Lâle Devri

 kirmizilar.com

 

Lâle Devri

Yazar: Ahmet Refik Altınay
Yayınevi: İlgi Kültür Sanat Yayınları
ISBN: 978605497017
Sayfa Sayısı: 158
Yayım Tarihi: 2014
Baskı: 1

Hazırlayan: Mehmet MEMİŞ, (E) Öğretmen

Lâle Devri, Osmanlı Devleti’nde, 1718 yılında Avusturya ile imzalanan Pasarofça Antlaşması ile başlamıştır. Bu dönemde savaştan hoşlanmayan mizacıyla bilinen III. Ahmed toplumsal huzuru sağlamaya yönelik ıslahatlar gerçekleştirmiştir. Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ise sanatsal faaliyetleri desteklemenin yanı sıra birçok eğlence tertip ettirmiştir. Osmanlı tarihinde zevk ve sefa devri olarak bilinen Lâle Devri’ne, Sadâbâd’da yapılan lale sefaları ve ihtişam damgasını vurmuştur.
Devrin önde gelen şairi Nedim Sadâbâd için şu dizeleri yazmıştır.“Îd ola, fasl-ı bahâr ola da Sa’d-âbâd’ın
Zevkini eylemeyim; sıhhat olur bana harâm.”Devlet erkânı lüks içinde yaşayıp sefahat sürerken halkın zor durumda olması huzursuzluğa sebep olmuştur. İhtişamın göstergesi olarak yaptırılan köşklerin giderlerinin karşılanması için halktan alınan vergilerin ağırlaştırılması beraberinde 1730 yılındaki Patrona Halil İsyanını getirmiştir. Osmanlı devletinin en ihtişamlı dönemine ışık tutan kitap Lâle Devri’ne dair birçok ayrıntıyı okuyucunun beğenisine sunuyor.
 (Kitap açıklaması)

*****


Çağdaşları tarafından “ tarihi sevdiren adam” diye nitelendirilen ola tarihçi Ahmet Refik Altınay’ın “Geçmiş Asırlarda Türk Hayatı” başlığı altında bir seri kitabın içinde yayınladığı Lâle Devri’nin ilk baskısı 1915 de yapılmıştır. Diğer kitaplarında olduğu gibi bu kitapta da amacı okurlarına tarih şuuru  vermektir. Lâle Devri, yazarın adıyla özdeş hale gelen bir eser sahasında kaleme alman ilk orijinal bir çalışmadır. Önce 1908 yılında İkdam gazetesinde tefrika edildi, daha sonra kitap yayınlandı. Lale Devri’nin Sâdâbâd eğlenceleri ile sayfiye eğlencelerini ve dönemin yaşantısını okurların gözleri önüne seren Altınay, dönemin sonunu getiren Patrona Halil İsyanı ve isyanda rol oynayan kişilerin akıbetlerini detaylandırarak Lale Devri’ne dair değerli bir inceleme sunuyor.

Ahmet Refik “tarihi sevdiren adam” niteliğini kitaptaki akıcı bir üslubu ve kolay anlatma yeteneğinde görüyoruz. . Kitabın takdim yazısında üslupla ilgili, yazarın, kitabını yer yer şiirlerle süslediği, nesrini de adeta şiirleştirdiği belirtilmektedir. Okuyucuyu yaşadığı ortamdan çıkarıp geçmiş zamanın lâle bahçelerinde gezdirmek için kendine mahsus bir yol izlediği söylenmektedir.

 Kitapta, Lale Devri’nin Sâdâbâd eğlenceleri , sayfiye eğlenceleri,  dönemin  yaşantısı ve politik olayları, Nevşehirli Damar İbrahim Paşa, III. Ahmet , Nedim gibi devir şahsiyetleri, ilk matbaanın kurulması, Patrona Halil İsyanı  konuları okurlara ayrıntılarıyla anlatılmaktadır.

Nihad Sami Banarlı Kitapla ilgili şu bilgiyi veriyor: “Lale Devri’nin isim babası Yahya Kemal’dir; Paris’de tarihçi Ahmet Refik’le konuşurlarken, Yahya Kemal tarihimizin 18. asrındaki bu medeni hamle devrine Lâle Devri diyeceğini söylemiş, bu ismi çok beğenen Ahmet Refik de o sıralarda hazırladığı bir kitabı Lâle Devri’yle isimlendirmişti. Böylelikle Nedim’in Şiirinde Devr-i Sultan Ahmed-i Gâzi diye isimlendirilip baharlarından “Çerağan vakti” ve “fasl-ı sâdâbâd” diye bahsedilen bu çağ, tarihimizde Lale Devri diye ebedileşti.”

Yazarın üslubunu görmek açısından kitaptan iki bölümden pasajlar aşağıdadır:

ONYEDINCI YÜZYIL, Osmanlılar için, elemli bir felâket yüzyılıydı. Bu musibet Viyana surlarından başlamış, Tuna sahillerine kadar devam etmişti. Osmanlılar böyle bir felâketle karşılaşacaklarını asla düşünmemişlerdi. Sultan III. Mehmed devrinden itibaren Osmanlı saltanatının iç kuvveti çürümüş, tefessüh etmişti. Memleketin geleceğini sağlam temeller üzerine kurmaktan çok, kendi askeri şereflerine şeref katmak isteyen sadrazamlar, Osmanlı ordularını halen uzakta görülen zaferlerin peşinde sürüklemekten, ülkenin geniş sınır boylarında kanlı insan yığınları oluşturmaktan usanmamışlardı. Savaş, başından sonuna kadar Osmanlı saltanatının yegane kuvvetim teşkil etmişti. Tuna’nın bir sahilinde başlayan cenk ve cidal Budin üzerinden bir yıldırım hızıyla geçerek Uyvar’a kadar devam ediyor, on onbeş sene süren harp ve kıtal, memleketin ilim ve marifet, sanat ve kültür hayatım perişan ediyordu. Birkaç Osmanlı veziri, savaşı ülkenin huzurunu ve saadetini sağlayan bir görünüme sokmak istemişler, bu hususta teşebbüsde bulunmuşlardı. Fakat Sadrazam Kara Mustafa Paşa, Viyana’ya karşı açtığı seferle şöhret hırsını tatmin etmekten başka bir şey düşünmemişti. Kara Mustafa Paşa’nın Viyam önünden çekilişi çok acı ve çok kanlı olmuştu. Gerçi bir bucak asır önce Kanuni Sultan Süleyman’ın ordusu da Viyana önünden çekilmişti. Fakat o şâhâne ric’at ile bu zelil hezimet arasında büyük bir fark vardı. 

Osmanlı hakimiyeti, şimdi kesin bir şekilde ric’at etmeye başlamıştı. Bu geri çekiliş, müthiş bir kayaya çarpan coşkun bir selin, bütün kuvvetiyle geriye çekilişini andırıyordu. Osmanlı ordularının Viyana önlerine kadar ilerlemesi, zevale düçâr olan bir kuvvetin son faaliyetiydi. Bu durum, tıpkı uzun sahillere doğru birden bire atılan dalgaların metruk ve geniş kumsalları bir an istilâ ettikten sonra hemen orada durup çekilmesinden başka bir şey değildi. 1683’ten 1699 tarihine kadar devam eden savaşlar hep bu ric’atın muhtelif kanlı safhaları idi. Osmanlı ordusu adeta korkunç bir paniğe kapılmıştı. O zamana kadar hasımlarını sürekli firar etmek zorunda bırakan yeniçeriler, birbirlerinden kopuk bir durumda, perişan ve yavaş hareket eden insan kümeleri halinde yuvarlanıyorlar; ne zaman düşmanla karşı karşıya gelseler cesetlerinden yığınlar oluşturuyorlardı. Avusturya orduları ani bir saldırıyla Tuna vadisini takip ederek Budin’i, Osmanlının Avrupa’daki bu son merkezini de geri almışlardı. Budin’in ele geçirilmesiyle Osmanlılık bir buçuk asır öncesine geri dönmüş bulunuyordu. Bu büyük ve hazin felaket, Budin’in bağlarından, gönülleri okşayan ovalarından ve dağlarından ayrı düşen Osmanlıların kalplerinde, şanlı bir devrin, şimdi uzaklarda kalan hatıralarını canlandırırdı. Osmanlılar, Kanuni Sultan Süleyman’ın en parlak bir zamanında, bu muhteşem başkentte, taçlar ve tahtlar dağıtmışlar, kralları ve imparatorları himayelerine almışlardı. şimdi iki asırlık hayat, iki asır kalplerde iz bırakan gelenekler, kan tufanının içinde boğulup gömülüyorlardı. Maziye çevrilen bu bakış çok elem vericiydi. Osmanlılar Budin’de geçirdikleri hayatı, Avusturyalılara karşı asırlardan beri kazandıkları zaferleri, şimdi büyük bir üzüntüyle düşünüyorlardı. Allah’ım, o ne devirdi! Bir taraftan Kanuni Sultan Süleyman Han’ın tuğları ve altınlar içinde yeşil ovalara doğru ilerleyen otağ-ı hümayunu karşısında bütün Macaristan baş eğiyor, Tuna sahralarında yankılanan zafer şenlikleri, Süleymaniye Camii’nin kubbelerinin ve saçaklarının altında ilahi sesler çıkarıyordu. Devrin bütün şairleri Osmanlılığın, Osmanlı hakanının zaferini ve şanını tebcil için kasideler inşad eyliyordu.

*****

YENİ SARAY Sultan III. Ahmed devrinde, İstanbul tabii güzelliklerini hemen tamamen muhafaza ediyordu. Boğaziçi mavi ve ahenkli sularının okşamasıyla titreşen yeşil sahillerinde dört beş beyaz, sanatkarca yapılmış köşkten başka, kayda değer binaları ihtiva etmiyordu. Beşiktaş sahillerinin çamlıkları altında vezir sarayının muhteşem binası, Anadolu sahillerinde küçük bir kaç caminin beyaz minareleri; sonra, etrafı çiçeklerle süslü, kokularla dolu mavi bir deniz, Boğaz’ı bütün güzellikleriyle süslüyordu. Sarayburnu ile İstanbul semtleri, bu tabii güzelliklerin arasında müstesna bir mevki oluşturuyordu. Sarayın sahilden başlayarak Ayasofya önlerine kadar uzayan surlarının ortasında yüksek servilerin, ulu ağaçların arasında, kubbeleri ve revaklarıyla sahil boyunu süsleyen Yalı köşkleri ve incili köşkler, bütün bu köşklerin üzerinde kademe kademe yükselen Bağdat köşkünün zarafetine ve sanatına, değişen renklerle nazireler teşkil eden lâle bahçeleri görülüyordu. Sarayın dış kısmı, sade ve tabii güzelliklere sahip olduğu gibi, içi de gül bahçeleriyle süslüydü. Sarayın hemen bütün salonları rengarenk çinilerle altın ve süse boğulmuştu. Saray her devirde tamir edilmiş, her padişah zamanında bir daire ile genişletilmişti. Özellikle Sultan Dördüncü Mehmed  sarayı hemen tamamen ihya etmişti.  Sarayın en müstesna dairesini, yüksek kubbeli Hünkâr sofası teşkil ediyordu. Bu sofa, Osmanlı mimari sanatında bedii bir örnek teşkil edecek mineli çinilerle süslenmişti. Otuz adım uzunluğunda, yirmi iki adım genişliğinde inşa edilen bu büyük salon, kemerleri üzerindeki müzeyyen ve mülevven kubbesiyle gerçekten seyrine doyum olmayan bir manzara oluşturuyordu. Salonun Halice bakan pencerelerinin önüne yüksek bir sofa teras yapılmış, parmaklıkları mozaik işi sedeflerle işlenmişti. Terasın sağ tarafında başlıkları yaldızdan, sütunları gül rengi mermerden, padişahın ikametine mahsus bir çatı meydana getirilmişti. Bu çatının önüne süslü bir billur top asılmıştı. Salonun sol tarafında hamama, hamam koridoruna, diğer dairelere ayrı ayrı kapılar açılmıştı. Kapıların üstünde, kırmızı zemin üzerine övgü dolu beyitler, kasideler yazılmıştı. Salonun duvarları boydan boya aynalarla, çinilerle ve çeşmelerle süslüydü. Aynaların çerçeveleri girift asma dallarıyla tezyin edilmiş, çiniler Osmanlı sanatına numune olabilecek bir nezihlikte, beyaz zemin üzerine mavi, mine renkli çiçeklerle telvîn olunmuştu. Duvarları yer yer süsleyen dolap kapakları tamamen hendesi şekillen içine alan sedefli çiçeklerle ve kabartmalarla müzeyyendi. Salonun Haliç’e bakan pencerelerinden, yüksek servilerin ve ıhlamurların arasından göz atıldığı zaman, denizin mavi sularının üstünde Beyoğlu sırtlarının göz okşayıcı yeşillikleri görülüyordu. Sultan III. Ahmed genellikle bu salonda fasıl ettirir, terasta oturan hanende kızların ney ve santur seslerinden kubbelere yansıyan nağmelerle kendinden geçer, sarışın cariyelerin, şuh ve şâtur kahkahalarıyla billur topu tutmak için sıçrayışlarını, büyük bir şevkle birbirleriyle yarışmalarını mest olmuş bakışlarla takip ederdi

…..

İstanbul’un her köşesi Osmanlı sanatının zarafetini yansıtacak çeşmelerle, köşklerle, havuzlarla, kütüphanelerle, medreselerle ve abidelerle süslenmişti. Bu abidelerin en göze çarpanı, Osmanlı sanatının renkli bir cevheri denilmeye layık olan çeşme idi. Bu çeşme, Saray-ı Hümayun’un kapısının önüne inşa edilmişti. Çemenin çevresi ve süsleri Batı tarzındaydı. Üzerindeki çiçek süslemesi şark sanatının en seçkin örneklerindendi. Muhtelif renkte ve yaldızlarla bezenmiş olan süsleri güneşin doğmasıyla birlikte tatlı gölgeler bırakan saçakların altında ahenkli bir manzara oluşturuyordu. Çinileri Tekfur Sarayı’nda açılan fabrikada yapılmıştı….. Târihi “Sultan Ahmed’in câri zebân-ı lüleden, Aç Besmeleyle iç suyu, Han Ahmed’e eyle dua” beyti ise Üçüncü Ahmed’in elyazısıyla bu sanat şaheserinin tam cephesine yazılmıştı. Çeşmenin yuvarlak köşeleri, altın yaldızlı parmaklıklarının sanatkârca birleştirilmesi, saçağından kaidesine kadar çeşmeyi süsleyen ince. narin, zarif bir dantela gibi işlenen oymaların sanatı; beyaz, pembe ve yeşil taşların gönül açan  yaldızların kaynaşması hemen her gün zarif bir sanat demeti gibi gözleri neşelendirmeye başlamıştı. Sultan Üçüncü Ahmed’in çeşmesi artık örnek alınmış, daha sonra, aynı modelde Azapkapısında, Üsküdar’da ve Tophane’de de birer çeşme yapılmıŞtı. 

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen