türk aydınının boynuna borçtur.
Sözü burada teorik bir plana çekmeyi ve biraz daha derin düşünmeyi daha isabetli buluyoruz.
Öyle sanıyoruz ki, büyük siyasî oyunların malzemesi haline getirilen tarih konusunu ortalama bir anlayışa göre alışılagelmiş bir geçmişi öğrenme çerçevesine hapsetmeden değerlendirmek bize yeni ufuklar kazandıracaktır. Yerleşik tarih kavrayışını derinlemesine tenkide tabi kılmak mümkün ve gereklidir. Ancak biz böyle yapmayacağız. Zira o istikamette düşünmeye kalkışmanın engin (ama bildik) açılımları bulunsa da, yeni bakışlara fırsat tanımayan bir girdap oluşturduğunun farkındayız.
O halde alışılagelen bir yönelişin yeni fark edişlere hayat hakkı tanımasındaki güçlüğü aşabilmek adına bazı kavramları yeniden tarif etmek yolu denenmelidir. Tarihi adeta bir “Varlık Alanı” haline getiren aldatıcı saplantıları yenmedikçe, aşmadıkça özellikle bizim toplumumuzda yeni bir durum değerlendirmesinin sağlıklı alt yapısı oluşamayacaktır.
Öncelikle yaygın bir kavrayış hatasını tespit edelim. Tarih, “bugün”de, “şimdi”de bilfiil mevcut, bire bir kendi oluş şartlarıyla yaşamakta olan bir gerçeklik, “şimdi”ye alternatif oluşturan bir varlık alanı değildir. “Şimdi”de, an’ın içinde, bilfiil hayatın faktörleri ve devam etmekteki süreçlerde mündemiç bir tarih gerçeği vardır şüphesiz. Ancak bu var oluş şimdileşmiş, güncelleşmiş, diriliğini sürdüren, fizik âleme eşlik etmekteki bir var oluştur ki, biz bu var oluşa da zaten tarih demeyiz. Onun adı “şimdi”dir.
Tarihi sanki alternatif bir mevcutlar alanı gibi kabullenmek düşünce yapımızı, kendimizi hissedişimizi ve görüş ufuklarımızı sanallaştırmaktadır. Vakıa insan düşüncelerinde ve düşünceleriyle var oluşu idrak edebilen, başka türlü bir var oluş algısı imkânsız bir canlıdır. Varlık idrakimizi, düşünebilme, fark ediş, fark edişlerimizi ilişkilendirebilme, hissedişlerimizi kıyaslayabilmelerimize borçluyuz.
Hem fert hem de toplum bazında hayatta kalabilme adına verilmiş mücadeleler, tarihi yaparken, bu büyük tecrübe esnasında kavramlar ve soyut değerlerin üretildiğine de şahit oluyoruz. Bu değerler yeniden bir dışlaştırma ve somutlaştırmaya uğratılarak karşımıza medeniyetlerin çıkması sağlanmıştır. Ulaşılan yargılar aynı zamanda bilgi ve değer hükmü kıvamına da gelmektedir. Ancak insanlığın bu büyük başarısı alkışlanırken kurgulanan, ulaşılan karar, kavram ve bilgilerin ilelebet genel geçerlilik taşıdığını zannetmek, anı ve anın dayattıklarını yani hayatı anlamayı da saptırmaktadır. Hatta zaman zaman “an”ı kaybetmeye yol açıp, onu boşaltarak anlamsızlaştırmaktadır.
Ne var ki, sürekli tazelenen ve daima yeniden anlamlandırılması gereken, harekete dayalı, değişmeye bağlı bir fizik âlemde yaşamaktayız. Bütün algı ve yorumlarımız bu sürekli oluşun zaten en az bir an ardında kalıyor. Dolayısıyla kültürlere bağlı ve tarihî davranış ve algı kalıplarını daima şüpheyle karşılamak ve yeniden güncelleştirmek, yani yeniden anlamlandırmak yani sürekli bir kavramsal restorasyon eylemi içinde bulunmak, başarılı bir hayat yaşamanın vaz geçilmez ön şartı niteliği ile önümüzdedir. Bu metot aynı zamanda başkalarının tayin ettiği kalıpların esaretinden çıkmak anlamı da taşır.
Tarih felsefecilerinin sürekli tarih yazmak lüzumuna işaretleri, her kuşak kendi tarihini yazmalıdır görüşü önemlidir. Zira insan fark edişleri, anlama ve düşünmeleri behemehal güncel, yaşanmakta, tecrübe halinde bulunan kavramsal dünyamıza oranla vücut bulabilmektedirler. Dolayısıyla adı konulmasa dahi, tarihi ayrı bir alternatif âlem de sansak, onu kavrayışımız fiilî denemelerimize bağlı olarak şekillenecektir.
Adına “tarihî belge” dediğimiz metinlerin bizdeki anlamları ve değerleri bile, kendi tecrübelerimiz bağlamında mana kazanırlar. Sözgelimi Bilge Kağan’ın Orhun Kitabeleri’nde tebasına dönük kastı ile, onun sözlerinin bugünkü değeri arasında hem bağlam, hem hedef bakımından olağan üstü farklılaşmalar vardır. Yani aynı metin, virgülüne dokunulmadan bize kadar geldiği halde anlamı ve değeri bazen tamamen başka düzlemlere intikal etmiş olabilir.
Bu noktada “dinleyen söyleyenden arif gerektir” fehvasına sığınarak, aslında şimdi’de mevcudiyeti dışında bir tarih yoktur hükmünü vermek zorundayız. Elimizde ve bizimle birlikte hayatımıza eşlik eden birikimlerimiz, arkeolojik, kültürel, yazılı sözlü bilgi malzemelerimiz günün şartları ve getirdikleri ışığında anlam kazanıyorlar.
Tam bir görüş elde etmenin veya bir duruş kararlaştırmanın güçlüğü ortadadır. Ancak, nasıl tarih şimdi’nin şartları sayesinde anlamlı hale geliyorsa, bunun aksi istikametten bakıldığında da şimdi’yi tayin eden kriterler, şimdi’nin anlamı, değeri de önemli ölçüde tarihin tayin ettiği kavramlar, değerler, tavır alışlarca belirlenmektedir.
Bu noktada tarihi;
1. Gelenek, dil, din, dünya görüşü, davranış kalıpları… olarak fiilî durumdaki tarih,
2. Kurgulanan ve kullanılan “tarih” olmak üzere iki ayrı kategoride ele almalıyız.
İnsan; ünsiyet kurabilen, ilgi kurabilen, ilişkiler yaratan, yarattığı ilişkileri bilgileştiren ve buna inanan bir varlıktır. İlgilendiği(alakalandığı) ile zihnen bütünleşen, soyutlama melekesi sayesinde kavramlar dünyası yaratan, yani fizik alem üzerine yeni bir anlam kainatı ekleyen, bu yaratmasını tekrar kendisine katmak suretiyle zihnen büyüyebilen özellikte bir varlık.
Anlam yaratma ister bilerek ister bilmeyerek olsun, süreklilik ve genellik taşıyor. Aksi halde var oluş, fark ediş ve anlamaya bağlı olduğundan, yaşama iradesi ortadan kalkmaktadır. Bilmeden anlam yaratmada büyük ölçüde sınırlı, tarihe esir, eski kalıplar istikametinde, inkişaf ve kendini aşma hamlesinden mahrum kalınmaktadır. Bu durum ise, başlangıçtan beri tenkit ettiğimiz sanal bir gerçeklik yaratma, yanılsama anlamına geliyor; ki, hayatla barışık olmayan, tarihsel, sakat bir güncellik meydana getiriyor. Kendi gününü bir anlamda geçmişe tahsis, kurgulanmış tarihe hasretme mahiyetine bürünüyor. Öte yandan anlam yaratarak yaşanabildiğinin şuurunda olmak ise, zamana ve tarihe karşı (onu hem bir mevcutlar alanına dönüştürmeden, hem yok saymadan, hem de küçümsemeden) tarihe karşı özgürleşmek demek oluyor.
Yeniden anlamlandırma dediğimiz yoldan ayrılmadan kültürü yaşayış biçimi, (önce de değinildiği üzere) aynı zamanda bir daimî restorasyon niteliği taşımaktadır. Böylece insanoğlu, bilfiil yaşarken hem geçmişi yeniden kurmakta, kurgulamakta, yani bir anlamda yaratmaktadır, hem de geleceğini… Yani biz, şimdi’nin zarfında sürekli bir geçmiş ve gelecek üretmekte ve bu iki cenahı birbiriyle bütünleştirmekteyiz. Bütünlüğü fark etmek ile bütünleştirmek ayrı ayrı ilgiye değer ve akraba ve ardışık konulardır.
İşte tam burada kurgulanan tarih, toplumsal kimlik oluşturmada olağan üstü önem kazanıvermektedir. Hemen hemen bütün zamanlarda, bütün yönetim modellerinin ve rejimlerin tarih kurgulama tutkusu taşıdıklarını görüyoruz. Çin imparatorları, tahta geçişlerini yani cüluslarını takvimin, yani tarihin, yani zamanın başlangıcı olarak kabul etmekteydiler, Japonlar da öyle… Milat, Hicret, Celaliye, Gregoryen (veya 1923!) …vs. takvimleri birer tarih kurgusu projesinin ana motiflerindendi. Sembolik yaklaşımları anlamak, asıl olup biteni anlamakta çok faydalıdır…
Rejimler ve yöneticileri daima mûtî teba arzu edegelmiştir. İtaat, yönetimin halk nezdindeki meşruiyet oranına bağlıdır. Meşruiyet ise genellikle tarihten çıkartılır. Daha açıkçası tarih kullanılarak oluşturulur. Meşruiyetin gerçekleşmesi ile “istenen” tarihin kavranması birbirleriyle doğru orantılıdır. İtaat de yönetimlerin meşruluklarını sürdürebilmeleri sayesinde, diğer bir ifadeyle istenen kimliklerin benimsetilmesi yahut oluşturulması ile kaimdir.
Tarih-Kültür-hayat-insan zihni arasındaki ilişkiler hakkında yeterince düşünmemiş bilinçsiz kitleler, kurgulanmış tarih aracılığıyla aslında zihnen ve müebbeden prangalanmışlardır. Çünkü doğal tarih ve onun an içindeki mevcudiyeti fark edilmese de tesirli olmakla birlikte, şuurunda olunursa, yaratıcı hamle gücü taşıyan, kalıplaşmamış bir zihin özgürlüğü kazandırmakta, bazen çok aptalca olan sosyal ilizyonlara büyük ölçüde izin vermemektedir. (Günümüzün tabu kavramları bu dikkatle tekrar düşünülmelidir. )
Anlam evrenini her an murakabe eden, tarihini sürekli restore ederek yaratıcı zihin faaliyetine malzeme yapan insanların yöneticileri, hizmetinde olduğu halkın iradesine paralel davranmak zorundadırlar. Bu tür bir irade, kolay kolay ipotek kabul etmeyecektir.
“Şimdi” iyisiyle güzeliyle, yanlışıyla doğrusuyla, beğenileni ve beğenilmeyeniyle bütün unsurları içinde barındıran, yahut bütün unsurların koordineli faaliyet gösterdiği bir zaman kesiti. İnsan, o zaman kesitinde ihtiyarî veya mecburen yaptığı tercihlerle yaşar. Her tercih aynı zamanda bir sentez özelliğindedir. İstenenler ve istenilmeyenler vardır ve bunlar birbirlerinin mahiyetini de belirlerler. Tercih yapmak zorunludur. Yani seçicilik söz konusu. Tarih dediğimiz yaşanmış zamanlar mecmuası göz önüne alındığında da her bir kesitinde sayısız tercih bulunur ve bunlar birbirleriyle zincirleme ilişki halindedirler. Şimdi’de meydana gelen tercih zincirin son halkasını teşkil eder. Özellikle kurgulanan tarih söz konusu olduğunda geçmiş zaman kesitlerindeki asıl tercihlerin yerini şimdi’deki unsurların tayin ettiği yalancı tercihler alır. Bu sebeple ideal ve objektif tarih kurgusu imkansızdır. Tabiat olaylarındaki ilişkilerin üzerine bunların da tayin ettiği beşerî yöneliş ve tercihler eklenir ve çok unsurlu bir denklem halinde bir yaşama anı oluşur. Fakat yaşama anı dediğimiz dar çerçeve, aynı takvim zemininde, belirlenmiş saat ve saniyede tezahür eden sonsuz başka yaşama anlarıyla da ilişki halindedir. Dolayısıyla tarihçinin kavrayış kapasitesi, içinde bulunduğu anı kavramaktan dahi acizdir. Üstelik tarihi kurgulamaya çalışan zihin, ancak şimdi’ye göre bu işi yapabilecekken, genellikle şimdi’yi de kaybeder. Aslında bu kayıp, gerçek tarihi de görüş ufkundan kaldırmaktadır. Üstelik yazmak, kavranılanı ifadelendirmek ayrıca dikkate değer bir eksilmeyi mukadder kılar. Çünkü her kavradığınızı tasvir edemezsiniz. O halde tarih diye önümüze konulan metinler tamamiyle subjektif kaba tercihler ve gerçek tarihin kozmik yapısı yanında primitif kurgulardan ibarettir.
Ancak şunu söyleyebiliriz: İlla bir tarih kavramına ihtiyaç varsa, bunu doğal tarih diye adlandırabileceğimiz, bilfiil içinde bulunduğumuz şimdi’nin unsurları, birikimi arasında aramalıyız; ki, o unsurlar içerisinde tarih kavramına en yakın özellik taşıyanlar, en başta gelenek olmak üzere dil, değerler sistemi, davranış modelleri, âdâb-ı muâşeret… gibi faktörlerdir.
Bütün bunlardan sonra, “kendi adımıza tarihe nasıl bakmalıyız?” dersek:
Bütün dönemlerini olduğu gibi, tarihin ideal dönemlerini de tasavvur edip kurgularken kullandığımız bilgi ve kavramlar bizde zaten mevcuttur. Problem, cesaretimizin noksanlığındadır. Taşıdığımız bu değerleri kendimiz, güncel zamanımızda tahakkuk ettirecek yerde, uzak ve geçmiş bir zamana göndererek statikleştirmekteyiz. Burada bahusus gizli bir tatmin arayabiliriz. Çok beğendiğimiz o devirlerde o “ asr-ı saadet”lerde insanlar durmadan tarih filan düşünmüyor, hamaseti tarihte aramıyorlardı. Ömer Seyfettin’in “Vire” hikâyesi bu bakımdan düşündürücü unsurlar taşır. Kale muhafızı cengâverler yaptıkları işe o kadar yoğunlaşmışlardır ki, kısa süre öncesine ait sorulan şeyleri hatırlamamaktadırlar. Ama ideal devirler onların eseridir diye biliriz.
Yani tarihi yenmek zaruretindeyiz.
Aslında burada yenilecek olan gerçekte tarih değil; bizde yaratılan ve aman vermeyen korkularımızdır. Bizdeki, tarih bilinci değil, bir mirasyedi mâl-i hülyâsıdır.
İdeal dönem diyoruz. İdeal dönem kavrayışı, tekrar söyleyelim, kendimizde mevcut olan, şimdi’deki anlam kadrosuyla teşkil edilmektedir.
Eğer böyle bir anlayışımız varsa, bu anlamanın malzemesini hemen ve burada kullanmak yerine, geçmiş zamanlara göndermekle yaptığımız şey, kendimizden korkmaktan başka bir şey değildir.
O değerlerin ideal dönem yaratma kudreti varsa: Hodri meydan!
Yazar
Sait BAŞER

Aralık 1957 tarihinde Isparta-Yalvaç’ın İleği köyünde doğdu. İstanbul Sağmalcılar Lisesini bitirdi. Üç yıl Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde okudu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde yüksek öğren... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen