Felsefeden Psikolojiye Milliyetçiliğin Meşruiyeti

Metin SAVAŞ

Alman ruhbilimci Erich Fromm İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri adlı çalışmasında şöyle der: “İnsandaki yıkıcılığın nedenlerinden birisi de küme özseverliğidir.” Erich Fromm küme özseverliği kavramına entelektüel bir tavırla muğlâk bir anlam yüklemektedir ve bu kavramı söz konusu muğlâklık sebebiyle pek çok yöne çekmemiz mümkün olabilmektedir. Erich Fromm burada müsamahakâr davranıyor ve milliyetçilik kavramını kesinlikle kullanmıyor, faşist ve şovenist dürtüleri irdeliyormuş gibi yaparak, küme özseverliği olgusunun yıkıcılığını gözler önüne açıkça seriyor; bireylere büyük toplum’dan, yani millet dediğimiz genetik ve tarihsel uzlaşma gerçeğinden kendilerini soyutlamayı salık veriyor:

Küme özseverliği (kabilecilik, ulusçuluk ve benzerleri) güdüsünün azaltılabilmesi için,” diyor Erich Fromm, ‘nüfusun geniş kesimlerinde mevcudiyetini sürdüren yoksulluk, tekdüzelik, anlamsızlık ve güçsüzlüğün giderilmesi gerekecektir. Toplumsal örgütlenmede yapılacak ve toplumsal örgütlenmeyi denetim-mülkiyet-iktidar yöneliminden bir yaşam yönelimine, sahip olma ve biriktirmeden varlığa ve paylaştırmaya döndürecek çok köklü değişikliklerin yapılması elzemdir. Kitle toplumuna bir son verecek olan yeni toplumsal ve siyasal yapıların yanı sıra, bütünüyle yeni, yerinden yönetim biçimlerinin geliştirilmesi iktiza edecektir.”[1]

Görüldüğü üzere, Erich Fromm, küme özseverliği kavramına ilkin büsbütün olumsuz bir anlam yüklüyor ve hemen akabinde milletleşmiş toplum olgusunun bertaraf edilmesi gerektiğini vurguluyor. Peki ama kitle toplumu ile milletleşmiş toplum aynı kefeye konmalı mıdır? Yahut şöyle soralım: Millet kimliğiyle örgütlenmiş bir toplum yoksul, anlamsız ve güçsüz bir toplum mudur? Yerinden yönetim biçimleri benimsendiği takdirde örgütlü toplum daha mı mutlu olacaktır, yoksa peyderpey parçalanarak kendi içinde sayısız öteki mi oluşturacaktır?

Alman ruhbilimci Erich Fromm aynı kitabında beşerî saldırganlığın-yıkıcılığın önlenebilmesinin temel şartını “gerek bireylerin gerekse kümelerin başkalarınca tehdit edilmemesi” şeklinde belirlemektedir. Buna aklı başında hiç kimse itiraz edemez tabii ki. Ve fakat hayatın acı gerçeklerindeki tehdit olgusunu görmezden gelip de Alman veya Türk milletini insaniyet namına bertaraf etmek akıl kârı mıdır? Türk milletini veya Türk kimliğini dünyevî barış uğrunda yok ettiğimizde Anadolu coğrafyası durulacak mıdır yoksa aynı coğrafyada başka başka dayatmacı toplumlar mı zuhur edecektir?

İşte sadece bu sorunun cevabı bile Türk Milliyetçiliği hareketini meşru kılmaya yetmektedir. Yetmektedir çünkü Türklük kimliğine dayalı küme özseverliği saf dışı bırakıldığında bunun yerini Ermeni, Pontus, Kürt, Çerkez kimliği gibi pek çok küme özseverliği alacaktır. Böylelikle de büyük toplumdan (büyük küme özseverliği kimliğinden) soyutlanmış olacağızdır fakat bu kez de Anadolu coğrafyasında birbirinin ötekisi olan yığınla küçük toplumlar (küçük küme özseverliği kimlikleri) türeyecektir.

Türk düşünür Nurettin Topçu “Milletini sevmeyen bir kimse ona hizmet edebilir mi?” diye soruyor ve şöyle bir tespitte bulunuyor: “Fransa’nın kuruluşunda dil birliğinin oynadığı rolü Alman milletinin kuruluşunda soy birliği oynamıştır.”[2] Demek ki maksat toplumsal birliktelikten başka bir şey değildir. Muayyen bir coğrafyada yaşamakta olan muhtelif zümreleri dil veya soy asabiyetiyle birleştirmeye yeltendiğimizde küme özseverliği tuzağına düşmüş olur muyuz? Cevabı Türk sosyolojisinin kurucusu Ziya Gökalp’tan alalım: “Bugünkü içtimaî merhalemizde ise içtimaî tesanüt, harstaki iştirake istinat ediyor.”[3] Şimdiki dile aktaracak olursak: “Bugünkü sosyal gelişmemizde ise sosyal dayanışma, kültürdeki ortaklığı dayanak ediniyor.” Hakeza Fransa’nın kuruluşundaki dil birliği ile Almanya’nın kuruluşundaki soy birliğine paralel olarak Türkiye’nin kuruluşunda kültürün başrol oynadığı yargısı hemen herkesçe kabul edilmiş bir yargıdır. Buradaki tartışma birlik değil kültür tartışmasıdır. Anadolu coğrafyasında birliğin tesisi için müşterek Türk kültürünün değil de müşterek ümmet kültürünün veya kozmopolit kültürün veyahut da bölük pörçük etnik kültürlerin esas alınmasını savunanların itirazları söz konusudur. Milletleşme yerine açıktan açığa parçalanmanın daha faydalı olduğuna inandıklarını dürüstçe söyleyemeyenlerse ümmet birlikteliği veya yerinden yönetim şeklindeki parlak kavramların ardına sığınmaktadırlar. Söz konusu parçalanmanın büyük bir felâkete yol açacağı hakikatini ise es geçmektedirler. Ziya Gökalp şöyle der: “Memleketimizde vaktiyle dedeleri Arnavutluk’tan yahut Arabistan’dan gelmiş milletdaşlarımız vardır. Bunları Türk terbiyesiyle büyümüş ve Türk mefkûresine çalışmayı itiyat etmiş görürsek, diğer milletdaşlarımızdan hiç tefrik etmemeliyiz.”[4]

Nitekim Kamus-ı Türkî gibisinden büyük bir eser vermiş olan Şemsettin Sami’nin Arnavut asıllı olup olmamasının veya büyük şairlerimizden Ahmet Hâşim’in Arap asıllı olup olmamasının bizce hiçbir önemi yoktur. Aynı şekilde Yusuf Akçura’nın Anadolu’da veya Rumeli’nde doğmamış olmasının onun dışlanmasını gerektirmediği gibi. Ve meselâ Türk romancılığının babası Ahmet Mithat Efendi’nin annesinin Çerkez olmasının hiçbirimizi rahatsız etmediği gibi. Ve yine Dolmabahçe Sarayı’nın veyahut şu an okumakta olduğunuz makalenin yazarının yaşadığı şehirdeki en büyük caminin mimarının Ermeni asıllı olmasının gayet makul karşılanması gibi.

Erol Güngör’ün saptamasına göre, milliyetçilik ideolojisine karşı çıkanların gerekçesi şudur: “Millî kültürler insanlık âlemi içindeki birliği ve bütünlüğü bozmakta veya böyle bir birliğe engel olmaktadır. İnsanlar ve cemiyetler arasındaki ayrılıkları en aza indirmek veya ortadan kaldırmak yerine, bu ayrılıkları teşvik eder isek milletler için saadet yerine felâket hazırlamış oluruz. İnsanların ve medeniyetlerin ölümüne yol açan harpler de hep bu farklılaşmaların neticesi olarak ortaya çıkmıştır. İnsanların kaynaşması her şeyden önce kültürlerin kaynaşmasını ve bütün dünyanın tek bir medeniyet içine girmesini gerektirir. Bu bakımdan milliyetçilik birleştirici değil, ayırıcı bir harekettir ve her ayırıcılık hareketi içinde bir düşmanlık tohumu gizlidir.”[5]

Milliyetçilik ideolojisine karşı çıkanların bu gerekçesine Erol Güngör’ün cevabıysa şöyledir: “Hakikatte milliyetçilik bir kültür hareketi olmak dolayısıyla ırkçılığı, halka dayanan bir siyasî hareket olarak da otoriter idare sistemlerini reddeder… Milliyetçilik, millî kültürü bizzat bir medeniyet kaynağı haline getirmek ve cemiyeti soysuz değişmelerin açık pazar yeri halinden kurtarmak hareketidir. Binaenaleyh milliyetçilik aynı zamanda bir medeniyet davasıdır.”[6]

Şu da var ki, insanlık âleminin kardeşliği ve huzuru için bütün dünyanın tek bir medeniyet içine girmesi gerektiği tezini savunanlar şöyle sorabilirler: “Millî kültürlerden arındığımızda yozlaşırız diyorsunuz, peki ama millî kültürlerden arınınca toplumlar niçin soysuz değişmelerin açık pazar yeri haline geleceklerdir?”

Bu soruya verilebilecek karşılık aslında çok basittir: “Medeniyet zaten tektir.”

Niçin mi tektir? İnsanlık tarihinin geçmişine baktığımızda Çin medeniyeti gibi, Hint medeniyeti gibi, Sümer veya Yunan medeniyetleri gibi, Roma yahut İslâm medeniyetleri gibi birbirlerinden epeyce farklı medeniyetlerin yaşamış olduğunu söyleyebilmekteyiz. Teorik bağlamda akla yatkın bir bakış açısıdır bu. Beşeriyetin gündelik hayatının pratiklerine baktığımızda ise yeryüzündeki gelmiş geçmiş bütün farklı medeniyetlerin esasen tek bir beşerî tavırla kuşatılmış olduğunu görmekteyiz. İşte bu tek bir beşerî tavır ise açıktan açığa insanlık durumudur. Şöyle ki: Yemek yemek için kullandığımız tahta veya madenî kaşık istisnasız bütün medeniyetlerde mevcuttur. Uzakdoğu kültürlerindeki yemek çubuğu mahallî bir araç olsa da kaşık evrensel bir araçtır. Hayvanların beslenme disiplinlerinde kaşığa ihtiyaç yoktur fakat ırk ve kültür ayrımı gözetmeksizin bütün insanların kaşığa ihtiyaçları vardır. Türk mitolojisindeki hayat ağacı figürü yine aynı şekilde yeryüzündeki bütün mitolojilerde karşımıza çıkmaktadır. Bizdeki Tepegöz Yunandaki Polifem ile aynı şey değil midir? Bir zamanların meşhur televizyon dizisi Zeyna Amerikan yapımı bir dizi film olmasına karşın işbu dizideki pek çok mitolojik unsur Türk seyircisine hep tanıdık gelmemiş miydi?

Medeniyet zaten tektir derken kastettiğimiz şey havada kalacak bir tez değildir. İnsan hayatının gündelik pratikleri bütün kültürlerde daima aynıdır çünkü insan her coğrafyada aynı insandır. Yeryüzündeki bütün örgütlü kavimler veya ilkel kabileler sayı sayma sistemini keşfetmek durumunda kalmışlardır. Oysaki hayvanların gündelik hayatında sayı sayma diye bir şey yoktur. Dünya üzerinde yalnızca insanlar konuşur ve yalnızca insanlar lisan üretir. Bütün kültürlerde mitoloji vardır, efsane ve masal vardır, şiir vardır, ozan vardır, musiki vardır, toplayıcılık-avcılık-tarım vardır. Yeryüzündeki her beşerî yaşam alanında klan vardır, aile vardır, köy vardır, kent vardır. Hayat tecrübesi en kıt bir insan bile bu yalın gerçeği çıplak gözle temaşa edebilmektedir. İşte bütün bu sebeplerledir ki medeniyet zaten tektir. Dolayısıyla milliyetçilik ideolojisi evrensel medeniyeti ve evrensel kardeşliği çökertecek konumda değildir. Bir başka ifadeyle, evrensel medeniyetin önündeki engel milliyetçilik ideolojisi değildir. Niçin değildir? Medeniyet zaten evrenseldir de ondan.

Hayvanlarda din ve kültür yoktur. Oysaki bütün insanlar dünyanın her yerinde aynı insan olduğu içindir ki her ilkel kabilenin ve her örgütlü kavmin dini de kültürü de olagelmiştir. Fark, algılama farkıdır. Ki bu fark da gayet tabiidir. Milliyetçilik ideolojisinin tek-tip-vatandaş yaratma gayretkeşliğinden şikâyet eden evrenselciler ve ümmetçiler milliyetçilik farklılaştırır ve ötekileştirir demiyorlar mı? Tek medeniyet ve tek ümmet istemiyorlar mı? Sonra da milliyetçilik ideolojisi insanları tek tipleştiriyor şeklinde yakınmıyorlar mı? Amiyane tabirle ifade edecek olursak, çelişkinin ve tutarsızlığın daniskasıdır bu.

Medeniyet zaten tektir çünkü farklı kültürlerdeki bütün objeler müşterektir; kaşık gibi, tekerlek gibi, televizyon gibi. Algılama farkları vardır demiştik. Kültürleri birbirlerinden ayrı kılan da işte bu algı farklarıdır. Bozkır coğrafyasındaki Türklerin zaman algısı bir başkadır, Britanya adasındaki İngilizlerin zaman algısı daha başkadır. Milliyetçilik ideolojisinin insanları tek tipleştirmesinden yakınıp da evrensel kardeşlik idealiyle tek bir hayat tarzı dayatmaya kalkışmak acaba dünyamızı tekdüzeleştirmeyecek midir? Bütün yakınmalara rağmen medenî tekdüzelik zaten mevcuttur. Havaalanları, süpermarketler, üniversiteler dünyanın her yerinde aynıdır. Kaldı ki milliyetçilik ideolojisinin tasarımları neticesinde herhangi bir coğrafyada, meselâ Anadolu’da yaşayan insanların kültür birliğine kavuşmalarının neresi sakıncalıdır? İstanbul’da meskun Türkmenler, Kürtler, Ermeniler ve Yahudiler hep aynı televizyon kanallarını seyretmiyorlar mı? Etnik kökenlerindeki başkalığa mukabil aynı gazeteleri okuyorlar ve aynı AVM’lerden alışveriş etmiyorlar mı? Galya topraklarındaki muhtelif etnik grupların Fransız kültürü etrafında, Anadolu topraklarındaki etnik unsurlarınsa Türk kültürü çevresinde bütünleşmeleri niçin arzu edilmeyen bir beraberlik olsun ki?

Milliyetçi dürtülerin (küme özseverliğinin) düşmanlıkları körüklediğini ve insanlığı parçaladığını söyleyip de yerinden yönetim biçimlerini salık verdiğimizde mikro-parçalanmayı teşvik etmiş olmuyor muyuz? Milliyet esasına dayalı bütünleşmeyi zararlı görmek ve fakat post-modern kabileleşme şeklindeki mikro-ayrışmayı alkışlamak erdem midir yoksa çelişki midir? Şöyle de sorabiliriz: Anadolu coğrafyasında yığınla etnik kültür oluşturup da yekpare millî kültürü bertaraf ettiğimizde Anadolu insanına iyilik mi etmiş olacağız? Fransa’yı kırk farklı etnik kültüre ayrıştırmanın Galya topraklarına yararı ne olacaktır?

Millî kültür etrafındaki bütünleşme niçin sakıncalıdır?

Her coğrafyadaki büyük toplumları (milliyetleri) mikro kültürlere ayrıştırmak suretiyle evrensel tek medeniyetin tesis edileceği tezini savunmak akıl kârı mıdır?

Şöyle de sorabiliriz: Tek kültür (milliyet) etrafında birleşmek mahzurluysa tekdüze medeniyet etrafında bütünleşmek niçin mahzurlu değildir?

Bütün bunların yanı sıra, muayyen bir coğrafyadaki insanların (veya etnik grupların) müşterek bir kültür etrafında bütünleşmelerinin gerekli olduğunu ruhbilimciler de ifade etmektedirler zaten. Küme özseverliğini yargılayan Dr. Erich Fromm’un aksine olarak Dr. Alfred Adler şöyle diyor: “Topluma ait bir fert olduğunun şuuruna varan bir insan, hayatını korkusuzca idame ettirebilir.”[7] Herhangi bir etnik kimliği bayrak edinerek örgütlenmiş büyük toplumdan (milliyetten) şikâyetçi olabiliriz tabii ki. Fakat bu durumda kendimizi soyutlamış oluyoruz. “İnsan, içinde yaşadığı hayat şartlarını kabul ettiği sürece mutluluğa ulaşabilir. Hayatın gerçeklerini hiçe sayan bir kimse, mutluluğa ve sevince giden yolları kendine kapamakta ve başkalarının mutluluğunu anlamakta güçlük çekmektedir.”[8] Nitekim Alfred Adler şöyle bir saptamada bulunuyor: “Ferdin yaşama isteğini yalnızca sosyal hayat tatmin edebilir.”[9] “Toplum hayatı insanların ferdî hayatlarından önce de vardı. Beşerî kültür tarihinde toplum dışı bir hayat tarzı yoktur. İnsanlar her zaman toplu halde göründüler… İnsan nesli de birleşmek, toplu halde yaşamak güdüsüne sahiptir.”[10]

Alfred Adler milliyet dürtüsünün gayet tabii olduğunu şöyle izah ediyor: “Bir ailede, millette, ırkta ortak karakter özelliklerinin bulunmasının sebebi, birinin diğerini taklit etmek, benzemek istemesindendir.”[11] Adler’e göre ebeveynlerin çocuklarını yetiştirme tarzları söz konusu olan milletin idealleri ile uyumlu olmalıdır. “Çocukları söz konusu milletin ideallerini göz ününde bulundurarak yetiştirmezsek, çok yüksek bir ihtimalle daha sonraki hayatlarında sorunlarla karşılaşacaklardır. Onlar toplumun üyeleri olarak topluma dâhil olamayacaklardır.”[12] Ebeveynlerin çocuk yetiştirme tarzındaki keyfi tutumlarını da sakıncalı bulan Adler şöyle demektedir: “Aile içerisinde çocuk ve ebeveyn arasındaki güçlü bağdan dolayı ebeveynler için çocukları topluma yönelik yetiştirmek zorlaşmaktadır. Ebeveynler, çocukları kendi düşünceleri doğrultusunda yetiştirme eğilimi gösterirler ve dolayısıyla çocuğun daha sonraki yaşamında topluma uyum sağlayamayan bir eğilimin temelini atmış olurlar. Bu şekilde yetiştirilen çocuklar daha sonra mecburi olarak büyük sorunlarla baş etmek zorunda kalır. Bu tür sorunlarla okula başlarken karşılaşırlar ve karşılaştıkları sorunlar okuldan mezun olduklarında daha da ağır hale gelir.”[13]

Erich Fromm’un kitle toplumuna son vermek hedefiyle küme özseverliğinden arınmak önermesinin gerçekleşme ihtimali beşer psikolojisi açısından imkânsızdır diyebiliriz. Kültürler arasındaki algılama farklarını göz önünde tuttuğumuzda insan-nesne ilişkisi gerçeğini görmezden gelemiyoruz. Şöyle ki, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ifadesiyle, “Eşya, sanki hakikatte mevcut değilmiş de biz onları hatıralarımızda yaratmışız, ister istemez içimizde canlanmışlar gibi, daima bir duyguya bürünerek bizimle konuşurlar.”[14] Fransız düşünür Henri Bergson, nesneleri, tanıma edimiyle algıladığımızı söyler ki, ona göre “Tanıma, şimdide geçmişin yeniden yakalanmasıdır.”[15] Bergson’a göre, “Evvelce bizde verili olan imgelerin şimdiki durumda bizde var olan bir algıyla bitişiklik esasında bağdaştırılmasıdır.”[16] Bir diğer ifadeyle, nesneleri tanımak demek şimdi içerisinde geçmişin yeniden yakalanması demektir ki, bütüncül bir medeniyet kurma hedefiyle her türden millî algıları saf dışı bırakacak olur isek toplumların hafızasıyla birlikte psikolojik intizamını da çökertmiş olacağızdır. Kaldı ki, hem psikolojik bağlamda hem de hafızanın işleyişi bağlamında insanların hayat içindeki duruşlarını tarumar etmek demektir bu. Hedeflenmiş olan bütüncül medeniyet müspet mânâda yekpare bir medeniyet olmayacaktır ve tam tersine büsbütün mekanik, tekdüze, durağan ve ruhsuz bir medeniyet yanılsaması bütün insanlığı zehirli bir sarmaşık misali kaplamış olacaktır.

Aydınlanma hareketinin bir sonucu olan modernizm millî devletlerin ve milliyetlerin oluşmasını-pekişmesini sağlamıştır. Ve fakat yine modernizmin biçimlendirdiği evrenselcilik hareketi ise milliyetlerin karşısında konuşlanmıştır. Mekanik medeniyet yanılsaması bu bağlamda karmaşa (kaos) demektir. “Modernizmin ilk özelliği, dokusunun son derece çok-yönlü oluşu, olumsuz tutumu ve gelenek-karşıtı davranışı; her türlü otoriteye ve kabul edilen düzene başkaldırması; kendine bakmakta olan kişinin beklentisine aykırı durması veya onu umursamaması, zaman zaman da karmaşa çılgınlığına kapılmasıdır.”[17] Delilik ile modern hayat arasındaki ilintiyi irdeleyen Amerikalı klinik psikoloji profesörü Louis A. Sass, “Şizofren kendini makine gibi görür,”[18] diyor ki aydınlanma hareketinin doğurduğu milliyetleri evrenselcilik hedefiyle bertaraf ettiğimizde modern hayatın delirttiği insanlar artık mekanik bir evrensel medeniyetin içerisinde büsbütün çıldıracaklar ve düpedüz makineleşeceklerdir. Bütün yeryüzünü kapsayan mekanik bir müşterek medeniyet yerine toplumsal hafızanın yönlendirmekte olduğu milliyet kimliği hiç şüphesiz ki bireyleri makineleşmekten mümkün mertebe azade kılacaktır. Ruh sağlığı demektir bu. Yüzde yüz, noksansız bir ruh sağlığı mümkün olmasa bile, milliyet kimliği çok daha insanî bir kimliktir. Nitekim millî kimlik tarihî tecrübenin şekillendirdiği bir toplumsal uzlaşmadır. “Uzlaşmalar hayatı kolaylaştırır,” diyor Zygmunt Bauman. “Uzlaşmaları, birbirimizden uzak durmanın ve kendimizi tecrit etmenin bir aracı olarak kullanırız. Bu kullanım, uzlaşmaları çekici hale getiriyor ve uzlaşmacı nezaket olarak birlikte yaşamayı ayartıcı kılıyor.”[19] İnsan, toplum içinde yaşamaya muhtaçtır ve aynı zamanda kendisini tecrit etmeye de eğilimlidir. Aksi takdirde birey olamayacağının farkındadır. Ve birey olamıyorsa sürünün koyunu olmaktan kurtulamayacağı da açıktır. Kaldı ki, evrensel medeniyet ülküsüyle millî kültürleri saf dışı bıraktığımızda kimlik büsbütün yok olacaktır. İşbu kimliği ister ferdî kimlik isterse toplumsal kimlik olarak ele alınız, fark etmiyor. Çünkü öteki olmaksızın ben olunamıyor. Polonyalı sosyolog Zygmunt Bauman, “Öteki için varlığa uyanmak, benliğin uyanışıdır,” demektedir ki ötekisiz bir hayatın –tıpkı bir makine gibi– şuursuz bir hayat olacağı besbellidir. Öteki yoksa ben de yoğumdur. Kendime özgü bir kimliğim yoksa uykudayım demektir. “Başka bir uyanış yoktur,” diyor Bauman ve ekliyor: “Biricik ben olarak, bir ve tek ben, bütün öbürlerinden farklı olan ben, yeri doldurulamaz ben, bir kategorinin örneği olmayan ben olarak kendimi bulmanın başka bir yolu yoktur.”[20]

Dolayısıyla öteki lâzımdır. Mekanikleşmekten kurtulamayacak olan tekdüze dünya medeniyeti insanlık için açıktan açığa bir tehlikedir ve farklı kimliklere sahip toplumların (kendilerini var kılabilmek uğrunda) birbirlerinin farklılıklarına şiddetle ihtiyaçları vardır. Jean-Paul Sartre ötekinin gerekliliği olgusunu şöyle izah ediyor: “Öteki, bana bir nesne olarak bakar ve bunu yaparken benim öznelliğimi tehlikeye atar; beni bizatihi varlık, öbür varlıklar arasında bir varlık, öbür nesneler arasında bir nesne, ötekinin ilgi ve alâkalarıyla oluşturulan bir şey haline getirir. Bu, keşiften çok keşfedilmektir; direnmeme yol açan bir saldırıdır. Kendime uyanışım, bir direnme edimi olmadığı sürece düşünülemez olurdu. Ancak ötekine karşı gücümü toplar, ötekinin tehdit ettiği özgürlük için mücadele ederken bir benlik haline gelebilirim.”[21]

Sonuç itibariyle, uzun sözün kısası da diyebiliriz buna, mekanik ve ruhsuz bir tek dünya medeniyeti tehlikesine karşı insanlık âleminin yegâne dayanağı milliyetçilik ideolojisidir. Tek dünya medeniyeti hedefiyle hem milliyetleri parçalayıp ufalamak, hem de küme özseverliğine muhalefet etmek açıktan açığa çelişkidir. Millî kültürleri bertaraf edip de onların yerine mahallî kültürleri palazlandırıp büsbütün canlandırmak demek küme özseverliğini kayırmak demek değil midir? İşte bu itibarla milliyetçilik meşrudur ve elzemdir. Son sözü dünya edebiyatının çağdaş roman yazıcılarından Milorad Pavic’e bırakalım: “Dünyamızı tek bir biçime, tek bir ideolojiye, tek bir dine, tek bir düşünme ve yaşama biçimine, tek bir kültür modeline indirgememek gerekir. Bu dünyada gerçek yoktur, herkesin kendi gerçeği vardır. Dünyayı tek bir çeşniye indirgemek ölümdür.”[22]

KAYNAKLAR 

[1] Erich Fromm, İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri – Birinci Kitap, Payel Yayınları, İstanbul 1993.

[2] Nurettin Topçu, Yarınki Türkiye, Dergâh Yayınları, İstanbul 1999.

[3] Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2014.

[4] Ziya Gökalp, age.

[5] Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2004.

[6] Erol Güngör, age.

[7] Alfred Adler, İnsanı Tanıma Sanatı, Dergâh Yayınları, İstanbul 1997.

[8] Alfred Adler, age.

[9] Alfred Adler, age.

[10] Alfred Adler, age.

[11] Alfred Adler, age.

[12] Alfred Adler, Yaşam Bilgisi, İlya Yayınevi, İzmir 2011.

[13] Alfred Adler, age.

[14] Ahmet Hamdi Tanpınar, Mücevherlerin Sırrı, YKY, İstanbul 2002.

[15] Şerif Eskin, Zaman ve Hafızanın Kıyısında, Dergâh Yayınları, İstanbul 2014.

[16] Şerif Eskin, age.

[17] Louis A. Sass, Delilik ve Modernizm, Alfa Yayınları, İstanbul 2013.

[18] Louis A. Sass, age.

[19] Zygmunt Bauman, Postmodern Etik, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2011.

[20] Zygmunt Bauman, age.

[21] Zygmunt Bauman, age.

[22] İsmail Yerguz, Çevirmen Gözüyle, Kitap Zamanı sayı 114, Temmuz 2015.

Yazar
Metin SAVAŞ

Metin Savaş, 1965 yılında Balıkesir’de, kalabalık ve nispeten varlıklı, klasik bir taşra ailesinin içinde doğdu. Lise eğitimini Vefa Lisesindeyken yarıda bırakarak çalışma hayatına atılmak zorunda kaldı. Babasının iş dünyas�... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen