SEBEP – Suzan Çataloluk


Suzan ÇATALOLUK

Nisan yağmurunun iri damlaları sonradan kapatılmış balkonun camlarına ahenkle değiyordu. Çıkardığı sesler hüzünlü şarkıların nağmeleri gibiydi.

Rüzgâr bahçedeki ağaçların dallarında gezinirken sanki aynı nağmeyi terennüm ediyor, bilinmezlerden gelen o esrarlı mısralarını fısıldıyordu. 

Güneş aniden bir yerlere kaybolmuştu da hava alacakaranlık libasını giymişti adeta.

Pembe gülün toprağını havalandırmakta olan kadın küçücük metal çapasını güneş rengi açan mercan çiçeğinin mavili seramik saksısının kenarına iliştiripdoğruldu. Yavaşça dışarıya baktı. Kendi kendine mırıldandı:

“-A benim canlarım, hepinize teşekkür ederim. Ne de güzel açtınız.”

Sıra sıra dizdiği saksılara keyifle baktı. Sukulentleri kışın almıştı. Ama onlar da küçük sera haline getirdiği balkona uyum sağlamıştı. İri sarı güller gibi açan on beş yıllık atlas çiçekleri, gece boy gösteren kokulu, beyaz yaseminleri, büyük saksıdaki parlak yeşil yapraklı limon ağacı… Hepsi birbirini tamamlıyordu.

Salondan gelen güzel bir eski şarkı yüzyıllar ötesinden selâm getiriyordu sanki.

Bu güzel büyülü hava kapının neredeyse yumruklanarak vurulmasıyla sona erdi. Telaşla gidip kapıyı açtı. Şaşkınlıkla kalakaldı. Uzun zamandır görmediği sarı saçlı arkadaşı karşısındaydı. 

Kadın her zamanki rahat tavırlarıyla buyur edilmeden içeri girdi. Hemen uzandı, kendine şaşkın şaşkın bakan ev sahibinin yanaklarını öper gibi yaptı. Sonra yüksek topuklu, rugan, siyah ayakkabısını, ardından kıpkırmızı mantosunu çıkardı. Mütevazı sayılan salona geçti. Etrafa şöyle bir göz gezdirdi. Alaycı bir sesle konuştu:

“-Canım benim. Hiç değişiklik yok sende. Ayol, bari koltukların yüzlerini değiştirseydin.”

Pencereye yakın koltuğa oturdu. Bacak bacak üstüne attı. Neredeyse nefes almadan konuştu:

“-Eeee, anlat bakalım! Ne var, ne yok? Nasılsın bu arada? Seninki nasıl? Kız nasıl?”

Sarı saçlarını eliyle düzelten arkadaşına gülümseyerek baktı kadın:

“-Ev halkı iyi, dedi. Sende ne var, ne yok?”

Küçük bir kahkaha attı sarı saçlı:

“- Aman ne olsunlar, diye cevap verdi. Herkes kendi dünyasında. Yaşayıp gidiyoruz. Düğünler, toplantılar. Bildiğin gibi işte.”

Ev sahibi telaşla düşündü.  Ne ikram edecekti? Hazırdabuzluktaki kek ve börekten başka bir şey yoktu.

“-Ne içersin, dedi sıkıntıyla. Kahve, çay?”

“-Çay olsun.  Yeşil çayın var mı?”

Ama birkaç saniye sürmeden fikrinden vaz geçti:

“-Ay! Dur dur! Çat kapı geldim. Şimdi sen buzluktan kek, börek mörek çıkaracaksın. Fırında ısıtacaksın.  Hepsi terleyecek. Hiç sevmem böyle şeyleri. Haydi üstüne bir şeyler giy. Gidip yemek yiyelim. Öğle yemeği yanaşıyor. Ben de çok açım.”

İtirazını dinlemedi sarı saçlı. Israr etti. 

Az sonra yoldaydılar. Taksi tertemiz, bakımlı, bol ağaçlı, geniş yolda ilerlerken kadın bu ani yemek kararına alışmaya çalışıyordu.

Masal diyarlarından aniden çıkmış gibi görünen kuşlar hayal meyal görünen dağların ufukta çizdiği o mor çizgiden ara ara hızla geçiyor, o güzel, hüzünlü manzarayıbirkaç saniyeliğine değiştiriyor, kurşuni renge bürünen ve bütün gökyüzünü kaplayan bulutlar ara ara pembeleşip beyazlaşıyordu.

Havanın yalancı alacakaranlığına,artık hızlanarak yağan yağmura inat insanlar kaldırımlardaydı. Kimi koşuşturuyor, kimi sakin sakin yürüyüşlerine devam ediyordu.

Rüzgâr sertleşmeye, yağmur damlaları taksinin camlarında resim yapmaya başlamıştı.

Yolculuk beş-on dakika sonra pahalı bir lokantanın önünde durdu.

Sarı saçlı ısrarla parayı ödedi. Daha da şiddetlenen yağmurda ıslanmamak için koşarak lokantaya girdiler.

Lokantanın içi büyük avizeler, saray tipi perdeler, fes rengi kaliteli yolluklar, duvar kenarlarına dizilmiş şık kanepeler, kadife koltuklar, ortada yuvarlak geniş, ipek örtülü masalar, kocaman saksılardaki küçük limon ve mandalina ağaçları, değişik, iri çiçekli vazolar, bir duvarı boydan boya kaplayan, içinde rengârenk irili, ufaklı balıkların sakin sakin yüzdüğü akvaryumla çok gösterişliydi.  Yerdeki tertemiz, beyaza yakın sarı granit taşlar neredeyse her şeyi berrak sular gibi yansıtıyordu. 

Cam kenarına, küçük kanepeli süslü masaya oturdular. Hafiften hafife burunlarına gelen farklı nefis yemek kokuları pek iştah açıcıydı.

Her şey pek hoş görünüyordu. Ama sarı saçlı durmadan konuşuyor, her şeyden şikâyet ediyordu. Çok pahalı kırmızı mantosunu çıkarırken övünmeye başladı:

“-Çok sık geldiğim bir yer burası. Eskiden daha iyiydi de son zamanlarda bozulmaya başladı. Her yerde olduğu gibi burası da hızla yozlaşıyor.”

Kadın herkesin sırtında görünen kurşuni kabanını çıkardı, yavaşça yumuşak koltuğa yerleşti.

Onları gören garson kibar bir tavırla masaya menü kabını bıraktı. Sessizce birkaç metre uzaklaştı.

Abartılı bir hareketle uzandı sarı saçlı. Sol elinin küçük parmağındaki çok pahalı yüzüğünü göstere göstere menü kabının sayfalarını çevirmeye başladı.

Kadın hiç şaşırmadı bu gösterişe. Alışkındı. Sarı saçlı ile eskiden daha samimiydi. Kocaları üniversite arkadaşıydı. Kendi eşi devlet memurluğunu seçmişti. Onunki de serbest mesleği seçip çok başarılı bir danışman olmuş, piyasada tutulmuştu. Çok iyi para kazanıyordu.

Üniversiteyi bitirdikten sonra eşinin tayinle geldikleri şehirde arkadaşını bulunca ailece görüşmeye başlamışlar, böylece sarı saçlı ile arkadaş olmuştu. İlk başlardaki sıkı fıkı dostluğu mesafeli götürme kararı yavaş yavaş ve kendiliğinden gelmişti. Zira mizaçları, hayata bakışları, zevkleri neredeyse taban tabana zıttı.

Sarı saçlı abartılı el işaretiyle çağırdı garsonu ve menüden yemek isimlerini sıralamaya başladı. Kadın şaşkınlıkla itiraz etmeye çalıştı. Ama diğer hiç aldırmadı ona.

Biraz sonra masanın üstüne dizilen yemekleri gören kadın sarı saçlıya hayretle baktı:

“-Abartmadın mı? Ben bunların onda birini bile yiyemem.”

“-Aman sende, Bizimki yine çok paralı bir projeye başladı. Gece gündüz çalışacak. Bir yerlere gidemeyeceğiz birkaç zaman. Bari hanım hanıma gezelim, yiyelim, içelim, diye cevap verdi sarı saçlı. Yediğini ye. Gerisini hallederler.”

Ardından elindeki yüzüğü gösterdi:

“-Bak, evlilik yıl dönümümüzde aldı. Yeni moda bu sene. Baget kesim.”

Kadın şöyle bir baktı yüzüğe. Öteki parmağından çıkardı. Uzattı ona:

“- Bir dene, dedi küçük bir kahkaha atıp. Hiç olmazsa denersin, bir kere takmış olursun.”

“-Hayır, dedi kadın. Pek güzel. Hayırla kullan. Ama böyle pahalı şeyler ilgimi hiç çekmedi.”

Sarı saçlı ısrar edip yüzüğü geniş tabağın köşesine koydu.

“-Alır mısın şu yüzüğü, dedi kadın telaşla. Kaybolacak, canın yanacak. Tak parmağına Allah aşkına!”

Yüzüğü tabağın köşesinden aldı, arkadaşının tabağının yanına koydu.

Çorba harikaydı, et, zeytinyağlı dolma ve sarmalar nefisti. Birkaç çeşit börek özenle yapılmış ve pişirilmişti. Çeşit çeşit ekmeklerin hepsi pek güzeldi. Ama miktarı ve çeşidi çok fazlaydı.

Sarı saçlı tabağına birer lokma yedi o güzel yemeklerden. Burun büktü.  Sanki hiç sevmediği bayat yiyecekler önüne konmuştu da lütfedip yiyecekti.

Kadın da tabağına aldı o güzelim yemeklerden. Hepsinin tadı birbirinden lezizdi. Uzun zamandır lokantaya gitmemişti. Lokantaya gitme alışkanlığı da yoktu. Ama bu yemeklerikim yapmışsa çok iyi bir aşçıydı. Zira tatları harikaydı.

Sarı saçlı arkadaşının yüzünü görünce bir an şaşırdı. Kadın büyük bir memnuniyetle tabağındakileri yiyordu. Dudağına yerleşen o küçük gülümsemeye bakılırsa da yediği yemekten çok büyük bir haz alıyordu. Kendini düşündü. Öyle kolay kolay beğenenlerden değildi. Her gördüğünde hep bir kusur vardı, her yediğinde, her giydiğinde, her karşılaştığı insanda, her manzarada, neredeyse her şeyde. Mutlaka küçük de olsa bir şey gözüne batıyordu. 

“Şu yüzüğü bile çok beğenmedim” diye düşündü. Hiç farkına varmadan ama hırsla, uzanıp aldı ve serçe parmağına taktı.

Masanın diğer ucunda oturan arkadaşını ısrarla yemeğe davet etmiş, o da gelmemek içinbir sürü sebep sıralamıştı.  İşte buna da çok sıkılmıştı. Oysa onun koşarak, hatta can atarak teklifini kabul etmesi gerekirdi.  Bin bir bahane öne süren kadın şimdi keyifle, gülümseyerek yemek yiyordu!

Ve… Üstelik hayatında takamayacağı şupahalı yüzüğeburun kıvırabiliyordu! Birden sinirlendi, çok ama çok sinirlendi!

Sarı saçlının aksine kadın tadı pek güzel olan yaprak sarmasının kokusunu yavaşça içine çekti. Gözünün önüne baharda bağ manzarası geldi. Hafif esen yelde filizlenen taze yaprak yeşili ne güzel bir renkti ve ne hoştu tazecik yaprak kokusu.

Teşekkür etmek için tam ağzını açacaktı ki sarı saçlı konuşmaya başladı:

“-Galiba yemekleri pek beğendin. Sen bu konuda pek de tecrübeli sayılmazsın.Ama ben çok gösterişli lokantadayemek yemiş biri olarak şu yemekleri hiç beğenmedim.”

Konuşmaya devam etti, durmadı, hiç durmadı.  Sustu karşısındaki, vaz geçti teşekkür etmekten ve çok rahatsız oldu.  Onun kelimelerini duymak istemedi.

Ve… Hemen dileği kabul edilmiş gibi sarı saçlının sesi yavaş yavaş hafifledi, hafifledi, kayboldu. Ardından birden sanki etraf dalgalandı. Bilinmezlerden gelen kocaman, rengârenk bir fırçaLokantanın o şık görüntüsünü yavaş yavaş sildi.  Şimdi artık masmavi göğün altında sürülmüş, taşlardan temizlenmiş, yumuşacık bir tarla vardı.  Dümdüz, sonsuzakadar uzanan, geniş bir tarla, Ortasında da kocaman ulu bir meşe…

Derken…. Göğün derinliğinde küçücük bir nokta belirdi.  Yavaş yavaş aşağıya inmeye, inerken de sararmaya başladı.

Hafifçe esen sevimli bir yel onu döndüre döndüre getirdi, yavaşça kızıl toprağın koynuna bıraktı.

Bir tohumdu o sarı nokta. Kızıl toprakla hemhal olmak isteyen sarı tohum tir tir titreyerek yüzünü gökyüzüne çevirdi. Bir damla diledi dua edip:

“- Çok susadım Ey Tanrım… Bir damla su… Eğer vermezsen, Sen, ezelin de ebedin de bütün bilgilerin de sahibi ve Yaratıcısı Sen… Sen bilirsin ki ben toz tanesine dönüşürüm. Yaşat beni bir damlacık su ile…”

Gökyüzü birden şimşeklerle, gök gürültüleriyle sarsıldı. Hasretle beklenen o yağmur damlası sarı tohumun bağrına, dudaklarına düştü.

Sarsıldı tohum, kana kana su içti, içti… Ardından yavaş yavaş kök verip yeşillenen başını göğe doğru çevirmeye başladı.

Ardından aşkla güneşe çevirdi yüzünü ve büyüdü, gençleşti, olgunlaştı, yaşadı büyük bir aşkla. Neslini devam ettirecek tohumlarını vermeye başladı. O güzel başını kara arza eğdi sakince.

Sonra sanki fısıldadı kadına:

“- Ey can! Bak, ne kadar büyük emeklerle yetiştirdiğim tohumlarımı, meyvelerimi beğenmiyorsunuz… Oysa ben… Oysa ben bana verilen bu canı aşk rengine boyayıp ne çileler çektim! Oysa ben bir küçük kuşun kursağına yem olabilmek, sofranıza bir lokma ekmek için ne kadar çok uğraştım!  Ne çileler çektim!  Şu masada topraktan yapılma bir tabak dahi benden kıymetli. Farkında mısınız?”

“- Şekerim, nerelere daldın gittin? Sen beni dinlemiyorsun!”

O an birden o sesle birlikte lokantanın süslü duvarları tekrar yerine geldi, ışıltılı avizeleri de diğer süslü eşyası da.

“-Affedersin, dedi kadın. Kusura bakma, dalmışım.”

“-Diyordum ki bu kadar pahalılığa bu bayat yemekler… Kabul edilir gibi değil. Lokantanın sahibini görürsem serzenişte bulunacağım.”

Sarı saçlının içine doğmuştu sanki. Masalarına doğru gülerek gelen orta yaşlı adam kibarca selamladı onu:

“- Hanımefendiciğim, hoş geldiniz, safalar getirdiniz!  Sizi görmek ne güzel. Afiyetler olsun Efendim!”

Birkaç cümle ile hâlhatır sormadan sonra adam merakla sordu:

“-Yemeklerimizi beğendiniz mi Efendim? Sizin çok iyi bir gurme olduğunuz biliniyor. Benim için fikirleriniz çok ama çok önemli. Son gelişinizdeki ikazlar çok yerindeydi. Teşekkürlerimle Efendim.”

Sarı saçlı adama şöyle bir baktı.  Ardından bakışları masadaki yemeklerde gezindi. Soğuk ve bilmiş bir ifade ile bir sürü tenkit sıraladıktan sonra son cümlesini gayet rahat söyleyiverdi: 

“-Lütfen beni affediniz. Masadan aç kalkacağım. Börekleriniz en az iki günlük. Tekrar ısıtmışsınız. Terleme yapmış, yumuşamış. Oysa çıtır çıtır olmalıydı.”

Adamın hafiften hafife başlayan şaşkınlığı giderek öfkeye, kaybedilecek önemli müşterisiniikna telaşına dönüştü. Büyük bir telaşla konuştu:

“- Affınızı istirham edeceğim Hanımefendi. Derhal telafi edeceğim hatamızı.”

Eliyle işaret etti. Garson koşarak geldi. Adam çok sert bir sesle:

“-Kaldır şu yemekleri masadan. Dedi. Derhal bana aşçıyı, börek yapan hanımı getir.”

Kadın bir an büyük bir şaşkınlık, ardından kalbini sıkan üzüntü yaşadı. Sanki bütün yemekler hep bir ağızdan çığlık çığlığa “bize yazık değil mi” diye ağlıyordu.”

Garson tam tabaklardaki yemekleri toplamak için elini uzatmıştı ki kadın kararlı bir sesle konuştu:

“- Affedersiniz beyefendi. Bu yemekleri benim için paket ettirir miydiniz?”

Sarı saçlı da adam da büyük bir şaşkınlıkla ona döndüler.

“-Paket, dedi adam kaşlarını kaldırarak. Paket???”

“- Evet, paket, diye cevap verdi kadın. Ziyan olmasın.”

Sarı saçlının yüzü allak bullak oldu. Yanında getirip parasını ödediği şu görgüsüz kadın beğenmediği yemeklerin paket edilmesini istiyordu!  “Şu üç buçuk kuruşluk yiyeceklerde gözü kalan aptal! Rezil etti beni! Meğer ne kadar görgüsüzmüş. Ama ben bilirim yapacağımı” diye hırsla düşündü. “Hele şu adam bir gitsin!”

Ama adam garsona masadaki yemeklerin paket edilmesini söyledi.

Biraz sonra orta yaşlı bir adamla hafif kilolu, başında başlığı, önünde önlüğü otuz-otuz beş yaşlarında bir kadın masaya geldi.

Lokantanın sahibi kibar olmaya çalışarak gelenlere sordu:

“-Buradaki yemekleri kim yaptı? Özellikle börekleri?”

Yaşlı adam korkuyla cevap verdi:

“-Biz yaptık beyim. Bugünün menüsü. Börekleri de hanım arkadaş hazırladı.”

“-Sen git, günün özel yemeğini hemen hazırla. Hanımefendiler içindir. Büyük bir özen göstereceksin. Anladın mı beni?” “

Sonra başlıklı kadına döndü:

“-Sana dikkatli ol diye tembih etmedim mi? Ettim. Börek bayat diyor hanımefendi. Böyle bir hatayı nasıl yaparsın?”

Börek yapan kadıncağızın yüzü şaşkınlıkla kasıldı, korkuyla gözleri büyüdü. Aklına ilk gelen çocukları oldu. Yere eğdiği başını yavaşça kaldırdı. Yalvaran gözlerle baktı lokanta sahibine:

“-Efendim, böreği bugün yaptım, diye kekeledi. Fırından yeni çıkardım.”

“-Konuşma, cevap verme, diye söylendi adam. Hemen eşyalarını topla, şimdi git. Yarın gel, muhasebede ilişiğini kessinler.”

Adamın kararlı sesini duyup sinirli yüzünü görünce börek yapan kadının gözleri yaşlarla doldu, dudakları titredi.  Başını eğip sessizce uzaklaştı.

İşte o an sarı saçlının yüzüne bakakaldı masadaki arkadaşı. Sarı saçlının mağrur yüzünde büyük bir memnuniyet vardı. Gidenin arkasından bakarken koyu gözbebekleri büyümüştü. Gözleri tuhaf bir parıltı ile raks edip haset okları atıyordu adeta. Dudakları kötü bir sırıtışla bükülmüştü.

Lokanta sahibi bin dereden su getirip özürler diledikten sonra gitti. İki garson hızla geldi, hemen örtüler değişti. Çok özenli bir düzenleme ile her şey derhal yenilendi.

Kadın büyük bir üzüntü ile mutfağa doğru baktı. Börekçi kadın başlığını çıkarıyordu. 

Bir anda neler olmuştu? “İnsanoğlunun iyilikle kötülük arasında gidip gelen hayatında en zor imtihanı işte tam bu noktada, hesaba çekileceğimiz yer burası. İşte tam da bu ince çizgide olması gerekenle olanın ne büyük farkı var! Keşke gelmeseydim, keşke yemeseydim şu yemeği! Ben geldim, kadın işinden oldu! Şimdi ben ne yapacağım Ya Rabbi? Bana bir yol göster!”

Ama düşüncelerini sarı saçlının ıslık gibi sesi keskin bıçak gibi kesiverdi:

“-Bak! İstersen diğer masalardaki yemek artıklarını da paket ettireyim sana ha? Ne dersin? Ben yemekleri beğenmediğimi söylüyorum, sen paket ettirmekten bahsediyorsun! Çok sıkıntınız varsa destek çıkayım sana! Ne dersin? İyi bir teklif değil mi?”

Hiç şaşırmadı kadın. Tersine, çok üzüldü. Yıllarca arkadaşlık ettiğini sandığı sarı saçlı onda kendi eksikliklerini tamamlamaya çalışıyordu! Ama neden eksik hissediyordu kendini? İşte bunu anlamalıydı. Böylece belki yardımcı olabilirdi.

Hüzünle gülümsedi ona bakıp:

“-Teşekkür ederim, dedi. Ama hiç sıkıntımız yok, şükürler olsun. Yalnız merak ediyorum, neden bu kadar abartılı yemekler söyledin, neden bu kadar sinirlendin, niye bu güzel yemekleri beğenmedin, niye o börek yapan kadının işten atılmasına engel olmadın da gidişini seyrettin? Seni anlamaya çalışıyorum. Lütfen söyler misin, ne oldu?”

Sarı saçlı bir an dondu kaldı. Tenezzül buyurup arkadaşça yemeğe götürdüğü şu eni boyu belli, sıradan kadın kendini hesaba çekmeye cesaret ediyordu. Hırçın bir şekilde konuştu.

“-Anlaşılmayacak bir şey yok! Ben diyorum ki bu yemekleri beğenmedim, sen paket etmelerini söylüyorsun. Bu bana ihanet değil mi? Güya arkadaşımsın, beni rezil ediyorsun. Mesele bu kadar basit!”

“-Ama bir saniye, diye cevap verdi kadın sakin sakin. Seni rezil etmek gibi bir niyetim neden olsun ki? Biz yıllardır birbirimize merhaba diyen insanlarız. Beni tanımadın mı da bu fikre kapılıyorsun. Gayem sadece ziyanı önlemekti. Paket ettirmenin ne zararı var, anlayamadım.”

“-Ne diyorsun sen? Benimle alay mı ediyorsun? Eğer ziyan önlemek isteseydin benim itibarımı ziyan etmezdin! Beni iki paralık ettin, diye hırsla söylendi sarı saçlı. Şu lokantanın yemeklerinin tamamı çöpe gitseydi de o paket sözünü söylemeseydin! “

Kadın şaşkınlıkla baktı onun hırstan kasılmış yüzüne:

“-Ama… Yanlış anladın…”

“-Sus! Sus, diye yılan gibi tısladı karşısındaki. Senin gayen ne ha?”

Bağırarak konuşmasına devam ederken sesini sanki biri kesiverdi de sadece dudakları oynamaya devam etti birkaç saniye. Sonra o esrarlı rengârenk fırça geldi yine, yavaşça o çatık kaşları, sonuna kadara açılmış gözleri, durmadan hareket eden dudakları siliverdi. Yerine küçük bir çocuk belirdi. Kocaman kara gözleri vardı, yaşlarla doluydu. Avurtları çökmüştü. Kemikleri sayılacak kadar zayıftı. Elinde tutmakta zorlandığı kirli, yamulmuş bir alüminyum tas vardı. Ona doğru uzatıyordu.

Çocuğun arkasında kirli sarı, eski püskü entarili, zayıf bir hamile kadın belirdi, yürümekte zorlanıyordu. Sonra gözlerinden yaşlar süzülen, bir deri bir kemik kalmış siyah at, dört ayağı üzerine çöküyordu. Sonra bembeyaz sakallı bir ihtiyar gördü, yere düşmüştü. Elini havaya kaldırmıştı, yardım istiyordu. Sonra pembe bir güvercin gördü, yerde çırpınıp can çekişiyordu. Sonra kara kuzu gördü, iyice zayıf, kurşuni renkli ölü koyundan süt yerine kan emiyordu. Alaca bir köpek acıyla inliyordu. Bir karınca sürüsü hırçın rüzgârda savruluyordu. Sonra bir kovan gördü, ölü arılar yere düşüyordu.

Sonra ormanı bitmiş uzak dağlarda bir ceylan yavrusu gördü, yeni ölmüştü. İri gözleri ıslak ıslaktı. Hemen ileride bir tilki gördü üç yavrusuyla, kuru otlara serilmişti. 

Sonra denizler gördü, ölü balıklar her noktasındaydı…

Arkada alacakaranlık bir gökyüzü gördü, şimşekler çakıyor, deli bir fırtına iri yağmur damlalarını artık kurumuş olan kapkara, yanık ağaçlara kamçı gibi vuruyordu. Sanki dünya ağlıyor, kara toprak çığlık atıyordu.

Ama hepsi birlik olmuştu da kulağına tek bir cümleyi fısıldıyordu.

“-Bizi ziyan ettiniz…”

Tam o anda bir ses daha beyninde yankılandı:

“-Ne o? Heykel gibi kaldın? Dilin mi tutuldu? Azıcık utandın mı?”

İrkildi, dehşetle gözlerini yumdu. Açtığında sarı saçlının hırsla açılmış gözleri yerini aldı, sesi kulaklarında patladı:

“–Ne o? Heykel gibi kaldın? Dilin mi tutuldu? Azıcık utandın mı, dedim. Duydun mu?”

Başını yere eğip birkaç saniye düşündü hüzünle. Konuştuğu zaman sesi çok kararlıydı:

“-Evet, çok ama çok utandım! Ama paket için değil… Utandım, dedem aklıma geldi, dedemden çok utandım.Yüz binde bir olsa da ekmek ve yemek atanlara dedem küfrân-ı nîmet, derdi.Bir ekmek kırıntısını dahi ziyan etmezdi. Kuşun, kurdun, dünyanın bilmediğimiz bir yerinde aç canlının hakkı vardır o buğday tanesinde, derdi.  Şimdi sen tabak tabak yemeğin çöpe gitmesinden utanmıyorsun da benim o nimeti kurtarmak adına paket ettirmemden mi utanıyorsun? Hiç aklına gelmiyor mu şu şehirdeki aç insanlar ve yoksullukla imtihan olunanlar, varlıkla hesaba çekilecekler? A benim canım, ne dersin?”

Sarı saçlı duyduklarına inanamadı. Şaşkınlıkla baktı ona. Derin bir nefes alıp cevabı sıraladı:

“- Yoksulluk masalı anlatıp zeytin yağı gibi üste çıkmaya çalışma. Yahu ben seni sessiz, silik biri bilirdim. Ama ne yamanmışsın! Akşama yemeğin yok galiba. Hazır yemekleri götürmek için iyi numara! Bak ne yapacağım biliyor musun? Şimdi gelecekleri de paket ettireceğim. Gözün doysun.”

Hüzünle baktı sarı saçlıya kadın ve dedi ki:

“-Ah be canım! Sen beni yanlış değerlendirmişsin. Kusurları sayıp dökmek benim meziyetim değil.  Kovdurduğun kadının halini düşündün mü hiç? Senin hiç hesapta olmayan gururun ve gösteri yapma isteğin uğruna onun başına neler geleceğini düşündün mü? De ki bayattı o börek, daha başka bir çözüm yolu olamaz mıydı? Bak, beni de alet edip kaç gönül yıktın? Şimdi ben o kadıncağız yüzünden vicdan azabı çekeceğim. Yüreğim sıkıştı, inan bana. Cancağızım niye böyle yaptın sen? Neyin var senin? Durup dururken kötü sözleri sayıp döküyorsun?”

Sarı saçlı artık hiddetin son noktasındaydı:

“-Demek vicdan azabı çekiyorsun öyle mi a görgüsüz? Bu dostluk burada biter. Hesaplar benden. Gidiyorum. Eve nasıl gideceğini kendin düşün.”

El işareti yapıp garsonu çağırdı. Çantasını açıp menü kabının içine banknotları dizdi. Kendisini şaşkın şaşkın seyreden garsona:

“-Masaya gelecek yemekleri ve diğer masalardan artanları da hanıma paket edip verin. Sanırım bu para yeter.”

Pahalı çantasını, kırmızı mantosunu kaptı, hışımla lokantayı terk etti. Sinir içinde söyleniyordu:

“-Hadsiz! Cebinde taksi parası yok, ahkâm kesiyor! Evine nasıl döneceksin bakalım!”

Hırsla merdivenden inerken ayağı kaydı. Az daha düşecekti. Can havliyle oradaki süs ağacına tutundu. Toparlanmaya çalıştı. Yüzüklü eli ağacın küçük filizine takıldı. O çok pahalı yüzük serçe parmağından hızla çıktı. Filizin yemyeşil başına geçti. İlk küçük yaprakçığa takılıp durdu. Sanki o parmaktan çıkmak için can atıyordu.

  Sarı saçlı pahalı yüzüğün kendisini terk ettiğini fark etmedi, edemedi. Hırsla taksiye binerken yüzüğü taşıyamayan filiz yere doğru eğrildi. Pahalı yüzük o yeşil kıvrımdan çıkıverdi, yağmur damlalarıyla ıslanan basamaklardan seke seke inerken inledi adeta. Küçük bir “Çınnnn” sesi çıkardı.

Tam o sırada börekçi kadın büyük bir sıkıntı içinde o basamağa bastı ve yüzüğün inlemesini duydu, sonra kendisini gördü.  Uzandı, aldı onu. Hemen tanıdı. Düşündü:

“-Kaç para acaba bu güzel şey? Yazık! Aaaa! Bir saniye. Bu yüzük deminki kendini beğenmiş hainin! Kimin parmağına kısmet olmuş garibim. Hayırlısı… Hemen geri döneyim de vereyim. Neme lazım, haramdan uzak durmak, helale koşmak, cennet kapılarını açmak gerek. Kul hakkına bulaşma derdi rahmetli kocam. Üstelik böyle birinin değil yüzüğünü, kuruşunu almamak, onu görünce ters yola girmek lazım. Tam bir belâ.”

Tam o sırada kendini tufandan kurtulmuş gibi hissedip toparlanmaya çalışan kadının yanına gelen lokanta sahibi kibarca konuştu:

“-Hanımefendi, iki dakika vaktinizi alabilir miyim?”

Biraz hayret, biraz acıma, biraz kızgınlık… Adamın bakışlarında dönenip duruyordu bu duygular, azıcık da karşısındakini keşfetme merakı.

Kadının karşısına kibarca oturdu. Meraklı gözlerle onu birkaç saniye süzdü:

“-Bu kadar yemeği nasıl taşıyacaksınız? Ev ahalisi…”

Yine hüzünlere gülümsedi kadın ve karşısındakinin sözünü zarif bir şekilde kesti:

“-Çok teşekkür ederim ilginiz için. Hemen küçük bir açıklama yapayım: Deminki nezaketsiz durum için de özür dilerim. Allah’a şükür evde yemeğimiz var. Elhamdülillah hayatımızda bir eksiklik hissetmiyoruz. Galiba arkadaşımın isteğini garson size iletmiş. Küçük bir yanlış anlaşılma olmuş. Elbette sadece bizim masadakileri istemiştim.”

“-Ben de şaşırdım, dedi adam. Hanımefendi bir sürü de para ödemiş. Artık yemeklere, üstelik başkalarının yarım bıraktığı yemeklere niye para alalım ki?”

“-İnanın bana, niyetim çok halisane idi. Evimizin yanındaki eski apartmanda beş üniversite öğrencisi var. Birkaç sefer yemek götürdüm eşimle birlikte. Bana annelerinin yemeklerini özlediklerini söylemişlerdi. Yemeklerinizi de çok beğendim, böreklerinizi de. Hiç el değdirmedik neredeyse. Onlar için düşünmüştüm. Ama konu nereye geldi. Bağışlayınız ne olur. Neticede insandan insana damak tadı değişiyor. Kimi çok sıcak sever, kimi de benim gibidir. Anladım ki arkadaşımla damak tadımız iyice farklılaşmış.”

Adam elinde olmadan küçük bir kahkaha attı:

“-Mizaçlarınız da… Ama elimden bir şey gelmiyor. Bütün eş, dost, arkadaş toplantılarını burada yapıyorlar.”

“-Şey… Bir şey soracaktım, dedi kadın tereddütle. Börekçi hanımı inşallah işten atmayacaksınız.”

Tam o sırada sarı saçlı taksi şoförüne çığlık çığlığa bağırdı:

“-Hemen geri dön! Hemen dedim! Aman Allah’ım! Yüzüğüm! Yok, parmağımda yok!”

Telaş içinde düşündü. “En son lokantada o görgüsüzün tabağının kenarına bıraktım. Evet, evet orada kaldı.”

Birden aklına gelen düşünce ile kan beynine sıçradı. Kendi kendine söylendi:

“-Bir tabak yemeğe tenezzül eden o pahalı yüzüğü neden almasın ki? Ama ben ona gününü göstermezsem! Ama önce bir lokantaya uğrayayım, bakalım ne oldu!”

Lokantaya fırtına gibi girdiğinde arkadaşı ile lokanta sahibini gördü. Masada sohbet ediyorlardı. Hışımla yanlarına gitti. Alaycı bir sesle:

“-Sohbetiniz bol olsun, dedi. Ne güzel. “

Ardından arkadaşını baştan aşağı süzdü:

 “- Hâlâ burada olduğuna göre… Kocan mı gelecek seni almak için?”

Lokanta sahibi de kadın da bir an ne diyeceklerini bilemediler. Ama adam hemen ayağa kalktı:

“-Hoş geldiniz Hanımefendiciğim, bugün sizi ikinci defa görmek ne şeref. Nasıl yardımcı olabilirim size?”

Arkadaşına tepeden bakan sarı saçlı adeta zevkle, kelimelerin üstüne basa basa cevap verdi:

“-Sizden istediğim bir şey yok. Ama bu hanımdan var. Söylesene, yüzüğümü… Yüzüğümü ne yaptın?”

Şaşkınlıktan bir an donup kalan kadın hayretle sordu:

“- Hangi yüzüğü? Gösterdiğin yüzüğü mü? Alıp parmağına taktın ya!”

Tam o sırada garson paketlerle geldi. Kadın ayağa kalktı. Paketleri alıp lokanta sahibine teşekkür etti. Gitmek için adım atacaktı ki sarı saçlı onun kolunu sıkıca tuttu. Avaz avaz bağırdı.

“-Dur bakalım biraz! Sorumun cevabını tam alamadım. Ben yüzüğümü senin tabağının köşesinde bıraktım. Ne yaptın yüzüğümü? Çantana mı attın?”

Aniden uzanıp kadının çantasını kaptı. Tek fermuarı hızla açıp içindekileri yere doğru silkeledi. Küçük para cüzdanı, içindeki birkaç kâğıt ve madeni para, bir kalem, küçük bir defter, telefonu sağa sola savruldu.

Yan masalarda oturan bir hanımla bir bey telefonu ile cüzdanını yerden alıp getirdiler. Garsonun biri hemen koşup paraları topladı. Müşteriler şaşkınlıkla baktılar birkaç saniye. Sonra başlarını çevirip kendi âlemlerine daldılar.

Yalnız başına hareket etmeyi seven insan misali tek bir lira döne döne gitti. Kendi etrafında döndü, döndü…  Zemine düşüp bir kadının eski, yıpranmış ayakkabılarınındibinde durdu.

O ayakların sahibi börekçi kadındı. Sakin adımlarla ilerledi. Bir lirayı kadına verdi.Ardından da rengi solmuş, bollaşmış ceketininiç cebinden yüzüğü çıkardı, sarı saçlıya uzattı. Üçünün şaşkın bakışları arasında konuştu:

“-Bu yüzük sizin galiba. Masadan kalkarken parmağınıza taktığınızı görmüştüm. Giriş kapısının merdivenlerinde buldum.”

Bir an tokat yemiş gibi sersemledi sarı saçlı. Ama bu durumu çok sürmedi. Hemen kendini toparladı. Uzatılan yüzüğü hırslakapıp parmağına geçirdi. Yine bağırmaya başladı:

“- Demek sen aldın! Sonra korktun değil mi? Dua et ki beyefendinin hatırı var. Onun lokantasına zarar vermek istemem. Şükret, polise gitmeyeceğim.”

Sonra kırmızı mantosunu savura savura çıkıp gitti.

Adam, kadın ve börekçi ardından bakakaldılar. Kendini ilk toparlayan kadın oldu. Tekrar oturdu masaya. Adam da şaşkınlıkla aynısını yaptı. Ellerini başının arasına aldı. Birkaç sefer saçını sıvazladı, çenesini ovuşturdu. Ne diyeceğini bilemeden öylece duruverdi.

Kadın börekçiye masayı işaret etti:

“-Birkaç dakika oturmaz mısınız? Sizden arkadaşım ve kendim adına özür dilemek isterim. Oturun, ne olur.”

Sesini çıkarmadan koltuğa oturan börekçi kadın şaşkın bir yüzle ona baktı.

“- Acaba beni biraz dinler misiniz, beyefendi dedi kadın. Sonra tekrar izninizi rica edeceğim.”

Adam büyük bir mahcubiyet duydu işte o an. Ama “ne yapabilirdim,” diye düşündü. “Nereden bilebilirdim ki. İnsanlar nasıl da rol yapabiliyor, nasıl da çok yüzlü olabiliyorlar. Bu kadar çalışma hayatım var, bu kadar insan gördüm, hâlâ şaşırıyorum!”

Yavaşça başını kaldırdı, kadının sakinleşmiş yüzüne baktı.

“-Hayat devam ettiği müddetçe Yüce Rabbimin bir kapıyı kapatırken başka bir kapıyı açtığına inananlardanım, dedi kadın.  Ve… Sebepler sebepleri takip eder hep naçizane bence. Arkadaşımın ısrarına uyup buraya gelmeseydim, bu güzel yemekleri yemeyecektik ve bu hadise vuku bulmayacak, bu kardeşimiz de işinden olmayacaktı. “

Börekçi kadın da Lokanta sahibi de sözün nereye gideceğini hissettiler. 

Lokanta sahibi yüreğindeki garip sıkıntının bir anda uçup gittiğini hissetti. Tükürdüğünü yalamayacak, kadının ricası ile iyi yemek yapan elemandan olmayacaktı. Sustu, bekledi.

“Allah’ım! Bir mucize göster diye dua ediyordum,” diye düşündü. Börekçi kadın.  “Allah’ım! Ne olur, olsun.”  Kalbi derin ve engin ümit okyanuslarına korkak bir yelken açtı.

Kadın börekçinin geleceğine gülümsedi, sakin sakin konuşmaya devam etti:

“-Şimdi sizden dileğim beyefendi, sizden dileğim bugün yaşanan hadiseyi olmamış saymanız ve bu harika yemekleri, bu leziz börekleriyapan kardeşimizin işine devam etmesi. Bunu yapabilir misiniz?”

O akşam beş üniversiteli duvarları kirlenmiş olan küçük odada, ranzaların arasındaki eski kilimin üzerinde, minderlerdeydiler. Yere serdikleri çiçekli örtüde melamin tabaklar vardı.  İki tepsiyle gelen çeşit çeşit börekleri keyifle yerken komşu teyzeyi hayırla anıyorlardı.

Ve… Küçücük üç çocuktan ikisi dizlerinde, biri kucağındaydı annelerinin. Ufacık gecekondunun diğer odasında nineleri uyuyordu.

Börekçi kadın kucağındakinin güzel yanağına sevgi dolu bir öpücük kondurdu. Kendi kendine konuştu. “Allah razı olsun o hanımdan. Nasıl da ikna etti. Yoksasokaktaydım. Değil kiramı ödeyecek, ekmek alacak param yoktu. İkinci paketi bana verdi. Maaşımı alana kadar paket bize yeter.”

Çok uzaklarda çok lüks bir sitede, konforlu salonun ışıl ışıl avizelerininaltında, bal renkli, el yapımı, abartılı, rahat mı rahat koltuğundaydı sarı saçlı. Çok mutsuzdu.  Kocasına olanı anlatıyordu kendince:

“-Aptal görgüsüz! Paketçi zavallı! Rezil etti beni. Üç tabak yemek dökülecekmiş de, dünyada açlar varmış da, bir ekmek ne kadar büyük emeklerle masaya geliyormuş da… Ne kafa ama!  Dünya nereye geldi, bu görgüsüz nerede… Emininim yüzüğümde gözü kaldı! Hiç inanmıyorum bulma masalına. Muhakkak bir şeyler oldu!”

Suzan Çataloluk

Nilüfer-BURSA

Son okuma: 04.03.2020

Yazar
Suzan ÇATALOLUK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen