İsrail: ABD’nin Stratejik Ortağı mı, Müstakbel Düşmanı mı?

 

Dostlarımızın dikkatine;

Küresel dengelerdeki değişmelerin sebeplerini, muhtemel sonuçlarını ve ülkemize etkilerini analiz etmeye çalıştığımız yazı dizimizin bu bölümünde ABD-İsrail ilişkilerinin mâhiyetini ve geleceğini mercek altına almış, ancak rahat okunabilmesi için 8-10 sayfalık kısımlara ayırmış idik. Fakat, bâzı dostlarımızdan, “konu bütünlüğünün bozulduğu” eleştirisini aldık. Üstelik, bu bölümün tamâmı Dergimiz Şâhitlerin Nisan-2016 sayısında yayımlandı. Bu sebeple, önceki iki haftada yayımlanmış olan kısımlar ile sonraki dört haftada yayımlamayı düşündüğümüz kısımları bu hafta topluca yayımlamayı uygun bulduk. Önceki kısımları okumuş olan dostlarımız, buraları atlayarak okuyabilirler. İlginiz, desteğiniz ve yapıcı eleştirileriniz için teşekkür ediyoruz.

 

****

 

KÜRESEL DENGELER YENİDEN KURULURKEN TÜRKİYE VE TÜRKLER NİÇİN HEDEFE KONULDU – III

 

Mustafa TEZEL

……………………….

 

2. İsrail: ABD’nin Stratejik Ortağı mı, Müstakbel Düşmanı mı?

“Küresel dengelerdeki değişimin sebeplerini, muhtemel sonuçlarını ve ülkemizi ilgilendiren yönlerini” tahlil etmeyi ve bu noktadan hareketle, Türklüğün “yeni dünya düzenindeki yerinin ne/nasıl olması gerektiği” konusunu tartışmayı amaçlayan bu çalışmanın gâyesine ulaşabilmesi için, üzerinde dikkatle durulması gereken konulardan birisi de, ABD-İsrail ilişkilerinin mâhiyetidir.

Umûmî kanaat, ABD ve İsrail’in “stratejik ortak” olduğu yönündedir ve İsrail’in kurulduğu 1948 yılından buyana gelişen olaylar da, bu kanâati ─büyük ölçüde─ doğrular niteliktedir. Ancak, ABD-İsrail ilişkilerinde son yıllarda bir “serinleme” sözkonusu olduğu ve özellikle İsrail tarafından “ilişkileri onarma” yönünde gösterilen gayretlere rağmen, ABD tarafının “mesâfeli” tavrını korumayı yeğlediği, müşahede edilmektedir.

 

Resim 1 – ABD Başkanı Obama ve İsrail Başbakanı Netanyahu: sinirler gergin…

 

ABD’nin İsrail ile olan ilişkilerindeki bu “hissedilir” değişimin taktiksel ve/veya konjonktürel mi, yoksa bir strateji değişikliğinin sonucu mu olduğunun analiz edilmesi, gerek bölgemizde el’an yaşanan ve yakın bir gelecekte yaşanması muhtemel olan gelişmelerin, gerekse küresel güçler arasında giderek şiddetini artıran ve yakın zamanda küresel dengelerin kalıcı bir şekilde değişmesiyle sonuçlanması ihtimali bulunan ─bâzılarınca “üçüncü dünyâ savaşı olarak da nitelenen─ çekişmelerin/çatışmaların sebep ve sonuçlarının değerlendirilmesi bağlamında, önem taşımaktadır.

Dikkate alınması gereken bir “bölgesel güç” olduğu konusunda şüphe bulunmayan İsrail, kuruluşundan buyana geçen üç çeyrek yüzyıldan az zaman zarfında, küresel dengelerin ─en azından Ortadoğu ayağını─ etkileme yeteneğini kazanmış bulunmaktadır. İsrail’in artık açığa vurmakta sakınca görmediği “büyük hedefleri” bulunmaktadır ve bu durum, bütün bölge ülkelerini, “bölge” ile ilgilenen büyük güçleri ve bunların hepsinden de çok Türkiye’yi ilgilendirmektedir. Öteyandan, İsrail’in, “büyük hedeflerini” gerçekleştirebileceği konusundaki özgüveninin giderek yükselmesinin, ─stratejik ortağı olarak kabûl edilen─ ABD’yi de ciddî biçimde rahatsız etmeye başladığı ve ─bilhassa Ortadoğu’ya ilişkin─ politikalarını gözden geçirmeye zorladığı müşahede edilmektedir.

Belirtilen sebeplerle, ABD-İsrail ilişkilerini mercek altına almayı gerekli buluyoruz.

 

a. İsrail’in Kurulmasına Giden Yol

Yahûdilerin inanışlarına göre, Filistin bölgesi kendilerine Tanrı tarafından vaat edilmiştir[1]. MS 70 yılında Romalılar tarafından bu bölgeden sürüldükten sonra dünyanın dört bir yanına dağılan[2] Yahûdiler, Avrupa ülkelerinin Hıristiyanlık dinini seçmesiyle, baskıya mâruz kalmışlar[3] ve Hıristiyan Avrupa’da yüzyıllar boyunca dışlanarak yaşamışlardır. Hıristiyan Avrupa, “Hz. İsa’nın katilleri” olarak gördüğü Yahûdilere mesafeli davranmayı seçmiştir[4]. Bu yüzden de, Yahûdiler, modern çağa kadar hemen hiçbir Avrupa ülkesinde Hıristiyanlarla eşit haklara ve doğrudan siyâsî güce sâhip olamamışlardır[5]. İslâm Dininin doğuşundan sonra, Müslümanların yönetimindeki ülkelere yerleşen Yahûdilerin ise, Avrupa’ya nispetle hoşgörülü bir ortamda yaşama imkânına, din ve inanç özgürlüğüne sâhip oldukları kabûl edilmektedir[6].

Ortaçağ’da ─özellikle Batı Avrupa’da─ görülen “Yahûdi düşmanlığı” sonucunda Yahûdiler, 1290’da İngiltere’den, 1392’de Fransa’dan, 1492’de İspanya’dan ve 1497’de de Portekiz’den kovulmuşlar, bâzı Yahûdiler de inançlarını gizlemek ve “Hıristiyanlığı benimsemiş gibi” davranmak zorunda kalmışlardı. 15. yüzyıl sonlarında İspanya’da öldürülen Yahûdilerin sayısı yüzbini bulmuştu. Yüzlerce yıl yaşadıkları ülkelerden kovulan Yahûdilerin bir kısmı Hollanda’ya iltica ederken, İspanya’dan kovulanların büyük bir kısmı Osmanlı ülkesine göç etmiş (Sefarad Musevîleri), Almanya’dan kovulanlar ise Polonya’ya gitmişlerdir (Aşkenaz Musevîleri)[7].

Aşkenaz olarak da bilinen Doğu Avrupa Yahûdilerinin kökeni oldukça tartışmalıdır. Bunların köke­nini (aynı zamanda dillerini) Ortaçağ’ın Rhineland Almanya’sına bağ­layanlar olduğu gibi,  bâzı araştırmacılar da, bunların çoğunlukla veya tamamen, kimi üyeleri 8. veya 9. yy’da Museviliğe geçen Hazar Türklerinden geldiğini öne sürmüşlerdir. Bu iki tezi birleştirmeyi amaçlayan melez yaklaşımları benimseyenlerin yanısıra, son zamanlarda Doğu Avrupa Museviliğinin baskın soy bileşeninin Yahûdi (Güney İsrailî) olduğunu iddia eden araştırmalara da rastlanmaktadır[8]. Şu kadar ki, Musevilerin önemli bir kısmının Yahûdi kökenli olmayabileceği yönündeki iddialar, Museviliği Yahûdilerin millî dini olarak kabûl eden anlayışla çeliştiğinden, bu son görüşe ihtiyatla yaklaşılmalıdır.

Avrupa’da baskı altında yaşadıkları yıllarda, bâzı hususlar, Yahûdilerin kimliklerini korumalarında ve sonraki dönemlerde kültürel ve iktisâdî alanlarda etkinlik kazanmalarında önemli rol oynamıştır. Meselâ, Avrupalı toplumlar tarafından dışlanmaları, onların Batılı toplumlar içinde eriyip gitmelerine mânî olmuştur. Yahûdiler, şehirlerde “getto” adı verilen tecrid edilmiş mahâllelerde oturmaya zorlanmışlardı[9]; topluma karışmalarına, bir hristiyanla evlenmelerine izin verilmiyordu. Mülkiyet hakları kısıtlıydı. Üstelik, bilhassa devletin/hükûmdârın mâlî yönden buhran içinde olduğu dönemlerde, bir takım bahânelerle, mal ve mülklerine el konuluyordu[10]. Bu durum, onları, umûmiyetle “yükte hafif, pahada ağır” olana sâhip olmaya yöneltiyordu. Museviliği Yahûdi toplumunun millî dini olarak gören inançları[11], Yahûdilere uygulanan bu tecrid hâlinin içselleştirilmesini sağlıyor, katlanmak zorunda kaldıkları baskıları anlamlı kılıyordu.

Sözüedilen bu uygulamalar, Ortaçağ Avrupa’sında Yahûdilerin hayatlarını her nekadar zorlaştırdıysa da, sonraki dönemler için onlara büyük yararlar sağladı. Zira, o dönemde zenginliğin ana kaynağı toprak ve emek idi. Servetin artırılabilmesi, daha çok toprak ve/veyâ emek gücüne (yâni, köle ya da hukûkî hakları büyük ölçüde kısıtlanmış, sömürülmeye müsâit bireylerin emeğine) sâhip olmakla mümkün olabiliyordu. Toprakların önemli bir kısmı feodal senyörlerin mülkiyetinde idi ve toplumun büyük bir kesimini oluşturan köylüler “serf/köle” statüsünde bu topraklarda karın tokluğuna çalıştırılıyorlar, toprakla birlikte alınıp satılıyorlardı[12]. Gettolarda oturmaya mahkûm edilen ─ve, biraz da zorunluluktan ötürü─ bankerlik, kuyumculuk, hekimlik gibi işlerle meşgûl olan Yahûdiler, umûmiyetle hâkîr görülmelerine rağmen, bu ortamda zaman içinde mâlî bakımdan oldukça güçlendiler. Bunda, bilhassa fâiz müessesesinin önemli rolü oldu. Zira, fâizcilik, Kilise tarafından Katoliklere yasaklanmıştı[13], buna karşılık Yahûdilikte, ─birbirlerine karşı yasaklanmış olmasına karşılık─ yabancılara karşı teşvik edilmişti[14]. Bu sebeple, bâzı Yahûdiler önde gelen fâizciler hâline gelmişti. Hıristiyan hükümdarların, zamanla ─aforoz edilme tehlikesi ile karşı karşıya kalmadan─ kendilerine sermaye sağlayabilen Yahûdiler gibi bir sınıfa sâhip olmanın avantajını görmesi ile de, Batı Avrupa’daki para ticareti büyük ölçüde Yahûdilerin eline geçmişti[15].

Askerlik yapmaları, silâh taşımaları yasaklanan Yahûdiler, ilişkilerini aklî yöntemlerle ve diplomasi yoluyla sürdürmek zorundaydılar. Üstelik, farklı ülkelerde yaşayan Yahûdi ileri gelenlerinin birbirleriyle ilişki içinde olmaları, onların uluslararası nitelikte bir ilişkiler ağı kurmalarına imkân veriyordu. Bu yüzdendir ki, Ortaçağda, Yahûdiler, uluslararası ilişkilerde aracı/elçi olarak önemli görevler üstlendiler.

Yahûdilerin, şehirlerde yaşamak durumunda kalmaları ve ─zorunluluktan ötürü─ daha çok ticâret, zenâat, bankerlik, hekimlik ve diplomasi gibi mesleklerle iştigál etmek durumunda kalmaları, onların “şehirli” bir kültür inşâ etmelerine ve entellektüel yeteneklerinin ─nesilden nesile aktarılarak─ gelişmesine imkân sağladı. Bu sâyededir ki, XV. yüzyıl sonlarında Batılı kâşiflerin coğrâfî keşiflerde bulunmalarıyla birlikte başlayan yeni dönem, onların önüne muazzam bir “imkânlar dünyâsı” açılmasına sebep oldu. Yeni dönemde, sınâî tesislerin yapımı, uzun mesâfeli seferlere çıkacak gemilerin donatılması, yatırılan sermâyenin emniyete alınması vb. konular Yahûdi bankerlere geniş bir çalışma alanı açmıştı. Üstelik, o zamâna kadar “gelişmiş” Doğu’ya satabileceği pek fazla mal üretemeyen Batı’da, uluslararası ticâretin gelişmesiyle birlikte, mal talebi artmıştı ve bu durum, ticâret ve zenâate yatkın Yahûdilerin fazlasıyla önünü açmıştı. Bu sürecin sonunda yaşadıkları ülkelerin yerli ahâlisine nispetle mâlî yönden daha iyi bir konuma gelen Yahûdiler, 19. yüzyılda liberal düşüncelerin yaygınlık ve etkinlik kazanmasıyla birlikte, tedricen daha özgür bir ortama da kavuşmuşlardı. Zîrâ, liberal düşüncelerin yaygınlaşması, Avrupa’nın katı Hıristiyan kimliğini de hızlı bir şekilde törpülemiş; kilise öğretilerinin etkisi zayıflarken, yerine sekûler düşünce ve ideolojiler hâkim oldukça, Yahûdilerin üzerindeki hukûkî kısıtlamaların ve toplumsal baskıların gerekçeleri de büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Ancak, bu nisbî özgürlük/rahatlama dönemleri sürekli olmamış, bilhassa Batılı toplumların çeşitli sebeplerle bunaldıkları kriz dönemlerinde, Yahûdiler “sorunların sorumlusu” olmakla itham edilmişler, sistematik olmasa da, zaman zaman şiddetini ve etkisini artıran baskılara mâruz kalmaya devam etmişlerdir.

Kutsal bildikleri vatanlarından sürüldükten sonra, yaklaşık 2000 yıl boyunca gittikleri diyarlarda umûmiyetle bir sığıntı gibi yaşamak durumunda kalan Yâhûdiler, Avrupa’da XVII. yüzyıldan itibâren gelişmeye başlayan ulus-devlet kavramından etkilendiler. “Biz de bir ulus muyuz? Eğer öyle ise, bizim de niçin bir vatanımız/devletimiz olmasın?” gibi düşünceler, bâzı Yahûdilerin zihinlerini meşgûl etmeye başladı. Bu düşüncenin güç kazanmasında, Avrupa’da neredeyse eş zamanlı olarak güçlenmeye başlayan Antisemitik düşüncelerin de payı büyüktü. Antisemitistler[16], Yahûdileri içinde yaşadıkları ülkelerin etnik ve ırksal homojenliğini bozan zararlı bir unsur olarak görüyorlardı[17]. Denilebilir ki, Avrupa’da Yahûdilere yüzyıllardır uygulanan ayrımcılık, en sonunda onlar arasında kendilerine ait bir devlet kurma fikrini ortaya çıkarmıştır[18].

Ancak, önemli bir sorun vardı; Yahûdiler için oluşturulacak devlet nerede kurulacaktı?

Yahûdi devletinin Kudüs ve çevresinin dışında boş herhangi bir yerde kurulması fikri ortaya atılmış ise de[19], Yahûdi köktencilerin baskısıyla bu düşünce kabûl görmemiştir[20]. Baskı altında tutuldukları Avrupa’da bütün çözüm yollarının tükendiğine inanan genç Yahûdiler, kendilerini vaat edilmiş topraklara götürecek modern bir Mesih arayışına girmişlerdir[21]. İşte bu arayış, zamanla Avrupa’da Yahûdiler arasında Siyonist düşüncenin gelişmesindeki en büyük âmil olmuştur.

Siyonizm, en geniş anlamı ile Arz-ı Mev’ud, yâni “Filistin dışındaki bütün Yahûdileri yine orada toplamak ve sonra da Süleyman Mabedi’ni Siyon Dağı üzerinde yeniden inşâ etmek ideali” şeklinde tanımlanabilir[22]. Siyonizm kavramının gelişmesinde, Kudüs’ün yanı başındaki “Siyon Dağı” Yahûdilere esin kaynağı olmuş[23] ve Filistin dışında yaşamak zorunda kaldıkları yaklaşık iki bin yıl boyunca “yeniden Filistin’e dönme ve burada bağımsız bir devlet kurma” hayâli kurmuşlardır[24]. XIX. yüzyıla kadar ─Yahûdilerin kültürel açıdan varlıklarını devam ettirmelerinde─ önemli bir sâik olan bu düşünce, anılan yüzyılın  ortalarından itibâren Yehuda Alkalay[25] ve Nathan Birnbaum[26] gibi önderler vasıtasıyla siyâsî bir mâhiyet kazanmış; yüzyılın sonlarında ise, Theodor Herzl’in başını çektiği Siyonistler, “vaadedilmiş topraklar” olarak tanımladıkları “Kuzeyde Kapadokya Dağlarından, güneyde Süveyş Kanalına kadar olan” alanda[27], bağımsız bir Yahûdi devleti kurmak için yoğun bir çaba içine girmişlerdir[28]. Siyonist liderlerin ısrarlı ve müşterek gayretleri sonucunda ─Birinci Dünyâ Savaşı’nın İngilizler lehine dönmeye başladığı bir sırada─ 2 Kasım 1917 târihinde Balfour Bildirisinin  imzalanması[29], bağımsız Yahûdi devletinin kurulmasına giden yolda önemli bir dönüm noktası olmuştur. Zîrâ, başlangıçta, Batı toplumlarındaki “hâli vakti yerinde” Yahûdiler, “rahatımız bozulur” endişesi ile Siyonistlere mesâfeli durmuşlar[30], ancak Balfour Bildirisinin yayımlanmasından sonra onlara destek olmaya başlamışlardır. Balfour Bildirisiyle, Siyonizm artık uluslararası politik bir programa dönüşmüştür[31].

 

Harita 1 – Yahûdi İnancına Göre Vaat Edilmiş Topraklar[32]

 

Balfour Bildirisini, sâdece Siyonistlerin İngiliz li­derleri iknâ etme başarısına bağlamak hatâlı olur. Anılan bildirinin yayımlandığı sırada Birinci Dünya Savaşı’nın en yoğun dönemi yaşanıyordu ve İngiltere’nin böylesi bir karar almasında konjonktürün de önemli bir etkisi vardı[33]. İngiliz hükûmeti Siyonistlere destek vererek bir taraftan Rusya’daki Yahûdilerin Rusya’yı savaşta tutmasını amaçlarken, diğer taraftan da Amerikan Yahûdilerinin savaşa yönelik kayıtsızlığını azaltmayı düşünüyordu.[34] Bu sâiklerin yanı sıra, gelecekte İsrail’in ilk cumhurbaşkanı olacak olan ─Dünyâ Siyonist Örgütü’nün başkanı─ Weizmann’ın İngiliz Dışişleri Bakanlığı yetkililerine “Siyonistlerin Al­manları desteklemeye başlama ihtimali”nden söz etmesi[35] ve Alman hüküme­tinin dünya Yahûdilerinin desteğini sağlama çabalarını yoğunlaştırması İngiliz yöneticileri ─Yahûdileri desteklemek bağlamında─ bir an önce somut adımlar atmaya zorlamıştı.[36] İngilizler ayrıca Yahûdilerin kontrolündeki bir Fi­listin’in İngiltere’nin Ortadoğu’daki çıkarlarını daha iyi koruyabileceğine ve üstelik böyle bir oluşumun, Fransa ile yapılan gizli Sykes-Picot anlaşmasın­dan farklı olarak, Filistin’de İngiliz kontrolünü artıracağına inanıyorlardı.[37]

Filistin’de 1917 yılında fiilen başlamış olan İngiliz yönetimi, 19–26 Nisan 1920 tarihlerinde yapılan San Remo Konferansında “Filistin üzerinde İngiliz manda yönetiminin kabûl edilmesi” sonucunda garanti altına alınmış, Milletler Cemiyeti Konseyi’nin 24 Temmuz 1922 tarihinde aldığı 28 maddelik bir kararla da Filistin’deki İngiliz manda yönetiminin esasları belirlenmişti[38].

Filistin mandasının İngiltere’ye verildiği sırada (1918) nüfusun % 93’ünü (708.000) Araplar, % 7’sini (57.000) yabancılar oluşturmakta iken, İngiltere ─manda yönetiminin tesisine başladığı andan itibaren─ Filistin’e Yahûdi göçüne göz yummaya başlamış ve zaman içinde bölgedeki nüfus dengeleri Yahûdiler lehine çevrilmiştir[39]. 1922’de nüfusun yüzde 11-12 gibi bir çoğunluğu­na sâhip olan Yahûdiler, 1946’da toplam nüfusun yüzde 31 civarında bir kısmını oluşturuyordu.[40] Aynı dönemde Yahûdilerin toprak satın alması da kolaylaşmış, 1922’de Filistin topraklarının yalnızca % 3’ü Yahûdilere aitken, 1947’de Yahûdilere ait olan toprakların Filistin toprakları içindeki payı % 7′ ye çıkmıştır[41]. Bağımsızlıktan sonraki iki yıl içinde ise, Yahûdi nüfusu ─Doğu Avrupa ve Arap ülkelerinden göç edenlerle─ iki katından fazla artmış[42] ve Arapların nüfusuna yaklaşmıştır. İngiliz Hükûmeti Yahûdileri Filistin’e göç ettirerek, bu önemli stratejik bölgede üzerindeki hâkîmiyetini pekiştirmek istemiştir[43].

Siyonist faâliyetlerin canlı ve etkili olduğu bir başka ülke olan ABD de, 21 Eylül 1922 tarihinde Amerikan Kongresi’nin aldığı ortak bir kararla, Filistin’de bir Yahûdi yurdu kurulmasını kabul etmiştir. 3 Aralık 1924 tarihinde İngiltere’nin Filistin üzerindeki mandasını tanıyan Amerika, bu konuda İngiltere ile bir anlaşma imzalamıştır. Bu anlaşmanın 7. maddesiyle, İngiltere, manda yönetiminin gerçekleştireceği bütün uygulamaları ABD’nin onayına sunmayı kabûl etmiştir. Böylece ABD, Filistin’de yaşanacak her türlü gelişmede söz hakkı elde etmiştir[44]. Zîrâ, ABD, Ortadoğu’da bir Yahûdi devletinin var olmasının, Ortadoğu politikaları için sağlam bir dayanak oluşturacağının idrâkine varmıştır[45].

Bütün bunlardan başka, bilhassa belirtmek gerekir ki, Siyonist lider Vladimir Jabotinsky’nin öncülüğünde kurulan Siyon Birliği, Filistin’deki casusluk faâliyetleri ve uluslararası düzeyde propaganda gayretleri gibi çabalar sonucunda, Siyonizm; büyük güçlerin, Birinci Dünyâ Savaşı’nın sonunda yeni bir düzen kurarken, artık gözardı edemeyecekleri bir siyasi aktör olarak dünya sistemine girmeyi başarmıştır[46]. Kezâ, Avrupa’da doğmuş olmakla birlikte, XIX. yüzyılın sonlarından itibâren bilhassa ABD’de hızlı bir gelişim gösteren Evangelizmin (Hristiyan Siyonizmi), Siyonist hareketin zemin bulmasında ve İngiliz/Amerikan yönetimleri tarafından desteklenmesinde önemli rolü olduğunu vurgulamak gerekir. Bu husus, ileride ayrıca incelenecektir.

Filistin’de İngiliz Manda Yönetimi kurulmasından sonraki çeyrek yüzyıl boyunca, Bölge’de, Yahûdiler ile ─Yahûdi göçünün durdurulmasını, Yahûdilere toprak satışının engellenmesini ve millî bir Arap hükûmetinin kurulmasını sağlamaya çalışan─ Araplar arasında şiddetli çatışmalar yaşanmıştır. İngilizler, zaman zaman Arapları teskin etmeye yönelik taktik girişimlerde bulunsalar da[47], Filistin’deki Yahûdi varlığı ve etkisi artmaya devam etmiştir. 29 Kasım 1947 târihinde BM Genel Kurulu’nda kabûl edilen “taksim kararı” ile de, nüfusun üçte birini oluşturmalarına ve toprağın yalnızca yüzde 7’sine sâhip olmalarına rağmen, Filistin topraklarının yarısından fazlası (% 56) kurulacak Yahûdi devletine tahsis edilmiştir[48]

14 Mayıs 1948 günü, David Ben Gurion başkanlığında toplanan Musevi Ulusal Konseyi, İngiliz manda yönetiminin bitmesinden birkaç saat önce İsrail Devleti’nin bağımsızlığını ilân etmiş[49] ve Yahûdilerin 2000 yıllık rüyaları gerçeğe dönüşmüştür. İsrail’in kuruluş ilanı şu bildiri ile duyurulmuştur: 

“İsrail toprağı Yahûdi halkının doğum yeridir. Burada onların ruhları, dinleri ve ulusal kimlikleri oluştu. Burada onlar bağımsızlığa ulaştı, ulusal kültürleri ve evrensel değerleri oluştu. Burada onlar Bible’yi (Kitab-ı Mukaddes –Tevrat) Dünya’ya armağan etti. Eretz – İsrail Yahûdi halkının doğum yeridir…”

 

 Harita 2 – İsrail’in Filistin Topraklarındaki Genişlemesi[50]

 

b. İsrail Batı’nın Ortadoğu’daki Jandarması (mı)?!

İsrail Devleti’nin kuruluş dönemini anlatan kaynaklarda, Filistin’de bağımsız bir Yahûdi devleti kurulmasını sağlayan çabaların başarısının, umûmiyetle Yahûdi örgütlerinin ABD ve İngiltere kamuoyunu ve bu ülkelerin siyâset/devlet adamlarını etkileme konusundaki cansiperâne çabaları ile izah edilmeye çalışıldığı görülmektedir. Psikolojik sâiklerin dış politikadaki önemini gözardı etmek elbette mümkün değilse de, ABD ve İngiltere’nin Filistin/İsrail meselesi hakkındaki tutumlarını, yalnızca psikolojik faktörlere bağlamak ve bu ülkelerin Ortadoğu Bölgesi’ndeki menfaatlerinden bağımsız düşünmek doğru değildir.

 

Resim 2 – İsrail tarafından işgâl edilen topraklarda sık rastlanan bir görüntü[51]

 

Orta Doğu, verimli toprakları ve dünyâ ticâret yollarının kesiştiği bir noktada bulunması gibi sebeplerden ötürü, târih boyunca büyük güçlerin hâkîmiyet mücâdelesine konu olmuştur. XX. yüzyılın başlarında petrolün önem kazanmasıyla birlikte, bölge üzerindeki hâkimiyet mücâdelesi de yeni bir veçhe kazanmıştır. O dönemin sanayileşmiş ülkeleri olan İngiltere, Fransa, Almanya ve ABD zengin demir ve kömür yataklarına sâhipti ve bu durumun, buhar enerjisine dayalı sanâyi inkılâbının önce İngiltere’de başlayıp sonra hızla diğerlerine yayılmasında önemli payı vardı. Nitekim, Osmanlı’nın sanayi inkılâbını gerçekleştirmekte gecikmesinde ve Batı ile arasındaki mesâfenin XIX. yüzyıl boyunca hızla açılmasında, Türkiye’de yeterli kömür ve demir rezervinin bulunmaması önde gelen sâiklerden birisidir. XIX. yüzyılın sonlarında ─petrol türevleri ile çalışan─ “içten yanmalı motor” teknolojinin gelişmeye başlamasıyla birlikte, petrolün “geleceğin enerji kaynağı” olacağı da anlaşılmıştı. O dönemde, dünyâ üzerindeki bilinen en önemli petrol yatakları Kerkük (Irak/Türkiye)’de ve Bakü (Azerbaycan/Rusya)’de idi. Anılan dönemden itibâren “petrol coğrafyası”nda meydana gelen olaylar ve çatışmalar, dünyâ politikasında ─etkileri günümüze kadar süren─ gerilimlere yol açmıştır.

 

 Resim 3 – Kudüs

 

Evvelemirde, 1877-1878 yılında, o târihlerde bilinen en büyük petrol rezervlerine sâhip iki ülke ─Türk ve Rus İmparatorlukları─ savaşa tutuşmuş[52]; savaşın Rusların lehine sonuçlanması, Osmanlı’nın büyük güçler arasındaki mevkiini önemli ölçüde yitirmesine yol açmıştır. Türkler ve Ruslar birbirleriyle uğraşırken, İngiltere Hindistan’daki hâkîmiyetini pekiştirmiş[53]; Türkiye’nin Rusya karşısındaki güç durumundan yararlanarak, Kıbrıs üzerinde tasarruf hakkı elde etmiş[54]; akabinde de Mısır’ı işgâl etmiştir (1882)[55]. 

1877-78 Türk-Rus savaşının Türkler aleyhine sonuçlanmasından sonraki dönemde İngilizlerin XIX. yüzyılın ilk üççeyreğinde geleneksel hâle gelen “Osmanlı’nın bağımsızlığının ve toprak bütünlüğünün korunmasına yardımcı olunması” politikasından kesin olarak vazgeçtiği[56] ve sonraki yıllarda Ermeni, Arap ve Kürt milliyetçi hareketlerini destekleyerek, Türk İmparatorluğu’nun inkırazının hızlanmasında etkili olduğunu belirtmek gerekir. Bu politika değişikliğinde müessir olan âmillerden birisinin “petrol” olduğuna şüphe yoktur. Birinci Dünyâ Savaşı’nın kendi lehine dönmesinden itibâren ise, İngiltere, Yahûdilerin Filistin’e göç etmelerini ve toprak sâhibi olmalarını ciddî mânâda desteklemiştir. 

ABD ve İngiltere’nin “Filistin’e Yahûdi göçünü ve burada bir Yahûdi devletinin kurulmasını niçin destekledikleri” konusunun irdelenmesi, Bölge’de yaklaşık bir asırdan buyana yaşanmakta olan sorunların sebeplerini anlamak bakımından, önemlidir. 

Birinci Dünyâ Savaşı’nın aleyhine sonuçlanması üzerine, Osmanlı “petrol coğrafyası”ndan ─ve de, târih sahnesinden─ çekilmek zorunda kaldı ve savaşın gâliplerinden İngiltere, Arabistan, Irak ve Filistin’de hâkimiyeti ele geçirdi. Savaş sırasında ─Osmanlı’ya karşı kendileriyle işbirliği yaptıkları takdirde─ zaferden sonra “bağımsızlık” verileceği konusunda Araplara taahhütte bulunulmuştu. İngilizlerin asıl amacı ─elbette─ petrol kaynaklarını ele geçirmekti, savaşı Araplar için yapmamışlardı. Buna karşılık, “ele geçirilen yerlerin nasıl yönetileceği” konusu önemli bir sorun olarak İngiltere’nin karşısında duruyordu. İngiltere’nin sömürgelerinde ─özellikle de Hindistan’da─ uyguladığı ve nisbî başarı sağlayan “yerel halkın, yönetimden uzak tutulması ve ─siyâsi isteklerde/faâliyetlerde bulunulmadığı sürece─ kendi hâlinde bırakılması” şeklindeki geleneksel politikasının Ortadoğu Bölgesi’nde uygulanması oldukça zor görünüyordu. Nitekim, manda yönetiminin kendilerini kandırdığını ve asıl amaçlarının “Filistin’de bir Yahûdi Devleti kurmak olduğunu” anlayan Araplar, İsrail’in kurulmasına kadar geçen sürede sık sık ayaklandılar. Bu durumda, İngiltere’nin, “geleceğin enerji kaynağı” petrol üzerinde tam kontrol tesis edebilmesi için, Bölge’de yeterince askerî kuvvet bulundurması gerekiyordu. Ancak, “otorite ve düzen anlayışları fazla gelişmemiş, üstelik ─İngilizlerin kışkırtmalarıyla─ bağımsızlık hissinin büyüsüne kapılmış” milyonlarca insanın yaşadığı ─yüzölçümü milyon kilometrekarenin üzerinde olan─ “petrol coğrafyası”nda askerî güce dayanarak kontrol sağlanması geleneksel İngiliz sömürge yönetimi anlayışı ile bağdaşmıyordu ve bu yöntem, İngiltere’ye altından kalkamayacağı bir mâlî külfet yükleyebilirdi. İşte bu noktada, “Siyonist hareket, İngilizlerin imdâdına yetişti” denilebilir. Avrupa’daki Yahûdi nüfusun Filistin’e göç etmesi sağlandığı takdirde, ─deyim yerinde ise─ bir taşla iki kuş vurulmuş olacaktı; hem varlıkları Batılı toplumlarda rahatsızlık uyandıran Yahûdi nüfustan kurtulunmuş olacaktı, hem de etrafı düşmanlarla çevrili Yahûdi topluluğu, varlığını sürdürebilmek için mütemâdiyen Batı’nın dostluğuna/desteğine ihtiyaç duyacaktı. Bu dostluk/destek karşılığında ise, İngiliz ve Batı ekonomisinin ihtiyaç duyduğu petrolün üretim ve sevkiyatının istikrarlı ve güvenli biçimde yapılabilmesi için, Bölge’de ─bir anlamda─ jandarmalık görevini ifâ edecekti. İngiltere’nin, Yahûdilerin Filistin topraklarında bir yurt kurmasını sağlamaya yönelik politikalarının bu çerçevede değerlendirilmesi, daha gerçekçi görünmektedir. ABD’nin de, benzer düşüncelerle “Filistin’e Yahûdi göçünü” desteklemiş olması, ihtimál dâhilindedir. 

Kabûl etmek gerekir ki, İsrail, yarım yüzyıldan fazla bir zamandan beri, Batı adına, “Bölge’deki zengin petrol yataklarının bekçiliği” vazifesini mükemmelen yerine getirmiş bulunmaktadır. Gerçekten de, bu süre zarfında, Bölge’de, Batı’nın çıkarlarına kalıcı zarar verme kapasitesine sâhip “başka” bir gücün hâkîmiyet tesis etmesine ─Batı’nın sürekli ve “şartsız” desteğini arkasına alarak─ imkân vermediği gibi[57], petrol zengini Arap devletleri için mütemâdiyen bir tehdit unsuru oluşturarak, petrolden elde edilen külliyetli servetin önemli bir bölümünün “savunma” harcamaları yoluyla Batı ekonomilerini beslemesinde de önemli âmillerden birisi olmuştur (Grafik 1, Grafik 2)[58].

 

Grafik 1 – Seçilmiş Petrol Üreticisi Ülkelerin Savunma Harcamaları (Milyon Dolar)[59]

 

Grafik 2 – Seçilmiş Petrol Üreticisi Ülkelerin Savunma Harcamalarının GSYİH ‘ya Oranı

 

Petrol üreticisi ülkelerin savunma harcamaları oldukça yüksektir. Nitekim, Ortadoğu ülkelerinin savunma harcamalarının GSYİH’ ya oranı, dünyâ ortalamasının iki katından daha fazladır; çatışma dönemlerinde ise, bu oran çok daha yüksek seviyelere çıkmıştır (Grafik 3).

 

Grafik 3 – Savunma Harcamalarının Bölge’de ve Dünyâda GSYİH ‘ya Oranı

 

İsrail kaynaklı tehdit, petrol zengini Arap ülkelerini ABD/Batı yanlısı bir tutum içinde olmaya âdetâ icbar etmektedir. Zîrâ, başında bulundukları ülkeleri/halkları “baskıcı” usûllerle yönetmeye çalışan “despotlar”, “dışarıdan” İsrail’in ─devrimden sonra, kısmen İran’ın─ ve  “içeriden” de  kendi halklarının toplumsal taleplerinin baskısı altındadır. Bu “baskıcı” yönetimler, bir anlamda, Batı/ABD yanlısı bir tutum içinde olmalarının karşılığında, despotik yönetimlerinin devamı için, “iç” ve “dış” tehditlere karşılık, “demokrasi, insan hakları, hukûkun üstünlüğü” vb. değerlerin hâmisi/havârisi olma iddiasındaki Batılı hükûmetlerin “koruyuculuğunu” temin etmiş olmaktadırlar.

ABD’nin İsrail’e yönelik desteğinin stratejik bir boyutu ─soğuk savaş döneminde─ daha da büyük önem kazanmıştır[60]. Nitekim, İsrail, soğuk savaşın şiddetlendiği 1960’lı yılların ortalarından itibâren, Ortadoğu’da ABD lehinde rol alarak, Sovyetler Birliği’nin bölgede yayılmasının kontrol altına alınmasında yardımcı olmuştur. Bu uğurda, Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler içinde olan Mısır ve Suriye gibi devletlere utanç verici yenilgiler yaşatmıştır.[61] Bunun yanında İsrail, ABD’nin bölgedeki ileri karakolu ve gözetleme merkezi olarak faâliyette bulunmuştur.

Sonuç itibâriyle, İkinci Dünyâ Savaşı’ndan günümüze kadar geçen yarım asırdan fazla süre zarfında, Ortadoğu’da ─İran ve Irak dışında─ petrol üreticisi ülkeler ABD’nin/Batı’nın tesir alanında kalmış; soğuk savaş döneminde, Sovyetler Birliği’nin bu ülkelerde etkinlik sağlamaya yönelik çabaları sonuç vermemiştir. Bu neticenin elde edilmesinde İsrail’in önemli bir görev ifâ ettiği muhakkaktır.

 

c. İsrail Kendi Politikalarını Tanzim ve Uygulama Gücüne Erişmiştir 

Başlangıçta, İngiltere ve ABD, Filistin’de bir Yahûdi yurdu kurulmasını, Bölge’de çıkarlarının korunması bakımından elzem olarak görmüşlerdir. Daha önce de ifâde edildiği gibi, etrafı düşmanlarla çevrili bir İsrail, Batı’lı güçler için bir “ileri karakol” vazifesi ifâ edecekti. Ancak, İsrail, geçen zaman zarfında, ─muhtemeldir ki─ Batılı dostlarının tahayyüllerinin ötesinde bir gelişme kaydetmiş ve artık “yardımcı oyuncu” rolünden sıyrılmak istediği, anlaşılmaktadır. 

Bizi bu kanâate sevkeden etkenler, kolayca gözardı edilebilecek hususlar değildir. 

İsrail’in, cesâmeti küçük, fakat büyük ölçüde “yüksek teknoloji üretimine dayalı” güçlü bir ekonomisi vardır[62] ve 2008 küresel mâlî krizinde dahi, ─olumsuz yönde─ pek fazla etkilenmemiştir. İsrail’in yüksek teknoloji endüstrileri içinde en güçlü olduğu alt sektör, araştırma ve geliştirmedir. İsrail, toplam işgücü içindeki mühendis sayısı bakımından dünyâ lideridir ve bu konuda ikinci-üçüncü sırayı paylaşan ABD ve Japonya gibi ülkeleri ─mühendis sayısı bakımından─ ikiye katlamış durumdadır[63]. 

İsrail, dünyada önde gelen biyoteknoloji merkezlerinden birisidir ve dünya biyoteknoloji sektöründeki toplam payı % 2,5’tir. İsrail dünyanın kişi başına düşen en fazla biyoteknoloji patentine sâhip 4. ülkesidir[64]. 

İsrail; seracılık, hayvancılık ve bitki koruma alanlarında da ileri teknolojiye sâhiptir[65]. 

Yazılım sektöründe Amdocs, Check Point, Comverse, Retalix, Cimatron ve Aladdin Knowledge gibi uluslararası üne sâhip firmaların yer aldığı İsrail’de HP, IBM, Microsoft, Intel, SAP, Cisco ve Texas Instruments gibi dünyanın en büyük teknoloji şirketlerinin de üretim tesisi bulunmaktadır[66]. 

Elektronik sanayi üretiminin yaklaşık % 40’ını oluşturan telekomünikasyon sektöründe Bell South, Deutsche Telecom, France Telecom, Hutchison Hong Kong, Sprint ve Telecom Italia gibi önde gelen uluslararası telekomünikasyon firmalarının yatırımları mevcuttur. İsrail, internet uygulamaları konusunda da çok gelişmiş bir teknolojiye sâhiptir[67]. 

Telekomünükasyon sektörü İsrail’in ihracatındaki en önemli sektörler arasında yer almakta ve bu sektördeki pek çok segmentte İsrail ürünleri dünyanın en gelişmiş ürünleri, İsrail de en önemli küresel tedârikçiler arasında yer almaktadır. İsrail telekomünükasyon sanayi; yarı iletken geliştirme, donanım tasarımı, yazılım, içerik, sistem entegrasyonu gibi geniş bir yelpazede ve yeni kurulmuş şirketlerden (start-up) dünya devi şirketlere kadar değişen ölçekte 580 yüksek teknoloji şirketinden oluşmaktadır. Intel, Motorola, Cisco, Freescale Semiconductors, NDS gibi küresel telekomünükasyon şirketlerinin İsrail’de Ar-Ge ve üretim tesisleri bulunmaktadır[68]. 

İsrail’de GSYİH ─2014 yılı verilenine göre─ 317,4 milyar ABD doları, dış ticaret hacmi ise ─63 milyar doları ihracat, 72,8 milyar doları da ithalát olmak üzere─ 116,6 milyar ABD dolarıdır[69]. İhracatın ithalâtı karşılama oranı % 87-102 oranında değişirken[70], ihracatın GSYİH’ya oranı da % 20-25 arasında değişmektedir[71]. İsrail’in ihracatının yaklaşık üçte birini yüksek teknoloji ürünleri oluşturmaktadır[72]. 

Sonuç itibâriyle, İsrail, özellikle 1990’lı yıllardan itibaren kaydedilen gelişmeler sayesinde, bir “High-Tech” (yüksek teknoloji) ülkesi haline gelmiştir. Ar-Ge harcamalarının GSYİH’ya oranı % 4,5 seviyesinde olup, bu, dünyadaki en yüksek oranlar arasında yeralmaktadır. Yazılım, kontrol ve gözetim ekipmanları, elektronik haberleşme ekipmanları, uçak sanayi, büro ve bilgisayar gereçleri, farmasötikler, elektronik bileşenler İsrail’in yüksek teknoloji ürünleri olarak göze çarpmaktadır. Ayrıca savunma sanayi, kimya sanayi, tıp tekniği ürünleri de İsrail’in önemli sanayi ürünleri arasında yeralmaktadır[73]. 

İsrail’in askerî malzeme satışı dünyâ siláh ticâretinin % 10’ una tekâbül etmektedir ve İsrail dünyâ siláh ihracatında ilk 5 ülke arasında yer almaktadır[74].

Kezâ, Ortadoğu’nun en büyük askeri gücüne sâhip olduğu gibi bölgenin nükleer silaha sâhip tek ülkesidir[75].

İsrail, askerî gücünü 1967[76] ve 1973[77] yıllarında ─Sovyetler Birliği tarafından desteklenen─ Arap ülkelerine karşı tek başına giriştiği savaşlarda aldığı parlak neticelerle, ispat etmiştir.

Geçen yıllar içinde İsrail, askerî kapasitesini daha da geliştirme imkânı elde etmiştir. Nitekim, Rusya’nın Ekim/2015 ayında Suriye’de ─muhaliflere karşı─ İran ve Suriye ile müştereken başlattığı hava harekâtı sürerken, İsrail, Suriye ordusuyla Hizbullah’ı vurmak suretiyle, bâzı yorumculara göre “kendi bölgesini belirleme” ve Ruslara “İsrail’in kendi çıkarlarını korumaya devam edeceği” mesajını vermek istemiştir. Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin, İsrail’in Suriye’deki saldırıları hakkında “kaygısını” ifâde edince de, Savunma Bakanı Moşe Yalon “Önerim, kimse bizi sınamaya kalkışmasın.” demek suretiyle, bir anlamda “küresel güç” Rusya’ya meydan okumuştur. “İsrail’in Rusya ile koordinasyon hâlinde hareket etmediğini” belirten Yalon, sözlerini şöyle sürdürmüştür: “Bizim menfaatlerimiz var ve bu menfaatler tehdit edildiğinde, biz harekete geçeriz. Bu, bundan sonra da böyle olacak. Bu, Rusya Devlet Başkanı’na da net şekilde ifade edildi.”[78] Bu tavır, İsrail’in kendine olan güveninin göstergesidir.

Öteyandan, İsrail’in istihbarat teşkilâtı (MOSSAD), dünyânın önde gelen istihbarat kuruluşları arasında yer almaktadır.

Sözün özü, İsrail, “köklü” bir devlet geleneğine sâhip bulunmasa da, artık Orta Doğu Bölgesine yerleşmiş ve varlığını ─can düşmanı─ Arap Devletlerinden bâzılarına dahi ─açık ya da örtük─ kabûl ettirmiştir. Daha da önemlisi, teknoloji ve ekonomik güç bakımından politika geliştirme yeteneği kazanan İsrail, bunlara güvenerek, “büyük hedeflerine” ulaşmak için Bölge’de operasyonlara da girişmektedir.

İsrail’in gücü, yukarıda anlatılanlarla sınırlı değildir. Bilhassa ABD’de çok iyi teşkilátlanmış olan ve ABD yönetimini/kamuoyunu İsrail lehine “her hál ve şartta” destekleme konusunda iknâ ve yönlendirme kapasitesine sâhip bulunan bir lobinin varlığı, İsrail için önemli bir güvencedir[79].

Kezâ, ABD’de en etkili ve kalabalık Hristiyan topluluğu olan Evanjelistler (Hristiyan Siyonistler), inançları gereği İsrail’in “şartsız” desteklenmesi taraftarıdırlar ve bu durum, İsrail’e, bölgedeki varlığını ve etkinliğini geliştirmesini sağlayan politikaları uygulamasında büyük kolaylıklar sağlamaktadır[80].

Ezcümle, ABD’nin Ortadoğu’da uygulamakta olduğu ─ve, bir süredir ABD’li pek çok stratejist tarafından da yoğun bir şekilde tartışılmakta/eleştirilmekte olan─ Büyük/Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (BOP/GOP), Irak’ın işgâli vb. politikalar, ABD’nin Bölge’deki en önemli müttefiki olan Türkiye’yi zayıflatmış; Bölge’de ABD’nin çıkarlarını en fazla tehdit kapasitesine sâhip ülkelerden birisi olan İran’a rahat hareket etme imkânı sağlamış[81] ve Bölge’yi istikrarsızlaştırmıştır. Bu durum İsrail’e geniş bir hareket kaabiliyeti kazandırmıştır. Kuvvetli bir şekilde vurgulamak gerekir ki, “herhangi bir sebeple” çıkabilecek bir “bölgesel çatışma” durumunda ─Türkiye ve İran dışında─ hiç bir Bölge ülkesinin İsrail karşısında “varlık gösterebilmesi” mümkün değildir. Ve, şâyet ABD’nin zaaf göstermesi (yâhut da, zaaf içinde bulunması) durumunda, hâlihazırdaki uluslararası sistemin/yapının, İsrail’in ─Türkiye ve İran dışındaki─ Bölge ülkelerine karşı “târihî emelleri” doğrultusunda gerçekleştireceği operasyonlara engel olabilmesi de mümkün görünmemektedir. Üstelik, ABD’nin Ortadoğu ve İsrail konusundaki politikaları, uzunca bir zamandan buyana, İsrail’in Bölge’de ─yalnız Bölge ülkeleri değil, aynı zamanda ABD/Batı ve uluslararası sistem aleyhine─ büyük kazanımlar elde etmesine imkân sağlayabilecek bir mâhiyet arzetmektedir. Belirtilen hususlara binâen, İsrail’in, yakın gelecekte, ABD ve Batı ülkelerinin Bölge üzerindeki menfaatlerini en fazla tehdit potansiyeline sâhip ülke olduğunu ifâde etmekte, bir beis görmüyoruz.

 

d. Evanjelizm: Hrıstiyan Siyonizmi 

ABD’nin İsrail ile ilişkilerinin ve Ortadoğu politikasının yeterince anlaşılabilmesi için, Protestanlığın bir kolu olan Evanjelizmin bu ülkedeki durumunun da incelenmesi gerekir.

Kelime anlamı “kutsal kitaba yönelmek” olan Evanjelizm, asıl olarak Protestan köktenciliğinin bir uzantısı olup, kökenleri Martin Luther‟e (1483-1546) ve Protestanlığın kuruluşuna kadar gider. Luther kendi kurduğu kiliseye “Evanjelik Kilise Hareketi” diyordu[82]. Bu akım, Anglikan kilisesine mensup İngiliz papaz John Nelson Darby’nin çabaları sonucunda, XIX. yüzyılın sonlarında ABD’de taraftar bulmaya başlamıştır[83].

Evanjelist tâbiri önceki yüzyıllarda “dindar Hristiyan” anlamına gelirken, son yüzyılda “Hristiyan Siyonist” tâbiri öne çıkmış ve Protestanlığın bir alt kolu olan evanjelizm, zamanla Protestanlıktan ve Katoliklikten ayrı bir mezhep haline gelmiştir.

Araştırma Şirketi Gallup tarafından yapılan ankete göre, Amerikan halkının % 42′ lik kısmı (2014 yılı itibâriyle, yaklaşık 134 milyon kişi)[84] kendisini Evanjelist olarak tanımlamaktadır[85].

Evanjelizm, daha ziyâde WASP olarak adlandırılan Beyaz Anglo-Sakson Protestanlara hitap etmektedir. Ancak, giderek yelpazesini genişlettiği ve artık Asya kökenli Amerikalılara da ulaştığı görülmektedir[86]. Bir iddiaya göre, her on Amerikan kilisesinden birisi bu mezhebe bağlıdır ve günümüzde Hıristiyan âleminde en hızlı gelişen dini hareket durumundadır.”[87]

Mezhebin ileri gelenlerini genelde iyi eğitim görmüş beyaz Amerikalılar oluşturmaktadır[88].

Birbirinden bağımsız çok sayıda sivil örgütün çatısı altında faâliyetlerini sürdüren Evanjelistlerin iletişim araç ve yöntemlerini olağanüstü bir ustalıkla kullandıkları görülmektedir. Mezhebin binlerce radyosu, kablo ve uydu üzerinden yayın yapan yüzlerce ulusal ve uluslararası televizyon kanalı, aylık ve haftalık olarak yayımlanan yüzlerce dergisi,  web siteleri, sayıları binlerle ifâde edilen kitap, broşür vb. basılı yayınları ile ─ana okulundan üniversiteye kadar─ çok sayıda eğitim kurumu bulunmaktadır[89].

Mezhebin, Amerikan siyâsî hayâtında çok etkin olduğu, temsilci/senatör ve ABD başkanlarının seçiminde, seçim sonuçlarına tesir edebildiği müşahede edilmektedir[90].

Konuyla ilgili yayınlarda, bu mezhebi yaymak için kurulan organizasyonların, taraftarlarından “dudak uçuklatan” miktarlarda yardım toplayabilme becerisine sâhip oldukları ileri sürülmektedir. Fakat, aynı yayınlarda, sağlanan mâlî imkânların kaynağı konusunda tereddüt uyandıran ifâdelere de rastlanmaktadır[91].

 

Resim 4 – Dört Evanjelist (Jakob Jordaens’in eseri)[92]

 

Evanjelistlere göre Tanrı, dünya hayâtını yedi bölüme ayırmıştır. Son bölüm, kıyâmetin kopması ve Mesih’in geri dönüşüdür[93]. Bu inancın mensupları, Mesih’in dünyaya yeniden gelmesi için bâzı şartların gerçekleşmesi gerektiğine inanırlar. Bu şartlar şu şekilde sıralanmaktadır[94]:

  • Yahûdilerin Filistin’e geri dönmeleri ve burada bir devlet kurmaları,
  • Kudüs’ün başkent yapılması,
  • Mescid-i Aksa’nın yıkılıp yerine Süleyman mâbedinin yeniden inşa edilmesi,
  • Bütün insanlara İncil’in vaaz edilmesi,
  • Tribülasyon (Kargaşa dönemi) ve Yahûdiler ile Hristiyanların eziyet görmesi,
  • Armagedon savaşı (Bu savaşın olacağı bölgenin, bugünkü İsrail sınırları içinde yer alan Megido vadisi olduğuna inanılmaktadır),
  • İnananların (yâni, Hıristiyanların) semâya yükseltilmesi.

Evanjelizm, yukarıda sıralanan olaylar gerçekleştikten sonra, yeniden doğuşa inanan Hıristiyanların (born again Christian), Yüce Tanrı tarafından semâya yükseltilerek “büyük sevinç/vecd” ile mükâfatlandırılacakları inancına dayandırılmaktadır[95].

Kitab-ı Mukaddesi esas alan evanjelistler, kitapta bahsedilen kehanetlerin gerçekleşmesi için çaba göstermekle yükümlü olduklarına inanırlar. Eğer Mesih’in dönmesini istiyorlarsa, Tanrı’nın buna zorlanması gerekmektedir. Şartları olgunlaştırmak insanların elindedir. Şartlar olgunlaştığındaysa, Tanrı zaten üzerine düşeni yapacaktır[96].

Bu inancın mensuplarına göre, Hıristiyanların İsrail’i korumak ve Kudüs’ün selâmetini sağlamak için dini bir sorumlulukları vardır. Eğer İsrail’i desteklemekte başarısız olunursa, ilâhî azâba mâruz kalınacaktır[97].

Burada özellikle vurgulamak gerekir ki, Evanjelistlerin İsrail’i desteklemeleri, bunun kıyâmetin şartlarından biri olmasından kaynaklanmaktadır. Diğer bir ifâdeyle, Yahûdiler, İsa’nın yeryüzüne dönmesinin sağlanması için sâdece araç olarak görülmektedir. Hattâ, İsa indikten sonra eğer Hıristiyanlığı kabûl etmezlerse, onlar da (yâni, Yahûdiler de) azap çekecek ve öleceklerdir. Bu kıyâmet senaryosu çerçevesinde evanjelistler, deyim yerindeyse, Yahûdileri kullanmaktadırlar[98].

Ancak, Yahûdilere samimi bir sevgi duymasalar da, inançları gereği İsrail’in kurulması ve diğer şartların gerçekleşmesi “Mesihin (Hz. İsa) dünyâya yeniden gelişi için” zarûrî sayıldığından, Evanjelistlerin “İsrail’in ‘şartsız’ desteklenmesi” konusunda inanılmaz bir çaba içerisinde oldukları görülmektedir.

ABD’nin önde gelen Evanjelist liderlerinden Dr. James R. Graham şu sözleri, bu bakımdan dikkate değerdir; “Bu öğretinin merkezinde İsa değil, İsrail ve Yahûdiler vardır. Yahûdiler dünyevi görevlerini yerine getirmedikçe (Yahûdi devleti kurmak, Kudüs’ü başkent yapmak, Mescid-i Aksa’yı yıkmak gibi) Tanrı İsa’yı geri yollamayacaktır. İsa geri döndüğünde bir Yahûdi krallığı kuracak, üçüncü tapınaktaki bir tahta oturacak ve kırmızı düveler kurban edilecektir. Tanrı’nın Yahûdiler için dünyevi, Hıristiyanlar içinse uhrevi planları vardır.[99]

ABD’nin en büyük Evanjelist cemaatlerinden birisinin başında bulunan Jerry Falwell ise, meseleyi biraz daha ileri götürmekte ve şöyle demektedir  “Amerika İsrail’e sırtını dönerse ayakta kalamaz.”[100]. Falwell, 1967 savaşında “Gazze şeridi ve Doğu Kudüs”ü ele geçiren İsrail’in “uluslararası hukuku çiğnediği” iddiaları karşısında da şunları söylemekten çekinmemiştir; “Bütün dünya ülkeleri uluslararası hukuka uymalıdır ama İsrail hariç.”[101] 2002 yılında, İsrail ordusu Cenin’de kadın-çocuk çok sayıda Filistin’li sivili öldürünce, dönemin ABD Başkanı Bush, İsrail Başbakanı Ariel Şaron’dan tankların çekilmesini istemiş; bunun üzerine devreye giren Falwell, ABD yönetiminin kararına tepki göstermiş ve müritlerini de aynı yönde protestoda bulunmaya çağırmıştır. Bu çağrı etkili olmuş, ABD yönetimi geri adım atmak zorunda kalırken, İsrail ─sivilleri de hedef alan─ kanlı operasyonlarını sürdürmüştür[102].

Aslına bakılırsa, kimin kimi kullandığı pek de belirgin değildir.

Protestanlığın en bağnaz (köktenci) cemaatlerinden birisini oluşturan ve İsrail’in yeniden doğuşunun İncil’deki kehanetin bir parçası olduğunu inanan Evanjelistler, kıyâmetin kopması için gerçekleşmesini gerekli gördükleri diğer merhaleler sebebiyle İsrail’i desteklerken, İsrail de, Ortadoğu coğrafyasında ─çoğu uluslararası hukûk ile çelişen─ operasyonlarını ve bölgedeki diğer ülkelerin milli birlik ve toprak bütünlüğünü tehdit eden hedeflerin gerçekleştirilmesine yönelik politikalarını uygularken ABD’nin “şartsız” desteğini arkasında hissedebilmek için, Evanjelistlerin ABD kamuoyu ve siyâsî makamları üzerindeki muazzam tesir gücünden büyük ölçüde yararlanmaktadır[103].

ABD yönetiminin ise, millî menfaatleri gereği desteklemek durumunda olduğu İsrail’in kamu vicdanını rahatsız eden uygulamaları karşısında güç durumda kalmamak ve sözkonusu politikasına kamuoyunun desteğini kazanmak için Evanjelistlerin faâliyetlerine gözyumması ve hattâ elaltından desteklemesi sözkonusu olabilir. Kezâ, Evangelizm, ABD yönetimi için, kökenleri ve inançları birbirinden çok farklı insanlardan “müşterek değerleri/ülküleri” paylaşan “tek ulus” meydana getirebilmek için de önem taşıyor olabilir.

Sonuç itibâriyle, günümüzde ABD nüfusunun önemli bir kesimini oluşturan ve ABD’nin bilhassa Ortadoğu politikasını etkileme gücüne sâhip bulunan Evanjelistler, dînî inançları gereği Yahûdilerin/İsrail’in kollanmasını ve “her hál ve şartta” desteklenmesini savunmakta, bu amaç doğrultusunda etkili faâliyetlerde bulunmaktadırlar. Ne var ki, artık ABD ve İsrail’in amaç ve politikaları çalışmamızın sonraki bölümünde ayrıntılı olarak anlatılacak olan sebeplerden ötürü ayrışmaya başlamıştır ve bu sebeple de ─yakın zamanlara kadar ABD’nin Ortadoğu/İsrail politikalarının meşruiyeti ve kamuoyundan destek bulması bakımından fevkalâde büyük önem taşıyan Evanjelist cemaat, ABD’nin sözüedilen politika değişikliğinin önündeki en önemli engellerden birisi hâline gelmiştir.

 

e. “ABD Dış Politikasında Dönüşüm” yâhut ABD-İsrail Ortaklığı Sona mı Erecek?

Batı dünyâsında, Rönesans sonrasında hümanizmin/pozitivizmin gelişmeye başlamasıyla birlikte, Yahûdi toplumuna karşı ─dışlama eğiliminin yerini─ nisbî hoşgörünün alması sonucunda, Yahûdiler, daha çok mâli konularla iştigâl etme eğilimleri ve entellektüel yetenek gerektiren konulara olan istidatlarının da yardımıyla, Batı toplumlarında hızla etkinliklerini artırmışlardır.

Günümüzde, özellikle ABD’de, Yahûdi toplumu varlığını güçlü bir şekilde hissettirmektedir[104]. ABD’de, hâlen nüfusun yaklaşık % 2’sini Yahûdi kökenliler oluşturmaktadır (5,5-6 milyon)[105]. Ancak, ABD’deki Yahûdilerin ─hayâtın farklı alanlarındaki─ etki gücü, nüfusları ile mütenâsip kabûl edilemeyecek kadar, yüksektir.

Yahûdi toplumunun eğitim seviyesi, Amerikan toplumunun ortalamasının hayli üzerindedir. Meselâ, ABD’ de lise mezunlarının % 40’ı üniversite eğitimi alırken, Amerikan Yahûdileri için bu oran % 85’ e ulaşmaktadır ve, Asyalılar hariç, ABD’deki diğer etnik grupların hepsinden daha yüksektir. Önde gelen Amerikan üniversitelerinde profesörlerin % 20’ sini, New York ve Washington merkezli önde gelen hukuk şirketlerinin yöneticilerinin % 40′ ını ve Nobel ödülünü kazanan Amerikalıların % 37’ sini Yahûdi kökenli Amerikalılar oluşturmaktadır[106].

ABD’nin ticâret ve finans piyasalarında Yahûdi kökenlilerin çok dikkate değer bir ağırlığı vardır[107]. 1991’de Forbes dergisi tarafından geleneksel olarak yayınlanan en zengin Amerikalı listesinde 400 isimden 84’ü Yahûdi idi[108]. Yahûdi Amerikalıların yıllık gelir ortalaması, Amerikan halkının iki katı seviyesindedir[109]. 2004 yılı itibâriyle, en zengin 100 Amerikalının 23′ ü de yine Yahûdi kökenlidir[110].

Yahûdiler tarafından ABD’de “çeşitli ad ve biçimlerde” çok sayıda gönüllü teşekkûl kurulmuştur. Bu kuruluşların, ABD siyâsî erkinin İsrail/Yahûdi yanlısı davranmasını sağlamak için yoğun çaba içinde oldukları görülmektedir ve bunda çoğunlukla başarı sağladıklarına inanılmaktadır. Amerikan Yahûdileri, ABD’nin özellikle Ortadoğu politikasının oluşturulmasında büyük etkinliğe sâhiptirler. Bu etki sâyesinde, İsrail, her yıl ABD’den yıllık 3 milyar doların üzerinde askerî ve iktisâdî yardım almaktadır[111]. İsrail’in 1949-2008 yılları arasında ABD’den çeşitli adlar altında almış olduğu mâlî yardımın tutarı 103 milyar doların üzerindedir[112]. 

Amerika’da Yahûdi lobisi, “sosyal” ve “siyâsî” amaçlarla kurulmuş ve ülke çapında yayılmış yüzlerce örgütten oluşmaktadır. Bu örgütlerden bir kısmının amacı yalnızca Amerikan Yahûdilerinin arasında yardımlaşma ve dayanışmanın sağlanması olurken, Siyonist harekete hizmet etmek gâyesiyle kurulmuş olan AIPAC[113], ZOA[114], ADL[115] gibi kuruluşlar doğrudan “lobicilik” faâliyetleriyle iştigál etmektedirler. 

“İsrail’e ekonomik ve askerî yardım yapılması, İsrail’in yararına olan yasaların çıkarılması, uluslararası ilişkilerde/kuruluşlarda İsrail’in yararına olan politikalara destek verilmesi, aksine politikaların ve uygulamaların engellenmesi; ABD’nin bu yönde ağırlığını koyarak, müttefiklerini de ─aynı doğrultuda hareket etmeleri konusunda─ etkilemesi” vb. konular İsrail yanlısı lobilerin başlıca amaçları arasında yer almaktadır.

Daha önce de belirtildiği gibi, İsrail’in kurulmasından sonra, ABD-İsrail ilişkilerindeki önemli dönüm noktalarından birisi 1967 yılında yapılan ─İsrail’in, savaştığı Arap ülkelerini hezimete uğrattığı─ “6 Gün Savaşı” olmuştur. Bu savaş, İsrail’in sâhip olduğu askerî kapasiteyi açığa çıkarmış ve ABD’nin, Ortadoğu’daki Sovyet yayılmasına karşı İsrail ile “stratejik ortaklık” tesis etmesinin yolunu açmıştır. İsrail’in sonraki dönemlerde de gücünü geliştirmesi, 1973 yılında yapılan savaşta yine Arap ülkelerine karşı büyük bir zafer kazanması, bu ülkenin ABD Dış Politikasının ─özellikle, Ortadoğu ayağında─ yapı taşlarından biri konumuna gelmesini sağlamıştır. 

Nitekim, Washington yönetimi, 1973 yılında sonra, en fazla ekonomik ve askeri yardımı İsrail’e gönderdiği gibi, BM Güvenlik Konseyi’nde İsrail aleyhine olan karar önerilerinde veto yetkisini kullanarak[116] ve Filistin-İsrail barış görüşmelerinde İsrail yanlısı bir tutum izleyerek, tüm süreçlerden İsrail’in avantajlı çıkmasının yolunu açmıştır[117].

Bu durum, sonraki dönemlerde ABD’nin Ortadoğu politikalarının belirlenmesinde Yahûdi/İsrail tesirinin daha da güçlenmesine zemin hazırlamıştır. Öyle ki, 1980’li yıllara gelindiğinde, ABD Kongresinde İsrail aleyhine görüşlerin savunulabilmesi ─neredeyse─ imkânsız hâle gelmiş, İsrail konusunda olumsuz görüşler dile getiren ve/veya bu konuda çaba gösteren Kongre üyeleri muazzam “siyâsî linç” kampanyaları ile karşı karşıya kalmışlar; bunun sonucunda Earl Hilliard, Cynthia McKinney, Charles Percy, Paul Findley, Paul N. McClosky gibi senatörlerin/temsilcilerin siyâsi çalışmaları sekteye uğramış, bunlardan bâzıları Kongre üyeliğine vedâ etmek durumunda kalmıştır[118]. İsrail yanlısı kişilerin Senato ve Temsilciler meclisine (Kongre) seçilmesi için bağış toplanması ve toplanan yardımların ─yasaların izin verdiği miktarlarda─ desteklenen adaylara dağıtılması, mektup ve mesaj kampanyaları ile desteklenen adayların seçmenlere tanıtımlarının yapılması[119], İsrail karşıtı olarak kabûl edilen kişilerin seçilmelerinin engellenmeye çalışılması vb. hususlar İsrail lobisinin en fazla üzerinde durduğu hususlardandır. İstikrarlı, kararlı, örgütlü ve son derece iyi plánlanmış şekilde yürütülen bu çalışmalar sonucunda, ABD siyâset çevrelerinde “Yahûdi örgütlerin desteğini almayanların kazanamayacağı” kanâatinin oluşturulması ─büyük ölçüde─ sağlanmıştır[120] ve bu durum, yalnız ABD’de değil, dünyâ ölçeğinde ─ABD’deki Yahûdi lobisinin gücü konusunda─ abartılı değerlendirmeler yapılmasına yol açmıştır. Bu hál, şüphesiz, İsrail’in ve İsrail yanlısı lobinin işini ziyâdesiyle kolaylaştırmaktadır. 

Güçlü maddî imkânlara sâhip olan ve profesyonel bir anlayışla yönetilen İsrail yanlısı lobi kuruluşlarınca, Amerikan vatandaşlarının ve “karar vericilerin” İsrail yanlısı bir tutum içinde olmalarını sağlayabilmek için, gelişmiş iletişim araç ve yöntemleri son derece etkili bir şekilde kullanılmak suretiyle, mütemâdiyen, “İsrail’in yararına olan politikaların/uygulamaların ABD’nin de yararına olduğu”, “Ortadoğu’da güçlü ve güven içinde bir Yahûdi devletinin varlığının ABD için hayâtî önem taşıdığı”[121], “Amerikan ve İsrail milletlerinin aynı değerleri (demokrasi, insan hakları, hukûkun üstünlüğü, teşebbüs hürriyeti ile bireysel hak ve hürriyetlerin korunması vs.) paylaştığı ve Ortadoğu’da bu değerleri yaşatan tek ülkenin İsrail olduğu”, “İsrail’in düşmanlarının aynı zamanda ABD’nin de düşmanları olduğu” vb. görüşler savunulmaktadır.

ABD’deki İsrail lobisi, iyi örgütlenmiş ve sağlam mâlî kaynaklara sâhip olmanın verdiği güçle, Kongreyi (Senato ve Temsilciler Meclisi) etkileyebilmekte, yönetimi baskı altına alabilmekte, medyayı etkin bir şekilde kullanabilmektedir[122]. İsrail konusunda olumlu şekilde düşünen beyin takımlarını önemli noktalara taşıyabilmekte, akademik camiayı baskı altında tutabilmekte ve “anti-Semitizm”i bir siláh gibi kullanarak, İsrail’in politikalarına ilişkin haklı eleştirilerin önüne geçmektedir[123].

Anılan kuruluşlar, aynı zamanda, İsrail’in aleyhinde bulunan kişi, kurum ve kuruluşlar ile ─İsrail’in düşmanı olarak kabûl edilen─ ülkelerin temsilcilerini yakın tâkibe almakta, Amerikan kamuoyu ve karar vericileri nezdinde bunların etkisinin azaltılması için yoğun çaba göstermektedirler[124]. 

ABD Senatosunda 20 yıl görev yaptıktan sonra, İsrail’i rahatsız eden faâliyetleri[125] sebebiyle İsrail yanlısı lobilerin hışmına uğrayarak seçimi kaybeden Paul Findley, yaşadıklarını kitaplaştırmıştır. Findley’e göre, “İsrail lobisi, Ortadoğu konusunda bilgi yaymak ve ortak görüş oluşturmak açısından Amerika’daki kolej ve üniversitelerin oynadığı role büyük önem verir. Lobinin alt kuruluşları yalnızca Ortadoğu konusundaki akademik programlarla değil, öğrenci gazetelerinin haber politikaları ve kampüste İsrail aleyhtarı kişilerle de yakından ilgilidir. İsrail yanlısı kuruluşlar ve kişiler, Lobi’nin bu üç meşru ilgi ve faaliyet alanında serbest bilgi ve görüş alışverişini engellemek için sık sık kovalama taktiklerine, tehdit ve yıldırmaya başvurur[126]. 

Kendisi de Yahûdi olmakla birlikte, yeri geldiğinde İsrail’i de şiddetli biçimde eleştirmekten çekinmeyen ABD’nin tanınmış muhalif düşünürlerden Noam Chomsky, önde gelen lobi kuruluşlarından ADL tarafından kendisi hakkında tutulan yüzlerce sayfalık dosyanın bir kopyasını ele geçirmiştir. Chomsky, düşüncelerini Findley’e şöyle aktarmıştır: “Görünüşe bakılırsa, yaptığım her konuşma izlenmiş ve kimi zaman komik derecede çarpıtılmış raporlar ─dosyamda tutulmak üzere─ ADL’ye gönderilmiş… Bir üniversitede ya da başka bir yerde konuşma yaptığımda birtakım kişilerin imzasız bildiriler dağıtması olağan bir şeydir. Bu bildiriler, benim şurada burada söylemiş olduğum iddia edilen sözlerle (ki çoğu uydurmadır) süslenmiş, beni küçük düşürücü ve saldırgan ifadelerden oluşur[127].

Bir Lobi yöneticisinin eski senatör Paul Findley hakkındaki şu değerlendirmesi, İsrail yanlısı lobilerin çalışma tarzlarını ortaya koyması bakımından, önemlidir “… Sonunda Paul Findley’ı defettik. Rakibi Durbin’in harcadıgı 750 bin doların 685 binini biz Yahûdilerden topladık ve onu defettik![128]

Lobilerin ABD’de sağladığı nüfuzun genişliği, Amerikan siyasal aklının lobi destekçileri tarafından neredeyse esir alındığı; Uzun süredir ABD’nin, Ortadoğu politikasını “think thank diplomasisi” veya “lobi diplomasisi” ile yürüttüğü görüntüsünü vermektedir. İsrail ABD yönetimi nezdinde neredeyse her konuda dokunulmazlık kazanmış gibidir. ABD’nin özelde İsrail-Filistin meselesine yönelik, geneldeyse Ortadoğu’ya yönelik politikasına bakıldığında, bu durumun rahatça görülmesi mümkündür[129].

Ancak, Soğuk Savaş yıllarında ABD için “stratejik bir değer” taşıyan İsrail’in, bu ülke yararına çalışan lobilerin etkinliklerinin ABD dış politikasını yönlendirme gücüne erişmesi sonucunda, artık “stratejik bir yük” haline geldiği ileri sürülmektedir[130]. Nitekim, son yıllarda İsrail yanlısı lobilerin çalışmalarının ABD’ye zarar verdiği, İsrail’in “her hál ve şartta desteklenmesi” politikasının, ABD’nin müttefikleri ile arasının açılmasına sebep olduğu; ABD’nin ─İran’ın nükleer programını sonlandırmak gibi─ diğer sorunlarla ilgilenmesini zorlaştırdığı, Arap ve İslám dünyasında Amerikan karşıtlığını körüklediği ve ABD’nin imajını zedelediği; üstelik, İsrail’in bu şekilde desteklenmesinin ahlâkî ve mantıkî bir gerekçesinin artık kalmadığı vb. görüşlerin giderek yaygınlaşmaya başladığı, gözlenmektedir.

John J. Mearsheimer ile birlikte kaleme aldıkları “İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası (The Israel Lobby and U.S. Foreign Policy, 2007)”[131] isimli kitabı Türkçeye de çevrilmiş olan Harvard Üniversitesi Uluslararası İlişkiler profesörü Stephen M. Walt’a göre, “Amerika’nın Ortadoğu’da İsrail’e verdiği koşulsuz destek”, son yıllarda yapılan önemli stratejik hatalar dolayısıyla, özellikle de Bush döneminde bölgede batağa saplanılmasıyla beraber, sorgulanmaya başlanmıştır[132].

“Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Sovyetler’in uluslararası siyasetten çekilmesi ve bunun İsrail’in Amerika için bir ‘stratejik araç’ olma durumunu ortadan kaldırmasına rağmen Tel Aviv ile Washington arasındaki özel ve yakın ilişki nedense bir türlü son bulmadı. Zira lobi gücünü ve etkisini arttırdı. Öyle ki siyasetçiler de akademisyenler de iki ülke arasındaki bu ilişkiyi sorgulayamaz hâle geldiler. Sorgulamaya teşebbüs ettiklerinde ise sert tepkilerle ve yaptırımlarla karşılaştılar. Yani uluslararası ortam ve Amerika’nın stratejik çıkarları değiştiği halde, iki ülke ilişkilerinin karakterinde ve düzeyinde bir değişme olmadı”[133] diyen Stephen M. Walt, “İsrail’in bölgede yapıp ettiklerinin hem kendine hem ABD’ye hem de bölgedeki diğer toplumlara zarar verdiği gerçeğinin artık daha fazla görüldüğünü; Üstelik İsrail lobisinin faaliyetlerine eleştirel yaklaşanların daha iyi organize olmaya ve seslerini daha fazla duyurmaya başladıklarını” belirtmektedir[134].

ABD’nin Ortadoğu politikasında İsrail’in ve İsrail yanlısı lobilerin etkinliklerini artırmalarında 1967 yılındaki “6 Gün Savaşı” ne kadar büyük rol oynamış ise, sözkonusu lobinin ─olumsuz etkilerinin─ tartışılmaya başlanmasında da, 2003 yılında ABD’nin ─çoğu Yahûdi kökenli─ “yeni muhafazakâr”ların (neocon) yoğun çabaları sonucu Irak’ın işgâl edilmesi aynı derecede etkili olmuşa benzemektedir.

Bush döneminde adları sıklıkla duyulmaya başlanan yeni muhafazakârlar, 2000’li yıllardan itibaren ABD’nin ulusal politikası üzerinde oldukça etkili olmaya başlamıştır. 1930 ve 1940’ların Troçkist solundan türeyen, çoğu New Yorklu ve Yahûdi kökenli olan yeni muhafazakârlar, Soğuk Savaş boyunca komünizm karşıtlığı ve eleştirisi üzerine düşüncelerini şekillendiren ve giderek liberal soldan sağa kayan bir siyasi kimliği temsil etmektedir.[135]

Yeni muhafazakârlar, Soğuk Savaşın son bulmasının ardından ABD’ye yönelik en büyük tehdidin, demokrasi ve insan haklarını tehdit eden diktatörlüklerden geleceğini; Bu nedenle ABD’nin, bu rejimleri gerekirse askeri müdahale ile devirmesi ve demokrasiyi bütün dünyaya yayması gerektiğini savunmuşlardır.[136] Belirtilen düşünceleri sebebiyle, yeni muhafazakârlar, Afganistan ve Irak’ın işgalinin gerçekleşmesinde oldukça önemli rol oynamışlardır. Özellikle İsrail’in güvenliğini ve dış politikada askerî müdahaleyi önceleyen düşünceleri ile dış politikayı kendi istedikleri doğrultusunda şekillendirmeyi başarmışlardır[137]

Irak’ın işgalinin yarattığı sorunlar nedeniyle 2004 yılından itibaren yönetimdeki etkinlikleri yavaş yavaş azalmaya başlayan yeni muhafazakârlar, 2006 Kongre ara seçimlerinde ve 2008 başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçilerin Demokratlara yenilmesiyle giderek etki gücünü yitirmiştir.[138]

Irak’ın işgâli, gerçekten de ABD – İsrail ilişkileri açısından bir dönüm noktası olmuştur, denilebilir. İşgál sırasında ve sonrasında yaşanan sorunlar[139] sebebiyle yaşanılan itibar kaybı, Arap – İslâm Âleminde yükselen “ABD karşıtlığı” gibi olumsuz sonuçların yanısıra, ABD muazzam bir mâlî külfete de katlanmak zorunda kalmıştır[140]. Buna karşılık, ─bâzı ABD kökenli petrol şirketlerinin kârlarındaki fevkalâde yükselme[141] gözardı edilecek olursa─ sözkonusu savaşın ABD’ye ne gibi bir yarar sağladığı bilinmemektedir. Bu yüzden de, haklı olarak, bâzı Amerikalılar “Biz bu savaşı niçin yaptık?” diye sormaktadırlar.

Mearsheimer ve Walt’ın “lüzumsuz savaş” olarak tanımladıkları Irak savaşının ABD’ye herhangi bir yarar sağlamamasına karşılık, İsrail’e sağladığı kazanımlar açıktır. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powel’in de belirttiği gibi, herşeyden önce “İsrail’in bir düşmanı daha ortadan kaldırılmıştır!”[142]. Bu, İsrail için büyük bir kazanım olmasına karşılık, ABD’nin bölgedeki etkinliğini zayıflatan sonuçlar doğurmuştur. Zirâ, Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak, İran’ın nüfuz alanı yayılmacılığının önündeki bir engeldi ve ABD bu engeli kendisi kaldırarak, bölgede İran hegemonyasının tesisine katkı sağlamıştır. İran, bugün dört Arap başkentini kontrol etmektedir. Ve, bu durum, Tel Aviv ve İsrail lobisinin hararetle desteklediği Irak Savaşı sayesinde gerçekleşmiştir[143].

Kezâ, Irak savaşı konusunda umûmiyetle gözardı edilen bir husus da şudur; Irak’ın işgâlinden önce petrol fiyatları 25 dolar civarında iken, savaş sonrasındaki çalkantılı yıllarda, petrol fiyatları 150 dolar seviyesine kadar yükselmiş ve bu durum, Rusya’nın toparlanmasındaki en önemli âmillerden birisi olmuştur. Bir anlamda ABD, petrol fiyatlarının yükselmesine yol açan politikalarıyla, demirperdenin yıkılmasından sonra çok sıkıntılı dönemler geçiren Rusya’nın yeniden küresel güç olmasına imkán ve fırsat sağlamıştır. Aynı düşünceyi, kısmen İran için de izhar etmek mümkündür. Bu durumun ABD açısından yarar ve mâliyetleri tartışmaya açıktır[144].

ABD ve İsrail arasındaki ilişkilerde gerilime sebep olan ve iki ülke politikaları arasındaki ayrışmayı derinleştiren bir başka konu ise, İran’ın nükleer proğramının engellenmesi konusundaki tavırlarıdır. İsrail, nükleer proğramının engellenmemesi durumunda, İran’ın nükleer bomba yapımına girişeceğini ve bunun da güvenliğini tehdit edeceğini ileri sürmekteydi ve bu yüzden, yaptırımların devam ettirilmesini, buna rağmen nükleer proğramla ilgili çalışmalar durdurulmadığı takdirde ise, İran’a karşı askerî müdahâle seçeneğinin düşünülmesi gerektiğini, savunmaktaydı.

Oysa ki, kanâatimizce, İsrail’in “İran’ı kendisi için tehdit olarak görmesinin” asıl sebebi, “nükleer bomba yapma imkânına kavuşması” değildir. Nükleer bombanın, kullanmak için değil, korkutmak (caydırmak) amacıyla yapıldığı, bilinmektedir. İki komşu ülkenin ─birbirlerine karşı─ nükleer siláhları kullanması düşünülemez, bu çılgınlık olur. Nitekim, ABD’nin İsrail politikasındaki dönüşümün mimarlarından olan Saltzman Savaş ve Barış Çalışmaları Enstitüsü kıdemli araştırmacılarından Kenneth Waltz, “İran Niçin Nükleer Bomba  Yapmalı” başlıklı makalesinde “nükleer bomba sâhibi olduğu takdirde İran’ın daha saldırgan ve kontrol edilemez olacağı” iddiasına itiraz etmekte ve şunları söylemektedir; “Tarih göstermektedir ki devletler nükleer silaha sahip olduklarında kendilerini gitgide savunmasız hisseder ve nükleer silahlarının, büyük güçler nazarında onları potansiyel hedef haline getirdiğini birdenbire keskin bir şekilde fark ederler. Bu farkındalık, nükleer silahlı devletlerin küstah ve saldırgan olma cesaretlerini kırar. Örneğin Maocu Çin 1964’te nükleer silah edindikten sonra daha az kavgacı olmuştu.”[145]

İsrail için asıl sorun, İran’ın denetim altına alınamamasıdır. İran, şâyet nükleer bomba yapabilecek bir teknolojik seviyeye ulaşabilirse, bu takdirde her bakımdan güçlenecektir ve Bölge’de İsrail’in ─ya da, başka bir ülkenin─ uygulayacağı “kendisini ve müttefiklerini hedef alan” yâhut da “çıkarlarını tehdit eden” politikaları akâmete uğratma kaabiliyeti artacaktır. Bu durumda, İsrail’in uzun zamandan buyana altyapısını oluşturmaya çalıştığı “büyük hayâllerini” gerçekleştirme ümidi zayıflayacaktır.

Belirtilen sebeplerle, muhtemeldir ki, nükleer proğram İran tarafından durdurulmuş olsaydı dahi, İsrail, İran’ın direncinin kırılabilmesi ve uzun vadede yaptırımlardan bunalan İran toplumunun rejim değişikliği için ─Arap baharı benzeri─ toplumsal hareketlere zorlanabilmesi için, başka bir takım bahaneler üreterek, uluslararası yaptırımların devam ettirilmesini talep edecekti.

Ancak, ABD, İran konusunda, daha önce Irak konusunda yaptığı hatâyı tekrarlamamış; İsrail’in ve İsrail yanlısı lobinin ısrarlı girişimlerine rağmen, İran ile “uzlaşma” yolunu seçmiştir. ABD’nin bu tutumu İsrail tarafının şiddetli tepkisine yol açmıştır. Ancak, ABD yönetimi ve Başkan Obama bu baskıları göğüslemiş, geri adım atmamıştır.

Ulusal Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü’nün (INSS) Tel Aviv’de her yıl düzenlediği İsrail Stratejik Değerlendirme toplantısının 18 Ocak 2015 günü yapılan açılışında konuşan ABD Büyükelçisi Daniel Shapiro, Başbakan Benjamin Netanyahu ve hükümet üyelerinin hazır bulunduğu toplantıda, hiç kimsenin beklemediği bir konuşma yapmış ve İsrail’i “Filistinlilere karşı çifte standart uygulamakla” itham etmiştir. Böylece, ABD yönetimi ─İsrail hükûmetine ve kamuoyuna─ “baskılara boyun eğmeyeceği ve aynı sertlikte mukabele edeceği” mesajını vermek istemiştir”[146].

Büyükelçi Shapiro’nun bu konuşmayı yaptığı gün, Avrupa Birliği de, “1967 öncesi İsrail ile (1967 sonrası) Yahûdiye ve Samarya’nın (Batı Şeria) birbirinden ayrı olduğunu” vurgulayan bir kararı oylamıştır. Üstdüzey İsrail’li bir yetkilinin bu olayla ilgili yorumu, İsrail’in son gelişmeler karşısındaki endişesini ve İsrail yönetiminin hâlet-i ruhiyesini ortaya koymaktadır: “Bu adımın Amerikan yönetimi ile Avrupalılar arasında koordine edildiğinden şüphemiz yok. Farklı cephelerde çok boyutlu bir hareketle karşı karşıyayız. Amerikan yönetimi ideolojik mızrak başı olarak buna öncülük ediyor, kirli işleri de Avrupalılara bırakıyor.”[147]

 

Resim 5 – İsrail Başbakanı Netanyahu’nun 3 Mart 2015’te ABD Kongresi’nde yaptığı Amerikan dış politikasını eleştiren konuşma[148] 

ABD yönetiminin kararlı tutumu karşısında İsrail yönetimi telâşa kapılmış ve Başbakan Binyamin Netanyahu, uluslararası ilişkilerde örneğine az rastlanır bir girişimde bulunarak,  ülkesinde 17 Mart 2015 târihinde yapılacak seçimler öncesinde, ABD’ye bir ziyârette bulunmuş ve 3 Mart 2015 günü Amerikan Kongresi’nde “ABD Başkanı’nın izlediği dış politikayı eleştiren bir konuşma” yapmıştır. ABD liderini alaycı bir edayla eleştiren Netanyahu’nun sözleri, Cumhuriyetçi ve Demokrat Parti mensubu Kongre üyelerinin alkışlarıyla sık sık kesilmiştir. Ancak, belirtmek gerekir ki, târihte ilk defa Beyaz Saray, ABD’yi ziyaret eden bir İsrail liderine kapılarını kapatmıştır. ABD Başkanı Barack Obama, “Amerika’da dış politikayı yürütme erki ve başkanın yapıp yönettiği bir sistem bulunduğunu söyleyerek”, Netanyahu’ya “dış politikayı etkilemek için yanlış kapıyı çaldığı” mesajını vermiştir. Ulusal Güvenlik Danışmanı Susan Rice’nin konu hakkında yaptığı değerlendirmede kullandığı ifâdeler, İsrail yönetiminin telâşa kapılmakta ne kadar haklı olduğunu ortaya koyacak bir mâhiyet arzetmektedir; “Gerçekleşmesi mümkün olmayan bir idealin, İran ile yapılacak iyi bir anlaşmayı engellemesine izin verilmemelidir.”[149].

Bâzı emâreler, İsrail’in, yalnız İran konusunda değil, bundan sonra Filistin sorunu konusunda da giderek yalnızlaşacağını göstermektedir[150].

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama’nın 6 Ağustos 2015 günü, İran ile varılan nükleer anlaşma sonrasında, başkent Washington’daki Amerikan Üniversitesi’nde yaptığı konuşma, ABD-İsrail ilişkilerinde târihi bir dönemece girildiğini işâret etmektedir. “Bu, şimdiye dek üzerinde görüşülen en güçlü silahsızlanma anlaşması. Bu yüzden, İsrail hükümeti hâriç, konuyla ilgili olarak yorumda bulunan tüm ülkeler destek mesajı veriyor” diyen Obama, sözlerini şöyle sürdürmüştür; “Salt değerli bir dost ve müttefik ülke ile geçici bir sürtüşme yaratıyor diye doğru bildiğimin aksi yönde hareket etmek, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı olarak anayasal görevimi ihlál etmek olur. Bunun Amerika Birleşik Devletleri için de, İsrail için de doğru bir davranış olmadığını düşünüyorum.”[151] ABD Başkanının konuşmasında özenli bir üslûp kullanılmış olsa da, artık iki ülkenin Ortadoğu politikalarının farklılaşmakta olduğu, sezilebilmektedir.

Başkan Barack Obama liderliğindeki ABD yönetiminin ─İran ile yapılan nükleer anlaşmasında somutlaşan─ İsrail ile ilişkilerdeki dönüşümü gerçekleştirmesinde, ABD dış politika geleneğinde köklü bir geçmişi bulunan realist akımın 2003 yılında Irak’ın işgâlinde yaşanan sorunlardan sonra güçlenmeye başlamasının büyük rolü olduğu, muhakkaktır. İsrail lobisinin etkisiyle ABD dış politikasındaki stratejik aklın kaybolması[152] sonucunda girişilen Irak savaşının olumsuz neticeleri üzerine yapılan tartışmalar yoğunlaştıkça, ABD dış politika kültüründe ötedenberi ağırlığı olan ─ancak, İsrail ile sıkılaşan ilişkiler sonucunda, uzunca bir süredir geri plánda kalmış olan─ “realist akım”ın giderek daha fazla taraftar topladığı, görülmektedir.

ABD’nin uygulamaya başladığı bu yeni politika, yeniden seçilme imkânı bulunmayan Obama sonrasında da sürdürüldüğü takdirde, Ortadoğu’da dengelerin yeniden tesisini ve bu ülkenin İsrail, Türkiye, İran ve Arap ülkeleri ile ilişkilerini yeniden tanzim etmesini gerektirecektir.

Ancak, burada ─konumuz bakımından─ bir hususun altını çizmekte yarar görüyoruz. İsrail ile ABD arasında ─İran konusunda somutlaşan─ görüş ayrılığı, Obama’nın söylediği şekilde, “geçici bir sürtüşme”den mi ibârettir, yoksa bu iki ülkenin gelecekte yolları ayrılmakta mıdır? Yâhut da, pek çok strateji uzmanının belirttiği gibi, sözüedilen strateji değişikliği, yalnızca ABD’nin Ortadoğu’da İsrail ile ilişkilerini “normalleştirmek” istemesiyle mi sınırlıdır? Eğer böyle ise, ABD, bundan sonra İsrail’e her konuda “şartsız” destek vermek yerine, çıkarlarına uygun politikalarına destek verirken, aksi durumda ise “tarafsız” kalacak veya ─konunun niteliğine göre─ “karşı cenahta” yer almasını sağlayacak politik bir tavır içinde olacaktır, denilebilir.

Başta da söylendiği gibi, ABD – İsrail ilişkilerinin mâhiyeti bölgesel/küresel dengeler bakımından önem arzetmektedir. Bu yüzden, soğuk savaş döneminde “stratejik ortak” seviyesine yükselen bu iki ülke arasındaki ilişkilerin geleceğinin, yukarıda yapılan açıklamalar çerçevesinde yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir.

Kanaatimiz odur ki, iki ülke arasındaki ilişkiler, bundan böyle, 2003 yılı öncesinde olduğu kadar “sıcak” ve “samimi” olmayacaktır. Buna karşılık, ilişkilerin öngörülebilir bir zaman diliminde kopma noktasına gelmesi de ─olağan şartlarda─ beklenmemelidir. Zîrâ, birbirlerine olan ihtiyaçları devâm etmektedir. ABD’yi karşısına alması durumunda, İsrail’in, Ortadoğu Bölgesi’nde varlığını kendi gücüyle sürdürmesi oldukça güçtür. Buna karşılık, ABD’nin, Bölge’de, henüz “İsrail’den daha fazla güvenebileceği” bir “stratejik ortağı” bulunmamaktadır. İşte bu yüzden, ABD ve İsrail, yakın gelecekte, ─eskiye nazaran daha mesâfeli olmakla birlikte─ ilişkilerini “müttefiklik” çerçevesinde (önemlidir: “stratejik ortak” olarak değil.!) sürdürmeye çalışacaklardır. Fakat, uzun dönem için ─sözüedilen ilişkinin mâhiyeti bakımından─ bu kadar iyimser olabilmek mümkün gözükmemektedir.

Raymond Aron, ittifakları “sürekli” ve “durumsal” olarak ikiye ayırır. Durumsal ittifaklarda iki tarafı bir arada tutan bağ ortak düşmanın varlığından başka bir şey değildir. Ortak düşman ortadan kalktıktan sonra ittifak ya dağılmakta ya da işlevini yitirmektedir[153].

Sürekli ittifaklar ise, uluslararası ilişkiler literatüründe umûmiyetle “stratejik ortaklık” olarak adlandırılmaktadır. Bu tür ittifaklarda, tarafların kaderi âdetâ birbirine sıkı bağlarla bağlanmıştır. Buna, Türkçe’de yaygın olarak kullanılan bir deyimle, “kader birliği yapmak” da denilebilir. O yüzden de, bu tür ittifaklar, umûmiyetle ABD-İngiltere, Türkiye-Azerbaycan gibi, aralarında dil-din-târih-kültür vb. bakımlardan güçlü bağlar bulunan ülkeler arasında kurulur ve bu ilişki, zaman zaman konjonktürel gelişmelerden etkilense de, kopma noktasına gelmez, stratejik ortaklığın tesisini mümkün (hattâ, bazen zorunlu) kılan dinamikler devreye girerek, sorunların çözülmesini ve stratejik ortaklık ilişkisinin güçlü bir şekilde devam ettirilmesini temin eder. Meselâ, 1922‘de Washington Deniz Silahsızlanma Konferansında ABD ile İngiltere arasında ortaya çıkan görüş ayrılıkları, ilişkilerin geleceği bakımından bir tehlike ortaya çıkarmamıştır[154].

Stratejik ortaklıkta, iki tarafın kısa vadeli çıkarları yerine uzun vadeli çıkarlarının gözetilmesi esastır. Güçlü târihî-kültürel bağlara dayanan uzun vâdeli bir stratejik ortaklık tesis etmiş olmaları, her iki taraf için uluslararası politikadaki belirsizliklere karşı da bir kalkan işlevi görür[155]. Hattâ. öyle ki, bu tür ittifakların, diğer ittifak anlaşmalarından farklı olarak, yazılı bir belgeye dayanması da zorunlu değildir.

ABD ve İsrail arasındaki ilişkiler, Filistin’de İngiliz Manda yönetiminin kurulduğu 1918 yılında gayrıresmi olarak başlamış, 1948 yılında İsrail Devleti’nin kurulmasıyla birlikte de kurumsal bir nitelik kazanmıştır. 1960’lı yıllarda, Küba krizi ve ardından Vietnam ve Kamboçya’da başlayan iç savaşın tesiriyle şiddetlenen Soğuk Savaş döneminde, İsrail, 6 Gün Savaşı’nda parlak bir zafer kazanarak ABD için Bölge’de değerli bir müttefik olacağını kanıtlamıştır. Sonraki gelişmeler de bu durumu teyit etmiştir.

İki ülke arasındaki ilişkinin bilhassa 1960’lı yıllardan sonraki seyri, aralarında stratejik ortaklık ilişkisi bulunduğu zehâbının oluşmasına imkân vermiştir. ABD’de çok güçlü bir konumu bulunan Evanjelistlerin (Hrıstiyan Siyonizmi) ilgili bölümde açıklanan sebeplerle İsrail’in kuruluşunu ve kayıtsız şartsız desteklenmesini savunmaları da, bu düşünceyi güçlendirmiştir. Ancak, iki ülke arasında stratejik ortaklık şartlarının varlığı hiç bir zaman oluşmamıştır; aralarında dil-din-târih-kültür vb. bakımlardan güçlü bağlar olmadığı gibi, aralarındaki ilişkinin en güçlü unsuru olduğu düşünülen Evanjelizmin “İsrail’in desteklenmesini yalnızca bir araç olarak gördüğü” gerçeği, bu ilişkinin stratejik ortaklık olarak değerlendirilmesine imkân vermemektedir.

İki devlet arasındaki ilişkiler ortak düşman/menfaat esasına dayalı olarak ─zaman zaman uluslararası kamuoyunda büyük tepkiler alsa da─ kendi aralarında pek fazla sorun yaşanmadan 1980’li yıllara kadar gelmiştir. Fakat, aradan geçen zaman zarfında, İsrail’in Ortadoğu Bölgesi’nde kendi menfaatleri doğrultusunda politikalar geliştirme ve uygulama gücüne erişmesi, sözkonusu ilişkide çatlaklar belirmesine yol açmıştır. ABD’nin zaafa düşmesi durumunda, İsrail’in Bölge’de ─ABD’nin menfaatleri aleyhine─ üstünlük sağlama imkânına kavuşmuş olması, bu ilişkinin bundan sonra ─ABD açısından─ gözden geçirilmesini zorunlu kılmaktadır. Hattâ, sâhip olduğu zengin petrol ve doğal gaz kaynaklarının yanısıra jeopolitik yönden de büyük önem taşıyan Ortadoğu Bölgesi’nde, İsrail ─yalnız ABD değil─ küresel plánları bulunan bütün gelişmiş ülkeler bakımından, en az nükleer güce sâhip İran kadar tehdit oluşturmaktadır.

Kenneth Waltz’ın İran ile yapılmak istenen nükleer anlaşmaya İsrail’in gösterdiği sert tepki üzerine kaleme aldığı şu satırlar, ABD’nin ─ve hattâ, Batı’nın─ yeni zamanlarda İsrail’e bakış açısının nasıl değiştiğinin habercisi gibidir;

“….. İsrail’in bölgedeki nükleer tekeli, kırk yıldır bahse değer bir dayanıklılığı ispatlamıştır, nicedir Ortadoğu’da istikrarsızlığa benzin dökmektedir. Tek başına, dengelenmemiş nükleer bir devlet dünyanın başka hiçbir yerinde yoktur. Bu krize en büyük katkıyı İran’ın nükleer silaha sahip olma arzusu değil, İsrail’in nükleer cephaneliği yapmaktadır. Neticede güç, dengelenmek ister[156].

Sözün özü, ABD, bundan böyle Ortadoğu Bölgesi’nde kendisine yeni müttefikler edinmek ve İsrail’e olan ihtiyâcını en alt düzeye indirmek isteyecektir. Bölge’de el’an yaşanan gelişmeler, bu gerçeği apaçık biçimde ortaya koymaktadır. Sonraki bölümlerde, bu hususları ayrıntılı biçimde analiz etmeye çalışacağız.

 

Kaynaklar

 

[1] Tevrat’ın Tekvin kitabının 15. Bab’ında şöyle yazar:

“O günde Rab, Abraham’la ahdedip dedi: Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat ırmağına kadar bu diyarı, Kenileri ve Kenizzileri ve Kadmonileri ve Hittileri ve Perizzileri ve Refaları ve Amorileri ve Kenanlıları ve Girgaşileri ve Yebusileri senin zürriyetine (soyuna) verdim.”

Tesniye kitabında ise (12:25) aynı “kutsal sınırlar” şöyle çizilir:

“O zaman Rab bütün milletleri önünüzden kovacak ve sizden büyük ve kuvvetli milletlerin mülkünü alacaksınız. Ayak tabanınızın basacağı her yer sizin olacak, sınırınız çölden ve Lübnandan, ırmaktan, Fırat ırmağından garp denizine kadar olacaktır. Önünüzde kimse duramayacak, Allahınız Rab size söylediği gibi, dehşetinizi ve korkunuzu ayak basacağınız bütün diyar üzerine koyacaktır.”

Kaynak: Kitab-ı Mukaddes, Eski ve Yeni Ahit, Kitab-ı Mukaddes Şirketi, İstanbul, 1976

Tevrat’ta tarif edilen bu sınırların, hangi bölgeleri kapsadığı Israel Shahak tarafından şöyle açıklanır:

“İsrail Toprakları’nın Tevratsal sınırlarını gösteren farklı haritalar içinde en büyük sınırlara sahip olan versiyon, şu bölgeleri içine alır: Güneyde tüm Sina Yarımadası ve buna ek olarak Kuzey Mısır’ın Kahire’ye kadar uzanan bir parçası; doğuda, Ürdün’ün tamamı ve Suudi Arabistan’ın kuzey bölgesi; Kuveyt’in tümü ve Irak’ın çok büyük bir bölümü; kuzeyde Lübnan’ın ve Suriye’nin tamamı ve buna ek olarak Türkiye’nin Van Gölü’ne kadar uzanan büyük bir parçası; ve batıda Kıbrıs. Bu sınırlar hakkında yapılmış çok geniş kapsamlı araştırmalar, devlet desteğiyle, atlaslara, kitaplara ve makalelere dökülmekte ve okullarda bu sınırların propagandası yapılmaktadır. Başta Gush Emunim olmak üzere kimi etkili dini gruplar, söz konusu coğrafyanın İsrail tarafından fethedilmesini istemekle kalmamakta, bu fethin ilahi bir emir olduğuna inanmaktadırlar.”

Kaynak: Israel SHAHAK, Yahudi Tarihi Yahudi Dini, Çevirmen: Ahmet Emin DAĞ, Ağaç Kitabevi, 4. Baskı, 2010, ISBN 9756628324, Sf. 29-30

[2] Ali BALCI, İsrail Sorunu: Ortadoğu’nun Gordion Düğümü, Dünya Çatışmaları: Çatışma Bölgeleri ve Konuları, Kemal İnat, Burhanettin Duran ve Muhittin Ataman (Edt.), Nobel Publications, İstanbul, 2010, ss. 99-164

[3] Sedat KIZILOĞLU, İsrail Devleti’nin Kuruluşuna Kadar Geçen Süreçte Yahüdiler ve Siyonizm’in Gelişimi, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl 2012 , Cilt 2 , Sayı 1, Sf. 35-64

[4] İlyas KARA, HAMAS: Bir Direnişin Perde Arkası, RA Yayıncılık, İstanbul, 2006, Sf. 13

[5] Sedat KIZILOĞLU, İsrail Devleti’nin Kuruluşuna Kadar Geçen Süreçte Yahüdiler ve Siyonizm’in Gelişimi, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl 2012 , Cilt 2 , Sayı 1, Sf. 35-64

[6] Geniş bilgi için bkz. Bernard LEWİS, İslám Dünyâsında Yahûdiler, Çeviren: Bahadır Sina ŞENER, Yayına hazırlayan: Mete TUNÇAY, İmge Kitabevi Yayınları, ISBN, 975-533-143-3, 1. Baskı, Nisan-1996,

[7] Süleyman KOCABAŞ, Vaat Edilmiş Toprak Filistin İçin Mücadele; Türkiye ve Siyonizm, Vatan Yayınları, İstanbul, 1987, Sf. 35-37

[8] Kevin Alan BROOK, Doğu Avrupa Yahudilerinin Kökeni, Karadeniz Araştırmaları, Sayı 6 (Yaz 2005), s.1-23. (Anılan makalede, Hazarlar hakkında genel olarak şu kaynaklara bakılması tavsiye edilmiştir; Kevin Alan Brook, Hazar Yahudileri (İstan¬bul, 2005), ve Douglas M. Dunlop, The History of the Jewish Khazars (New York, 1967). Hazarların Museviliğe geçişi hk. bkz. Peter B. Golden, “Hazarlar ve Musevi¬lik” Hazarlar ve Musevilik, der. O. Karatay (Çorum, 2005), s.23-64, ve Kevin Alan Brook, “Khazars and Judaism,” The Encyclopaedia of Judaism, C.4, yay. Jacob Neusner, Alan J. Avery-Peck, William Scott-Green (Leiden, 2003), s.1821-1832.

[9] Holokost Ansiklopedisi, “Getto”, https://www.ushmm.org/wlc/tr/article.php?ModuleId=10005059, Erişim: 15.02.2016

[10] Sara YANAROCAK, Haçların Gölgesinde Aşkenaz – 2, Şalom, 9 Ocak 2008

[11] Abdurrahman KÜÇÜK ve Günay TÜMER, Dinler Tarihi, Ocak Yayınları, Ankara, 1988, Sf. 110

[12] Adnan GÜRİZ, Avrupa’da Reform Hareketi ve Mülkiyet Sorunu, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 1968, Cilt 25, Sayı 1-2, ss. 237-272

[13] Abdil KARAKUŞ, İslam Hukuk Kaynaklarındaki Faiz Kavramının Modern Ekonomi Bağlamında Yeniden Değerlendirilmesi, YLT, KSİÜ SBE, Kahramanmaraş, 2006, Sf. 17; Kürsat Haldun AKALIN, Orta Çağ  Avrupa’sındaki Tefecilik Yasağına Eski Ahit Metinlerinin Etkileri, Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2011-2, Sayı: 23, Sf.

[14] “Para veya faizli olarak verilen herhangi bir şeyle kardeşine borç vermeyeceksin.” “Yabancılar için faizle borç verebilirsin. Lakin kardeşine faizle borç veremezsin.” (Tensiye, 23/19,20).Bkz. Ali Osman ATEŞ, İslam’a Göre Cahileye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri, Beyan Yayınları, İstanbul, 1996, Sf. 494;,

[15] https://tr.wikipedia.org/wiki/Yahudi_tarihi

[16] Antisemitizm: Yahûdi karşıtlığı, Bkz. Bülent ŞENAY, Yahudi-Hıristiyan İlişkileri Tarihi ve Anti-Semitizm-Oryantalizm İlişkisi, T.C. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 11, Sayı:2, 2002 ss. 117-146

[17] Sedat KIZILOĞLU, İsrail Devleti’nin Kuruluşuna Kadar Geçen Süreçte Yahüdiler ve Siyonizm’in Gelişimi, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl 2012 , Cilt 2 , Sayı 1, Sf. 35-64,

[18] H. Bayram SOY, “Birinci Dünya Savaşı’ndan İkinci Irak Savaşına Orta Doğu, DOGU BATI, Düşünce Dergisi, Yıl: 10, 5ayı: 41, “Mayıs, Haziran, Temmuz”, 2007 , ISSN: 1303-242, Sf. 117-146

[19] İsmail Vural, Evanjelizm, Karakutu Yayınları, İstanbul, 2005, s. 89

[20] Ömer TURAN, Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta Ortadoğu, Yeni Şafak Gazetesi Yayınları, İstanbul, 2003, Sf.155

[21] Sedat KIZILOĞLU, İsrail Devleti’nin Kuruluşuna Kadar Geçen Süreçte Yahüdiler ve Siyonizm’in Gelişimi, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl 2012 , Cilt 2 , Sayı 1, Sf. 35-64,

[22] Sedat KIZILOĞLU, İsrail Devleti’nin Kuruluşuna Kadar Geçen Süreçte Yahüdiler ve Siyonizm’in Gelişimi, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl 2012 , Cilt 2 , Sayı 1, Sf. 35-64,

[23] İlyas KARA, a.g.e., Sf. 15

[24] Sedat KIZILOĞLU, İsrail Devleti’nin Kuruluşuna Kadar Geçen Süreçte Yahüdiler ve Siyonizm’in Gelişimi, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl 2012 , Cilt 2 , Sayı 1, Sf. 35-64

[25] H. Bayram SOY, (2007). “Birinci Dünya Savaşı’ndan İkinci Irak Savaşına Orta Doğu, DOGU BATI, Düşünce Dergisi, Yıl: 10, 5ayı: 41, “Mayıs, Haziran, Temmuz”, 2007 , ISSN: 1303-242, Sf. 117-146

[26] Sedat KIZILOĞLU, a.g.m.,

[27] Süleyman KOCABAŞ, Vaat Edilmiş Toprak Filistin İçin Mücadele; Türkiye ve Siyonizm, Vatan Yayınları, İstanbul, 1987, Sf. 153

[28] Theodor Herzl’in, Filistin’e Yahudilerin yerleşmesi için II. Abdülhamit’i ikna etmek üzere 1896 ile 1902 yılları arasında İstanbul’a beş sefer yapmış olduğu, belirtilmektedir. Herzl, 27 Ağustos 1897 tarihinde İsviçre’nin Basel kentinde üç gün sürecek olan, Birinci Siyonist Kongresi’ni toplamayı başardı. Bu kongrede, “amaçlar, bu amaçlara ulaşmak için gerekli araçlar ve bu araçları kullanacak bir yürütme heyeti” belirlendi ve Dünya Siyonist Teşkilatı’nın temeli atıldı; başkanlığına da Theodor Herzl getirildi (Kaynak: Mim Kemál ÖKE, Siyonizm’den Uygarlık Çatışmasına Filistin Sorunu, Ufuk Kitapları, İstanbul, 2002: 41-45) Kongrenin bitiminden üç gün sonra, Herzl anı defterine şunları yazmıştır: “Ben Basel’de bir Yahudi devleti tesis ettim. Ben bunu bugün yüksek sesle söylesem bütün dünyadan bir kahkaha tufanı yükselir. Fakat bundan beş sene sonra belki elli sene sonra ise muhakkak herkes bunun böyle olduğunu anlayacaktır.” (Kaynak: Ergun GÖZE, Siyonizmin Kurucusu Theodor Herzl’in Hatıraları ve Sultan Abdülhamit, İstanbul: Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1995, Sf. 54)..

[29] İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour, 2 Kasım 1917 târihinde İngiltere Siyonist Dernekleri Başkanı Lord Rothschild’e gönderdiği ve daha sonra Balfour Deklarasyonu olarak isimlendirilecek mektupta şunları söylemekteydi :

Saygıdeğer Lord Rothschild;

Yahudilerin Siyonist özlemlerine sempatisini dile getiren aşağıdaki deklarasyonun Kabine’ye sunulmuş ve onun tarafından onanmış olduğunu, Majestelerinin hükümeti adına size bildirmekten mutluluk duyuyorum; Majestelerinin hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için bir ulusal yurt kurulmasına olumlu bakmaktadır ve Filistin’de bulunan Yahudi olmayan toplulukların yurttaş ve dinsel haklarına ya da herhangi bir başka ülkedeki Yahudilerin sahip oldukları haklara ve siyasal statüye zarar verebilecek herhangi bir şeyin yapılmaması kaydıyla bu hedefe erişilmesi için elinden gelen tüm çabaları harcayacaktır. Bu deklarasyonu Siyonist Federasyonun bilgisine sunarsanız, size minnettar olacağım. Saygılarımla, (Kaynak: Süleyman KOCABAŞ, Vaat Edilmiş Toprak Filistin İçin Mücadele; Türkiye ve Siyonizm, Vatan Yayınları, İstanbul, 1987, Sf. 216)

[30] John Hubers, “Christian Zionism: A Historical Analysis And Critique”, Erişim: http://images.rca.org/docs/synod/ChristianZionism.pdf (18 Şubat 2016).

[31] Sedat KIZILOĞLU, a.g.m.,

[32] Kaynak: internet ortamı

[33] Ali BALCI, İsrail Sorunu: Ortadoğu’nun Gordion Düğümü, Dünya Çatışmaları: Çatışma Bölgeleri ve Konuları, Kemal İnat, Burhanettin Duran ve Muhittin Ataman (Edt.), Nobel Publications, İstanbul, 2010, ss. 99-164)

[34] Fred J. Khouri, Arab-Israeli Dilemma, Syracuse University Press, New York: 1985, s. 4; Ian J. Bickerton ve Carla L. Klausner, A Concise History of the Arab-Israeli Conflict, Printice Hall, London: 1998, s. 24; Walter Laqueur, A History of Zionism, From the French Revolution to the Establishment of the State of Israel, Schocken Books, New York: 2003, ss. 103–108 (Nakleden: Ali BALCI, İsrail Sorunu: Ortadoğu’nun Gordion Düğümü, Dünya Çatışmaları: Çatışma Bölgeleri ve Konuları, Kemal İnat, Burhanettin Duran ve Muhittin Ataman (Edt.), Nobel Publications, İstanbul, 2010, ss. 99-164) Ayrıca bkz. Donald M. Lewis, The Origins of Christian Zionism: Lord Shaftsbury and Evangelical Support for a Jewish Homeland, Cambridge University Press, UK, 2009, s. 2.

[35] Ali BALCI, İsrail Sorunu: Ortadoğu’nun Gordion Düğümü, Dünya Çatışmaları: Çatışma Bölgeleri ve Konuları, Kemal İnat, Burhanettin Duran ve Muhittin Ataman (Edt.), Nobel Publications, İstanbul, 2010, ss. 99-164)

[36] Türkkaya ATAÖV, “Filistin Sorununun Ardındaki Gerçek: İsrail’in Kuruluşuna Kadar”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: XXV, No: 3, Eylül 1970, s. 41; Tayyar Arı, Geçmişten Günümüze Ortadoğu, Siyaset, Savaş ve Diplomasi, Alfa Yayınları, İstanbul: 2004, s. 121; Bu dönemde Alman hükümeti ve Siyonistler arasındaki ilişkiler için bkz. Leonard Stein, “Contacts Between German Zionist Leaders and the German Government During World War I”, From Haven to Conquest, Readings in Zionism and the Palestine Problem until 1948, Walid Khalidi (Edt.), The Institute for Palestine Studies, Beirut: 1971, ss. 153-163

[37] Fred J. Khouri, Arab-Israeli Dilemma, Syracuse University Press, New York: 1985 s. 5; Ian J. Bickerton ve Carla L. Klausner, A Concise History of the Arab-Israeli Conflict, Printice Hall, London: 1998, s. 122; Sydney D. Bailey, Four Arab-Israeli Wars and the Peace Process, McMillan Press, London: 1990, age, s. 40 (Nakleden, Ali BALCI, a.g.m.)

[38] Sedat KIZILOĞLU, a.g.e.,

[39] Sedat KIZILOĞLU, a.g.e.,

[40] Justin McCharty, The Population of Palestine, History and Statistics of the Late Ottoman Period and Mandate, Colombia University Press, New York: 1990, age, s. 37; Mark Tessler, A History of the Israeli-Palestinian Conflict, Indiana University Press, Bloomington: 1994, s. 124 age, s. 266; İsraillilere ait Filistin topraklarının 1922’de 594.000 dönüm ve 1939’da 1.533.000 dönüm olduğuna ilişkin bkz. Fred J. Khouri, Arab-Israeli Dilemma, Syracuse University Press, New York: 1985, s. 18 (Nakleden: Ali BALCI, a.g.m.)

[41] Fred J. Khouri, Arab-Israeli Dilemma, Syracuse University Press, New York: 1985, Sf. 11 (Nakleden: Ali BALCI, a.g.m.)

[42] Sedat KIZILOĞLU, a.g.e.,

[43] Salâhi Ramadan SONYEL, Minorities and Destruction of Otoman Empire, Ankara, 1993, Sf. 229 (15 Eylül 1857 tarihinde Filistin’deki İngiliz Konsolosunun Lord Clarendon’a gönderdiği bir raporunda; Yahudilerin bölgeye yerleşmek için fırsat kolladıkları ve bölge üzerinde tarihsel ve dini hak iddialarına sahip olduklarının altı çizilmektedir. Bu amaçla, Yahudilerin Filistin’e göçünün ve bu bölgede yerleşerek tarımsal-ticari faaliyetlerde bulunmalarının İngiliz hükümetince teşvik edilmesi gerektiğini belirtmektedir. Böylece, Filistin ve Kudüs’teki Türk otoritesine çok zarar verilebileceği vurgulanmaktadır. Ayrıca Clarendon, raporunda; Rusların toprak satın alma yoluyla sessizce bölgeye sızdıklarını, Rus yerleşme ve toprak satın alma faaliyetlerinin dikkatle takip edilmesi gerekliliği üzerinde de durmuştur (PRO, FO 391/4). Bkz. Esra SARIKOYUNCU DEĞERLİ, İngiltere’nin Doğu (Şark) Politikası (1882-1914), AKADEMİK BAKIŞ, Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E‐Dergisi, ISSN:1694 – 528X Sayı: 14 Nisan – 2008)

[44] Fahir ARMAOĞLU, Filistin Meselesi ve Arap İsrail Savaşları (1948-1988), İş Bankası Yayınları, Ankara, 1994, Sf. 37

[45] Sedat KIZILOĞLU, a.g.e

[46] Mim Kemál ÖKE, Kutsal Topraklarda Masonlar, İhanetler, Komplolar, Siyonistler, Aldanmalar, İstanbul: Çağ Yayınları, 1990, Sf. 290-304

[47] 1930 Ekim ayında yayımlanan Passfield Beyaz Kitabı (Passfield White Paper) bu minválde değerlendirmek mümkündür. Bkz. Tayyar ARI, Geçmişten Günümüze Ortadoğu, Siyaset Savaş ve Diplomasi, Alfa Yayınları, İstanbul, 2005, Sf. 209. Siyonizm’i emperyalizm olarak gören ve sosyalist olan Lord Passfield bu raporunda Arap-Yahudi işbirliğine dayanan bir yönetimi tavsiye etmekte ve Yahudilere ─göç ve toprak satışı konusunda─ sınırlama getirilmesini tavsiye etmektedir Bkz. Süleyman ÖZMEN, İsrail ve Etnik Dini Çatışmalar, İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2006, Sf. 171

[48] Türkkaya ATAÖV, “Filistin Sorununun Ardındaki Gerçek: İsrail’in Kuruluşuna Kadar”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: XXV, No: 3, Eylül 1970, ss. 59–60

[49] Ömer TURAN, Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta Ortadoğu, İstanbul: Yeni Şafak Gazetesi Yayınları,  İstanbul, 2003, Sf. 179

[50] Kaynak: http://www.aljazeera.com.tr/haber/israil-1967yi-degil-utanc-duvarini-sinir-istiyor (Erişim: 15.03.2016)

 

[51] Kaynak: http://www.trthaber.com/haber/dunya/israil-askerleri-50-filistinliyi-gozaltina-aldi-213794.html

 

[52] Sözkonusu harbin, Bulgaristan ve Sırbistan’da Rusya’nın tahrikleri sonucu çıkan karşılıkların önlenmesi konusunda Türkiye ve Rusya arasında çıkan ihtiláfların barış yoluyla çözümlenememesi sonucu çıktığı kabûl edilir. Petrolün sözkonusu savaşın çıkmasındaki rolüne ilişkin bir çalışma ─bildiğimiz kadarıyla─ bulunmamaktadır. Ancak, İngiltere’nin, birdenbire politika değiştirmesi ve savaşın önlenmesi konusunda ─göstermelik olmaktan öte─ bir çaba göstermemesi, üzerinde durulması gereken bir husustur.

[53] Ruslar Deli Petro’dan itibâren “sıcak denizlere inme” siyâsetini bir “büyük ülkü” hâline getirmişlerdi ve eğer Türk engelini aşabilmiş olsalardı, bir yandan Balkanlar ve Kafkaslar üzerinden Akdeniz’e inecekler ve Mısır’a kadar uzanarak, Hindistan yolunu denetimleri altına almak isteyecekler; diğer yandan da Hindistan/Afganistan üzerinde hâkîmiyet tesis etmeye çalışacaklardı. İngiltere’nin ─meselâ─ Kırım Harbinde Osmanlı’nın yanında yer almasının en büyük sebebi, Rus selinin önündeki Türk bendinin ayakta kalmasını sağlamaktı. Ancak, 1877-1878 savaşının Ruslar lehine sonuçlanması, İngilizleri ─Hindistan yolunun güven altında bulundurulması için, Kıbrıs ve Mısır’ın işgâl edilmesi gibi─ yeni tedbirler almaya sevketmişti.

[54] Kıbrıs Antlaşması, 4 Haziran 1878, Bkz. Nejla GÜNAY, Kıbrıs’ın İngiliz İdaresine Bırakılması ve Bunun Anadolu’da Çıkan Ermeni Olaylarına Etkisi, Akademik Bakış Cilt 1, Sayı 1, Kış 2007

[55] Geniş bilgi için bkz. Süleyman KIZILTOPRAK, Mısır’da İngiliz İşgali: Osmanlı’nın Diplomasi Savaşı (1882 – 1887), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, ISBN 978- 975-333-256-9, İstanbul, 2010,

[56] Türk-Rus savaşı öncesinde İstanbul’da toplanan konferans sırasında, İngilizlerin “Osmanlının bağımsızlığı ve toprak bütünlüğüne dayanan” geleneksel politikasının değiştiği ve İngiliz Hükûmetinin ─Lord  Salisbury vasıtasıyla─ bir Türk-Rus savaşı çıkması durumunda, İngiltere’nin Türkiye’ye yardım etmeyeceğini kesin olarak bildirdiği, görülmektedir (Bkz. Mithat AYDIN, İstanbul Konferansı (1876)’na Giden Yolda İngiltere’nin “Doğu” Politikası, Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 2005/2, Sayı:17, Denizli, 2005, s.69-78. , 2005).

[57] Cemal Abdül Nasır, 23 Haziran 1952 târihinde arkadaşlarıyla birlikte gerçekleştirdiği kansız bir darbe ile Mısır’da ─Batı yanlısı─ Krallığa son vermiş ve “Sovyet yanlısı” milliyetçi-sosyalist dünya görüşüne sâhip bir yönetim kurmuştur. Sovyet desteğini de arkasına alarak, Mısır’ın modernleşmesi ve sanayileşmesi, Araplar arasında birliğin sağlanması gibi konularda büyük gayret gösteren Nasır’ın ─hem petrol bölgesinin, hem de dünyâ ticâreti bakımından büyük önem arzeden Süveyş kanalının Batı’nın denetiminden çıkmasına yol açabilecek bu teşebbüsleri, İsrail tarafından “Altı gün savaşı (5-10 Haziran 1970)”nda Mısır savaş uçaklarının ─daha havalanmaya fırsat bulamadan─ yerde imha edilmesiyle, akâmete uğratılmış, bu olaydan kısa bir müddet sonra da Nasır bir kalp krizi  sonucunda hayâtını kaybetmiştir. Bkz. Ahmet ATEŞ, 1952-2011 Yılları Arası Mısır Dış Politikası, Yayımlanmamış YLT, Selçuk Ünv. SBE Uluslararası İlişkiler Blm., Konya, 2012, Sf. 9-61.

İsrail, aynı şekilde, Sosyalizm-Arap Milliyetçiliği karışımı bir dünya görüşüne sâhip BAAS Partileri tarafından yönetilen Irak ve Suriye’yi mütemâdiyen baskı altında tutarak, bu ülkelerin, Bölge’de, Batı’nın çıkarlarını tehdit edecek nitelikte operasyonlar gerçekleştirmelerine imkân tanımamıştır. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Yüksel KAŞTAN, “Orta Doğu’da Arap-İsrail Mücadeleleri ve Türkiye”, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, 38. Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi, Bildiriler/ Papers / Сборник Ст,, 10-15.09.2007, Ankara, Sf. 1797-1815.

[58] Savunma harcamalarına ilişkin veriler The SIPRI Military Expenditure Database’den (http://milexdata.sipri.org/result.php4; Erişim: 23.12.2015), GSYİH verileri ise International Monetary Fund, World Economic Outlook Database, October 2015 ‘den temin edilmiş olup, grafikler sözkonusu verilerden yararlanılarak tarafımızdan oluşturulmuştur.

[59] 1990, 1991 ve 2006 yıllarında bâzı ülkeler için veri bulunamamıştır..

.

[60] Ali BALCI, İsrail Sorunu: Ortadoğu’nun Gordion Düğümü, Dünya Çatışmaları: Çatışma Bölgeleri ve Konuları, Kemal İnat, Burhanettin Duran ve Muhittin Ataman (Edt.), , Nobel Publications, İstanbul, 2010, ss. 99-164

[61] Stephen M. Walt-John Mearshemier, İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası, Profil Yayıncılık, Çev. Elif Ocak, İstanbul, 2007, s. 14. Bu çalışma Harvard Üniversitesi Web sayfasında yayınlanmıştır. Daha sonra 2007 yılında “The Israel Lobby and U.S. Foreign Policy” adıyla geniş kapsamlı bir kitap olarak yayınlanmıştır. Söz konusu kitabın Türkçe çevirisi ise Küre Yayınları tarafından “İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası” adıyla okuyucuya sunulmuştur

[62] İsrail Ülke Raporu (2011); “İsrail ekonomisi, iç pazarın küçüklüğü nedeniyle ihracata dayalı bir büyüme sergilemektedir. 1990’lı yılların başında korumacı politikalarla gelişen giyim ve ayakkabı sektörleri, artan rekabetin etkisiyle son on yıldır yerini elektronik, haberleşme, medikal ve optik aletler gibi teknoloji-yoğun sektörlere bırakmıştır. Tüm dünyada artan talebin ve pazara gösterilen yoğun ilginin bir sonucu olarak, İsrail’de yüksek teknoloji endüstrilerinde faaliyet gösteren yerli ve yabancı firmaların sayısı hızla artmıştır. İsrail’in Ar-Ge alanındaki bu başarısının temel kaynağı, yüksek eğitim düzeyi ve savunma ile ilgili Ar-Ge faaliyetlerine yapılan büyük yatırımlardır. Kimya, plastik ve gıda sanayi ürünlerinin ihracatında ve finansal hizmetlerde de son yıllarda önemli başarılar kaydedilmiştir.” Muhammet Murat YAĞIŞ, “İsrail Ülke Raporu (2011)”, T.C. Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı İhracatı Geliştirme Etüd Merkezi, Aralık 2010,”

[63] Esma DENİZ, “İsrail Ülke Raporu (2009), Avrupa İşletmeler Ağı-Karadeniz, Sf. 23, Haziran-2009, www.blacksea-een.org/dosyalar/bb_ulkrap/bb_ulkrap-5-32.pdf; Erişim: 11.12.2015

[64] Esma DENİZ, a.g.m., Sf. 23

[65] Esma DENİZ, a.g.m., Sf. 23

[66] Esma DENİZ, a.g.m., Sf. 24

[67] Esma DENİZ, a.g.m., Sf. 24

[68] Esma DENİZ, a.g.m., Sf. 25

[69] Country Report-Israel, Generated on August 20th 2014, Economist Intelligence Unit, UK, Sf. 12

[70] 2009-2014 yılları arasındaki verilere göre hesaplanmıştır.(Country Report-Israel).

[71] Country Report-Israel, Generated on August 20th 2014

[72] Esma DENİZ, a.g.m., Sf. 33

[73] Esma DENİZ, “İsrail Ülke Raporu (2009), Avrupa İşletmeler Ağı-Karadeniz, Sf. 21, Haziran-2009, www.blacksea-een.org/dosyalar/bb_ulkrap/bb_ulkrap-5-32.pdf; Erişim: 11.12.2015

[74] Esma DENİZ, “İsrail Ülke Raporu (2009), Avrupa İşletmeler Ağı-Karadeniz, Sf. 21, Haziran-2009, www.blacksea-een.org/dosyalar/bb_ulkrap/bb_ulkrap-5-32.pdf; Erişim: 11.12.2015

[75] Ali BALCI, İsrail Sorunu: Ortadoğu’nun Gordion Düğümü, Dünya Çatışmaları: Çatışma Bölgeleri ve Konuları, Kemal İnat, Burhanettin Duran ve Muhittin Ataman (Edt.), , Nobel Publications, İstanbul, 2010, ss. 99-164

[76] 1967 Arap-İsrail Savaşı, Üçüncü Arap-İsrail Savaşı, Altı Gün Savaşı veya Haziran Savaşı, 5 Haziran 1967’de İsrail ile Arap komşuları Mısır, Ürdün ve Suriye arasında başlayan ve 6 gün süren savaşa verilen addır. Arap İttifakı’na Irak, Suudi Arabistan, Sudan, Tunus, Fas ve Cezayir de asker ve silah yardımıyla katılmışlardır. Bkz. Demet GÖKÇINAR, Arap-İsrail Uyuşmazlığında Filistin Sorunu, Atılım Ünv. Uls. İlş. Blm. SBE, Yayımlanmamış YLT, Ankara, 2009, Sf. 24-26.

[77] 6 Ekim 1973 günü başlayan bu savaş, hukuken Mısır, Suriye ve İsrail arasında cereyan etti. Lübnan ve Ürdün savaşa hukuken katılmaktan kaçındılar. Ancak bu savaşta bütün Arap ülkeleri tam bir dayanışma içinde Mısır ve Suriye’ye malî, siyasî ve askerî yardımda bulundular. Bkz. Demet GÖKÇINAR, a.g.e., Sf. 27-29

[78] Ben Caspit, Rus ve İsrail uçakları Suriye semalarını paylaşıyor… şimdilik,

http://www.al-monitor.com/pulse/tr/originals/2015/11/lions-israel-russia-vladimir-putin-syria-fire-border.html

[79] Bu konuda ileride ayrıntılı izahlar yapılacaktır.

[80] Bu konuda, sonraki bölümlerde ayrıntılı izahlar yapılacaktır.

[81] Saddam ve O’nun lideri olduğu BAAS Yönetimindeki Irak, İran’ın önünde bir “sed” oluşturmakta idi.

[82] Ramazan Kağan Kurt, “Evanjelizm-Dünya İmparatorluğu ve Türkiye”, Birharf Yayınları, 2. Baskı, Mart 2006, İstanbul s. 49 ve devamı

[83] İsmail Vural, Evanjelizm, Karakutu Yayınları, İstanbul, 2005, s. 10. 

[84] “ABD Nüfusu 320 Milyonu Aştı”, http://www.amerikaninsesi.com/content/abd-nufusu-320-milyonu-asti/2579474.html, Erişim: 12.03.2016

[85] Albert L. WİNSEMAN, “U.S. Evangelicals: How Many Walk The Walk?”,  http://www.gallup.com/poll/16519/us-evangelicals-how-many-walk-walk.aspx, Erişim:10.03.2016

[86] Yasin YAYLAR, Evanjelizm ve Türkiye Planı, Yayımlanamamış Yüksek Lisans Tezi, Ahi Evran Ünv. SBE Kırşehir,Temmuz 2011, Sf. 19

[87] ABD’de yaptığı dini yayınlarla tanınan Dale Crowley’e atfen, HALSELL, Grace; Tanrıyı Kıyamete Zorlamak, Çev. Mustafa Acar, Hüsnü Özmen, Ankara, Sf. 32

[88] Yasin YAYLAR, a.g.e.Sf. 19

[89] Yasin YAYLAR, a.g.e.Sf. 17-18

[90] Yasin YAYLAR, a.g.e.Sf. 16-20

[91] Geniş bilgi için bkz. Yasin YAYLAR, a.g.e.Sf. 23-24

[92] Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Evanjelizm

[93] Clifford A. Kiracofe, “Christian Zionism: A Foreign Policy Challenge”, U.S. Senate Committee on Foreign Relations, Washington, 21.11.2003.

[94] İsmail VURAL, Evanjelizm, İstanbul, 2005, Sf. 29

[95] Ramazan Kağan KURT, “Evanjelizm-Dünya İmparatorluğu ve Türkiye”, Birharf Yayınları, 2. Baskı, Mart 2006, İstanbul, s. 32.

[96] Yasin YAYLAR, a.g.e., Sf. 16

[97] Clifford A. KİRACOFE, “Christian Zionism: A Foreign Policy Challenge”, U.S. Senate Committee on Foreign Relations, Washington, 21.11.2003. 

[98] Bu durum, karşılıklı olarak yapılan beyanlara da yansımaktadır. Meselâ, ABD’deki Yahûdi Lobisinin önemli simalarından Nathan PERLMUTTER, Amerika’da Gerçek Antisemitizm kitabında şunları söylemektedir; “Bizim şu an İsrail’i desteklemek gerektiğine inanan dostlara ihtiyacımız var. Şayet Mesih gelirse, önümüzdeki seçenekleri o gün değerlendiririz. Şimdi efendiyi övüp mühimmatı ele geçirmeye bakalım.” Bkz. Grace Hallsell, “Tanrı’yı Kıyamete Zorlamak-Armagedon Hıristiyan Kıyametçiliği ve İsrail”, Kim Yayınları, 2. Baskı, Ankara Nisan 2003, Sf. 152

[99] Grace HALLSELL, “Tanrı’yı Kıyamete Zorlamak-Armagedon Hıristiyan Kıyametçiliği ve Ġsrail”, Kim Yayınları, 2. Baskı, Ankara Nisan 2003, s.61, 62, 63

[100] İsmail VURAL, Evanjelizm, İstanbul, 2005, Sf. 76

[101] Grace Hallsell, “Tanrı’yı Kıyamete Zorlamak-Armagedon Hıristiyan Kıyametçiliği ve Ġsrail”, Kim Yayınları, 2. Baskı, Ankara Nisan 2003, s. 94

[102] Bryan E. Lewis, “https://tr.scribd.com/doc/13420462/The-Effects-of-Dispensationalism-on-US-Policy-in-the-Middle-East, Erişim: 10.03.2016

[103] İsrail’li yetkililer, ABD ve dünyâ kamuoyunu İsrail ve Yahudilik lehine etkilemeye çalışan Evanjelist liderleri hoşnut kılacak davranışlarda bulunmayı ihmál etmemişlerdir Meselâ, Golan tepelerindeki bir ormana Jerry Falwell’in adı verilmiş, daha önce Musevi olmayan hiç kimseye verilmemiş olan Jabotinsky ödülü İsrail başbakanı Menahem Begin tarafından bizzat adıgeçene takdim edilmiş; İsrail yönetimi, 1981’de Irak’ta bir atom reaktörünü bombaladıktan sonra, dönemin Birleşik Devletler Başkanı Reagan’dan önce Falwell’i aramış ve ondan bu durumu Hıristiyan Amerikalılara açıklamasını istemiştir (Bkz. Mehmet Şahin, Din Dış Politika İlişkisi, Barış-Platin Kitabevi, Ankara, 2009, ss. 215, 216). İddialara göre Likud hükümetinin savunma bakanı Moşe Arens de Falwell’e bir jet hediye etmiştir (Bkz. İsmail VURAL, Evanjelizm, İstanbul, 2005, Sf. 77). Şu sözler, günümüzün İsrail Başbakanı ─konuşmanın yapıldığı dönemde İsrail’in Vaşington büyükelçisi─ Bünyamin Netenyahu’ya aittir; “Tarihi, ahlaki ve güzel hislerle dolu Hıristiyan Siyonistler, yüzyıl önce İsrail’in yeniden kurulması için yazmaya, plan yapmaya ve çalışmaya başlamışlardır. İşte bu kişilerdir ki Lloyd George, Arthur Balfour ve Woodrow Wilson gibi İngiliz ve Amerikan liderleri etkilemişlerdir.”(Bkz. Clifford A. Kiracofe, “Christian Zionism: A Foreign Policy Challenge”, U.S. Senate Committee on Foreign Relations, Washington, 21.11.2003).

 

[104] Geniş bilgi için bkz. Zenife UMEROVA, “Yahudi Lobisinin ABD İçindeki Konumu ve Ortadoğu Politikasındaki Rolü”, Yayımlanmamış YLT, Ankara Ünv., SBE, Uluslararası İlişkiler ABD, Ankara, 2006,

[105] Ebru GÜLSOY ve Esma KOCA, “ABD Ülke Raporu – 2012”, TC Ekonomi Bakanlığı, İhracat Genel Müdürlüğü, Ülke Masaları, 2012, 1, Sf. 3; Zenife UMEROVA, a.g.e., Sf. 86

[106] Zenife UMEROVA, a.g.e., Sf. 109

[107] Zenife UMEROVA, a.g.e., Sf. 99-109

[108] Lenni Brenner, The Demographics of American Jews “My People are American, My Time is Today”, October 24, 2003, http://www.counterpunch.org/brenner10242003.html.(19.12.2005). (Nakleden: Zenife UMEROVA, a.g.e., Sf. 108)

[109] American Jews, http://www.jbutt.com/c052302.htm.,(15.12.2005). (Nakleden: Zenife UMEROVA, a.g.e., Sf. 109)

[110] http://www.lagriffedulion.f2s.com/dialogue.htm,(12.01.2006). (Nakleden: Zenife UMEROVA, a.g.e., Sf. 109)

[111] Zenife UMEROVA, “Yahudi Lobisinin ABD İçindeki Konumu ve Ortadoğu Politikasındaki Rolü”, Yayımlanmamış YLT, Ankara Ünv., SBE, Uluslararası İlişkiler ABD, Ankara, 2006., Sf. 143, 158

[112] Shirl McArthur, “A Conservative Estimate of Total Direct U.S. Aid to Israel: Almost $114 Billion”, Washington Report on Middle East Affairs, November 2008, ss. 10-11

[113] AIPAC (The American Israel Public Affairs Committee, Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Topluluğu),

[114] ZOA (Zionist Organization of America, Amerika Siyonist Teşkilatı), http://zoa.org/

[115] ADL (Anti-Defamation League, Karşı Propaganda Teşkilatı), http://www.adl.org/

[116] Donald Neff, “An Updated List of Vetoes Cast by the United States to Shield Israel from Criticism by the U.N. Security Council”, Washington Report on Middle East Affairs, May/June 2005, s. 14

[117] Nathan Guttman, “U.S. Accused of Pro-Israel Bias at 2000 Camp David”, Ha’aretz, Nisan 29, 2005; Mearsheimer ve Walt, The Israel Lobby…, age, 2007, s. 48

[118] Bkz. Findley PAUL, ABD’de  İsrail Lobisi, Çev. Mustafa ÖZCAN ve Dr. N. Ahmet ASRAR, Pınar Yayınları, 2. Basım, İstanbul, Ocak 2000, Ayrıca bkz. Pro-Israel Lobby Has Strong Voice”, by Thomas B. Edsall and Molly Moore, September 5, 2004, http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/articles/A62438-2004Sep4.htm.

[119] Stephen M. Walt-John Mearshemier, İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası, Profil Yayıncılık, Çev. Elif Ocak, İstanbul, 2007, Sf. 29

[120] Bu konuda Prof.Dr. Edibe SÖZEN YAVUZ şöyle demektedir; “… Hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçiler bu grubun (İsrail yanlısı lobilerin) politikalarına meydan okuyan herhangi bir politikacının başkan olması için çok küçük bir şansa sâhip olacağını bilmektedir[120]. Edibe SÖZEN YAVUZ: Bir Kitap Analizi: İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası,

[121] AIPAC (The American Israel Public Affairs Committee, Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Topluluğu), internet sitesinde, anılan kuruluşun amaçları şu şekilde açıklanmaktadır: “Vatandaşların Amerikan ve Yahûdi Devletlerinin karar vericileri ile temas kurmasını sağlamak ve “Yahûdi Devletinin güvenli, emniyetli ve güçlü olmasının niçin Amerikan Devletinin çıkarına olacağı” konusunda, onları bilgilendirmek ve eğitmek…”

[122] Asaf HÜSEYİN, Batının İslam’la Savaşı, Pınar Yayınları, İstanbul, 2006, Sf. 111-127

[123] Mehmet ŞAHİN, ABD–İsrail İlişkileri: Böyle Dost Düşman Başına, Ortadoğu Analiz, Eylül-2010, Cilt: 2 – Sayı 21, Sf. 39-45

[124] Amerika merkezli realist uluslararası ilişkiler disiplininin en meşhur profesörlerinden John Mearsheimer ve Stephen Walt 2002 yılında Washington-Tel Aviv ilişkilerindeki garipliklere dikkat çektikleri bir akademik çalışma yaptıklarında, inanılmaz bir tepki ve hatta linç kampanyasıyla karşılaştılar. The Atlantic Monthly isimli bir derginin talebi ile hazırladıkları metin, ne ilginçtir ki dergi yönetimince uygun (!) bulunmayarak basılmadı. Sonrasında eserlerini kendi imkanlarıyla yayınlamaya çalıştılar. Güç bela yıllar sonra yayınladıktan sonra, kitap hakkında konuşma yapmak üzere davet edildikleri pek çok üniversite, kurum ve hatta Google gibi şirketler sonradan bilinmeyen (!) nedenlerle konferansları iptal ettiler. Amerika’nın alanında en çok tanınan akademisyenlerinden olan Mearsheimer ve Walt’un sesi özgürlükler diyarı (!) ABD’de neredeyse tam anlamıyla kesilmek istendi. Hiç de şaşırtıcı olmayan şekilde kitaptaki iddialara cevap veremeyenler antisemitizm suçlamasıyla doğrudan yazarlara saldırmayı tercih ettiler. Bu kapsamda kazanılan başarı bile aslında kitabın temel iddiasının ne kadar doğru olduğu ve İsrail lobisinin benzersiz gücünü kanıtlıyordu. Bkz. Oğuzhan YANARIŞIK, İsrail Lobisi ve ABD Dış Politikası, http://akademikperspektif.com/2011/11/09/israil-lobisi-ve-abd-dis-politikasi/, Erişim: 10.03.2016

[125] Paul Findley, Arap-İsrail anlasmazlıgının çözümü için özel bir çaba sarfetmis, bu amaçla İsrail isgali altındaki Lübnan’da bulunan Sabra, Satilla ve Tel-Zaatar kamplarını yakından inceleme geregini duymuştur. Bu arastırma ve geziler, onun Filistin yanlısı ve İsrail karsıtı bir politika izlemesine önemli ölçüde etki etmiştir. İsrail’e ve işgal politikasına yönelik ciddi eleştirilerinden dolayı da İsrail Lobisinin boy hedeflerinden biri haline gelmiştir. Nihayet Lobinin yoğun ve ısrarlı kampanyası sonucu 1983’teki seçimi kaybederek ABD Senatosu’na veda etmiştir.

[126] Findley,op.cit., s.277.

[127] Findley ,op.cit., s.284.

[128] Findley PAUL, ABD’de  İsrail Lobisi, Çev. Mustafa ÖZCAN ve Dr. N. Ahmet ASRAR, Pınar Yayınları, 2. Basım, İstanbul, Ocak 2000, Sf. 7

[129] Mehmet ŞAHİN, ABD–İsrail İlişkileri: Böyle Dost Düşman Başına, Ortadoğu Analiz, Eylül-2010, Cilt: 2 – Sayı 21, Sf. 39-45

[130] Mehmet ŞAHİN, a..g.m.

[131] John J. Mearsheimer ve Stephen M. Walt, İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası, Çevirmen: Hasan T. KÖSEBALABAN, Küre Yayınları, ISBN: 9756614631, 1. Baskı, İstanbul, 2009, 610 s.        

[132] Nuh YILMAZ ve Ali ASLAN, “İsrail lobisi sorgulanamıyor” Stephen M. Walt ile söyleşi, http://www.anlayis.net/makalegoster.aspx?makaleid=1751, Erişim: 12.03.2016

[133] Nuh YILMAZ ve Ali ASLAN, a.g.m.

[134] Nuh YILMAZ ve Ali ASLAN, a.g.m.

[135] Merdan YANARDAĞ (Der.), Yeni Muhafazakarlar (Neo-Cons): Amerika’nın Kara Kitabı, İstanbul: Çiviyazıları Yayınları, 2004, s. 38.

[136] Hakan TUNÇ, Amerika’nın Irak Savaşı, İstanbul: Harmoni Yayınları, 2004, s. 66.

[137] Ömer KURTBAĞ, Amerikan Yeni Sağı ve Dış Politikası, Ankara: USAK Yayınları, 2010, Sf. 373-376

[138] Ömer KURTBAĞ, a.g.e.

[139] Kimyasal siláh iddialarının gerçek olmadığının anlaşılması, ABD’nin asıl amacının Irak petrollerine el koymak olduğu şeklinde bir algının oluşmasına yol açmıştır. Keza, Ebu Garip cezaevindeki işkence görüntüleri, dünyâ kamuoyuna verilmek istenen “özgürlükler ülkesi Amerika” imajını büyük ölçüde zedelemiştir. Üstelik, işgál sebebiyle ABD askerlerinin sivil halkla yüzyüze gelmesi sebebiyle yaşanılan sorunların yanısıra, Blackwater özel güvenlik şirketinin faaliyetleri, ABD’nin bütün çabalarına rağmen denetim sağlayamaması vb. hususlar da, Irak’ın işgâlinin ABD için “târihi bir hatâ” vasfına bürünmesine yol açmıştır.

[140] ABD’nin, 2001’den 2011 yılı sonuna kadar, Afganistan, Irak ve diğer bölgelerde tam anlamıyla denetim sağlayabilmek için 1,2 trilyon doların üzerinde harcama yaptığı ileri sürülmektedir. (Bkz. Amy Belasco, The Cost of Iraq, Afghanistan, and Other Global War on Terror Operations Since 9/11, Washington: Congressional Research Service, 2011, s. 5). Sözkonusu rakamın, Bu rakam içinde, ABD’nin Ortadoğu ülkelerine savaşa desteklerinden dolayı yaptığı yardımlar, gizli ödenekler, imha edilen askeri araçlar ve hükümetin yaralı askerlere yaptığı sağlık harcamaları yer almamaktadır. Bunlarla birlikte bu rakamın 4 – 5 trilyon dolara ulaştığı tahmin edilmektedir.(Bkz. “CIA’yı Kandıran Ajan ve Ekonomik Kayıplar (Bölüm 4 ve 5)”, 30.09.2011, http://www.pressmedya.com/?aType=haber&ArticleID=3127, Erişim Tarihi: 14.03.2016). BU konuda ayrıca bkz. Bu konu için bkz. Prof. Joseph Stiglitz & Prof.Dr. Linda J. Bilmes; Üç Trilyon Dolarlık Savaş: Irak Savaşı’nın Gerçek Maliyeti” (The  Three Trillion Dollar War: The True Cost of the Iraq Conflict); ODTÜ Geliştirme Yayınları Vakfı, Ankara, 2009; “Irak ABD’ye pahalıya mal oldu”, http://www.sabah.com.tr/dunya/2013/03/16/irak-abdye-pahaliya-mal-oldu (16.03.2013); http://www.umke.org/dunya/irak-isgalinin-abdye-maliyeti-1-trilyon-dolar-h908.html (10.01.2016)

[141] Chevron, Exxon Mobil, Conoco Phillips gibi Amerikan petrol şirketleri, Irak işgalinin ardından Amerikan yönetiminin Saddam’ın Avrupalı petrol şirketleri ile yaptığı anlaşmaları iptal etmesiyle Irak petrolleri üzerinde büyük söz sahibi olmuş ve karlılıklarını muazzam oranda arttırmıştır. Fortune dergisi tarafından hazırlanan listede Chevron, Exxon Mobil ve Conoco Phillips’in 2006 yılında ABD’nin en karlı ilk 10 şirketi arasında kendilerine yer bulması, saldırgan Amerikan dış politikasının, petrol şirketlerinin dar çıkarlarına ulaşmasına ne denli yardımcı olduğunu oldukça net ortaya koymaktadır.  Aynı şirketler ilerleyen yıllarda kârlılıklarını daha da arttırarak 2011 yılının en kârlı Amerikan şirketleri listesinde ilk 5 içinde kendilerine yer bulmuştur. (Bkz. Muhittin ATAMAN ve Özkan GÖKCAN, Bush Dönemi Amerikan Dış Politikası: Bir Aşırı-Yayılmacılık Denemesi, Akademik İncelemeler Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 2, Yıl: 2012; Ömer KURTBAĞ, Amerikan Yeni Sağı ve Dış Politikası, Ankara: USAK Yayınları, 2010, Sf. 373-376; ayrıca, http://fortune.com/fortune500/2006/ford-motor-company-5/ (Erişim:14.03.2016) ve http://fortune.com/fortune500/2011/conocophillips-4/(Erişim: 14.03.2016)

[142] Muhittin ATAMAN, “Değerler ve Çıkarlar: ABD’nin Ortadoğu Politikasını Belirleyen Temel Unsurlar ve İlkeler”, iç. Kemal İNAT ve Muhittin ATAMAN (Der.), Ortadoğu Yıllığı 2006, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, ss. 399–429

[143] Hasan KÖSEBALABAN, “Netanyahu ABD’de aradığını buldu mu?”,

http://www.aljazeera.com.tr/gorus/netanyahu-abdde-aradigini-buldu-mu, Erişim: 05.03.2015

[144] Petrol fiyatlarındaki yükselmenin ABD’ye sağladığı faydalar da olmuştur. Nitekim, fiyatların yükselmesi sonucunda, ABD’de, çıkarma mâliyeti 40 dolar civarında olan kaya gazı/petrolü üretimi artmış ve bu sâyede 2000’li yılların ortalarında % 65 civarında olan petrol ithalát/üretim oranı % 25’lere kadar inmiştir. Keza, petrol fiyatlarındaki yükselmede, Çin’in 1992 yılından sonra petrol ithalâtına başlamasının da büyük etkisi bulunmaktadır. 1990 yılındaki 1. Körfez Harekâtından sonra Irak’ın petrol üretim ve ihracat imkânları kısıtlanmış (% 80 azalma) ve bu durum sonraki 6 yıl boyunca devam etmiştir. 2003 yılındaki işgâlden sonra ise, Irak’ın petrol ihracatı, yeniden 1990 öncesi seviyelere yükselmiş, fakat ABD’nin zorlamasıyla Irak’ın Saddam döneminde Çin, Fransız ve Rus şirketleriyle yaptığı petrol anlaşmaları iptál edilmiştir. Bu durum, ABD’ye, rakip ülkelerin enerji mâliyetleri üzerinde etkide bulunma imkânı sağlamıştır. Öteyandan, petrol fiyatlarının yükselmesi, Çin’in enerji/üretim mâliyetlerinin artmasına yol açtığından, nitelikli ve kâr marjı yüksek ürünler üretimi konusunda daha ileri durumda olan ABD ekonomisinin rekabet gücünü olumlu yönde etkilemiş olması da mümkündür. Petrol ihracatçısı Ortadoğu ülkelerinin önemli bir kısmının, aynı zamanda ABD’nin ticârî ortağı olduğu gerçeği de unutulmamalıdır.

[145] Kenneth WALTZ, İran nükleerleri mi? Tasalanmayın, http://www.dunyabulteni.net/yazar/kenneth-waltz/18041/iran-nukleerleri-mi-tasalanmayin, Erişim: 15.03.2016

[146] Ben Caspit, Ocak 20, 2016, ABD İsrail’den vazgeçiyor mu? Al Monitor: the Pulse of the Middle East, http://www.al-monitor.com/pulse/tr/originals/2016/01/israel-ambassador-shapiro-netanyahu-two-state-solution.html#ixzz42jBP6BwN

[147] Ben Caspit, Ocak 20, 2016, ABD İsrail’den vazgeçiyor mu? Al Monitor: the Pulse of the Middle East, http://www.al-monitor.com/pulse/tr/originals/2016/01/israel-ambassador-shapiro-netanyahu-two-state-solution.html#ixzz42jBP6BwN

[148] Kaynak: http://www.aljazeera.com.tr/gorus/netanyahu-abdde-aradigini-buldu-mu

 

[149] Hasan Kösebalaban, “Netanyahu ABD’de aradığını buldu mu?”, http://www.aljazeera.com.tr/gorus/netanyahu-abdde-aradigini-buldu-mu, Erişim: 05.03.2015

[150] Al-Monitor’a açıklama yapan bir Amerikalı kaynak, “Netanyahu’nun 2013’teki müzakerelere girmesinin nedeni İsrail’in itibarsızlaştırılmasından, Avrupa’nın boykot ve ürün etiketleme ihtimalinden ve İsrail’in uluslararası konumunun aşınmasından duyduğu derin edişeydi.” demektedir. Ben Caspit, Ocak 20, 2016, ABD İsrail’den vazgeçiyor mu? Al Monitor: the Pulse of the Middle East, http://www.al-monitor.com/pulse/tr/originals/2016/01/israel-ambassador-shapiro-netanyahu-two-state-solution.html#ixzz42jBP6BwN

[151] El Cezire, ABD-İsrail ilişkilerinde yeni bir dönem mi?,

http://www.aljazeera.com.tr/gorus/abdisraililiskilerindeyenibirdonemmi, Erişim: 13.08.2015

[152] Hasan Kösebalaban, “Netanyahu ABD’de aradığını buldu mu?”, http://www.aljazeera.com.tr/gorus/netanyahu-abdde-aradigini-buldu-mu, Erişim: 05.03.2015

[153] Raymond ARON,  Peace and War: A Theory of International Relations, New York, Anchor Press/,Doubleday, 1973, Sf. 27 (Nakleden: Gültekin Sümer, Stratejik İşbirliği ve Stratejik Ortaklık Kavramlarına Karşılaştırmalı Bir Bakış, Ege Akademik Bakış, 10 (1) 2010, Sf. 671-698)

[154] Raymond ARON, a.g.e.

[155] Gültekin Sümer, Stratejik İşbirliği ve Stratejik Ortaklık Kavramlarına Karşılaştırmalı Bir Bakış, Ege Akademik Bakış, 10 (1) 2010, Sf. 671-698

[156] Kenneth Waltz, İran nükleerleri mi? Tasalanmayın, http://www.dunyabulteni.net/yazar/kenneth-waltz/18041/iran-nukleerleri-mi-tasalanmayin

Yazar
Mustafa TEZEL

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü'nden mezun olan Mustafa TEZEL, yüksek lisansını Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Maliye Bölümünde yapmıştır. Çalışma hayatına bir kamu bankasında müfettiş yard... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen