Gamlı Baykuşun Söz Cengi – Suzan ÇATALOLUK

 

Alim ile sohbet etmek lâl-ü mercan, incidir; 

Cahil ile sohbet etmek günde bin can incitir.

 Suzan ÇATALOLUK

Hava yüreği gamlı, ruhu umutsuzluk deryalarında boğulmaya başlamış, sıkıntı dağlarını sırtına yüklemiş de vücudu iki büklüm olmuş yorgun insanın yüzü gibiydi, kapalı, sıkıntılı ve durgun…

Direksiyondaki genç adam havanın da farkında değildi, güzel arabasının da.  Aklı kendisine diklenen komşunun gencecik kızındaydı. Kendi kendine sinirle söylendi:

“-Neyine ha! Neyine senin! Kalkmış bana meydan okuyorsun? Canına okumaz mıyım ben?”

Sabah aracını bırakmaya çalışan o genç kız arabasına birkaç santim kala durabilmişti. Hızla yanına gidip hesap sormaya kalkınca kız diklenmişti:

“-Yedik mi arabanı? Değdim mi? Uşağın mıyım senin! Haddini bil, kendine gel!”

Gözü kararmıştı hiddetten. Etraftan yetişip kendini tutanlar olmasa kızı hastanelik edebilirdi.

Yedek parça üretimi yapan imalathanesinde çalıştırdığı on beş işçi kovulma korkusundan yüzüne bakamıyor, bir dediğini iki etmiyorlardı. İş konusunda verdiği sözleri günü gününe yerine getiriyor, karşılığını da alıyordu.  Kendine güveni tamdı ve asla tavizi yoktu. Sertti, acımasızdı hayata karşı, insanlara karşı, hatta dünyaya karşı.

 Deli gibi çalışıp hayatı yendiğine inanıyordu.  İsteklerine karşı gelenleri anlamıyor, yürüdüğü yolları, gezdiği mekanları kendisinin belliyordu.

Yaşı otuzu aşmıştı. Evde kendi sözünden dışarı çıkmayı aklına bile getiremeyen, karşısında ürkek ceylan gibi titreyen gencecik hanımı, iki yaşında bir oğlu vardı.

Her şeyi ama her şeyi kendi elleriyle yaptığına, önüne her gelenin, avuçlarında her bulduğunun hakkı olduğuna inanıyordu.

Ama o kız haddini bilmesini söylüyordu!  Üstelik o tartışma yüzünden işine geç kalmıştı. Okkalı bir küfür savurup gaza bastı. Araba ana caddede neredeyse iki misli hıza fırlayıverdi. Hafif bir sarsıntı ile babadan döndü. Işıkların kırmızı yanmasına aldırmadı. Yola devam etti. Az ileride ana caddeye açılan ara sokağa girdi.

İşte o an çok hızlı olduğunu fark etti. Karşıdan gelmekte olan motosikleti gördüğünde artık çok geç kalmıştı. Olanca gücüyle frene bastı. Ama hakimiyetini kaybetti, savruldu. Elinde olmadan attığı çığlık sanki döndü, döndü, kulaklarında patladı.

Motosiklet sürücüsü ondan çok daha dikkatliydi. Hemen yana kaydı, kafa kafaya vuruşmaktan son saniyede kurtuldu. Ama ters yöne dönen arabanın sol ön tamponuna plakası çarptı. Orta kaldırıma, çimlerin üstün çıkıp birkaç metre dengesiz bir şekilde gitti, motosiklet bir yana kendi bir yana düştü. Sırtüstü yere vurunca acıdan nefesi kesildi.  Kıpırdayamadan öylece kaldı.

Genç adam da savrulan arabasının içinde beş on saniye heykel gibi durdu. Dehşet içindeydi. Sokağa girişi, frene basışı, motosikletin önünden saniye farkla çarpmadan geçişi gözlerinden birkaç sefer geçti. Sonra aklına gelen ilk düşünce ile bas bas bağırıp arabadan dışarı fırladı:

“-Arabam! Allah kahretsin! Ne yaptın sen? Nereden önüme çıktın sersem herif?”

O sırada motosikletli yavaş yavaş yerinden doğruldu. Belindeki ağrıya rağmen ayağa kalktı.  Yavaş yavaş ileri geri birkaç adım attı. Sağını, solunu yokladı. Başka bir yerinde sızı, acı yoktu.

Ardından motosikletinin yanına gitti. Şaşkınlıkla gördü ki sadece plakası kırılıp ileriye fırlamıştı. Tamponda da küçük bir eziklik vardı. Yerden yavaşça kaldırdı.  Orada bulunan çınar ağacına dayadı.

Etrafta birikmeye başlayan insanların bazıları yardıma ihtiyacı olup olmadığını sordu. Kimi de ambulans çağırmayı teklif etti.

Ama onun aklı hızla üzerine gelen arabadaki sürücüdeydi. Kaskını çıkardı aceleyle, koltuğunun altına sıkıştırdı. Kır saçlarını farkında olmadan geriye itti. Hemen o tarafa yöneldi.

Aracın sürücüsü eğilmiş, farın hemen altından kırılan tamponuna bakıyordu. Yavaşça omuzuna dokundu. Sakin bir sesle konuştu:

“-Geçmiş olsun kardeşim. İyi misin?”

Sese dönen genç adam deli gibi ayağa fırladı. Bağırmaya başladı:

“-Ulan! Ulan nereden çıktın sen ha!”

Kır saçlı elini omuzuna koymak istedi karşısındakinin:

“-Sakin ol kardeşim. Bu yoldan herkes geçebilir. Ben de geçiyorum. Şu tampona bir de ben bakayım.”

Genç adam şiddetle itti onun elini ve yumruğunu kaldırdı, hırsla savurdu. Tam o sırada kırık tampona bakmak için eğilen kır saçlı bu yumruğu fark etmedi.

Ama genç adamın bütün gücüyle savurduğu yumruk havada bir yay çizip olanca hızıyla kendi arabasının dikiz aynasına indi. Ayna yere doğru eğildi, sap kısmından birkaç küçük parça düştü. Canı fena halde yanan sürücü çığlık atarak kır saçlıya sert bir tekme atmak için ayağını geriye atarken kır saçlı adam ayağa kalktı, tampondan uzaklaştı. Tam birkaç söz söyleyecekti ki genç adamın tekmesi kırık tampona bütün hışmıyla çarptı onu iyice parçaladı.

Hırsından deliye dönen sürücü avaz avaz küfrederek saldırdı kır saçlıya. Etrafta toplananlardan iki kişi onu tuttu. Çırpınıp duruyor, ağza alınmayacak küfürler ediyordu.

Kır saçlı adam tek kelime etmeden duruyor, sadece üzgün bakışlarla onu süzüyordu. Az sonra da cebinden telefonunu çıkardı. Hasarlı aracın ve kendi motosikletinin fotoğrafını çekmeye başladı.

Genç adam o zaman aklına gelen düşünce ile sustu. Motosikletli hiçbir şey söylemeden haklılığını ispat için delil topluyordu. Az sonra trafik polisi çağırabilirdi. Ama bu hadisede hata kimindi? Hırsla düşündü: Karşısına çıkmasaydı bu lüzumsuz kaza olmayacaktı!

Küfürler ederek bağırdı:

“-Ulan! Ulan ne çekiyorsun be? Hem suçlu hem de güçlüsün öyle mi?”

Öteki hiç cevap vermedi. Sadece baktı.

“-Korkak herif, diye hakarete devam etti sürücü. Ulan ağzından tek laf çıkmıyor. Bırakın lan beni.”

Fotoğraf çekmeyi bıraktı kır saçlı. Yavaş adımlarla ona yanaştı. Hırs içinde tepinen genç adamın gözlerinin ta içine baktı beş on saniye.

Genç adam fark etti ki karşısındakinin gözlerinde zerre kadar korku yoktu. Tersine, büyük bir kararlılık ve cesaret vardı. Elinde olmadan durakladı, sakinledi.

 Tutanlara döndü motosikletin sahibi, çok sakin bir sesle:

“-Kardeşimizi bırakın, dedi.

Araya girenlerin bırakmasıyla kendisini güya zorla tutan kollardan aldığı yalancı pehlivan desteğini kaybetmenin tedirginliği ile sahte kabadayılık yapma hevesi arasında şaşkın kalan genç adam garip bir şekilde duygu gel gitleri yaşadı beş on saniye.

Kır saçlı bir adım daha attı, iyice yanaştı. Yavaş sesle tane tane konuştu:

“- Ben mi korkağım? Konuşalım öyleyse. Hem de adam gibi. Ne dersin?”

Boyları birbirine çok yakındı, artık yüzleri de. Genç adam karşısındakini üç beş saniye içinde ölçtü, biçti. Sağlam bir vücudu vardı.  Kuvvetli kollarına ve duruşuna bakılırsa belki de döğüş sporları biliyordu. Şimdi herkesin gözü önünde dayak yiyip rezil olmak da vardı. Ama yiğitliği de toz kondurmak istemiyordu. Yalancıktan efelendi:

“-Ne konuşacağım seninle ha? Ne?  Önüme atladın! Arabamı mahvettin!”

Kır saçlı buz tutmuş dağ başı karı gibi sakindi:

“-Sen düşün! Korkak dediğin adamın korkaklığını ispatlarsın belki!”

“- Ne diyorsun sen lan! Beni ne ilgilendirir senin korkaklığın,” diye söylendi genç adam.

“-Hayır! Seni ilgilendirir. Bence insan ağzından çıkana da sahip çıkmalıdır.”

Kartala saldıran çayır delicesini andırıyordu genç adam. Yalancı yumrukçu gibi tekrar diklendi:

“- Arabamın zararını karşılarsan konuşacak bir şey kalmaz.”

Aslan ağırbaşlılığıyla cevap verdi kır saçlı adam:

“-Öyle mi? Sadece arabanın zararı mı? Sence başka zararların yok mu? Kardeş, senin başka zararların da var. Onlar ne olacak?”

“Ne mi olacak,” diye hızla düşündü genç adam. Birden aklına gelene şaşırıp hin hin baktı karşısındakine. Heyecanlanmıştı. Belli etmemeye çalıştı. Düşündüğünü yapabilmesi için kuyruğu dik tutmalıydı. Tartışmayı uzatmaya karar verdi:

“- Onlar da ne ha? Ne diyorsun sen? Bana meydan mı okuyorsun sen? Efeleniyor musun ha? Söylesene, kimsin sen ulan, kimsin?”

Kır saçlı hiç oralı olmadı:

“- Efelenmek mi? Bizim işimiz olmaz o dediğinle. Ama konuşalım derim ben. Ama insan gibi. Anladın mı beni?”

Genç adamın dudaklarına birkaç saniyeliğine hain bir sırıtış yerleşti. “İşte tuzağa düşüyor aptal herif,” diye düşündü. Kendinden beklenmeyen bir sakinlikle cevap verdi:

“-Tamam arkadaş! İşe geç kaldım.  Şimdi kartımı vereceğim. Oraya gel. Şu zarar ziyanı konuşalım, istediğin neyse onu da.”

Ardından cebinden çıkardığı kartı uzatırken üsteledi:

“-Eğer korkak değilsen, yiğitsen gelirsin. Öyle diyorsun ya. Öğleden sonra bekliyorum.”

Kartı alıp şöyle bir baktı kır saçlı adam. Sonra da deri yeleğinin cebine koydu. Yüzündeki ifade yine hüzünlüydü, sesi de:

“-Şüphen olmasın, geleceğim. Konuşacağız kardeş.”

Cevap vermeden tamponu kırık arabasına yürüdü genç adam. Hırsla bindi. Süratle uzaklaştı.

Kalabalık dağıldı. Kır saçlı düşen plakasını aldı çimlerin üstünden. Kaskı başına geçirdi. Motosikletine bindi yavaşça. Sessizce uzaklaşırken arkasından bakanlardan biri şaşkınlıkla konuştu:

“-Gerçekten gider mi? Genç olan tuzakçının tekine benziyor. Ama belli mi olur? Ava gelmez kuş olmaz, başa gelmez iş olmaz.”

Yaşlı, beli bükük bir adam bu endişeye cevap verdi:

“-İsterse en büyük zannettiği tuzağı kursun. “Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.”(*)

*******

Genç adam işyerine gider gitmez hemen kâtip kıza iki ustasından adam dövmekle övüneni göndermesini söyledi.

Az sonra   iki metreye yakın boyu, lacivert iş gömleğiyle   deri koltuklu, abartılı şekilde süslenmiş yazıhaneye giren adamla daha da rahatladı. Ona oturmasını söyledi:

“-Usta, otur hele. Daha evvel iki ipe sapa gelmez iki hergeleye ders vermiştik ya, şimdi bir ders daha vermemiz gerekiyor. İki kişi daha al yanına. İş yerini basma hikâyesi. Anlarsın ya.”

Usta yalancı bir saygıyla konuştu:

“- Ağam, aşure yemeye giden kaşığını taşırmış.  Kaç kişi ile gelir bu adam? Ona göre hazırlık yapalım.”

Küçük bir kahkaha attı genç adam:

“-Ha ha ha! Adam çantada keklik. Öyle tedbirli birine benzemiyor. Gelse de kendine benzerlerini bulmuştur. Onlar da biraz ıslanırlar alt tarafı. Yalnız hemen saldırmak yok. Fincancı katırlarını ürkütmemek için işi sağlam kazığa bağlayalım. Benim işaretimi bekleyin.”

Öğleyi zor etti, içi içine sığamadı.  Hele motosiklet sesini duyunca iyice heyecanlandı. İkinci kattan aşağıya baktı. Ana kapıdan giren kır saçlıyı gördü. Kâtip kız onu bodrumdaki hangara doğru götürürken keyifle seyretti manzarayı. Biraz bekledikten sonra merdivenlerden indi.

Kâtip kızcağız kır saçlı adamı bodrum kata indirdi. Hangarın kirli kapısının önünde bırakıp gitti.  Tıklatılan kapıyı usta açtı. Tozlu, kirli, bozuk, kırık yedek parçalarının, çöpün bulunduğu, boya ve nem kokan, zemini ham beton olan hangarda sağa sola sandalyeler atılmıştı. Pencereye yakın yerde pis bir masa ve etrafında kenarları kırık üç sandalye vardı. Üç işçi de bir köşede bekliyordu.

Adam içeri girdi. Ayakta birbirine yakın duran tedirgin dört kişiyi görünce onlara şöyle bir baktı. Göz bebekleri ustanın üzerinde kısa bir süre gezindi. Ciddi bir sesle konuştu:

“-Selamünaleyküm. Buranın sahibi ile görüşecektim.”

Tam o sırada hangarın kapısında genç adamın sesi duyuldu:

“-0! Beyzademiz gelmiş! Hoş gelmiş! Korku konusunda konuşacaktık. Şimdi göreceğiz, korkuyor mu, korkmuyor mu!”

Kır saçlı adam sese döndü. Aynı ciddiyetle sorusunu sordu:

“-Hoş bulduk kardeş. Neden korkayım ki? Bir sebep mi var?”

Genç adam ustaya eliyle işaret etti. Hangar kapısının gürültüyle kapanmasından sonra kahkaha attı:

“-Ha ha ha! Arabamı mahvedeceksin, bana efeleneceksin, bir de cesaret edip buraya tek başına gelip korkmadığını söyleyeceksin, öyle mi? Nerede bu kuyruğu kısa aslan bolluğu?”

Aynı sakinlikle onun sözünü kesti kır saçlı adam:

“- Yalnız olduğumu kim söyledi ki?”

O an büyük bir şaşkınlık yaşadı içerdekiler.

“-Vay, vay, vay! Demek yalnız değilsin, diye konuştu genç adam.  Adamlarınla mı geldin?”

“-Adam mı? Yok! Onlara dostlarımız diyelim.”

Ardından usta ile yanındakilere baktı. Tekrar konuştu:

“-Senin adamların bu kardeşlerimiz mi? Maşallah şu boylu poslu olan güreşçi galiba. Allah çoluğuna çocuğuna bağışlasın. Özel olarak seçtin herhalde.”

“-Evet, diye sırıttı genç adam. Özellikle o boylu posluyu seçtim ki sana ders versin. Ötekiler de biraz yardım edecekler.”

Hiç istifini bozmadı kır saçlı adam:

“-Öyle mi? Ne dersi verecekler? Güreşten anlamam ki?”

Bu soğukkanlılık karşısında sinirlenmeye başlayan genç adam bağırdı:

“-Ne güreşi lan? Arabamı parçalayan adamı eşek sudan gelinceye kadar…”

Elini kaldırıp susturdu onu karşısındaki:

“-Yani beni şu üç garibe dövdüreceksin öyle mi? Ya sonra? Başına gelebilecekleri düşündün mü? Ya bu yapacaklarının kayda alındığı, karşına delil olarak çıkacağı aklına gelmedi mi?”

Genç adam yine çok şaşırdı, yanındakiler de:

“-Üzerinde kayıt cihazı mı var alçak herif, dedi hırsla. Ondan bu kadar rahatsın namussuz uyanık!”

“-Evet, dedi kır saçlı adam aynı ciddiyetle. Sen insanın boş bırakılacağını mı zannettin? Beni sahipsiz mi belledin? Her sözün, her davranışın kaydediliyor.”

İşçiler ve usta sözleri duyunca tuzağa düşmek üzere olduklarını düşündüler.  Artık değil kıpırdamaya konuşmaya cesaretleri yoktu. Bir yanda evlerine ekmek götürdükleri işleri, emri veren patron, diğer yanda tanımadıkları birini dövmeleri halinde yaşayacakları adli süreç ve belki de hapishane. Sustular…

Yavaş adımlarla masaya doğru ilerledi kır saçlı adam. Sandalyelerden birini işaret etti:

“-Kardeş, şimdi otur da konuşalım.”

Sonra kendisini şaşkın şaşkın seyreden işçilerle ustaya döndü:

“-Kardeşler, bence siz de ayakta kalmayın. Kurduğunuz hayal gerçekleşmeyecek. Başınız derde girmesin. Gelin şöyle. Ağanızla konuşurken siz de dinleyin. Şahit olursunuz.”

Büyük bir hayret içinde onu seyreden genç adam deli bir sinirle beyninin kaynadığını hissetti. Tuzak hazırlarken kendisi tuzağa düşmüştü. Hırsını işçilerden çıkarmak istedi:

“- Defolun lan geri zekalılar. Kaybolun! Doğru işinizin başına. Usta! Sen de.”

Neler olduğunu tam anlayamayan üç işçiyle usta alelacele, gürültüyle açtıkları kapıdan tam çıkarken kır saçlı adam onlara seslendi:

“-Kardeşler, kolay gelsin. Usta! Az gelsene.”

Koca adam bir robot gibi onu dinledi. Gelip önünde durdu:

“-Usta, dedi adam, maşallah görünüşün güreşçi gibi. Sen hiç güreş tuttun mu?”

Mahcup bir tavırla konuştu usta:

“- Yok Beyim, hiç güreş tutmadım. Bilmem de. Ama bilek güreşinde önüme geleni yenerim evvel Allah!”

Beş on saniye ona baktı kır saçlı adam. Sonra dedi ki:

“-Demek ona güvendi bu kardeş. Merak ettim. Beni yenebilir misin?”

Olanları şaşkınlık dağlarına tırmanan meczuplar gibi seyreden genç adam aklına gelen hin düşünce ile sinsi sinsi sırıttı. İntikam almanın, ders vermenin yeni bir fırsatı daha eline geçmişti işte. Hemen heyecanla konuştu:

“-Usta! Otur karşısına bu beyzadenin. Arabamın tamponunu karşında say. Ez, un ufak et şu bileği. Madem korkusuz, madem sana meydan okudu. Görsün dünyanın kaç bucak olduğunu.”

Usta da yüreklendi. Neticede iki insan bilek güreşi tutacaktı. Bunda nasıl yasal sakınca olabilirdi ki? Ama yine de içinde garip bir sıkıntı vardı. Patronuna baktı.  Onun zevkle sırıtan yüzünü görünce iyice cesaretlendi. Başını salladı. Küçük bir kahkaha attı:

“-He He he! Tamam Ağam, sen emrettikten sonra. Azan Mevlâ’sını da bulur, belâsını da.”

Dev gibi adam hemen iş gömleğini çıkardı.  Gürültüyle çekti kolu kırık sandalyeyi, oturdu. Kalın kareli gömleğinin kolunu sıvazladı. Bu kolu gören onun deveyi bir tutuşta kaldıracağına yemin edebilirdi.

Ellerini birbirine sürdü, ardından da mavi gömleğine. Böylece terlemiş avuçlarını kuruttu. Dirseğini kirli, tozlu masaya dayayıp hazır olduğunu gösterdi.

Kır saçlı adam da kolunu sıvadı. Dirseğini masaya koydu. Karşısındakinin gözlerine baktı. O gözlerde şaşkın biatın çaresizliğini görünce yine hüzünle gülümsedi. Sakin bir sesle konuştu:

“- Ağaca dayanma çürür, insana güvenme ölür, demiş büyüklerimiz. Sen ağana ne kadar güveniyorsun?”

Usta hiç beklemediği bu soru karşısında acımasız bir şaşkınlık yaşadı. Saniye sürmedi kendisine sorduğu soru: Sahi patronuna ne kadar güveniyordu?

“-Bana saldırıp dayakta ileri gitseydin ve ben… Meselâ ben kafamı betona çarpıp ölseydim, şu genç adam beni dövdürttüğünü itiraf eder miydi? Yoksa inkâr edip suçu senin üstüne mi atardı?”

Usta bir an dondu kaldı. Sonra yavaşça başını çevirip patronuna baktı. Onun kaçak gözlerinde kaygan, kırılan, dökülen yollar, kaypak zeminler gördü sanki.

Genç Patron en iyi adamının şüphe çöllerinde gezinmeye başladığını anlayınca hemen araya girmeye çalıştı:

“-Arkadaş nereden çıktı bu saçma sapan sözler şimdi? Siz bilek güreşi yapacaksınız, benim dedikodumu değil.”

“-Dedikodu mu? Ne dedikodusu kardeş, dedi kır saçlı adam. Yüzüne söylüyorum. Gerçeği öğrenmek için sorulan dümdüz soru bu!”

Önce patronuna, sonra da dayak atmak için hazırlandığı adama baktı usta. İçini kemiren kurt büyüdü büyüdü, kıvrım kıvrım kıvranan yılan oldu. Dilini çıkarıp havayı zerre zerre ölçmeye başladı. Ümitsizleşen bir ümitle sordu:

“-Ağam, merak ettim, sahi ne yapardın? En azından avukat neyi tutardın değil mi?”

Genç adam tuhaf bir duyguya kapıldı o an. Sanki üstüne gelen coşkulu seli birileri kum torbalarıyla önlemek istiyordu. Hemen geçiştirmek istedi o seli:

“-Bana bak, saçma sapan konuşma! Otur, şu bilek güreşi başlasın, hemen!”

Büyük bir hüzünle baktı patronuna usta. O zamana kadar bir dediğini iki etmediği, herhangi bir sıkıntı yaşaması halinde yüce dağlar gibi arkasında duracağını düşündüğü, “ağam” dediği şu adam kendine ateşlere atmakta tereddüt etmeyecek kadar korkak mıydı?

Kaldırdı dirseğini masadan. Yavaşça ayağa kalktı. Dikkatle önlüğünü geçirdi sırtına:

“-Efendim, bağışlayınız beni, dedi kırgın bir sesle. İşimin başına gideyim. Denetlemem yedek parça düzeneği vardı. Unutmuşum.”

Genç adamın cevabını beklemeden, onu ne diyeceğini bilemeyen haliyle baş başa bırakıp çıktı gitti.

Garip bir sessizlik oldu. Kır saçlı adam hüzünlü bakışlarla onu seyretti.  Diğeri de ne diyeceğini düşünmeye çalıştı. Ardından tam ağzını açmıştı ki telefonu çalınca kurtarıcı gördü onu. Hemen açtı. Ama karşıdan duyduklarıyla ayağa fırlayıp yine bağırmaya başladı:

“-Yahu! Ne diyorsun sen? Kimi kandırıyorsun? Dürüst ol dürüst! Her adımda bir tuzak! Sana nasıl inanacağım ha???”

Hırsla kapattı telefonu. Sinirinden tir tir titriyordu.  Kendini tutamadı, telefonunu çaldı duvara. Pahalı telefon parça parça olup yere saçıldı, kırdığı kalpler gibi.

Ardından kır saçlı adamın bütün olanları sessizce ve yine hüzünlü bakışlarla seyrettiğini görünce iyice delirdi. Bütün gücüyle önündeki kırık kollu sandalyeye tekme attı.  Özel derinden yapılmış yumuşacık ayakkabı ayağını koruyamadığı için canı fena halde yandı. Elinde olmadan havalara zıpladı.

Tam o sırada kararlı koca bir bulut geldi, ihtişamlı güneşin gücünü kesti, onu sarıp sarmaladı. Bodrum kattaki nem, asit ve boya kokan, pis, kocaman hangar, neredeyse bir parmak kalınlığında tozun kapladığı pencere camlarının aralarından süzülen bir demet ışık da gidince, hayaletlerin sinsi sinsi gezindiği kötücül fitne fücur dünyasına, genç adam da durmadan zıplayan iblislere benzeyiverdi.

Kır saçlı adam garip alaca karanlık hangardaki bu tuhaf havada sanki tek gerçekti.

“- Dürüstlük, öyle mi? Kendini kandırmaya devam edecek misin kardeş?”

Genç adam hırs denizlerinde yüzüyordu adeta. Hızla döndü:

“- Ne diyorsun be sen? Ne kandırması? Ne, ne, ne ha?”

“-Kardeş otur karşıma, dedi misafir. Otur da sen de yorulma, beni de yorma!”

Karşısındakinin gölgeli yüzüne bakınca şaşırdı genç adam. Şimdiye kadar fark etmediği bir huzuru, kederli bir sakinliği görüverdi. O şaşkınlıkla oturdu tam karşısındaki sandalyeye ve sordu:

“-Kimsin sen yahu? Bu kadar bağırmama bu kadar kayıtsız kalmak nasıl bir şey?”

“-Asıl sen kimsin, diye cevap verdi kır saçlı adam. Sen kimsin ki herkesi hükmün altına almaya çalışıyorsun. Hiç düşünmez misin ki her şeyin bir başlangıcı, bir sonu, her gelişin bir gidişi, her etkinin bir tepkisi, her sebebin bir sebebi var, onun da bir sebebi. Sen kendini başı boş mu sandın? Söylesene bana, sen hiç tohum olmadan buğdayın topraktan çıktığını, un olmadan fırıncının ekmek yaptığını, yağmur olmadan pınarların aktığını gördün mü?”

Peş peşe dizilen kelimeleri şaşkınlıkla dinleme çalıştı genç adam. Yaşadıklarıyla bağlantı kuramadı. Yine aklına hinlikler geldi. Hemen çıkıştı:

“-Dur bakalım lafazan efendi! Yani şimdi sen motosikletin ziyanını mı isteyeceksin benden? Vay uyanık!”

“-Sen dur. Sen dur ki ruhun azıcık rahat etsin. Motosikletim konuşacağımız en son şey. Ziyandan öte kârlı çıkıp çıkmayacağımızı göreceğiz az sonra. Söyle bana, bu durduramadığın kavgan nedir senin?”

“-Ben kavga etmem, hakkımı alırım arkadaş! “

Kır saçlı adam hafifçe gülümsedi o zaman:

“- Hak mı? Sana göre mi hak? Hak birinin istediği için, birine göre olamaz. Böyle bir adalet de olmaz.  Kavga etmiyorsun, öyle mi? Şu yaptıkların ne pekiyi? Hele bir düşün bakalım, sence kavga daha nasıl olabilir ki? Ve… Sence huzur nedir, hatta var mıdır sence? Kardeş, sen hiç gülümsedin mi?”

Huzur… Genç adam elinde olmadan düşündü.  Sahi hiç gülümsememişti. Niyeydi acaba? Herkese kendini kabul ettirmek için miydi, yoksa etrafındaki insanların korkuyla karışık saygısı mı gururunu okşuyordu? İnsanlara eziyet etmek miydi gülümsemek? Huzur bu hal değil miydi?

Ama o an içinde garip bir his peyda oldu ve soru sormaya başladı: Bu acaip adamın sorularıyla neden beyninde rahatsız edici bir şey kıpırdamaya başlamıştı ve karabasanlarla uyuyan başka şeyleri de uyandırmaya mı çalışıyordu?

Başını eğdi, aklına gelen bir sürü başı boş düşünce ile cebelleşmek istedi. Ama cebelleşmeyi bilmiyordu ki. Her zamanki gibi kaçak güreşmeyi tercih edip rakibine aklınca çelme takmaya çalıştı. Başını kaldırdı. Karşısındakinin yüzüne bakıp onun sözlerini aklınca alaycı tavırlarla taklit etti:

“-Kardeş, sen deyiver hele, neymiş huzur? Kardeş, sen hep gülümsüyor musun? Hiç surat asmadın mı?”

Genç adamın o sıradan kaçış yolunu hiç mi hiç umursamadı kır saçlı adam. Yavaş yavaş, kelimelerin üzerine basa basa konuştu:

“- Sen… Sen, seslerin sadece fısıldadığı yıldızlı bir gecede huzurla dönen aya bağırmaya kalkan aykırı ses gibisin. Sen sessin sadece, ses… Güzelliklere isim veren, güzelliği dillere destan olan mehtap seni ne kadar duyar ki? Ayrıca niye duysun ki? Umurunda değil senin kavgalı, küçük, kapkaranlık dünyan.”

Sanki garip bir hüzün geldi, ince bir tül gibi sardı genç adamı. Hayatında ilk defa karşısındakinin sözlerini seyretmenin şaşkınlığını yaşadı. Lacivert bir gökyüzü belirdi gözlerinin önünde. Uzakta ışıldayan yıldızları gördü, muhteşem mehtabı da. Ama niye dünyası yoktu? Saniye sürmedi kapkaranlık, fırıl fırıl dönen, döndükçe de etrafını karartıp ışıkları yutan kendi dünyasını fark etmesi.

 Şaşkınlıkla düşündü: “Ama ben dünyamı herkesin dünyasından daha parıltılı yapmıştım. Herkesin benim hayatıma gıpta ile bakması için uğraşıp duruyorum. Etrafımdaki en güzel ev benim, en güzel araba benim, güzel kadın benim! Niye parlamıyor dünyam?”

Dehşet içinde sordu:

“-Ya senin dünyan? Çok mu parlak? Ben aykırı ses isem sen nesin? O mehtap senin için nedir?”

Sustu bir müddet kır saçlı adam. Sonra içli bir nefes alıp dedi ki:

“- Ben… Ben benim ne olduğumu sana anlatmayayım. Ama mehtabı anlatayım. Kimileri sırça havuzda gökyüzünü seyredip mehtabı görünce ona âşık olan küçük balıklar gibidir. Hep beklerler, ümitsizdirler. Sevgiliye kavuşamayacaklarını zannederler. Kimileri ona bakıp derler ki “Allah ne güzel yaratmış şu kaya parçasını. Güneşin ışığını ne güzel yansıtıyor. Şükür bu güzelliği verene.”

Sustu. Dışarıdan mutlulukla gelip tekrar yeri aydınlatmaya başlayan o ışık demetine baktı.

Kelimelerin kulağına artık güzel ezgi gibi geldiğinin farkında değildi genç adam. Şimdi onun susmasını hiç ama hiç istemiyordu. Sanki esrarlı bir el gelmişti de adamın kelimeleri ile dünyanın en güzel ilahisini hiç bilmediği muhteşem bir sazla çalıyordu.

Telaşla düşündü, konuşma bitmiş miydi? Hayır, böyle bitemezdi. Bu kadar kısa olamazdı. Telaşla bağırdı:

“- Eeee! Konuşsana! Başka? O mehtap için başkaları ne diyor? Söylesene kardeş?”

Kır saçlı adam onun yüzüne baktı dikkatle. Bu defa genç adam “kardeş” kelimesini samimiyetle ve farkında olmadan söylemişti.

Gülümsedi sevgiyle ve sordu:

“-Kardeş, gerisini çok mu merak ettin? Hani arabanın tamponu?”

Onun sözünü kesti genç adam büyük bir heyecanla:

“-Boş ver şimdi tamponu! Bana şu mehtabı anlat!”

“-Evet, kimileri ayın mehtap haline ve ışıltısına âşıktır. Sadece o günleri beklerler. Hakikatin tamamını görmeyenler, bilmek istemeyen, anlamayanlardır onlar. Oysa ayın hurma dalı gibi, yay gibi incecik olduğu günler vardır. Öyle zamanlarda gök daha bir karanlıktır. Ay o karanlıkta sonsuza savrulacak, kaybolup bitecekmiş gibidir. Ama hakikatin aydınlığı yavaş yavaş geri döner ve galip gelir. Mehtap bütün güzelliği ve gerçekliği ile gökte bir müddet geçici saltanatını sürer.”

Tam o sırada küskün bir bulut güçlü güneşin yine önüne geçip ışık demetlerinin hangarın pencere camlarından içeri sızmasına set çekince genç adam kendini bir an için hurma dalı gibi görünen ayın kopkoyu lacivert karanlığına düşmüş gibi hissetti. Demek ki hakikatin bir parçası saklanıyordu onun için. Ama tamamı neredeydi?

Hayata dönüş nefesi gibi geldi ona kır saçlı adamın sesi:

“-Saltanat… Kimileri de saltanat sürdüğünü sanır tıpkı ay gibi, güneş gibi. Ayın da güneşin de geçici saltanatları ne zamana ve nereye kadar? Ona hayranlık duyanların, küçük balıkların, mehtabı bekleyenlerin yanında birinci kat gökteki ışıltılara, kandillere takılıp kalanlar, onlara hayranlık duyup öteleri düşünmeyenler, düşünemeyenler için hakikat nedir ve nerededir, niçin vardır veya var mıdır?”

Birden aklına gelen soru ile çok heyecanlandı genç adam. Sormadan duramadı:

“-Ya sen? Sen? Sen hangisisin? Senin için o mehtap ne söylüyor? Sen de mehtaba âşık olanlardan mısın? Yoksa o gökteki başka güneşlerin, başka ayların peşinde misin?”

Kır saçları en ince noktasına kadar titredi adamın, kalbi de sanki ruhu da. Göz bebekleri tavanda bir şey arar gibi dolaştı. Ardından gencin yüzünde durdu:

“-Beni boş ver kardeş dedi. Benim aşkım sebepleri yaratanadır. Hep onu düşünürüm, hep onu isterim. Bu dünya sebeplerle yürüyor derim. Mehtap muhteşem bir güzelliktir o küçük balık için ve büyük bir aşk.”

Genç adam farkında olmadan onun sözünü kesip cümlesini tamamladı:

“-Ama senin için veya senin gibi düşünenler için mehtap da gök de bir sebeptir. Sebebi yaratanı, sebepsiz olanı istiyorsun değil mi?”

Sadece hüzünle gülümsedi kır saçlı adam. Genç konuşmanın bitmesini hiç istemedi. Soru üstüne soru sormaya başladı:

“-Söylesene bana! İnsanların pek çoğu bunları hiç düşünmeden yaşarlar. Nedendir bu hal? Kimin umurunda mehtap, kim düşünür ki güneşin sebebini? Oysa… Oysa şu anlattıklarına bakılırsa sebeplerin sebebi var. O zaman kâinatın tamamında sebepler ve onların da kim bilir kaç sebebi var. O zaman sebepleri yöneten kanunlar ve onun da kural koyucusu olmalı… Neden? Niye bütün bunlar?”

Eliyle kır saçlarını sıvazladı adam ve ilk defa sevinçle baktı ona. Dedi ki:

“-Sana söyleyebileceğim birkaç şey var. Oku! Oku ve düşün. Düşün ve keşfet. İdrak et ve anla… Hazmet. Sonra tekrar bak! Kâinat muhteşem bir kitap. Onu döne döne, durmadan oku. O zaman hiç yalnız olmadığını anlayacaksın.”

Bu sözlerle birlikte genç adamın aklına kır saçlının üzerindeki gizli kayıt cihazı ve dışarıda saklanan arkadaşları geldi. Birden deminden beri adeta yudum yudum içilen, efsunlu şerbet gibi olan konuşmanın bütün sihri bozuldu. Hüsranla sordu:

“- Öyle ya, neden yalnız olasın ki? Dışarıda seni korumaya kararlı arkadaşların, üzerinde de kayıt cihazın var. Sahi nerede o kayıt cihaz? Hazır herkes gitmişken göstersene.”

Kır saçlı adam şaşırmış göründü:

“-Kayıt cihazı mı? Ne kayıt cihazı? Dışarıdaki arkadaşlarım mı? Neden bahsediyorsun sen?”

“-Ne yani? Demin söylediğini inkâr mı ediyorsun. Kayıt cihazı dedin!”

“-Ah! O mu, diye cevap verdi karşısındaki. O sende de var. Sen de yalnız değilsin. Şimdi de yalnız değiliz.”

Genç adamın şaşkın bakışları arasında elini uzattı. Onun omuzlarına değdirdi:

“-Bak, dedi. Kayıt yapanlar burada. Sen hiç “Hafaza Melekleri”ni duymadın mı? Kayıtları onlar tutuyorlar.  Yalnızlığa gelince.  Yüce Allah buyurmuyor mu “Ben kuluma şah damarından daha yakınım” diye? Şimdi sen söyle bana, nasıl yalnız olabiliriz ki?”

Hayret ummanının içine çok sert bir şekilde düştü genç olan, hemen sordu:

“-Yani… Yani dışarıda seni bekleyen kimse yok, kayıt cihazı da yok üstünde, öyle mi?”

Kır saçlı adam omuzlarını salladı. Ellerini iki yana açıp soruya soruyla cevap verdi:

“-Niye olsun ki? Senden dayak yememek için maddi bir kayıt cihazı taşımak ne kadar akıllıca? Alt tarafı dayak yerim sana kendimi anlatamazsam. Bu da senin zararınadır. Şükür Allah’a ki beni sana anlattırdı. Ah, bir de dostlarım dedim değil mi? Melekler senin de dostlarındır kardeş!”

İşte o zaman genç adamın kalbinden bütün şüpheler gitti. İnanç ve huzur bir tül gibi gelip onu sardı yavaşça. Bu yarım günlük macerada yaşadıklarının tamamı film şeridi gibi gözlerinin önünden akıverdi. Birden aklına gelene şaştı kaldı. İlk sebebin sahibine gitmek ne güzel olurdu. Kim bilir o kapıda ne muhteşem bir huzur vardı.

Ama kır saçlı adamın sorusu onu yaşananların sıradan gerçek görüntüsüne çekiverdi:

“- Artık şu kazayı konuşalım kardeş.”

Ardından ayağa kalktı. Deri yeleğinin cebinden bir zarf çıkardı, tozlu masanın üstüne bıraktı:

“-Bu zarf senin, dedi. İçinde kazadan sonra çektiğim fotoğraflar var, zararının biraz fazlası para da. İçinde herhangi bir şüphe kalmasın diye benim ustama hesaplattım. Yazılı belgede imzası var. Hakkını helâl et.”

Genç adam ayağa fırladı. Şaşkınlıkla bağırdı:

“-Dur bir dakika! Ağabey, dur, Hocam dur! Sende kabahat yok ki? Suç benimdi.”

Elini uzattı kır saçlı adam, onu omzunu tutup hafifçe salladı:

“-Bilmen yeterli kardeş, dedi. Bilmen yeterli. Benden yana helâl olsun. Haydi kal sağlıcakla.”

Genç adamın kalbi sıkıştı. Ümitle ümitsizlik arası sarkaç gibi sallandı gönlü. Dili bir anda damağına yapıştı sanki. Kekeledi:

“-Dur ağabey, sohbetimiz yarım kaldı. Gel yukarıya çıkalım. Yazıhanemde…”

“-Yarım kalmadı kardeş, diye cevap verdi kır saçlı adam. Sohbet devam ediyor. Zaten hiçbir şey yarım kalmaz. Haydi Allah’a emanet.”

Hiç beklemedi. Ağır hangar kapısını bir çekişte açtı. Bir yel gibi sessizce, bir rüya gibi hızlıca çıkıverdi.

Şaşkınlıkla duraklayan genç adam da peşinden koştu. Niyeti birkaç şey daha sormaktı. Ama ne soracağını da bilemiyordu.

Kapıya vardığında kır saçlı esrarengizi gördü. Köşedeki ağacın yanından caddeye yönelen motosikletinin arkasından baktı ve hayretlere gülümsedi:

“-Sohbet devam ediyor, diye mırıldandı. Sohbet devam etmeli.”

Hava gönlü kâinatla barışmış, ruhu ötelerin sırrını keşfetmeye başlayan, kalbi umut deryalarında kulaç atan, hırs dağlarını sırtından atmış da vücudu tüy gibi hafiflemiş, imanlı insanın yüzü gibiydi, huzurlu, gülümseyen…

Hemen ardından çisil çisil yağmak için gayretlenen yağmurun damlaları ruhu yıkayan pişmanlık göz yaşları gibi yavaş yavaş yere düşmeye başladı.

——————————————————————–

(*): Kur’an-ı Kerim, Enfal Suresi, 30. Ayet.

03.08.2019

Saat: 03.04

Suzan ÇATALOLUK

Nilüfer-Bursa

                                                                                                                                          

Yazar
Suzan ÇATALOLUK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen