Benim İlk Fikir Hocam: Ahmet Doğan İlbey

-Kahramanmaraş depreminde enkaz altında kalarak şehadete yürüyen Ahmet abime rahmetle-

Onu zannederim ilk gördüğüm yıl 1986 ya da 1987 yılı Maraş Milli Mücadelesinin yıldönümü kutlamalarının yapıldığı 12 Şubat günleriydi. Hacı Ali Özal’ın belediye başkanı olduğu yıllar. O yıl, Kurtuluş yıldönümü kutlamalarının yöneticisi zannederim rahmetli tarihçi Yalçın Özalp’ti ve şimdi yıkılan Sabancı Kültür sitesi diye bildiğimiz konferans salonunda milli mücadele şenlikleri kapsamında bir konferans yapılıyordu. Mustafa Kafalı, Ercüment Kuran, Ercümen Konukman, Refet Yinanç gibi isimler şimdi hatırlayabildiğim önemli tarihçiler olarak zihnimde kalan birkaç isim. 

O konferanslar sırasında Ahmet abi başındaki kasketiyle uyumlu pardesüsü ve örgü kravatıyla muntazam bir memur-bürokrat ama hocalara ve çevresine de son derece hürmetli tavrıyla hafızamda yer etmişti. 

Yine o yıllarda Maraş’ta “Dolunay” dergisi görmüştüm Kıbrıs meydanındaki kitapçıların camekânında. İsminde “ay” olan bir dergi “bizim” olmalı zannıyla hemen dalıp aldım dergiyi ve orada Bahaddin Karakoç, Mustafa Kök, Ali Yurtgezen, Ahmet Doğan isimlerini gördüm ve bir de derginin künyesinden, derginin Maraş’ta yayınlandığını anlayınca daha çok sahiplendim ve takip etmeye başladım ama yukarıda bahsettiğim dergi yazarlarını tanımıyordum daha.

Bir süre sonra bir gün Uzunoluk caddesinden eve doğru giderken, tesadüfen “Kahramanmaraş Türk Ocağı” tabelasını görünce Ortaokul sıralarında Türkçe kitabında okuduğumuz “Eskici” başlıklı metindeki çocuğun hali gibi bir hayret yaşayarak, doğru ocağa daldım. O Eskici metnini kısaca anlatayım; İstanbul’da ailesi kalmayan bir çocuk Libya’ya halasının yanına gönderilir ama orada bir türlü konuşmaz. Aylar sonra sokaktan geçen bir ayakkabı tamircisine halası bazı ayakkabıları tamir etmesi için verir. Çocuk, ayakkabıları tamir eden tamirciyi seyre dalar. Tamirci ayakkabıları tamir ederken küçük çivileri ağzına alarak, yaptığı işi daha hızlı yapmaya çalışırken, aylardır konuşmayan çocuk, tamirciye “çiviler ağzına batmaz mı senin” diye seslenir. Tamirci o söze karşı hayretle irkilirken, “sen Türk’müsün” diye mukabelede bulunur. Geçmiş zaman oldu, metnin bazı kısımlarını unutmuş olabilirim ama genel çerçevesi böyleydi.

Seksenlerin ikinci yarısı da olsa Türkiye’de fikir gündemi oldukça sınırlı, düşünce zeminleri sığ ve birçok teşkilat hala kapalıydı. Ben ise o yıllar üniversite hayatına ilk adım atacağım yıllar olmakla beraber çevreden gelen bir milliyetçi düşünce izine sahiptim. Bütün ocaklar kapalı ve fikir zeminleri ise en azından benim için yoktu çünkü daha çocukluktan gençliğe yeni geçiyordum ve tabir-i caizse ortada kalmıştım. 

Kahramanmaraş Türk Ocağı levhasını görünce çölde su bulmuş ya da fırtınalı bir gecenin ortasında ayımı yeniden görmüş gibi olmuştum. O zaman mı yoksa başka bir gün müydü ilk ziyaretim şimdi tam hatırlamıyorum ama evimizin de çok yakın olması hasebiyle Türk Ocağı artık benim için tek adres olmuştu. İşte orada Ahmet abi ile yolumuz üçüncü kere kesişti. Bu defa uzaktan seyretmiyor doğrudan aynı masada oturup çay içiyor, fikir konuşuyorduk. O yıllar milliyetçiliğin, ülkücülüğün olduğu, konuşulduğu mekânlarda bulunmak en büyük zevkti benim için. Sonra birden Fazıl Tiyekli, Ali Yurtgezen, Muzaffer Gözükara, Ahmet Doğan abilerin merkezde olduğu birçok abi, hoca ve bu hocaların çevresinde gezinen birçok lise öğrencisinin bulunduğu bir meclisin içinde buldum kendimi. 

Ahmet abiyi ben öğretmen zannettim epey bir zaman. Çünkü zihnimizde o yıllar ancak bir öğretmen bu kadar güzel, derin bilgilere sahip olabilirdi. Birçok geceler Türk Ocağı bize mekân oldu. Ahmet abi anlattı ben dinledim. Artık fikir soframızı Pazar günleri de kuruyorduk. Gelenler gelip katılıyordu istedikleri vakit, ama birçok zaman Ahmet abiyle diz dize, yüz yüze çok sohbetlerimiz oldu. Aslında derslerimiz desek daha doğru olur. O anlatıyor ben dinliyordum. Cemil Meriç’i, Erol Güngör’ü, Nurettin Topçu’yu, Necip Fazıl’ı, Osman Yüksel Serdengeçti’yi, Osman Turan’ı, Peyami Safa’yı; hâsılı şiiri, romanı, sanatı, medeniyeti, milliyetçiliği, ülkücülüğü ve fikrin her meselesini, her şubesini, her çeşidini konuştukça konuşuyor, o anlattıkça keyifleniyor, bende dinledikçe göneniyordum. Değil mi ki aynı dili konuşuyorduk. Dildaş kelimesini ondan duymuştum yine fikre dair duyduğum birçok şey gibi. Dildaş, çok sıcak gelmişti. Siyaset çukurundan başını kaldıramadığı için oldukça hırpalanan Ülküdaş kelimesinden daha müşfik, daha candan bir kelime olarak yer etmişti yüreğimde. Sabahları on bir, on iki gibi başlayan sohbetlerimiz gece bir, ikilere kadar devam eder, sonra benim evimin uzak olduğunu düşünerek kaygılanır, ben ise evin hemen sokağın başına olduğunu söyleyince rahatlardı. Ben Ahmet abinin evinin Maraş’ın tâ bir ucunda olduğunu yıllar sonra öğrendim. Mübarek adam biz ayrıldıktan sonra belki de bir saatten fazla yol yürürmüş de, bir gün bile benim evim uzak dememişti. O zamanın Maraş’ında akşamın ilk saatlerinden sonra şehir toplu ulaşımı sonlanırdı çünkü. Ben sordukça o konuşur, o anlattıkça ben dinlediğim için zamanın nasıl geçtiğini bilmezdik.

Bir gün Kahramanmaraş Türk Ocağı aylık bülten çıkarmaya karar verir ve yayın yönetmeni Ahmet abi oldu. Bizden de yazı istendi. Özellikle Fazıl Hoca gençlerin yazı yazmasına çok önem veriyordu. Yazar olduğumdan değil ama fikir konularına heves ettiğimden bende bir yazı vermiştim. Samimiyetimiz o maceradan dolayı da yoğunlaştı. Aylık çıkan o bülten iki yıldan fazla devam etti yayınına. Bültenin sahibi Ocak adına Fazıl Tiyekli, mesul müdür Nureddin Demircioğlu ve yayın yönetmeni olarak Ahmet Doğan’dan oluşan bir yayın künyesi vardı. Aylık çıkan dergiyi de biz gençler beleş olarak çarşıda dağıtıyor ve şehir dışında yaşayan tanıdıklara posta yoluyla gönderiyorduk. İsmail Göktürk, Murat Yücel, rahmetli Hacı İbiş(İbrahim) Arıkmert, Tayfun Göktürk, Nail Metin Yılmaz gibi “zamanın çocukları” o bültenin dağıtımında hep bir ucundan tutmuş dostlardık. 

Dükkân yılları…

Sonra bir gün dernek kuruyoruz dendi. Ali Yurtgezen ve Muzaffer Gözükara hamiliğinde bizim kendi aramızda “Dükkân” dediğimiz ama resmi olarak başka bir adı olan dernek kuruldu. Artık günlerimiz daha çok orada geçiyor ve Ahmet abi o “dükkan”nın ideolocyasını yaşayarak kuruyordu. Birçok dostun anlamakta güçlük çektiği ve dolayısıyla hep bir tabi değişimin, dönüşümün yaşandığı bir mekân oldu Dükkân. Siyasetle hiç işi yoktu ama siyasetin her türlüsünün memleket davası olarak konuşulduğu yerdi mesela, ertesi günü tatil olan her gün oradaydık, gece ikiden evvel kalkılmazdı, ki çok zaman, özellikle ilk yıllar, esnafın dükkanını açmaya geldiği sıralarda biz “dükkân”ı yeni kapatıyor olurduk. Tatlı yemek yasaktı demeyelim de ayıplanan bir haldi ama Dükkân’a ilk tatlıyı da bir ramazan iftarı için Ahmet abinin elinde girerken görmüştük. Kendi nefsi için değil de daha çok bizler için getirdiği kesindi ama yıllarca o “tatlı eylemini” başına kakmıştım. 

Çok güzel keyifli günlerdi. Keyifli dediğime bakmayın aslında memleket, millet adına nöbet tutulan, evlerinde sıcak yataklarında yatan mustaz’aflar adına çekilen kaygıların mekânıydı Dükkân. Ve Ahmet abi o Dükkânın türbedarıydı. 

6 Şubat 2023 günü meydana gelen ve bütün insanlığı yaslara, acılara boğan Maraş depremlerinde Ahmet abim şehitler yolbaşçısı olarak, yanına “dilmacı” Ferhat’ımızı ve “türküdarı” Fazlı’mızı alarak, terk-i diyar etti. Ahmet abiyle fikir ayrılığı da yaşadık, çok itirazlar ettik, fikren yanlış yola düştüğünü de söyledik ama o bizi hep dinledi, sevdi, bizden hiç vazgeçmedi. Büyüklenmedi, bize “siz daha dünkü çocuklarsınız” demedi. Hep ucalttı.  

Şimdi Türbedarsız kaldık, tabir-i caizse ne yer kaldı, ne yâr… 

Ruhun şad olsun Ahmet abi. Sayılı günler çabuk geçer. Depremin olmasından, daha bir şey anlamadan aha yüz gün geçmiş bile. Ahirette yine bir “Dükkân” bulup hem-dem olalım inşallah…  

Yazar
Cüneyt CESUR

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen