Siyâsal akıl tutulmasının muhtasar târihi

Aklımız milenyum hazırlıklarıyla meşgûlken, 1980’lerde başlayıp 90’larda olgunlaşan bambaşka bir dünyâya savrulduk. Neoliberal dalga cin fikirli ekonomistleri, postmodernizmin 20. asrı ve külliyen modernleşme târihini groteskleştiren düşünürleriyle el ele vererek, Duvar’ın enkâzında insanlığı kuşatan dev ateşler yaktılar. Sosyal devletler, kamucu siyâsetler hunharca ateşe atıldı. Bu, çift yanlı işleyen bir süreçti. Bir taraftan disiplin ağlarını parçalıyor, baskılardan, kontrol mekanizmalarından yılmış kitlelerin özgürleşme arzusunu tatmin ediyordu. Ama aynı dalga, insanlığı güvencesiz bırakıyordu. İlki baskın çıktı ve yaygın bir destek gördü. Ekonominin güçleri güvencesiz insanlığa risk teorileri armağan etti.

*****

Prof.Dr. Süleyman Seyfi ÖĞÜN

Bizim nesil, yâni 78’liler, tıpkı abi ve ablalarımız olan 68’liler gibi, adına Soğuk Savaş denilen bir siyâsal iklime doğduk. Toplumsallaş-mamızı da bu iklimde yaşadık. Aslında soğukluk, tekmil dünyânın iklimiydi. II. Umûmî Harp sonrasında “barış” gelmiş, herkes, iktisâdî karşılığı kalkınmak ve refaha ermek olan bir güzergâhta kendi derdine düşmüştü. Merkez Batı dünyâsında makroekonomik dengeler yakalanıyor, tam istihdam üzerinden, vasatı %7 olan büyümeler sağlanıyordu. Doğu kampında da, adına sosyalist yoldan kalkınmak denilen, 1970’ler Samuelson’ı bile hayran bırakan ihtiraslı bir ekonomik büyüme gerçekleşiyordu. Müstemlekeler tasfiye ediliyor, yeni kurulan “bağımsız” rejimler, ite kaka da olsa, fakirliği alt etmeye adanan; tâze ulusları kalkındıracak, refâha erdirecek programları hayâta geçirmenin uğraşı içindeydi. Kamuculuk, sosyal devlet gibi kavramlar bu üç örüntünün ortak paydasıydı.

20. asrın dünyâsıydı bu. Batı’da sınıfsal temelli siyâsal kavgalar, sosyal devlet siyâsetleriyle alabildiğine yumuşatılmış, sistem içi “medenî” bir rekabetin şartları sağlanmıştı. Siyâsal sistemler o kadar kusursuz işliyordu ki, Batılı kamuoyları siyâsetten uzaklaşmaya başlamışlardı. Hayâtın bürokratize ve rutinize olması, geniş güvence ağlarıyla donatılmış orta sınıflaşmalar topyekûn soğumanın unsurlarıydı. Konformist kamusallıklardı bunlar. Sosyalist bloktaki hâkim bakış, siyâsal rekâbetin gerekmediği, bizâtihî olarak sosyalist devletin kapsayıcı gücü dâiresinde “toplumsal barışın” kendiliğinden sağlanacağı iddiasındaydı. Sosyalist kamuoyları siyâsetin dışında tutuluyor, kâhir ekseriyeti de çârnâçar bu durumu kabûl ediyordu. Hâsılı depolitizasyon hem Batı hem de Doğu bloklarının ortak paydasıydı. Yeni kurulan ulus devletler ise, kurtuluşa, istiklâle adanmış âteşin siyâsal mücâdeler başarıya ulaştıktan sonra yatışıyor, bu enerjiyi devletlerin öncülüğünde bir kalkınma sürecine tahvil etmenin derdine düşüyorlardı. Ama bu tahvilât işi bizatihî sorunluydu. İstiklâl için savaşmak yüksek tansiyonlu bir süreçti. İstiklâl savaşının liderlik kadroları, tâze uluslara verdikleri söylevlerde artık sıranın azimle ve disiplinli olarak çalışmaya geldiğine işâret ediyordu. Bu da ister istemez tansiyonun düşmesi mânâsına geliyordu. Savaş meydanlarındaki enerjinin ne kadarı tarlalara ve fabrikalara aktarılabilirdi ki? Hâsılı, devlet aklının yürürlükte olduğu, değişik sâiklere dayalı, değişik şekillerde de olsa siyâsetin ateşinin düşürüldüğü soğuk bir dünyâydı 20. asr-ı milâdînin dünyâsı. Küllenen siyâsal ateşi yer yer harlayan dinamik ise yine tâze uluslardan geliyordu. Bunun da sebebi eksik sermâye birikimiydi. Kurucu kadrolar bu açığı kapamak için iç kaynaklara yükleniyor; bu da kaçınılmaz olarak bir iç talana dönüşüyor, ulusların canını yakıyordu. Canı yananlar isyân ediyordu. Merkez blokta resmîleşen, soğuyan sosyalist idealleri popülist bir eksende jölelendirerek de olsa görece canlandıran da buydu. Aslında bu tepki hareketlerinin sosyalizm ile bir alâkası yoktu. Lâtin Amerika, Asya ve Afrika’da misâllerine çok rastlanan bu hareketler E. Hobsbawn’ın çok yerinde tespit ettiği üzere, kökleri derinlerde olan, epik temeldeki “sosyal haydutluk” (sosyal banditry) târihinin bir çeşidiydi.

Bu soğuk dünyânın uluslararası düzen itibârıyla karşılığıydı Soğuk Savaş. Evet, tedirgin ediciydi. Ama bu tedirginlik çok derin yaşanmıyordu. III. Umûmî Harp insanlığın sonunu getirecekti. Taraflar bunun farkındaydı. Küba Krizi, bu tehlikenin somutlaştığı bir tecrübeydi. Ama “her şerde bir hayır vardır” kabilinden, taraflar bu tehlikenin kazananı olmayacağının idrâkiyle davranmayı zaman içinde öğrendiler. 1960’lardan başlayarak, aklı başında, soğukkanlı siyasetçilerin mârifetiyle “Yumuşama”, “Barış İçinde Birarada Yaşama”, “Silâhsızlanma” gibi ilkeler her iki blokta da kabûl görmeye başladı.

Aklımız milenyum hazırlıklarıyla meşgûlken, 1980’lerde başlayıp 90’larda olgunlaşan bambaşka bir dünyâya savrulduk. Neoliberal dalga cin fikirli ekonomistleri, postmodernizmin 20. asrı ve külliyen modernleşme târihini groteskleştiren düşünürleriyle el ele vererek, Duvar’ın enkâzında insanlığı kuşatan dev ateşler yaktılar. Sosyal devletler, kamucu siyâsetler hunharca ateşe atıldı. Bu, çift yanlı işleyen bir süreçti. Bir taraftan disiplin ağlarını parçalıyor, baskılardan, kontrol mekanizmalarından yılmış kitlelerin özgürleşme arzusunu tatmin ediyordu. Ama aynı dalga, insanlığı güvencesiz bırakıyordu. İlki baskın çıktı ve yaygın bir destek gördü. Ekonominin güçleri güvencesiz insanlığa risk teorileri armağan etti. Risk aynı zamanda fırsat demek değil miydi? Artık özgürleşmiş insan ekmeğini taşın suyunu çıkararak kazanabilirdi. Herkes kendi hayâtına bir kumar makinası, serâzad bir kovboyun mâceraları gibi bakmaya başladı. İnsanlık bir zaman bu sopanın ucundaki havuç ile aldatıldı. Bu da yetmedi, yakılan ateş etrafında tüketim ikonları üzerinden karnavalesk bir dünyâ inşâ edildi. Bir de bununla uyutulduk. Gelin görün ki, o fırsatlar nedense gerçek olmadı. Kazananlar azaldı, kaybedenler ise çığ gibi büyüdü. Bu yanılsamalar ve büyülenmeler nihâyet 2008’deki ağır kriz ile sona erdi. Yetmedi, 2019’da bir benzerini yaşadık. Ekonomi dünyâsından gelen haberler krizlerin daha da derinleşeceğini gösteriyor. Büyük bir rüyâdan ağır bir kâbusa geçtik. Savaş krizlerin panzehiridir. İnsanları öldürür, ama sistemi ya düze çıkarır veyâ onu yıkıp yeni bir düzen kurar. Şimdi de bu evreye girdik. Niyetim 20. asra nostalji yapmak, ağıt yakmak değil. Yeke yek baktığımda 20. asra dâir yüklü eleştirilerim zihin dünyâmdaki rezervlerde yerini koruyor. Ama siyâsal akıl eğer varsa, soğukkanlılık ister. Soğukkanlılık ancak soğutulmuş bir dünyâda iş görüyor. Karnavelesk bir dünyânın cinlikleri, zekâsı varsa da aklı yoktur. Bugün dört bir tarafı kuşatmış, nükleer savaşı olur olmaz telâffuz edebilen karikatür, şaka gibi siyâsetçilerin varlığı tesâdüf değil. Onlar dramatik bir târihin mahsûlleri. Acıdır ki, artık onların saçmalıklarına mahkûmuz. Daha beteri 90’larda arsızca siyâsal kurumlara saldıran “aydınların” bundan şikâyetçi olmaları… Karnavelesk bir dünyânın hunharca yok ettiği moral değer mes’uliyet olduğu için buna da şaşırmamak gerekir…

————————————-

Kaynak:

https://www.yenisafak.com/yazarlar/suleyman-seyfi-ogun/siysal-akil-tutulmasinin-muhtasar-trihi-2064407

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen