Şık !

                   kirmizilar.com                                                    

    Yine erkenden uyandırıldı. Yine kendi uykusundan kendisi uyanamadı. Zaten yine kendi uykusuna kendisi dalmamıştı. Kendisine ait olmayan kendiliğinin içinde, kendiliğinden gelişmeyen uykulardan apansız uyandırılıyordu.

    Bir defasında şişman bir kadın tarafından… İçerisi ağır, ekşi, şişman bir hava ile doluydu. Gri parkelerin üzerinde kusmuk, yeşil kadife koltukların üzerinde kusmuk, ceviz masanın üzerinde kusmuk, yeni uyanmışlığının üzerinde kusmuk, geçmişinin ve geleceğinin hatta geleceğinin içinde esneyerek uzayıp giden geçmişinin üzerinde kusmuk, geçmişinden kopup gelen ve elli beş yaşının üzerinde sırıta sırıta küçülmüş pijamasının üzerinde kusmuk… Şişman kadın olanca gücüyle kusarak uyandırmıştı onu. Kendiliğinden değil ama şişmanca bir isteksizlikle sordu kadına.

    “Kaç saat oldu?”

    Saat kaç oldu diye sorulurdu böyle mutat durumlarda ama tam yirmi iki senedir “Kaç saat oldu?” diye soruyordu. Oysa ona kimse sormuyordu nasıl uyuduğunu ve nasıl uyandığını. Hatta hiç kimsenin umurunda değildi neden böyle olmadık saatlerde uyuyup uyandığı.

    “Yeme artık be kadın, şilep gibi olana kadar yiyip sonra da ağlıyorsun” demek istedi kadına. Demedi. Onun yerine “Neden kustuğunu düşün, ne oldu da kustun, ne oldu da böyle yemeye başladın?” diye sordu. Yirmi iki sene içinde hem sorularını hem de cevaplarını tartarak söylemeyi öğrendi. İnsanlar daima fincancı katırıydı ve konuşurken dikkatli olmak gerekiyordu. Kusmak istediği zamanlarda tüm mobilyaları böyle hunharca feda etmektense tuvalete gitmesi gerektiğini söyledi. Tuvalet hemen koridorun sonunda, sol taraftaydı. Eğer etrafta bir tuvalet yoksa yut kusmuğunu demeyi de çok istedi ama bunu da söylemedi. Kadın her an kusacakmış gibi dinliyor arada bir de saate bakıyordu. Oysa saate bakması gereken kadın değildi. Saate bakmayı ne çok istiyordu. Ama insanlar zamanın kontrolünü bile elinden alıyorlardı. Bazen kusarak, bazen susarak…

    Su içmek iyi gelebilir miydi? Ya da suya anlatmak… Su uyur, bu kadın uyumazdı muhakkak. Ama su ile arasında bir bağ kurmalıydı. Uyanalı beri tek düşündüğü şişman kadının ne zaman susacağıydı. Sus diyemezdi. Bu nasıl bir şeydi ki asıl uyandığında görüyordu en saçma ve karmaşık rüyaları. Kadını uyurken mi dinliyordu yoksa uyanıkken mi, karar veremiyordu. Bildiği tek şey bu uykuların ve rüyaların onu çok yorduğu ve her geçen gün ondan kendisini eksilttiğiydi. Herkes hatta tüm canlılar uyuyarak yenilenirken o tam aksine uyudukça eskiyordu.

    Yeter, diye bağırdı bir ara. Uykusunun içinde mi yoksa dışında mı bağırdığını bilmiyordu. Sesi çıktı mı çıkmadı mı bilmiyordu. Çocukken göğsüne karabasan çöktüğünde de böyle olduğunu ansıdı. Bağırırdı ama kimse koşup gelmezdi yardımına. Yatağın içinde kıvrılmış, ter içinde kalmış vaziyette beklerdi sabah olmasını. O anda da karar veremedi şişman kadını gerçekten görüp görmediğine. Ama odasına dolmuş kusmuk kokusu bunun bir karabasan olmadığını açıklıyordu. Bu defa uyanık olduğundan ve uykusunun dışında konuştuğuna emin bir şekilde “Su içmelisin, suyu her zerrende hissederek içmelisin” dedi.

    Bundan, yani şişman kadının rüyasından kısa bir zaman önce de saat öğle vaktini gösterirken bebek sesiyle uyandı. Kalktı emziğini verdi bebeğe; susturamadı. Kucağına aldı, salladı, bildiği birkaç ninniyi söyledi; susturamadı. Süt ısıttı, içirdi; susturamadı. Bebeğin ağlaması öyle şiddetliydi ki kucağındaki kundakta bir insan yavrusu değil bir çığlık tuttuğunu fark etti. Öyle korkmuştu ki bir ara kucağındaki çığlık bohçasını fırlatmak istedi. Ama bebek dile geldi ve “Bir cami ve lunapark…” dedi. Uyandığında bir caminin avlusunda, kucağında bir bebekle, üstelik kara çarşaf giyinmiş vaziyette buldu kendini. Caminin tam karşısında bir lunapark vardı ve eğlence makinelerinin sesi insan seslerine karışmıştı. Kucağındaki bebek sürekli ağlıyordu. Annesi değil miydi, neden anlamıyordu bebeğin ağlamasının sebebini? Oysa bebek annesine bakar gibi bakıyordu onun yüzüne. Tüm bebekler gibi yani… Esirgenmeyi bekleyen, doyurulmayı bekleyen, okşanmayı bekleyen, bebekçe konuşulduğunda daha çok sevildiğini düşündüren konuşmaları bekleyen, meme bekleyen, SU bekleyen, SÜT bekleyen, SUSturulmayı bekleyen hatta hakkı olanlar verilmezse bu hakkı bir ömür arayacağına dair ve tüm SUSturuluşlarını takınarak ağlayacağını şimdiden kulağa küpe eden bir bakışla bakıyordu yüzüne.

    Daha fazla dayanamadı bu ağlayışa ve bebeği, bebek görünüşlü bu çığlık bohçasını atlıkarıncanın merdivenlerine bırakıp hızla uzaklaştı. Aslında oldukça yavaş yürümüştü ama sonradan kendi yürüyüşünü bebeğin gözlerinden izleyince ne kadar hızlı yürüdüğünü fark etti. Acıyı, öfkeyi, pişmanlığı, açlığı, kimsesizliği, kimsenin kimsesi olamamışlığı, bir bebeğin ağzındaki sütle karışık meme kokusunu, o memeyi bir vakitler hevesle avuçlamış birini, o memeye yaslanmış siyah bir başı, alnına doğrultulmuş soğuk bir namluyu, ardından koşarken paçalarına dolanıp düşen bir anayı, on sekiz yılı, belki on altı, hiçten sayıldığı için evraklara doğru yazılmadığı ve şimdi kendisinin de karar veremediği yaşını çiğner gibi koşup uzaklaştığını fark etti. Sokaklar tenha olmadığına göre ve pek çok insan hevesle şadırvana yöneldiğine göre camide okunan ezan öğle saatini gösteriyordu. İkindi ya da akşam namazı vakitlerinde, bu mevsimde, insanlar böyle pek hevesli olmazdı camiye gitmeye. Ama nedense bu ezanda onu perçeminden yakalayan ve kara çarşafının kat be kat altına, derisinin de altına sızan bir acı vardı. Ya da bebek bu acıyı hissettiği için anası olarak o da hissediyordu. Yine de son bir defa bile bakmadı atlıkarıncanın merdivenlerine.

    “Ben senin annen değilim!” diye bağırarak uyandı bu defa. Karşısında otuzlu yaşlarında ve hiçbir yaşında bu kadar güzel olamayacağını düşündüğü genç bir kadın vardı. Biliyorum annem olmadığını, dedi güzel ve genç kadın. Biliyordu. Ama uyuyanın; annesini gerçekten gördüğünü, ezanı duyduğunu, atlıkarıncanın merdivenlerinde aklından geçirdiklerini biliyordu. Sadece tebessüm etti ve “Annem olmadığını biliyorum çünkü annemin de annem olmadığını biliyorum.” dedi. Ben evlatlığım!

    Bu defa “Kaç saat oldu?” diye genç, güzel ve otuzundaki kadına sordu. Tıpkı diğer insanlar gibi genç kadının da umurunda değildi kaç saat olduğu, onun neden uyuduğu, neden uyandığı.

    “Camiye gitmeli belki, çok dua etmeli; bu uykulardan, kafamdaki kimliklerimden kurtulmak için çok yalvarmalıyım Tanrı’ya” diye söylene söylene dolanmaya başladı odanın içinde. Oysa bu odada uyuyacak rahat bir yatak bile yoktu. Bundan daha önemle fark ettiği ise kendini dua, cami, Tanrı derken yakalamış olmasıydı. Tüm inancına rağmen bu zamana kadar böyle ritüellerle işi olmamıştı. Kitaplığa göz gezdirdi. Gözlerinin yetmeyeceğini düşünüp elleriyle görmek ister gibi kitapların sırtarında parmaklarını gezdirdi. Osho, Nietzsche, Freud… Bunları okumuş muydu? Bunlar sahiden onun kitapları mıydı? Kitaplığın bitiminde kapıya yakın duvarda kendi çizdiği Atatürk portresine baktı. Sağ alt köşedeki imza kendi adını gösterse de içinde kocaman bir parça o resmi kendisinin çizdiğine ikna olmuyordu. Çünkü içindeki o kocaman parça da sürekli uyuduğu halde uykusuzluk sorunu yaşıyordu. Bilgisayarına uzandı, sözleri olmayan bir müzik açtı, kapının buzlu cam ile ayrılmış kısmında sekreterinin başı göründü. Baş içeri uzandı.

    “Ayşe Hanım geldiler efendim.”

    Rüyasında bu defa ayağında terlikler, yumuşak kumlu bir patikada yürüyordu. Patikanın bir yanı kontrastını burnuyla bile hissedebileceği yemyeşil bir ormandı. Diğer yanında, denizin o iyotlu tadını ağaçların her bir çatlağına, her taşın koynuna sokan rüzgâr… Patikadan aşağı inerken ıslık çalmaya başladı. Sesi babasının sesine benziyordu. Hatta bir ara babasının ciğerleri ile üfürdüğünü, babasının dudakları ile hû’ladığını ve babasının ezgileriyle ıslık çalmaya başladığını düşündü. Öyle ya babası ölünce en çok da sesini miras bırakmış olamaz mıydı? Bu onu daha çok keyiflendirdi. Tüm patika boyunca babasının ıslığını çaldı, ormanı babasının ciğerleri ile soludu ve nihayet sahile indi. Kumun sıcaklığını, güneşin şefkatini teniyle adeta emiyordu. Yürüdü, yürüdü, yürüdü ve az ileride tek başına oturan bir adam gördü. Biraz daha yaklaşınca o adamın babası olduğunu anladı. Ölmediğini, ıslığını ölmeden önce kendisine hediye ettiğini, yine sımsıkı sarılabileceğini düşünüp koştu adamın yanına. Evet, adam babasıydı ve o sıcak bakışlarıyla ta kalbini dokunuyordu. Yanında bir sepet vardı babasının. Bekle annen de gelecek, dedi babası. Aslında konuşmadı ama o her nasılsa babasının tam olarak bunu söylediğini anladı. Askılı atletinden çilli omuzları görünüyordu yine ve baba olmanın verdiği gururla dimdik oturuyordu sofra bezinin üzerinde. Sahi neden daha büyük bir yaygı getirmemişler ki diye geçirdi içinden. Ağzını bile açmadığı halde babası da onu duydu ve sepetin altına önceden katladığı portatif tabureyi uzattı. Sonra elini alnına siper edip diğer elinin işaret parmağıyla ileriden gelen üç kişiyi gösterdi. Gelenler eşi, kızı ve annesiydi. “Neden burada toplandık baba?” diye sordu ama babası sadece uzanıp yanağını okşadı, sonra saçlarını, sonra omzunu. Herkes toplanınca sepet açıldı ve sadece meyvelerden oluşan serin bir sofra hazırlandı. Kimse kimseyle sesli konuşmadı. Ama kulaklar kalpleri duydu. Kızının bir dilim karpuz istediğini kalbiyle duydu meselâ. Eşinin elmayı dişlemesini kalbiyle işitti. Annesinin hiçbir meyveden yemeyeceğini, midesinin ağrıdığını duymadan işitti. Ama onun kızı yoktu. Bu nasıl bir rüyaydı ki kendi kızı olmadığı halde bir kız çocuğunu ta yüreğinin içiyle sevebiliyordu? Yine kaç saat uyuyacaktı? Hem babası sadece ıslığını miras bırakıp ölmüştü ya! Eşi elma sevmezdi ve bu kadar uzun boylu değildi. Kaç saat oldu?

    “Benim babam ölmedi ki!” diyerek uyandı. Ayşe Hanım da tıpkı diğer insanlar gibi biraz şaşkınlık ama çokça alışılagelmiş bir uyanışa bakar gibi tebessümle bakıyordu.

    “Biliyorum babanız ölmedi, benim babam öldü” dedi Ayşe Hanım.

    “Benim iki oğlum var” dedi.

    “Biliyorum, o çocuk benim kızım” dedi Ayşe Hanım.

    “Örümcekten korkan kız geldi” diye kapıdan haber verdi yine sekreteri.

                                                                    * * * *

    Oysa çok istekli başlamıştı mesleğine. Hatta epeyce eğlenceli olacağını düşünüyordu. Çünkü her şey parmaklarının ucundaydı. Bir “Şık”a bakardı insanları uyutmak. Ondan geriye sayacaktı ve insanların gizli kalmış bütün acılarını, sevinçlerini, hırslarını, hatalarını, cinayetlerini, beklentilerini, aldatmalarını, sırlarını öğrenecekti. Öğrendiklerini yine sahiplerine satacak ve bundan da gayet iyi gelir elde edecekti. İşin bu boyutunu hiç düşünememişti ama. Bir gün kendini danışanlarının düşlerini görürken bulacağını hesaba katmamıştı. Şimdi insanlar ondan geriye sayıyor ve “Parmağımı şıklatınca uyanacaksın!” diyordu. Bu sebeple tıpkı kendisi gibi terapist olan arkadaşının bürosuna gitti ve uyandığında kendini bir erkeğin koynunda buldu. Halbuki adı gibi emindi uyumadan önce erkek olduğundan. 

Yazar
Ayşe YAZICI YAVUZ

1980 Niksar doğumlu. 2003 yılı, Osmangazi Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı mezunu. Aynı üniversite bünyesinde 2004 yılında Tezsiz Yüksek Lisans diploması aldı. Üniversiteyi kazanmasına vesile olan dershanede uzun yıllar bu defa... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen