Türk Mektupları

 

kirmizilar.com

Türk Mektupları

Yazar: Ogier Ghesilin de Busbeq

Çeviren: Derin Türkömer

Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları

ISBN: 9786053602842

Sayfa Sayısı: 272

Yayım Tarihi: 2011

Baskı: 9

 

 

Hazırlayan: Mehmet MEMİŞ, (E) Öğretmen

TÜRK MEKTUPLARI

Kanuni Döneminde Avrupalı Bir Elçinin Gözlemleri (1555-1560)

Türk Mektupları, Kanuni dönemindeki Osmanlı İmparatorluğu’nu tanımak ve anlamak isteyen Avrupalıların yüzyıllar boyunca başvurduğu bir kaynak eser…

Başta İstanbul olmak üzere; Osmanlı ülkesinin dört bucağında uzun zaman geçiren bir hümanistin keskin gözlem gücüyle kaleme aldığı benzersiz bir kaynak…

Hürrem Sultan’ın entrikalarından Şehzade Mehmed ile Beyazıd’ın hazin sonlarına, Rüstem Paşa’nın rüşvetçiliğinden Yeniçerilerin ordugâh ve savaş düzenlerine, tantanalı alaylardan sokak hayvanlarına, Türk kadınlarının meziyetlerinden İstanbulluların hamam âdetlerine dek kayda geçtiği her konu, bir belgesel film kadar renkli ve bir öykü kadar akıcı…

Üstelik Busbecq’in heyetinde yer alan ressam Melchior Lorichs’in aynı dönemde yaptığı çizimler, yüzyıllar sonra bu baskıda Türk Mektupları ile bir araya geliyor.

Ogier Ghislain de Busbecq (1522-1592) Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu’nda doğdu. Soylu sınıftan gelen babasının sayesinde iyi bir eğitim gördü, Rönesans’ın ve hümanist hareketin hız kazandığı bir dönemde Leuven, Padoa ve Venedik’te hümanist bir üniversite eğitimi aldı. Hizmetine girdiği Avusturya İmparatoru I. Ferdinand’ teımsilen 1554’te İngiltere’de bir kraliyet düğününe gitti, ardndan da bir sınır anlaşmazlğı meselesini çözmek için İstanbul’da görevlendirildi. 1555-1560 dönemini, arada ülkesine gidip gelerek İstanbıul’da ve Osmanlı İmpaıratorluğu’nda geçirdi. Bu kitabı o dönemde bir meslektaşına yolladığı mektuplardan oluşur. İstanbul dönüşünde İmparator II. Maximillian’a müşaıvir olan ve diplomatlık görevini sürdüren Busbecq, 1592’de emekliliğini geçirmek üzere ülkesine dönerken öldürüldü.(Kitap açıklaması)

*****

Ogier Ghiselin de Busbecq, devletimizin en kudretli ve batılılar tarafından da en çok merak edilen bir devrinde Avusturya Sefiri olarak Türkiye’ye gelmiş, 1554’den 1562’ye kadar süren sefirliği sırasındaki bilgi ve gözlemlerini arkadaşı  Nicholas Michault’ya yazdığı dört uzun mektupta kaleme almıştır. 

Mektuplarda, Viyana-İstanbul yolculuğundan,  bu yolculuk sırasında  yeniçerilerin yaşayışından,  onların kılık, kıyafet,  davranış ve zihin yapılarından, Rumeli’deki  mücadelelerden ve Osmanlı’nın buralardaki  politikalarından bahseder. Yazar. İstanbul’u,   iyi bir eğitim almış olmasından gelen geniş ve derin kültürünün bakış açısından değerlendirerek anlatır. Tarihimizin en parlak devrindeki olayları, saray yaşantısını ve entrikalarını, yapılan kara ve deniz savaşlarını anlattığı mektuplar, Viyana kapılarına kadar gelen Türkler hakkında büyük bir meraka sahip olan Avrupalıların çok ilgisini çekmiştir. Aynı  zamanda  Türk tarihçilerinin kullandığı birinci derecede değerli bir  kaynaklardır.

Kitap, Hristiyan bir aydının Türklere  bakışını da yansıtıyor. Bu bakış hiç de dostça değildir. Türklerin Rumeli’deki hareketlerine kızar, İstanbul’un Türklerin eline geçmiş olmasına hayıflanır, gelenekleri eleştirir, zaman zaman alaya alır. Bütün bunlara rağmen Kanuni devri hakkında  içerdiği i bilgiler açısından okumaya değer bir kitaptır. Mektupların orijinali Latince olduğu  için klasik üslupla yazılmıştır; bu da kitaba edebî bir değer katmıştır.

******

Kitaptan:

 Şehzade Mustafa ve oğlunun öldürülmesinin anlatıldığı acıklı bir bölüm 

İran’a karşı girişilen savaş dolayısiyle Rüstem, Baş-kumandan olarak görevlendirilmişti. Ordunun başında İran hududuna yaklaştığı sırada aniden durdu ve Sultana bir mektup göndererek, askerin kandırıldığını, Mustafa’dan başka kimseyi istemediklerini, zor duruma düştüğünü bildirdi. Bu vaziyette orduyu disiplin altına almak için Sultanın bizzat gelmesinin doğru olacağını söylüyordu. Süleyman bu haber üzerine telâşa kapılarak derhal Rüstem’in yanına gitti. Amasya’da bulunan Mustafa’ya mektup göndererek yanına gelmesini, ortaya çıkan fesatla ilişiği olmadığını ispat ederek kendisini temize çıkarması gerektiğini belirtti. Mustafa, babasının bu öfkeli durumunda yanına çıkmanın tehlikesini biliyor, fakat gitmeyecek olursa yapılan isnadın doğruluğunu kabul etmiş sayılacağını da idrak ediyordu. 

En cesurâne ve tehlikeli olan hareketi yaptı. Amasya’yı t erk ederek babasının karargâhına gitti. Ya masum olduğuna babasını inandıracağını, yahut da ordunun kendisine olan sevgisi dolayısıyla kötülük yapılamayacağını ümit etti. Kötü talihinin üzerine doğru yürüdü.

 Aslında Süleyman daha İstanbul’dan hareket etmeden evvel oğlunun ölümüne karar vermişti. Hattâ dinin gereğini ihmâl eder görünmemek için Müftünün (Hıristiyanların Papası gibi Türklerde de Müftü en yüksek dinî şeftir) de fetvasını almıştı. Süleyman önce Mustafa’dan hiç bahsetmeden Müftüye şöyle uydurma bir olay anlattı; İstanbul’da zengin bir tüccar, işi icabı uzak bir yere gideceği zaman ailesinin ve kendisinin bütün işlerini idareyi kölesine bırakırdı. Ona çok güveni vardı. Bu köle, efendisi gider gitmez kendine emânet edilen tüccarın karısı ve çocuklarını yok edip mallarını gasp etmeye ve başarabilirse efendisini  de öldürmeye karar verdi. Süleyman müftüye sordu: Bu kölenin şer’an cezası nedir? Müftü «Ölüme hak kazanır» dedi. Bu onun samimî kanaati miydi yoksa Rüstem’in ve Roxolana(Hürrem)’nın sempatisini kazanmak için mi bu cevabı verdi bilinmez. Şu var ki padişahın bu cevap üzerine oğlunu öldürmek hususundaki kararı kesinleşti.

 Mustafa karargâha vardığı zaman, askerler büyük bir kaynaşma içindeydi. Onu babasının çadırına götürdüler. Çadırın önünde ne asker, ne muhafız, hiç kimse yoktu. Ancak içerde iriyarı, izbandut gibi dilsizler bulunuyordu. Bunlar Mustafayı öldürmekle görevlendirilmişlerdi. Mustafa içeri girer girmez üzerine atılıp boynuna kemendi geçirmeye çalıştılar. Mustafa da güçlü kuvvetli bir gençti. Kendisini bu katillerin elinden kurtarmak için canla başla uğraştı, dilsizleri bir hayli uğraştırdı. Kurtulup çadırdan sağ çıkacak olursa askerlerin kendisini himaye edeceklerine güveniyordu. Süleyman, bu sahnenin geçtiği yerden sadece bir perde ile ayrılmış olan bitişik bölmede bulunduğundan, emrin yerine getirilmesinde gecikildiğini görünce, perdeyi aralayıp dilsizlere tehditkâr bir ifade ile baktı. Dilsizler bu bakışın mânâsını anladıklarından; son bir gayretle Mustafa’ya saldırdılar, yere yıktılar ve boynuna ipi geçirdiler. Boğarak öldürdükten sonra cesedini çadırın önüne çıkararak askerlere gösterdiler. 

Böylece, yeniçerilerin tahta getirmek istedikleri şehzadenin artık hayatta olmadığını herkese ilân etmiş oldular. Olayın duyulması üzerine bütün ordu mateme boğuldu. Bilhassa yeniçeriler, bu hazin manzarayı gelip  gördükleri zaman öyle derin bir üzüntüye kapılmışlardı ki o anda, kendilerine yol gösteren bir lider olsaydı yapmayacakları hiç bir hareket kalmayacaktı. Kendisine ümit bağladıkları adamın yerde cansız yatması büyük bir darbe olmuştu onlar için. Kadere rıza göstermekten başka yapılacak iş olmadığını gördüler, başları eğik, gözleri yaşlı bir halde talihsiz şehzadenin haline ağlayarak, Sultana, «ihtiyar bunak» diye söylenerek çadırlarına çekildiler. Mustafa’nın üvey anasına, Rüstem’e lanetler yağdırdılar.

 Bu iki fesatçı, Osmanlı hanedanının en parlak yıldızını söndürmüşlerdi. Yeniçeriler o gün ağızlarına bir lokma koymadıkları gibi bazıları günlerce yemedi, içmedi. Ordu birkaç gün bu olayın yasını tuttu. Askerlerin bu büyük acısı hiç dinmeyecekmiş gibi görünüyordu. Ancak Rüstem’in sadaretten ve dolayısıyla Başkumandanlıktan azledilerek yerine askerler arasında cesurluğu ile tanınmış, sevilen bir adam olan Ahmet Paşanın getirilmesi üzüntüleri biraz yatıştırdı. Askerler, aşağı tabakaya mensup halkın o çabucak inanma kabiliyeti ile padişahın, geç de olsa, Rüstem’in bu işteki suçunu ve karısının oynadığı oyunları anlayarak Rüstem’i azlettiğine ve İstanbul’a dönüşünde karısını da cezalandıracağına inanmışlardı.

Rüstem’in yüzünde büyük bir acı ve üzüntü ifadesi okunuyordu. Eski mevkiine yeniden getirileceğine dair hiç umudu yok gibi davranıyordu. Mustafa’nın ortadan kaldırılışı Roxalana’yı tamamen tatmin etmemişti. Zira Mustafa’nın henüz akıl yaşına ermemiş bir oğlu vardı. Bu çocuk hayatta oldukça kendisinin ve evlâtlarının emniyet ve selâmetini tam mânâsıyla temin edilmiş addetmiyordu. Bunun da çaresini çok geçmeden buldu.

 Süleyman’a, torunu ve Mustafa’nın oğlu olan bu çocuğun Bursa’ya gelişinde, Bursa halkının kalabalık heyetler halinde onun ziyaretine gittiklerini, ona saadetler dileyerek babasından da, ha uzun ömürlü olması için dualar ettiklerini söyledi. Roxolana’ya göre bu ziyaret ve temenniler, onu tahta çıkarmak ve babasının öcünü almak niyeti ve arzusuna işaretti. Yeniçerilerin de onların yanında yer alacaklarına şüphe yoktu. Bu bakımdan, Mustafa’nın ölümü ile memleketin sulh ve sükûnu tam olarak gerçekleşmeyecekti: «Din, çocuklarımızın hayatında da önemlidir» diyordu. Müslümanlık ise Osmanlı sülâlesi ayakta olduğu müddetçe yaşayacak, bu aile sönecek olursa din de mahvolacaktı. Oysa, iç karışıklıklar yüzünden hanedanın kökü kemirilmeye başlanırsa aile nasıl ayakta kalabilirdi? Bunun için ulu hünkâr, ailenizin, devletinizin ve dininizin iç düşmanlardan korunmasını istiyorsanız her çareyi denemelisiniz. Bu hareketiniz birçok kötülüklerin kökünü kurutursa bundan çekinmemelisiniz. Dinin kurtarılması uğruna bir insan kendi evlâdını kurban verebilir. Mustafa’nın oğlunu da korumak için makul bir sebep yoktur. Çünkü babasının öldürülmesi onun içini kinle doldurmuştur. Hayatta kalmasına göz yumulursa hemen bir asiler grubunun başına geçerek intikam almaya çalışacağından emin olabilirsiniz.»

 Süleyman, bu tahriklerle, torununun katline razı oldu ve İbrahim Paşayı, bu hükmün yerine getirilmesi için Bursa’ya gönderdi. Paşa Bursa’ya varınca ilk işi, maksadını çocuğun annesinden gizlemek oldu. Çünkü, annesinin gözü Önünde bir çocuğu öldürmenin vahşice bir şey olarak düşünüleceğini, ayrıca, böyle bir hareketten dolayı halkın isyan ederek kendisine karşı çıkabileceğini tahmin ediyordu. Bu sebeple, önce çocuğun anasını kandırmak için bir tilki gibi kurnazlık düşünmeye çalıştı. Süleyman’ın ona ve çocuğuna karşı bir saygı nişanesi olmak üzere kendisini gönderdiğini söyledi. Sultan, oğlunu öldürmekle hata ettiğini anladığını, buna çok pişman olduğunu fakat artık iş işten geçmiş olduğundan bunu telâfi etmek için torununa karşı iyi davranmak istediğini söyleyip bu kabil bir sürü sözlerle saf kadıncağızı kendine inandırdı. Rüstem’in mevkiinden alınması esasen kadını bu yolda sözlere inanmağa hazırlamıştı. Paşa, sözlerine ilâveten kadına birçok hediyeler de vererek iki yüzlülüğünü tamamladı. 

Bir iki gün süren bu vaziyet sonunda, Paşa lâfı, şehir dışına çıkıp biraz hava almanın faydalarına getirdi. Kendisi hadım olduğu için, kadını buna ikna etti. O arabada bulunacak, Paşa da çocukla birlikte at üzerinde ona refakat edecekti. Bu işte şüphelenilecek bir durum görünmüyordu. Kadına bir araba hazırlandı. Ama arabanın dingili biraz şiddetli bir sarsıntıda kırılacak şekilde yapılmıştı. Kadın uğursuz bir saatte bu şehir dışındaki gezmeye çıktı. Paşa da çocukla konuşarak arabanın önünde gidiyorlardı. Anne, onlardan geride kalmamak için elinden geldiği kadar gayret ediyordu. Fakat araba, evvelce hazırlanmış olan bozuk yere gelince, tekerlek şiddetle iri bir taşa çarptı, dingil kırıldı. Kadın bunu uğursuzluk sayıp arabadan inerek yanındaki hizmetçilerle birlikte oğlunun arkasından koşmaya başladı. Ama heyhat; çok geç kalmıştı. Paşa çocukla beraber, evvelden hazırlanan eve gelir gelmez, sultanın idam fermanını çocuğa gösterdi. O da, dinlerinin icabı olarak, bu emrin Sultandan değil de Allah’tan çıkmış gibi kabul  ettiğini söyleyerek bu emre mutlaka uymak gerektiğinden boynunu ipe uzattı. Böylece masum ve ümit dolu çocuğun hayatına son verilmiş oldu. 

Bu pis işi yaptıktan sonra Paşa, evin arka kapısından çıkarak süratle uzaklaştı. Annesi, endişe içinde kapıyı çaldı. Açtıkları zaman, çocuğunu cansız yerde yatar halde buldu. Henüz ölmüştü. Müsaadenizle burada bir açıklama yapacağım. Böyle dehşet verici bir hadisede bir ananın evlâdına karşı duyduğu hisleri anlatmaktansa bunu zihnen tasavvur daha kolay olacaktır. Gördüğü bu müthiş tablo karşısında kadın Bursa’ya  geri döndü. Saçını başını yoldu, elbiselerini parçaladı. Feryat ve figanı bütün şehri doldurdu. Kadınlar, çocuklar ve hizmetçiler kafile kafile onun yanına koştular. Çığlıklar, feryatlar göğe yükseliyordu. Evden dışarı fırlayanlar «nerede şu hadım? Onu parçalamalı!» diye.

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen