“Sen Gelince ….”: Mor Kitaptan Meseller – 1


 

Suzan ÇATALOLUK

Hava sıcacıktı. Derin mavilerde yüzen güneş de bugün sanki her zamankinden çok daha fazla parlıyor, her şeye gülümseyen, hep müjdeli haberler, sevgi dolu mektuplar getiren ulaklar gibi insanın yüreğini ısıtıyordu.

Ağaçlar öğle şekerlemesine dalıvermiş insanlara benziyordu, yapraklarını aşağı salıvermişlerdi. Yemyeşil çimenler, rengârenk çiçekler ara ara esen yelin ahengiyle, ormandan gelen çok hafif uğultunun seslenişiyle dostlara selâm verir gibi bir o yana bir bu yana salınıyorlardı.

Tam o sırada başını yavaşça uzattı. Etrafı kolaçan etti. Her şey ne kadar sessizdi. Sevindi. Tam istediği gibiydi. İlerideki koca, çıplak kayanın tepesine tırmanır, güzelce güneşlenirdi. Kış boyu bütün vücudu güneşi özlemişti.

Otların arasında hızla ilerlemeye başlamıştı ki birden durdu. Şimdiye kadar görmediği iki uzun şey yolunun ortasında duruyordu. Bulunduğu yerden kıpırdamadan onları seyretti. Ne ağaca, ne taşa, ne kayaya, hiçbir şeye benzetemedi.

Ama güneşin sıcaklığını istiyordu. Onun için de şu iki uzun şeyi aşması şarttı.

Beş on saniye cesaretle cesaretsizlik arasında gidip gelip büyük bir tereddüt yaşadı.  Sonra karar verip sessizce yanından geçmek isterken birden…

Birden havada bir dalgalanma hissetti. Hayatında hiç ses duymamıştı. Ama hiç anlayamadığı o tuhaf çığlığı duydu.

 Çığlık beyninde yankılar yaparak çoğaldı. Onu sersemletecek kadar büyüdü. Kendine gelmek için başını iki yana salladı.

Ses şiddetlenerek devam etti. Ardından havadan hızla inen dikenli dal parçasını gördü.  Dehşet içinde kaldı. Tam belinin ortasına inerken yana kaydı. Zor bela kendini kurtardı.

Hemen buradan kaçmalı, bir gizli köşe bulup saklanmalıydı.  Hızla oradan uzaklaşmaya başladı.

Sanki beyninde sıra sıra korku dağları vardı da yüreği kanat takmış, onları aşmaya çalışıyordu. İçinde anlayamadığı, kavrayamadığı bir şey vardı sanki.  Durmadan kaçmasını söylüyor, “çabuk uzaklaş, bu senin en azılı düşmanın” diye feryat ediyordu.

Süratle hareket ediyor, bir o yana bir bu yana savrularak ilerlemeye çalışıyordu.

Ama o uzun iki şey peşinden koşuyor, dal parçasını ha bire kendisine, belinin ortasına vurmaya çalışıyordu.

O tuhaf çığlık da ara ara değişiyor, yankılanıyor, sanki yeniden tekrarlanıyor, durmadan çoğalıyordu.

İçinde rengârenk küçük balıkların oynaştığı, üzeri yemyeşil yosunlarla sarılmış kurşuni çakıl taşlarıyla dolu, şırıl şırıl akarak neşeli ezgiler terennüm eden küçüklü büyüklü dereleri, deli deli akıp kahramanlık destanları çağıran çağlayanları, nazlı yellerde mavi atlaslar gibi titreşen gölleri, üzerine dört mevsim manzaralarının yansıdığı, sonsuz gibi görünen, derin, engin deryaları aştılar.  Yeşilin her derde deva çeşidinin hüküm sürdüğü vadileri, aslanların dünya güzeli çöl ceylanlarını avladığı sonsuz sahraları, derin uçurumları geçtiler. Ara ara taşlara, kayalara çarptılar. Tekrar tekrar düştüler, tekrar tekrar kalktılar. Ama toparlandılar.

Sıra sıra ulu dağları, kocaman kıvrık boynuzlu cesur dağ keçilerinin gezindiği yalçın kayaları da aştılar. Yemyeşil, sık mı sık, çeşit be çeşit ağaçların göğe uzandığı, şirin sincapların daldan dala atladığı, tavşanların koşuştuğu, güçlü aslanların, kaplanların buluştuğu, kuş bilgesi ibibik ve daha pek çok kuşun nazla, niyazla uçuştuğu çok büyük bir ormana daldılar. Ama koşuşturmaca devam etti, saldırı da.

Sonunda yoruldu. İlk rastladığı üzerinde bal arılarının dolaştığı toz pembe, çok güzel kokan yaban gülü öbeğinin arasına girip korkudan kıvrılıverdi. Beklemeye başladı.

Şimdi ne yapacaktı? “Bu iki uzun şey beni öldürmeye kararlı” dedi kendi kendine. “Bildiğim bütün hünerlerimi dökeyim de şu zalimi kaçırayım.”

Kendini kovalayan şeyler de hızla yaklaşıyordu. Tam kuşburnu öbeğinin yanına gelmişlerdi ki biri taşa takıldı. İkisi birden büyük bir gürültü ile devrildi.

Şaşırarak hayretle baktı o iki uzun şeye. Onların da devamı vardı, üstlerinde acaip bir gövde, onun da üzerinde bir baş. “Şu uzantılar da ön ayaklar olmalı” diye düşündü farkında olmadan.” Tıpkı aslanlar, ceylanlar, kirpiler gibi.”

O şeyi bir müddet seyretti. Ne kadar da tuhaftı. Hiçbir canlıya benzetemedi.

Sonra “İşte şimdi tam da zamanı” diye düşündü tekrar. “Benden ne istediğini öğreneyim. O başa benzeyen şey bana ne kadar da yakın.”

Öbekten hızla çıktı. Başını o şeyin kafasına iyice yaklaştırdı. Ağzını açtı. Ama o baş korku içinde kendini uzağa fırlatmayı başardı. Tekrar o tuhaf çığlığı attı:

“-Rezil yaratık, pis yılan! Aman Allah’ım! Sokacak beni!”

Sesteki korkuyu hissetti hemen, aynı zamanda saldırganlığı ve tehlikeyi de!  Başını iyice kaldırdı. Yükselebildiği kadar yükseldi. Sesi anlamaya çalıştı. Ama o tuhaf yaratık bir zıplayışta kendi boyu kadar fırlayıp geriye kaçtı.

Tam o anda ikinci çığlığı duydu:

“- Seni kâfir seni! Ölmen lâzım senin! Hain, zararlı mahlûk!”

Sonra kocaman, dikenli bir sopanın üzerine doğru geldiğini görüp kendini yana attı, yine yaralanmaktan son anda kurtuldu.

İkinci darbe tam belinin ortasına geliyordu ki kendisi de çığlık attı:

“-Dur!”

Kendi çığlığını duyunca çok şaşırdı. Hatta dehşete düştü. Sesi yoktu. Konuşmayı da bilmezdi ki!

Ama o tuhaf yaratık da büyük bir şaşkınlık yaşadı. Yüreği korku dağlarının şahikasına çıktı. Bir an olduğu yerde dondu kaldı. Dizleri tir tir titremeye başladı. Kekeleyerek avaz avaz bağırdı:

“-Aman Allah’ım! Yı… yı..lan… Yılan ko… ko… nuşuyor!”

O çılgın çığlık havada sert bir dalga yarattı, gelip başına vurunca sağa sola sallandı. Ama çok şaşkındı, ölesiye korkuyordu.  Kendine hâkim olmaya, deli korkuyu yenmeye çalışarak tekrar yukarıya doğru uzandı.  O uzun iki şeyin üstünde duran başa yanaşmak istedi.

Karşısındaki yeniden dehşeti yaşadı. Farkında olmadan geriye bir adım atacaktı ki ayağı taşa takıldı yine.  Çimenlerin üstüne düşüverdi. Dehşetengiz korkular yüreğinde raks ederken beyni başka âlemleri, dili başka zanları sayıp döküyordu:

“-Allah’ım yardım et! Yılanlar konuşamaz. Sen yılan değilsin. Nesin sen, nesin? Kimsin sen? Allah’ım beni koru!”

Boylu boyunca yere serilen o iki şeye bağlı bir gövde vardı, onun üstünde bir baş. Başta da iki göz bulunuyordu. Gözbebekleri çok kocamandı.

İyice yanaştı yanına o şeyin. Bu defa nerdeyse fısıltıyla konuştu ve yine kendine hayret etti:

“-Dur! Asıl sen nesin, sen kimsin? Hayatım boyunca senin gibi bir canlıya rastlamadım.”

Kekeledi karşısındaki:

“-Ben… Ben insanım. Ama… Sen kimsin? Cin misin, peri misin?”

Daha da yükseldi, boynunu şişirdi, fısıldadı:

“- İnsan mı? İnsan ha???   Hiç duymadım bu ismi. Garip! Soruna gelince: Kendimi bildim bileli ben benim. Senin cinsin beni yılan olarak adlandırıyorsa, evet, ben yumurtadan çıktım çıkalı yılanım.“

Düşündü üç beş saniye. Anlayamadığı şeyi sordu:

“-Ey insan! Benimle alıp veremediğin ne?”

İnsan düşünür gibi yapıp başını yere eğince ona acıdı. Yavaşça geri çekildi. Ama karşısındaki bu merhameti fırsat bildi. Ayağa kalkıp kuru ağaç dalını kaptı. Vurmak için havaya kaldırdı.

Ona fırsat vermedi yılan. Ok gibi fırlayıp rengârenk, harika desenlerle süslü, upuzun bedenini insanın ayaklarına dolayıverdi. 

İnsan yine çimenlerin üstüne düştü. Hemen tepesine dikildi, yine fısıldadı:

“- İllâ beni öldüreceksin değil mi? Ama anlamadığım şey… Niye beni bu kadar çok öldürmek istiyorsun? Sana ne yaptım ben?”

İnsan korku dolu bir sesle konuştu:

“-Sen zararlı mahlûksun. Bizi de sokuyorsun, başka canlıları da. Zehirleyip öldürüyorsun. Katilsin, sinsisin, hainsin. Zavallı hayvanlar senden neler neler çekiyor. Senin ölmen şart!”

Yılan beş on saniye düşündü. İnsanın anlattıklarının hiçbiri doğru değildi:

“-Yanılıyorsun, dedi. Hem de çok yanılıyorsun. Ben acıkınca yerim. Yüce Yaratanın bana yemek için izin verdikleridir onlar. Katil de değilim, sinsi de hain de. Sen kendini düşünsene, kendi yaptıklarını. Bak, sana hiçbir zararım yokken peşime düşüp beni öldürmeye kalktın. Söyle bana, katil kim?”

İnsan yılanın rengârenk bedenine, iki de bir dışarıya çıkardığı çatallı diline, cam bilyeler gibi parlayan, uzun, yemyeşil, siyah çizgili gözlerine, zehriyle ölüm saçan iri, kıvrık dişlerine, aslan yelesi gibi iki yana açılan boynuna baktı. Yanında bıçağının olmadığına hayıflandı. Bir uzanışta şunun kafasını keser, bedenini karıncalara yem ederdi.

Ama korkuyordu, çok korkuyordu. Sessizliğe büründü.

Onun düşündüklerini hissetti yılan, şaşırdı. Biraz da kızdı. Boyun kasları tekrar şişti.  Çatallı dilini çıkarıp insanın burnuna yanaştırdı. Tısladı:

“-Haydi, cevap ver. Bırak sinsi sinsi düşünmeyi. Bak kendine, nasıl da içten pazarlıklısın. Çabuk, konuş!”

 Ürküntüyle, ama cesaretle cevap verdi insan:

“-Âdem Babadan beri sinsi bir hainsin sen. İnsanlar hep seni kötülüklere misâl diye gösterirler. Yılan dilli derler hep kötü söz söyleyene. Kötü insanı yılana benzetirler.”

Yılan yine başını sağa sola salladı. Başını insanı başına iyice yaklaştırdı. Artık korkmuyor, sadece gerçeği çok merak ediyordu. Fısıldadı:

“-Acaip! Acaba bizim cinsimiz siz insanlar için ne diyor? Doğrusu merak ettim. Ama insan görene hiç rastlamadım. Gelelim anlattıklarına. Siz bizim için çok kötü düşünüyorsunuz, bu belli. Bize çok fena davranıyorsunuz, bu çok açık. Ama biz öyle değiliz ki! Söyle bana, seni durup dururken yılan soktu mu?”

Korku deryasında boğulmakta olan insan şaşkınlıkla düşündü. Kendisini hiç yılan sokmamıştı. O zaman yılan görünce öldürmek için niye hep peşinden koşuyordu?

Ama aklına gelen ikinci düşünce bu soruya hemen cevap oldu. Kendisini yılan sokmamıştı. Ama kaç kişi yılan sokmasından ölmüştü acaba?

Yüzü asıldı, kaşları çatıldı. Korkusu da yavaş yavaş geçmeye başladı. Derin bir nefes aldı. Ciğerlerindeki bütün havayı boşalttı yılana doğru. Verdiği nefesi yılana çarpıp onu şaşırtırken kendisine dahi düşünme fırsatı vermeden şimşek hızıyla uzandı.  Can düşmanı saydığını başının altından yakaladı.

Yılan bu hamleyi bekliyormuşçasına süratle toparlandı. Uzun bedenini insanın boğazına dolayıverdi. Ardından sordu:

“-Sinsi, hain kim?”

“-Sensin, diye bağırdı insan. Sen! Bütün efsanelerde, eski dinlerde ve esatirde hep sen varsın. Cennette Havva’yı kandıran da sensin. Kötü gücün sembolüsün sen. Bırak beni. Yoksa kafanı koparacağım.”

“-Ey insan, başımı mı koparmak istiyorsun? Kopar o zaman. Durma,  diye cevap verdi yılan. Senin cinsin beni ne kadar da abartmış. Yerde sürünen garip, kimseyle hesabı olmayan bir kulum ben. Ama sen? Bana sebepsiz yere saldırdığına göre seninle ilgili kim bilir neler ne efsaneler ne masallar vardır.  Hem… Hem kafamı nasıl koparacaksın ki ben seni boğazından yakalayıp ölüm vadisinin kıyısına çekmişken?“

Sonra insanın boynunu yavaş yavaş sıkmaya başladı. O da can havliyle rakibinin boğazını sıkıştırmaya koyuldu.

Nefessiz kalmaya, benzi kararmaya başlayan insan ölüm korkusu ile titreyince zorlanarak konuştu:

“- Bırak beni yılan! Yılan oğlu yılan. Öleceğim. Nefes alamıyorum.”

Zorlukla nefes alan yılan fısıldadı:

“-Asla! Artık biliyorum ki seni bıraktığım an beni paramparça edersin. Bu güzel ormanda mutlu olmak varken, cennet gibi bu yerde sayende sen beni, ben seni öldüreceğiz.”

İnsanın boynunu azıcık daha sıktı. O da yılanı gücü yettiğince boğmaya çalıştı.

İkisi de artık ölümün kıyısında gezdiklerini biliyordu. İkisi de birbirilerine güvenemiyor, can korkusuyla çırpınıp kurtulmaya uğraşıyordu.

Yılan ilk defa bu kadar yakın olarak hissettiği ölüm korkusunu yenmeye çalışıp derin derin nefesler almak istedi ve düşünmek. Bu insan denen mahlûk her halükârda kendisini öldürmeye pek kararlıydı. Mutlaka bir yol bulmalıydı, ama nasıl?

Ama bütün yolları bitmişti. Çırpınmayı kesti. Yapacağı tek şeyi yaptı. İçten içe, bütün saflığı ve samimiyetiyle yalvardı:

“-­ Ey Yüce Yaratıcım, sen ne dilersen o olur. Ölümüm bu insanın elinden mi olacak? Öyleyse lütfen acı çektirme. Hemen öleyim, ne olur!”

Sonra çok zorlanarak son nefesini içine çekti.

İnsan da bütün gücüyle nefes almaya çalışıyordu.  Göğüs kafesinde başlayan ve inceden inceye devam eden o sızı akciğerlerini adeta yakıyordu.  Kıpkırmızı kesilmiş, ecel terleri dökerken göğe dikti gözlerini ve ihlas ile yakardı:

“-Ey yüceler yücesi Allah’ım! Yardım et bana. Bu yılan beni tuzağa düşürdü. Ölmek üzereyim. İzin ver de yaşayayım. Çocuklarım çok küçük. Evdeşim hamile. Tarlalarımı ektim, hasadı yapamadım daha. Şu sinsi, hain yılandan kurtar beni. Benim yerime onun canını al.”

İşte tam o anda tuhaf bir parlama oldu. Her yanı masmavi bir ışık sardı. Sanki etraflarında sonsuz sayıda ve toz tanesi büyüklüğünde ışıktan noktalar vardı da onlardan su kaynağından akar gibi milyonlarca ışıltılı, yeni yeni mavi noktalar çıkıyor, onların içinden durmadan yenileri geliyordu.

Sonra mavi ışığın içinde yavaş yavaş, parlak, zarif bir hayal gibi saydam bir şekil oluşmaya başladı. Önceleri bir kaybolup bir görünüyordu. Bir yüzdü bu ve genç mi yaşlı mı belli değildi. Sadece durmadan renk değiştiren gözleri iri, güzel ve hüzünlüydü.

Yılan da insan da büyük bir şaşkınlık içinde bu güzelliğe bakakaldılar. İnsan farkında olmadan parmaklarını gevşetti:

“-Bu da ne böyle Allah’ım! Koru beni!  Ölüm meleği mi bu?”

 Yılanın ince, uzun, rengârenk gövdesi sakinledi, kasları gevşedi. Yavaşça tısladı:

“-Ey yücelerin sahibi Yüce Yaratıcım! Candan vaz geçmek için bu güzelliği mi gönderdin?”

 Her ikisi de farkında olmadan derin derin nefesler aldılar. Hayata geri dönüşleri başladı.

O ışıltılı yüz her ikisini de mavi kürenin içine aldı. Muhteşem bir ışın deryasında yüzmeye başladılar.

Ardından konuştu ışıltılı yüz. Sesi şırıl şırıl akan pınarlar gibiydi:

“- Ey Âdemoğlu! Her canlı kısmetine düşen nefes sayısı kadar yaşar. Her can kendisine takdir edilen ve adına hayat denen rüyada muktedir bir hüküm sürdüğünü zannedip oyalanırken, bilinemez bir anda o yalancı rüyadan uyanıverir, adına arz denen kara toprağa bedeni geri döner ve ömrü tükettikçe kaderinin yazıldığı hesap defterinin her satırında karşına çıkan kendi imtihan sorularının cevaplarını da vermiş olur. Bu cevaplar kimi zaman bir hareket, kimi zaman bir söz veya birçok sözdür. Bazen sıradanmış gibi görünen bir düşünce ile başlar, ardından kuvvetli bir fikir haline gelir ve neticede hareket şeklinde dış âleme yansır ve sizin hakikatiniz olarak karşınıza çıkar. Meselâ… Şimdi sen ölümden çok korkuyorsun değil mi? Oysa yılanın peşine düşmekle ölümün kapısını çalan sensin.”

Birkaç saniye sustu ses. Ama bu susuş ikisine de sonsuza akan zamandan uçuşan yıllar gibi geldi.

Ancak insan cehûldu, sabırsızdı, bir o kadar da cesur. Dayanamadı:

“- Ey güzeller güzeli, diye şaşkın şaşkın konuştu. Sözlerinden hiçbir şey anlamadım. Güzel şeyler mi, kötü sözler mi, bilemedim. Ama evvelâ lütfedip söyler misin? Kimsin sen? Benim ölüm meleğim sen misin?”

Işıltılı yüz insana cevap vermedi. Yılana çevrildi gözbebekleri ve sözlerine kaldığı yerden devam etti:

“- Ya sen ey yılan? Hangi cesaretle insanoğlu ile yüzleşmek istersin ki! Onu görünce hemen kaçmak varken?”

Yılan şaşkınlıkla cevap verdi:

“-Ama…. Ama o benim canıma kastetti. Ben başka ne yapabilirdim ki?”

“-Yalan! Bıraksaydım, diye bağırdı insan. Bıraksaydım o beni sokacaktı. Sinsi, hain, kâfir, şeytanın ortağı!”

“-Asla! Asla, diye fısıldadı yılan. Ben Rabbimin yolundayım.  İnsan gibi cüz’i iradem yok! Bana O’nun kitabından verilen vazife ne ise onu yaparım. Dünya zamanıyla takdir edilen ömrümü O’nun dediğinden bir an dahi şaşmadan, şaşamadan geçiririm.  Ben masumum. Ama ya şu insan?”

“-Âdem’i şaşırtmak için Havva’yı kandıran şeytana kim yardım etti o halde? Sen! Seni hain, dedi insan. Seni sinsi! Sen olmasaydın biz cennetten kovulmayacaktık ve bu dünya imtihanı denen kader bize yazılmayacaktı!”

Yılan bu sözler karşısında şaşkınlıkla sızlandı:

“-Bu hurafeleri nereden öğrendin ey insan! Anlattıklarının hepsi tevatür! Hakikatse Yüce Yaratıcının emriyle yeterince açıklanmıştır. Boş konuşmak da senin bencil nefsinin emrinde ve noktadan dahi küçük iradenin iradesinde olmalı ki görmeden, dinlemeden, anlamadan, bilmeden, araştırıp olanı gerçeğin terazisinde tartmadan, hepsini bilgi hazinene koyup fikretmeden ani, cahil ve haksız kararlar verip beyhude konuşursun ki bu da senin şeytana uyduğunu gösterir. Yazık sana. Kuşçuk canımdan ne istersin bre gafil??”

Bu kavga ezelden beri devam ediyordu,  daha da edecekti ki ışıltılı yüz onları durdurdu:

“-Anlaşıldı! Siz birbirinizi anlamaktan çok uzaksınız. Birbirinizi anlamanız için ne yapmanız gerekiyor, söyleyin bana. Haydi düşünün.”

İnsan aceleciydi. Düşünmeden konuşuverdi:

“- İzin ver şu caniyi yok edeyim, gömeyim kara toprağa. İnsanoğlu bir belâdan daha kurtulmuş olur.”

Yılan ona hüzünle baktı ve dedi ki:

“-Ben ölümü hayatın bir devamı, bir mekândan ötekine geçiş olarak görürüm. Ölüm öyle bir vasıta kapısıdır ki onunla ötelere geçersin. Ötelere… Sevgili Dostun yanına… Sense ölümü bir yok oluş olarak anlatıyorsun. Yazık sana…”

“-Lafı çok, sözü bol, çenesi düşük, kendini allame, edip, feylesof sanan insanlar gibi süslü sözlüsün Ey zehirli yaratık, diye cevap verdi insan. Hiç konuşma! Bu boş sözlere hiçbir yaratık inanmaz.”

Işıltılı yüzün durmadan değişen renkli, olağanüstü güzel gözleri insanla yılanın üzerinde dolaştı birkaç saniye. Hüzünlü bakışlarla ikisini de süzdü.

Tam da o sırada yılan bedenini insanın boğazından yavaşça çekti. Tekrar hüzünle fısıldadı:

“-Ey nur saçan güzel dost. Bizi sabırla dinledin. Şükranlarımı sunuyorum sana. Hâlâ kim olduğunu söylemedin. Ama bir tahminim var. Sen… Sen bir meleksin. Yüce Rabbimin özel kulusun.”

“-Doğru bildin, dedi ışıltılı yüz. Yürekten yakarışına, o masum yalvarmana karşı gönderildim. Şimdi söyle bana, bana bir teklifin var mı?”

Yılan o güzeller güzeli ışıltılı yüze hayranlıkla baktı uzunca bir müddet. Sonra dedi ki:

“-Evet, var. Şu insanoğlunun beni anlaması için yer değişelim. Ben insanın bedeninde yaşayayım bir müddet, o da benim bedenime girsin. Ben ne yaşamışsam, neler hissetmişsem, neler çekmişsem o da yaşasın ve hissetsin. Acılarımı çeksin, korkularımı bilsin.”

İnsan konuşmaları şaşkınlıkla dinledi. Işıltılı yüzü ölüm meleği sanmıştı. Olmadığına tam sevineceği sırada bu saçma teklif de neydi? Hiddetlendi, çok ama çok hiddetlendi:

“-Olamaz böyle bir şey! Ben senin gibi yerlerde sürünemem! Senin gibi insanları sokamam. Senin gibi sinsi cani, hain bir katil olamam!”

“-İyi ya, diye fısıldadı yılan. Olma sen de. Bak bakalım neler olacak o zaman.”

“-Sen benim gibi yaşayamazsın diye cevap verdi insan. Benim gibi düşünemez, benim gibi anlayamaz, benim gibi karar veremezsin. Benim gibi duyamaz, benim gibi göremez, benim gibi konuşamazsın.  Zira ben senden çok daha güçlü ve cesurum.”

İki yana salladı başını yılan. Uzun bir tıslama sesinden sonra konuştu:

“- O zaman beni görünce niye geriye kaçtın? Korkundan havalara fırlamadın mı? Nerede kaldı cesurluğun? Eğer cesur olsaydın bu teklifimi kabul ederdin. Sen sadece öldürmeyi bilirsin ey şaşkın insan!”

Tam o sırada ışıltılı yüzün konuşması duyuldu:

“- Ey insan! Yılanın teklifi güzel bir teklif. Kurtuluşun bunu kabulüne bağlı. Cana kast ettin. Bunun cezası büyüktür. Ya bu teklifi kabul edersin ya da öteki âlemde karşılığı ağır olur. Sen bilirsin, kararını ver artık.”

Şaşırdı insan:

“-Ne, ne, ne! Hangi cana kast ettim ki? Anlamadım!”

“- Kaç zamandır bu yılanı öldürmek için peşinden koşuyordun. O can değil mi?”

Şaşkınlıkla dona kalan insan düşündü, düşündü. Bir yol bulup meleği ikna etmeliydi. Sözü uzatmaya karar verdi:

“- Onun canından ne olacak ki! Alt tarafı zalim bir yılan. Oysa biz insanlar…”

Sözünü tamamlayamadı. Utandı. İnsanların neler yaptıkları, kendisinin neler ettiği aklına geldi. Çok ama çok utandı. Ancak hemen toparladı kendini. Heyecanla sözlerine devam etti:

“- Her neyse… Yüce Rabbimin affedecek yolları çoktur elbette. Onlardan biri olmaz mı?”

Işıltılı yüzün güzel gözleri tekrar hüzünlendi:

“- Ey insan, dedi. Sözler susacak artık. Vakit bitiyor. Karar kararını bekliyor. De haydi, sıra senindir. Ya öyle ya böyle…”

İnsan nelerin tükenmekte olduğunu o an anladı. Af kapısı kapanıyordu. Yılanın insafına kalıvermişti. Bunu hissetti yılan. Hemen fısıldadı:

“- Teklifim tekliftir ey insan! Ya öyle ya böyle. Sen bilirsin. Bu dünya geçici bir rüya. Gel etme, bu rüyadan benim yükümün hamalı olarak öteki tarafa gitme. Başka yolun yok!”

İnsan sızlandı can havliyle:

“- Ama bir dileğim var Ey melek! Bir müddet şu hain yılanın bedeninde yaşasam da ben, ben olarak kalayım. Kalayım ki ki şu zalimin neler ettiğini iyice bileyim. Bir de, olur da ölüm tehlikesi yaşarsak görünmez olup o tehlikeyi kazasız bekasız atlatalım.”

Yılan de aynı istekte bulundu. Melek o güzel sesi ile cevap verdi:

“- Elbette öyle olacak. Zira Külli İrade öyle tecelli buyurdu. Bundan sonrası sizin cüz’i iradenizdedir. Unutmayın, ikinize de aynı süre verildi. O süre sonunda ne haldeyseniz o halde burada olacaksınız. Hemen asıl bedeninize dönüşeceksiniz.  Rabbim kolaylıklar versin.”

Ve…. Salise sürmeden o muhteşem ışıltı kaybolurken insanla yılan arasında hoş bir rüzgâr esti.

Ve… Göz açıp kapamadan birbirlerinin bedenlerine geçiverdiler.

İkisi de şaşkınlıkla birbirine baktılar. İnsan konuşmak istedi. Ama sadece tısladı. Karşısındaki onu hemen anlayıverdi:

“- Ey yılan! İnşAllah yine burada, bu kader noktasında buluşacağız değil mi?”

Cevap vermek için fısıldamak istedi yılan. Ama öyle bir ses çıktı ki boğazından, neredeyse yer gök inledi, dağlarda yankı oldu:

“- Evet! Rabbim isterse. Sen gelince bakalım neler anlatacaksın. Sen gelince görelim neler, neler olacak!”

Ve…

Macera başladı…

Devamı gelecek…

Suzan ÇATALOLUK

Nilüfer, Bursa

30.08.2020

Saat: 03.47

Yazar
Suzan ÇATALOLUK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen