Ankaralı Arabacı İsmail ve Mustafa Kemâl – X

Hilmi ÖZDEN

Matematik hocası Yüzbaşı Mustafa’nın nasihatleri ile Mustafa Kemâl’in annesine dargınlığı kalmamıştı. Artık Selanik’teki çocukluk günleri güzel geçmekteydi.  Ara verdiği kitap okumalarına devam ediyor, yaşına uygun hemen hemen her eseri ister ödünç isterse harçlığından alarak okuyordu. Bu kitap seçmeleri ailesinin ve hocalarının yönlendirmesi istikametinde oluyordu. Çevrede bilinirdi ki halası da babası Ali Rıza Bey gibi Bektaşi Alevi meşrebine yakındı. Mustafa Kemal, çocukken Hz. Ali[1] cenkleri, Ebu Müslim Horasanî, Seyyid Battal Gazi, Muhammed Hanefi, Danişmed-gazi, Saltık Gazi ve diğerlerini okumuştu.. Bir gün halası ona evine geldiğinde Kerbela’yı ve Hz. Hüseyin’in duasını anlatmıştı. Mustafa küçük yaşına rağmen İslâm tarihindeki bu acı olayın nasıl çözülmesi gerektiğini düşünürdü. Yıllar yıllar sonra büyüdüğünde de laik devlet anlayışı ile bunu çözecekti. Üstelik annesi Zübeyde (Hanım)Molla’dan dinlediği İslâmi bilgiler onun mektepte öğrendiği ve okuduğu kitaplardaki bilgilerle birleşince daha da anlamlı olacaktı.


Mustafa Kemal annesinin derin İslâmi bilgisine de hayran oluyordu. Annesinin okuma yazmayı ailesinden öğrendiğini mektebe gitmediğini biliyordu. Mustafa Kemal’in anne soyundan yakın akrabaları arasında tekke şeyhleri de vardı. Ayrıca Mustafa Kemal’in annesi ve halası Selanik’te sık sık tarikat toplantılarına katılıp, şeyh ve derviş aileleriyle sıkı ilişkiler kurmuşlardı[2].

Daha henüz mahalle mektebine bile gitmeden Zübeyde Hanım “oğlum itikatta imamız İmam Maturidi, amelde imamımızın İmam-ı Azam Ebu Hanife” derdi[3]. Yıllar Sonra Mustafa Kemal kuracağı Türkiye Cumhuriyetinin temellerindeki laik devlet anlayışında bu büyük düşünürlerin fikirlerinden etkilenecekti.

Zübeyde Hanım, İslam dininin ilkelerine sıkı sıkıya bağlıydı. Zübeyde Hanım, babasının dindarlığından fazlaca etkilenmişti. Zübeyde Hanım’ın babası, yani Mustafa Kemal’in anne soyundan dedesi “Sofuzade” olarak bilinen Feyzullah Efendi idi. Sofuzade Feyzullah Efendi, Mustafa Kemal’in çocukluk anılarında okul tatillerinde tarlalarda kargaları kovaladığından bahsederken söz ettiği Selanik’e bir saat uzaklıkta Langaza’daki çiftliğin sahibiydi. Zübeyde Hanım, Feyzullah Efendi’nin üçüncü eşi Ayşe Hanım’ın tek kızıydı. Mustafa Kemal’in dedesi Sofuzade Feyzullah Efendi’nin ağabeyi Mevlana dergahının dervişlerinden biriydi. Mustafa Kemal’e göre, annesinin dindarlığı Sofuzade Feyzullah Efendi’nin mirasıydı. “Atatürk annesinin ilahilerle, mahalle mektebine başlaması yolundaki ısrarının sebebini bu mirasa bağlıyordu.” Mustafa Kemal’in soyağacı incelendiğinde, anne tarafından dede soyunun radikal denecek kadar dindar olduğu açıkça görülecektir. Mustafa Kemal’in, hayatı boyunca yanında bulunan anne soyundan tek akrabası Ahmet Fuat Bulca, Mustafa Kemal’in, annesinin dindarlığının nedenlerini araştıracak kadar önemli bulduğunu söylemektedir.

Mustafa Kemal’in, hem anne hem de baba soyu dini hassasiyetleri yüksek insanlardan oluşuyordu. Dolayısıyla, Mustafa Kemal’in, soyundan gelen bu dinsel alt yapıdan etkilenmemesi imkansızdı. Nitekim çocukluk ve ilk gençlik yıllarında, dedeleri Sofuzade Feyzullah Efendi ve Kızıl Ahmet Efendi’nin torunu olduğunu çevresindekilere gösterecek kadar dinle ilgilenecekti[4].

Selanik, Osmanlı Devleti’nin dinsel açıdan da en renkli kentlerinden biriydi. Tüm Osmanlı klasik düzeninde olduğu gibi. Selanik halkı da kendini dinsel aidiyeti ile tanımlıyordu. Selanik’in dört bir yanı havra, sinagog, kilise ve camilerle doluydu. Ayrıca Müslümanlara ait çok sayıda tekke, yatır ve mevlevihane vardı. Mustafa Kemal, Kasımiye mahallesindeki ahşap evde, çan seslerine karışan ezan seslerini dinleyerek büyümüşdü. Şehrin içindeki Hıristiyan mahallelerinde pek çok kilise vardı, örneğin, Rum kiliselerinden biri, kaleye yükselen yamacın hakim bir yerinde kurulmuş, Moni Vlatadon veya Çavuş Manastırı idi. Bu manastır ve kiliselerin bazıları Bizans döneminden kalmış olmakla beraber, Türk hakimiyeti döneminde yapılanlar da vardı. Ayrıca, şehirde Katoliklerin 19. yüzyılda inşa edilmiş kiliseleri, okulları ve Tophane’ye yakın bir de İtalyan tiyatrosu ile otuzu aşkın havra vardı. Geniş bir koyun kenarında ve bir tepenin yamacında kurulan şehirde halk kozmopolit bir kitle oluşturmasına rağmen, denizden bakıldığında hemen her tarafta göğü yırtarcasına uzanan Balkan tarzı ince uzun ve beyaz minareleriyle Selanik tam bir Türk şehri özelliği gösteriyordu. 1882’de çizilen bir şehir planına ve bazı yabancı seyyahların ifadelerine göre, Selanik’te ortalama olarak irili ufaklı elli kadar cami ve mescit bulunuyordu. Bu camilerden on tanesi Fatih döneminden itibaren eski Bizans kiliselerinin camiye dönüştürülmesiyle meydana gelmişti. Genç Mustafa Kemal, Selanik’te bulunduğu dönemlerde Cuma ve teravih namazlarını genellikle kendi mahallesinde bulunan Kasımiye Camii’nde kılardı[5]. Cumalardan birinde vaiz anlatıyordu:

İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’de (699-767)  Ehl-i Beyt Sevgisi

Hz. Peygamber (S.A.V.) Ümmü Seleme’nin evinde iken, Ahzab Suresinin 33. ayeti nazil olmuştu camaat-i müslimin: Bu ayet “Ey Ehl-i Beyt! Allah kusurlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak ister”. Diyordu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz Hz. Ali’yi, Fatıma’yı, Hasan ve Hüseyin’i (R.A.) abasının altına alarak “Allah’ım, benim Ehl-i Beytim bunlardır. Bunların kusurlarını gider, kendilerini tertemiz yap!” diye dua etmişti[6].

İmam-ı Azam (Büyük İmam) Ebû Hanîfe (699-767), Ehl-i Beyt husundaki ayetleri hayatına rehber edinmiş ve daima Ehl-i Beyt’in yanında yer almış nadir yetişen bir İslâm alimiydi. Ebû Hanîfe; Zeyd b. Ali Zeyd’el-Âbidin’den, Muhammed Bâkır ve oğlu Ca’fer Sâdık gibi Şia imamlarından da ders almıştı. Ebû Hanîfe’nin Muhammed Bâkır’la münasebeti olduğu gibi onun oğlu Ca’fer Sâdık’la da ilmî temasları vardı. İkisi aynı yaşta idiler. Aynı senede doğmuşlardı. Fakat Ca’fer Sâdık, Ebû Hanîfe’den daha evvel ahirete göçmüştü. Ebû Hanîfe ondan bahsederken: “Vallah Ca’fer Sâdık’dan daha fakıh bir kimse görmedim” demişti. [7] Muvaffak Mekkî Menakıb-ı Ebû Hanîfe eserinde şunu nakleder: Ebû Ca’fer Mansur bir defa :“Yâ Ebû Hanîfe bu insanlar Ca’fer Sâdık’a meftun oldular. Ona sormak üzere en çetin mes’ele hazırla da sor bakalım, dedi. Ebû Hanîfe de 40 soru hazırladı. Ebû Hanîfe diyordu ki: “Ebû Ca’fer, Hîre’de iken Ca’fer Sâdık yanında bulunduğu bir sırada huzuruna girdim. Cafer Sâdık Halifenin sağ tarafında oturuyordu. Gördüğüm anda Ca’fer Sâdık’ın heybeti beni kapladı, meclise Halifenin heybetinden ziyade onun heybeti hakimdi. Selâm verdim. “Otur, diye işaret ettiler. Ben de oturdum. “Mansur, Ca’fer Sâdık’a dönerek:  Yâ Ebâ Abdullah, işte Ebû Hanîfe bu zattır, dedi. “Alâ, dedi. Sonra bana dönerek: “ Yâ Ebâ Hanîfe, Ebû Abdullah’a mes’elelerini arzet bakalım, dedi. Ben de hazırladığım mes’eleleri arzetmeğe başladım. Ben soruyordum, o cevap veriyordu. Ve siz şöyle dersiniz, Medine ehli şöyle der, biz ise böyle deriz, diyerek bütün ihtilâfları naklediyor, bazan bizim kavlimize, bazan Medine ehli kavline tâbi oluyor, bazan bize muhalefet ediyordu. Kırk mes’eleyi de böyle bütün tafsilâtıyle cevaplandırdı, bir tanesini bile cevapsız bırakmadı”. Ebû Hanîfe bunu anlattıktan sonra Ca’fer Sâdık’ın ilmî kudretini belirterek şöyle dedi : “İnsanların en âlim olanı, mes’eleler etrafındaki ihtilâfları en iyi bilendir.” Bu rivayet bize gayet açık olarak gösteriyor ki: Ebû Hanîfe Ca’fer Sâdık Hazretleriyle daha ilk görüşmede onun yüksek ilmî kudretini anlamış, onu takdir etmişti. Ca’fer Sâdık’ın fıkıh hakkındaki derin bilgisine hayran kalmıştı. Şüphesiz ki, hâdise Mansur ile evlâd-ı Ali arasında düşmanlık baş göstermezden önce olmuştu. Ca’fer Sâdık her ne kadar Ebû Hanîfe ile aynı yaşta ise de ulema onu Ebû Hanîfe’nin üstadlarından addetmişlerdi.[8]

Hoca biraz soluklandı ve devam etti, Mustafa pür dikkat dinliyordu:

Ebu Hanîfe’yi Hz. Ali, Hz. Âişe, Hz. Ömer’in düşünceleri ve örnek davranışları etkiledi. Fıkıh sistemini bu üç büyük insana göre gerçekleştirdi. Ebu Hanîfe, Hz. Ali’nin ve Ehl-i Beytin gönlündeki yerinin ayrı olması şu ayeti yorumlarken anlaşılır. Kur’an’ın, Mâide 55. ayeti (Sizin dostunuz yalnız ve yalnız Allah, O’nun Rasulü ve Allah’a ulaşmayı dileyen namaz kılan, rüku eden ve zekat veren mü’minlerdir), tüm müfessirlerin ittifakıyla, Ali hakkında inmiştir. Çünkü bu ayette sıralanan vasıfların tümü sadece Ali’de birleşmiştir.[9] “İmam Azam’ın Nesebi” diye söze devam etti Hoca: Ebû Hanîfe’nin nesebi ve hangi millete mensup olduğu, Onun Fars asıllı olması veya Türk asıllı olabileceği üzerinde durulur. Ebû Hanife Arap değildir Acem’dendir. Acem, Arap olmayanların tümüne verilen isimdir. Nasıl ki, Türkçemizde, halk devlet sınırları dışındakilerin tamamına yabancı anlamına ecnebi derler, Acem de aynı mana için kullanılırdı.[10]  Emeviler Arap olmayan Müslümanlara verdikleri isim olarak “mevali” derlerdi. Ebu Hanife’nin nesebi: Ataları[11],[12], [13]Horasan illerinden Kûfe’ye göçmüştü. Numan, Kufe’de doğdu. Hem ilimle, hem ticaretle meşgul oldu. Mevâlîdendir, fakat kölelik ile alâkası yoktur. Türk olması kuvvetlidir.

Ebû Hanîfe’nin babasının adı Sâbit idi ve Müslümandı. Fakat büyük babasının adında farklı rivayetler vardı, Zota b. Mah, ya da Tavus b. Hürmüz gibi. Bu kişi’ye İran asıllı denilmekle birlikte, Kâbil veya Bâbil (Bağdat’ın eski bir adı olarak) asıllı olduğu, hatta Arap asıllı olduğu şeklinde farklı rivayetler de oldu.[14] İmam-ı Azamın babası Sabit küçük yaşta iken Hazret-i Ali (r. a.) ile görüşmüştü. Hz. Ali (r. a.) de Sabit ve zürriyetine hayır, bereket duaları yapmıştı.[15]  Hatîb-i Bağdâdî Tarih’inde[16], Ebû Hanîfe’nin torunu Ömer b. Hammad’dan naklettiğine göre nesebi şöyledir: Sabit b. Zotâ (Zevta) b. Mâh’dır. Kâbil halkındandır. Kabil Hindistana yakın bir yerdeydi[17]. Zota nasılsa Teymullah b. Sa’lebe kabilesine esir düşmüş, burada İslâmı kabul etmiş ve hürriyetine kavuşmuş. böylece de İmam’ın babası Sabit müslüman bir babadan dünyaya gelmiştir. Ya da Enbar’lıdır. Enbar, Irak’ın kuzeydoğusunda, Fırat sahilinde bir şehirdi. Hicri dördüncü asırda harap olmuş. Bugün yeri ıssız imiş.  Zotâ buradan Nese şehrine gitmiş, Sabit burada dünyaya gelmiş. Nese, Mâveraünnehir Merv, Nişabur Serahs arasında bir şehir derler. Ayrıca Tirmiz’li olup oradan ayrıldıktan sonra diğer şehirleri babası gezmiş, oralarda bulunmuştur, diyenler de vardır. Tirmiz Türkistan’da Ceyhun nehrinin yakınlarında bir şehirdir. Buhara’nın güneyindeki Tirmiz şehri halkından bir Türk olan Zota, Ebû Hanife’nin dedesi idi. Zota, Tirmiz’in müslümanlar tarafından fethi esnasında esir edilerek Irak’a getirilmiş, orada müslüman olmuş.[18] Tirmiz, Mâveraünnehir’de (Diğer adı Batı Türk ili, Ceyhun nehrinin öte tarafında kalan Türk illerine Arap tarihçileri Mâveraünnehir derler), Ceyhun nehri (diğer adı Amuderya) kuzeyinde kurulan bir şehirdi.

Yine Hatib-i Bağdadî’nin, İmam’ın diğer torunu – Ömer’in kardeşi – İsmail b. Hammad’dan naklettiğine göre “dedem Sabit küçük yaşlarında iken Hz. Ali (r.a.)’yi ziyarete gitmişlerdi. Sabit’in babası Numan Hz. Ali’ye Falûzec (bir çeşit tatlı) hediye etmişti. İmam Ali (r.a.) de bu ne gündür diye sorduğunda Nevruz günüdür, denilmişti. Hz. Ali (r.a.) “Hergününüz Nevruz (gibi bayram) olsun” buyurmuşlar. Ya da o günün Mehrican olması üzerine, Hergününüz mehrican[19] olsun, buyurmuşlar”.[20] Ebû Hanîfe’nin şerefi ve faziletiyle ilgili olarak, İlginç bir rivayete de var.  Bu rivayete göre, Sâbit vefat ettikten sonra Ebû Hanîfe’nin annesi Cafer-i Sadık ile evlenmiş, bu sırada Ebû Hanîfe henüz küçük bir çocuk olarak, Cafer-i Sadık’ın bakımı ve gözetiminde terbiye görmüş, ilmini ondan almıştır.[21] Bu rivayeti aktaranlara göre, “eğer bu rivayet sabit ise İmam Ebû Hanîfe’ye menkıbe-i azîme olur” şeklinde bir de yorum getirmektedir.[22] Yine güvenilir âlimlerin eserlerinde yazdıklarına göre İmâm-ı Azam’ın babası Sâbit’in ölümünden sonra annesini, Peygamberimizin temiz soyundan gelen büyüklerden İmam Cafer-i Sâdık hazretlerinin nikâhlamış olmasıyla İmâm-ı Âzam hazretleri onun terbiyesi altında bulunmuş, ondan ilim almış ve edep öğrenmiştir. Tezkiretül-Hikem fi Tabakâtül-Ümemde böyle anlatılmaktadır.[23]

Önemli olan İmam-ı Azam’daki Ehl-i Beyt sevgisini özellikle zamanındaki Yöneticilere karşı Ehl-i Beyt’i desteklemesinden anlıyoruz. Üstelik İmam Ebû Hanîfe’nin Ehl-i Beyt’e olan sevgisini unutmayın Müslümanlar! Ancak o bu sevgisinde aşırı gitmemiştir. İmam’ın hareket noktası tamamen Kitap ve Sünnet nasslarında ifadesini bulan Ehl-i Beyt sevgisidir. Bu sebeple o, yönetimdeki sapmaları nedeniyle hem Emevîlere hem de Abbasîlere karşı durmuş, onların nebevî hilafete geri dönmeleri için olanca gücüyle çaba sarf etmiştir. Ancak onun ve benzeri ulemanın direnişlerine rağmen mevcut yönetimler despotluğu ve zulmü çeşitli şekilleriyle sürdürmüşledi. Bütün bu olumsuz şartlara karşın İmam Ebû Hanîfe, İmam Muhammed Bâkır (v.114/733), İmam Zeyd b. Ali [b. Zeynü’l-Âbidîn (v.122/740)], İmam Abdullah b. Hasen b. el-Hasen, İmam Cafer es-Sâdık (v.148/766) gibi Ehl-i Beyt İmamlarıyla hem arkadaşlık hem de öğrencilik ilişkisi içerisinde olmuştu. [24] İmamı Âzam’ın, zulme ve zalime karşı çıkış olarak anlamamızda onun düşüncesinde Hz. Ali ve torunlarını görmekteyiz. İmamı Âzam, 1. Emevî’nin açtığı yozlaşmayla savaştı, 2. Emevî’nin yürüttüğü zulümle savaştı. Büyük İmam bu iki savaşın birincisini ilim ve fikirle, ikincisini ise siyaset ve isyanla gerçekleştirdi. Ne yazık ki, teşkilatçı biri değildi. Ve mücadelesinin faturasını hayatıyla ödedi.[25]Hayatının bir bölümü Emevîlerin, bir bölümü Abbasîlerin hâkimiyetinde geçti. Her iki dönemde de siyasal iktidara karşıydı. Onun siyasetini Ehl-i Beyt taraftarlığı belirliyordu. Ehl-i Beyt’e büyük muhabbeti vardı. Abbasîler iktidara geldiklerinde Ehl-i Beyt’i gözeteceklerini söylemişlerdi. Ancak onların iktidara geldikten bir süre sonra Ehl-i Beyt’e zulmetmeye devam ettiklerini görünce, onlara da karşı çıktı. Derslerinde fırsat buldukça iktidarı tenkit etti. Her iki siyasal iktidar devrinde de kendisinden şüphelenilmiş, onu kendi taraflarına çekmek, halk nezdindeki itibarından yararlanmak için kendisine kadılık görevini teklif etmişlerse de o, her iki dönemde de teklifleri reddetmiş ve bu sebepten dolayı işkenceye uğramış, hapsedilmişti. İmam, takvası, feraseti, ilmî dürüstlüğü ve görüşlerini iktidara karşı kullanması ile halkın büyük sevgisini kazandı. Abbasî yönetimi ile hiçbir zaman uyuşmadı, uzlaşmadı. Ticaretten kazandığı helâl rızkla ilmini destekledi. Hatta o, Zeyd b. Ali’nin İmamlığına zımnen biat etmişti. Hz. Ali’nin torunları, kendisi gibi birer birer isyan edip şehit edilirken İmam Zeyd için Ebû Hanife şöyle diyordu: “Zeyd’in -Hişâm b. Abdülmelik’e isyanı- Rasülullah’ın Bedir günündeki başkaldırısına benziyor”. H.145 yılında Hz. Ali’nin torunlarından Muhammed en-Nefsü’z-Zekiyye (v. 145/763) ile kardeşi İbrahim’in Abbasîlere isyan etmeleri ve şehit olmaları karşısında Ebû Hanife Irak’ta, İmam Mâlik (v. 179/795) Medine’de açıkça iktidarı telin etmişler, bu yüzden ikisi de kırbaçlatılmış, işkence görmüş ve hapsedilmişlerdi.[26] İmam Zeyd’e Abbasîlere karşı direnişinde destek olması amacıyla gizlice 4000 dirhem gönderdiği eserlerde yer alır.[27] Abbasi döneminde Mansur, kadılığı kabul etmesi konusunda ısrar etti. Ebu Hanife, El-Nefs el-Zekiyye’nin, kardeşi İbrahim’le birlikte Mansur’a karşı başlattığı ayaklanmaya açıkça iştirak etmişti.[28] Ebû Hanife alenen halkı Ehl-i Beyt’e yardıma çağırdığı için hapsedildi ve her gün kırbaçlatıldı. Bunun sonucunda yetmiş yaşında şehitler gibi öldü. Zehirletildiği de rivayet edildi.[29]

Ebû Hanife’nin, Sultan Ebû Cafer el-Mansur’un kadılık teklifini kabul etmeyince her gün on sopa olmak üzere uzun süre kırbaçlandığı ve hapse atıldığı anlatılır. Ebû Hanife’nin hapisten çıktıktan sonra, zehirlenerek öldürüldüğü hususunda da rivayetler vardır. Hatib el-Bağdadi (v.463/1071): “Sahih olan onun hapisteyken öldüğüdür” demiş. Bağdadi’den bir buçuk asır önce yaşamış, Ebû’l-‘Arab Muhammed b. Ahmed b. Temim et-Temimî (v.333/945), Kitabu’l-Mihen adlı eserinde, Ebû Hanife’nin zehirlenmesiyle ilgili şu bilgiyi verir: “Bana bildirildiğine göre, Ebû Hanife, Ebû Cafer el-Mansur’un talebi üzerine yanına gitti, içeri girdi. Mansur onun için zehirli bir süt hazırlatmıştı. Ebû Hanife yanına oturunca Mansur sütü getirterek içmesini istedi. Ebû Hanife yaşlılığından dolayı sütün midesine dokunacağını söyleyerek içmek istemedi. Mansur içmesi için ısrar etti. Ebû Hanife sütü içti, sonra izin almadan Mansur’un yanından kalktı. Mansur nereye gittiğini sorunca, Ebû Hanife: “Senin gönderdiğin yere” cevabını verdi ve oradan ayrıldı. Kısa bir zaman sonra o süt yüzünden zehirlenerek öldü.”[30]

Mustafa Cuma namazından sonra zihninde Ebu Hanife’nin eğilmez bükülmez karakterini düşünüyordu. Sonra eve  uğradı Zübeyde annesinin elini öptü. O günkü vaaz konusundan bahsettikten sonra “annem camım anneciğim göreceksin hem iyi bir teşkilatçı olacağım, hem de Emevi uygulamalarını bu ülkeden kaldıracağım” dedi. Zübeyde Molla irkildi, korkar gibi oldu. “Yavrum söyleme bunu her yerde daha çok küçüksün iftira atarlar engeller seni. Anneler hisseder. Güzel yavrum ne olur, büyük adam olmadan bunları söyleme n’olur” dedi. “Söz ver bakayım bana söylemeyeceğine” “Anam” dedi küçük Mustafa “Söz veremem verirsem bunları her hangi bir yerde söylediğimde sözüme uymamış olurum” “Yapacaklarımı anlata anlata yürüyeceğim” “Ola ki ben ölürsem işitenler yapamadıklarımı gerçekleştirsin” “O nasıl söz” dedi Zübeyde Hanım. “Allah uzun ömürler versin, daha sen küçücüksün babanın vefatına zor dayandım. Bir de seni kaybedersem ne yaparım” Mustafa annesinin ipekten beyaz yanağını öptü. Gözleri nemli “Canımdan aziz anneciğim” “Cenab-ı Allah yetimlerin yardımcısıdır, sen merak etme” “yaşım henüz çok küçük fakat öyle güzel hocalarım var ki öyle hocalarla tanıştım ki, onlardan öğreneceğim çok şeyler var.” “Onları Yüce Türk Milleti ile paylaşmam gerekir.” “Annem, Yüzbaşı Mustafa hocam bir söz öğretti, Peygamberimizin veya Hz. Ali’nin sözü olabilirmiş: “Ölmeden önce ölünüz, insanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar” Zübeyde Molla yavrusuna bir kez daha sarıldı, kokladı kokladı “Akıllı yavrum sen güvenli ellerdesin, gözüm arkada kalmaz” dedi. Mustafa Ebu Hanife’nin başına gelenleri annesine anlatmaya devam ediyordu. Mustafa, mahalle mektebindeki falakayı ve Kaymak Hafız’dan yediği dayağı unutmamıştı. Fakat pireye kızıp yorgan yakmazdı. Cuma namazlarını hiç kaçırmayan Mustafa Selanik’teki Müslüman kadınların ilim ve irfan sahibi olmaları gerektiğini de düşünüyordu. Çünkü şehir kozmopolitti. Diğer dini gruplara karşı Müslümanlar daha bilgili olmalı idi. Mustafa Kemal, İmam-ı Azam’ın şehadetinden etkilendiği gibi Hz. Hüseyin’in şehadet’ini her dinleyişinde de gözleri dolar, boncuk boncuk göz yaşı dökerdi. Bir gün halası anlatıyordu: Yezid Dicle’nin kıyısında 70 kişilik Hz. Hüseyin ve ailesini çevirmiş. O sırada Türkistan dolaylarından oralara gemli 70 kişilik bir Türk birliği bu ne ola ki derler. 10.000 kişi bir avuç insana savaş açar mı? Yezid ordusunu yara yara varırlar Hz. Peygamberin ciğer paresinin yanına. Vardıklarında ailenin büyük kısmı şehit olmuştur. Türkler her zaman güçsüzün mazlumun yanındadır. Türk Komutan der ki Ya Hüseyin seni ve aileni buradan Yezid zaliminin ordusunu yarıp çıkaralım. Hz. Hüseyin hasta olan oğlu Zeynel Abdin’i gösterir. Yok yiğit komutan der bunu al götür Türk yurtlarına soyumuz Ehl-i Beytimiz Türkler içinde yaşasın dünyaya şifa olsun. Türklere nice devletler kurması için Tanrı’ya dua eder. Komutan “başım gözüm üstüne” der Zeynel Abidin’i sırtına bağlar ve Yezid leşkerini yara yara çıkarlar. Türk Komutan Ehl-i Beyt düşmanlığı biraz hafifleyince onu tekrar Medine’ye getirir[31]”. Halası bu kıssayı anlattığında küçük Mustafa hep kendini o komutanın yerine kor. İslâm alemi ve Türklük Zeynel Abidin olur. Onu Yezitler içinden küheylanı ve arkadaşları ile kurtarır. Mustafa Kemal’in bu dinlediği menkıbede hayalidir. Hayal hakikat olacaktır. O Mevlevi külahı (sikkesi) ve semazen tennuresini[32] giydiğinde küçücük bir çocukken sema eder gökle yer arasında yanında Hz. Mevlana’yı hissederdi. Zaman zaman mahalle de cemlerde cemal cemal’e semaha dururdu. Kırklar semahında gökten yere, turnalar semahında kuş olup göklere ağardı. Düğünlerde halay çeker, bar tutar, horon teperdi. Hele zeybek oynadı mı herkes ona hayran hayran bakar bu küçücük çocuk yer ile gök arasında sarı saçlı mavi gözlü bir dev oluyor derdi. Denizlerden göklere göklerden denizlere bakan mavi gözleri insanları etkilemekteydi. Halbuki o dev olmayı asla düşünmezdi. Bir karınca gibi çalışkan bir kaplumbağa gibi uzun ömürlü planlar yapardı. Gerektiğinde kartal gibi uçar, gerektiğinde bozkurt gibi Allah’ı zikrederdi. Zikrullahı Manastır gezisi sırasında Mehmet Tevfik ve Mustafa Beyden Babadağ’da öğrenmişti. Cehri (açık) ve hafi (gizli) zikir ile Hakk’ı her daim andığını ömür boyu arkadaşları bile fark edememişti. Ancak çocukluk yıllarında cehri zikir halkalarına katılmış etrafın dikkatini çekmişti:

“O yıllarda Mustafa Kemal’in Selanik’teki akrabalarının tekkelerine giderek ayin günlerinde dervişlere katılıp zikir getirdiği, hu hu çekerek kan ter içinde kalıncaya kadar dönüp durduğu bilinirdi. Mustafa Kemal’in çocukluğunu ve gençliğini yakından bilen Kılıçoğlu Hakkı, Falih Rıfkı Atay’a gönderdiği bir mektupta, Mustafa Kemal’in tekke ayinlerine katıldığını şu cümlelerle ifade etmektedir: “Ailece pek yakındık. Zübeyde Mollayı ikinci defa kocaya veren benim büyük kaynatam Şeyh Rıfat Efendi’dir. Mustafa Kemal, tatillerde Selanik’te sılaya geldiği vakit büyük kaynatamın tekkesine gelir, ayin günlerinde dervişler halkasına katılarak huuu huu diye kan ter içinde kalıncaya kadar döner dururmuş[33]

Bir gün küçük Mustafa’ya Yüzbaşı Mustafa halasının anlattığından farklı fakat yine Türk’ün şecaatini gösteren bir Kerbela hadisesi nakletti:

10 Muharrem Günü Biz Neredeydik?
Miladi 680’de yani Hicretten 61 yıl sonra Hz. Hüseyin Kerbela’da şehit edildiğinde Türk Devleti, Göktürk prenslerinin Çin esaretiyle meşguldü. Kürşat’ın 40 kişiyle Çin sarayını bastığı yıllardı. Yani Türklerin siyasi fetret yaşadığı yıllardı. Boylar konfederasyonu başsız kalıp dağılmış; Araplar 650 yılı itibariyle İran’a en yakın Batı Türkeli boyları olan Türgişlerle ve Hazarlarla çatışmaya başlamışlardı. İşte bu savaşlar sırasında karşılıklı esirler alınıp verilmiş, Türkler, Müslüman esirlerden fert fert İslam’ı öğrenirken “Gulam-ı Türki”ler de İslam dünyasında savaşçılıklarıyla göz doldurmaya başlamışlardı. Biz Kerbela’nın neresindeydik?” Kendinizi, Kerbela’dan önce Müslüman olmuş bir Türk olarak düşünün. Araplarla kabile bağınız, bir iç çatışma sebebiniz yok. Onlar gibi cahiliye zeminine de sahip değilsiniz. Peygamberinizi görememişsiniz ama damadı ve amcasının oğlu Hz. Ali’nin oğluna yani  Kerbela’da Hz. Hüseyin’in yanında savaşırken şehit düşen “Eslem-i Türki”den… Basra Şiilerinin Hz. Hüseyin’i yalnız ve savunmasız bıraktıkları bir ortamda kanının son damlasında kadar onun uğrunda mücadele etmiş bir yiğitten… Bazı kaynaklarda “Gûlam-ı Türk” yani Türk köle olarak anılmıştır. Bir savaşta esir düştüğü ve Müslüman olduğu kaynaklardan anlaşılmaktadır. Hz. Hüseyin’in katipliğini de yapmıştır. Kerbela’daki Türk, yiğitçe düşmanın üzerine atılırken şöyle haykırıyordu: “Benim emirim Hüseyin’dir. O peygamberin kalbinin sevincidir.” Eslem-i Türki, düşmanın hileleri ve aldığı sayısız yaralar yüzünden atından düştü. Hz. Hüseyin, hemen başucuna yetişti. Yüzünü onun yüzüne yasladı. Eslem-i Türki, ölürken sevinçliydi. “Kimdir benim kadar yeryüzünde mutlu olan… Peygamber evladıdır, yüzünü yüzüme yaslayan…” 10 Muharrem günü biz, Kerbela’da Hz. Hüseyin’in dizinin dibindeydik. Azrail’le göz göze geldiğimizde bile sadece geride kalanlar için hüzünlüydük.  On Muharrem günü Kerbela’da biz, “o mazlum”la yan yana, omuz omuza, hatta… Yüz yüzeydik![34]

Matematik hocası Namık Kemal’i (1840-1888) çok severdi. Onun da babasının Alevi Bektaşi, annesinin Mevlevi meşrep olduğunu bilirdi. Namık Kemal Tekirdağ’da doğmuştu; evlerinin civarındaki tekkenin şeyhi “Tokatlı Hafız Ali Rıza Efendi” kulağına Ezan-ı Muhammediye’yi okuyup kendisine “Mehmet Kemal” ismini vermişti. Babası Yenişehirli Türkmen Mustafa Asım beydi. Annesi[35] Alban Türklerinden (Arnavut) olan Fatma Zehra Hanım ise 1848’de Afyon’da vefat ettiğinde Mevlana torunlarından Sultan Divanî Hazretlerinin eşiğine defin edilmişti. Çocukluğu dedesi Abdüllatif Paşanın yanında geçti.1855 senesinde babası Filibe mal müdürü, dedesi Sofya kaymakamı idi. Dedesinin arkadaşı Binbaşı Eşref, Mehmet Kemalin şiirlerini dinleyince ona yazıcı, katip anlamında “Namık” adını verdi. Namık Kemal Osmanlı devletinde önemli fikir adamlarından oldu. Mustafa Kemal’in hocalarını şiir, roman, tiyatro, eleştiri ve tarih kitapları ile etkiledi. Namık Kemal sadece Osmanlıcılık değil, İslamcılık ideolojisinin de sarsılmaz bir kalemi idi. Ernest Renan’a karşı yazdığı “Renan Müdafaanamesi[36]” elden ele dolaşırdı. “Vatan Yahut Silistre” eseri İstanbul tiyatrolarını sarsmıştı. Bu eseri dedesinin yanında Kars’ta iken şahit olduğu bir hadiseden etkilenerek yazmıştı: “Nişanlısının ardına düşerek gönüllü asker yazılmış ve sonra şehit düşmüş bir Gurmanç Türkü bir kızın cenazesi ona erkek kıyafetine girip nişanlısının peşinden Silistireye giden piyesindeki Zekiye için ilham olmuştu[37].” Celaleddin Harzemşah eseri II. Abdülhamid Hanın takdirlerine mazhar olmuştu. Cezmi, Silistire Müdafası, Kanije, vd. eserlerini Yüzbaşı Mustafa hayranlıkla okumuştu. Bu sevgisinden dolayı çoğu kişi küçük Mustafa’ya Kemal ismini bu sebeple verdi demişlerdi. Fakat kendisi küçük Mustafa’ya olgunluğundan dolayı verdiğini söylemişti. Bu tercih belki Namık Kemal’den dolayı da olabilirdi. Çünkü Mektepte o yıllar hemen hemen her hoca Namık Kemal hayranı idi.

Yüzbaşı Mustafa, Seyyid Muhammed Nur’un meşrebinden olmasına rağmen fikirlerinde Alevi-Bektaşi geleneğinin de etkisi vardı. Hem hocasının hem de Mustafa Kemal üzerindeki Alevi-Bektaşi etkisinin kaynaklarından biri de vatan şairi Namık Kemal’di. Mustafa Kemal’in gençlik yıllarında etkisinde kaldığı aydınlardan Namık Kemal, Bektaşi İslam anlayışının entelektüellerindendi. Namık Kemal’in dedesi Abdüllatif Paşa Bektaşi’ydi. Namık Kemal’i eğiten ve büyüten oydu. Namık Kemal’in Alevi-Bektaşi İslam anlayışının etkisi altında kaldığının en açık kanıtları arasında “Kerbela Mersiyesi.” şiir defterine yazdığı “Şahımdır Ali” şiiri, Eşref Paşanın “Aleviyim” diye başlayan bir şiirine söz olarak yazdığı ” Aleviyim” adlı şiirleri örnek gösterilebilirdi.” Namık Kemal’den düşünsel bakımdan çok fazlaca etkilenen Mustafa Kemal’in O’nun Bektaşi İslam anlayışından da etkilenmiş olması, en azından Namık Kemal’i etkileyen Alevi-Bektaşi İslam anlayışı üzerinde düşünmüş olması olasıdır[38].

Mustafa Kemal ve Alevi-Bektaşilik konusunda çalışma yapan Baki Öz, Mustafa Kemal üzerindeki Alevi-Bektaşi etkisini şu şekilde ifade etmektedir.”Mustafa Kemal’in en azından çocukluk ve gençlik döneminde babasının etkisinde kalması. Bektaşiliği benimsemesi doğal… İlk düşünsel ve siyasi olgunluğa erişinceye kendi yolunu ve yörüngesini çizinceye dek Bektaşi olması, Bektaşilik’ten beslenmesi doğaldır. Zaten O’nun laik düşünceye ermesinde din olayı karşısındaki olgucu (pozitivist) tutumunda, bilim felsefe din anlayışını benimseyişinde Bektaşi çevrede yetişmesinin, Bektaşi düşün öğeleriyle beslenmesinin büyük rolü olmalı. En azından Bektaşi bir babanın oğlunun da Bektaşi olması öyle yetişmesi doğal ve mantıksal, ama ileriki aşamalarda siyasi düşüncede bir olgunluğa vardıktan sonra Bektaşi olarak kalmayabilir, bu düşünceyi aşabilir. Mustafa Kemâl için bu normal ve akla uygun… Bunun ötesinde böyle bir aşama gösterdiyse bile bu gelişmesinde yaşama laik hoşgörülü ulusal bir açıdan hakan Bektaşi anlayışının büyük payı olsa gerek. Evrensel çağdaş kültürü ve dünya anlayışını benimsemiş Mustafa Kemâl gibi bir insanın bir tarikat çizgisinde kalması doğallıkla düşünülemez. Düşünce ve yaşamına evrensel ve çağdaş boyutlar kazandırmıştır. Ama bu ulaştığı aşama, önceki duygu, düşünce ve yaşamından doğallıkla izler taşıyacaktır… Laiklik, evrensellik, ulusçuluk, demokrasi, katı ve doğmatik olmayış, bağnazlık ve yobazlığın olmayışı, skolastik düşünce karşıtlığı, mantıksal ve ussal bakış… bunlar Bektaşilikten Atatürkçülüğe ulaşan çizgilerdir.” Selanik’in, bir mozaiği andıran dinsel yapısı Mustafa Kemal’in İslam dinini, bu dinin değişik yorumlarını ve ekollerini tanıması yanında, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi dinleri de tanımasını sağlamıştı. Bir Müslüman olarak doğan Mustafa Kemal, doğduğu kentin zengin dini dokusundan etkilenerek, İslam dini ile diğer dinleri kıyaslama fırsatı bulmuştu[39]. İlerde Nutuk’ta “Laik Hükümet” hususundaki şu satırları önemli bir ölçü olacaktı: ““İkin­ci nok­ta, efendiler; ye­ni Teşkilât-ı Esa­si­ye Ka­nu­nu’nun [Anayasa’nın] ikin­ci mad­de­si­nin ba­şın­da, ‘Tür­ki­ye Dev­le­ti’nin di­ni din-i İslâm­dır.” cüm­le­si­dir. (…)

İz­mit’te, İs­tan­bul ve İz­mit erbâb-ı mat­bu­atıyla [gazetecilerle] uzun bir mü­lâ­kat ve has­bı­hâlimiz esnâ­sın­da, mu­ha­tap­la­rım­dan bir zâtın, şu su­ali­ne ma’rûz kal­dım: ‘Ye­ni hükûmetin di­ni ola­cak mı?’

İti­raf ede­yim, ki bu su­ale mu­ha­tap ol­mayı hiç de ar­zu et­mi­yor­dum. Pek kı­sa ol­ma­sı lâ­zım ge­len ce­va­bın o gün­kü şerâite [şartlara] gö­re ağ­zım­dan çık­ma­sı­nı he­nüz is­te­mi­yor­dum. Çün­kü, te­ba­ası me­yâ­nın­da [arasında] edyân-ı muh­te­li­fe­ye [değişik dinlere] men­sup anâsır [unsurlar] bu­lu­nan ve her din men­su­bu hak­kın­da âdilâ­ne ve bî-tarafâne [tarafsız] mu­ame­le­de bu­lun­maya ve mah­ke­me­le­rin­de te­ba­ası ve ecâ­nib [ecnebîler] hak­kın­da se­yyâ­nen tat­bik-i ada­let­le mükellef olan bir hükûmet, hür­ri­yet-i ef­kâr ve vic­da­na ri­aye­te mec­bur­dur. Hükûmetin; bu ta­biî sı­fa­tı­nın, şüp­he­li ma­na at­fı­na se­bep ola­cak sı­fat­lar­la tak­yîd edil­me­si [şarta bağlanması] el­bet­te doğ­ru de­ğil­dir. (…)

Cum­hu­ri­ye­tin ilâ­nın­dan son­ra da, ye­ni Teş­ki­lât-ı Esa­si­ye Ka­nu­nu ya­pı­lır­ken, (laik hükûmet) ta­bi­rin­den din­siz­lik ma­na­sı çı­karmaya mütemâyil ve vesile-cû olan­la­ra, fır­sat ver­me­mek mak­sa­dıy­la, ka­nu­nun ikin­ci mad­de­si­ni bî-mana [manasız] kı­lan bir ta­bi­rin idhâli­ne mü­sa­ma­ha olun­muş­tur.[40]”  

Mustafa Kemâl, Namaz Kılmayı Küçük Yaşta Öğrenmişti

Özellikle annesinin etkisiyle çocukluk yıllarında din eğitimini aksatmayan Mustafa Kemal, yüksek algılayış ve öğrenme gücü sayesinde kısa sürede neredeyse tüm duaları ezbere okuyacak hale geldi. Dini konulardaki bilgi ve birikimi arttıkça daha çok ilgi çekmeye ve sevilmeye başladı. Bu durumu fark eden küçük Mustafa, her fırsatta çevresindekilere dini bilgilerini göstermenin yollarını arıyordu. Örneğin zaman zaman evde hocalara mevlit okumaktaydı. Bu arada Kur’an okumayı öğrenmiş ve namaz kılmaya başlamıştı. Yine öğrencilik yıllarında özellikle Ramazan aylarında bazı yakın arkadaşları ile birlikte Selanik’te Kasımiye Camii’nde teravih namazlarını kılıyordu[41]. O Ramazan Mithat Paşa caddesindeki Kasımiye Camii’ne kadar olan yolda arkadaşları ve hocası Yüzbaşı Mustafa ile adımlıyor ve namaz vaktini bekliyorlardı. Kasımiye Camii’nde teravih namazı büyük bir ayin havası içinde kılınırdı. Hayli uzun sürerdi. Hiçbiri sıkılmaz istekle bu camiyi tercih ederlerdi. Namazdan önce Yüzbaşı Mustafa Kemal’e “Kemâl namaz’dan sonra bana hatırlat size Mevlana’nın Mesnevisinde bulunan “Küfür Fedaisi”ni anlatayım.

Teravih namazından sonra caminin altındaki kıraathaneye oturdular. Mustafa Kemal dikkatle dinliyordu. Aklındaki bir çok sorunun cevabını belki de bu hikayede bulacaktı. Yüzbaşı Mustafa anlatmaya başladı: “Hazret-i İsâ (AS)ya düşman ve Hristiyanları öldürüp köklerini kurutmak isleyen zâlim bir hükümdar vardı. Peygamberlik zamanı Hazret-i İsâ (AS)ya gelmişti ama o zâlim pâdişâh, Allah yolunda Hakk dostları olan Mûsâ (AS) ile İsâ (AS) yı birbirinden ayrı sayıyordu. O Yahudi pâdişâhın sapık ve hileci veziri dedi ki: “Hristiyanlar canlarını kurtarmak için dinlerini pâdişahtan gizleyip inkâr ederler, insanlar dışarıdan sana uymaya mecburlar ama gönülden uymuyorlar, içlerinden sana karşı savaşıp duruyorlar. Bu yüzden onları öldürmek bir fayda vermez.”

Pâdişâh vezire ne yapacağını sorunca vezir; kendisinin kulağını, elini kestirtip, burnunu ve dudağını yardırmasını sonra da onu darağacına göndermesini, tam idam edilecekken birinin onun bağışlanmasını dilemesini söyledi. Kalabalıkta yapılacak bu işin sonunda vezir Hristiyanların çoğunlukta olduğu bir şehire sürülecek, orada da pâdişâhın, Hristiyan olduğunu anladığı için kendisini bu hâle getirdiğini anlatıp fitne ve fesat çıkaracaktı. Buna göre Hristiyanlığa âit çok bilgisi bulunan vezirin, Hristiyanlara faydalı olması için de hayatta kalması gerekiyordu. Yoksa din yolunda canını fedâ etmekten geri duracak değildi[42].

Vezir, bu hileyi anlatınca içindeki endişeyi atan pâdişâh, vezirin bütün isteklerini yerine getirdi. Böylece vezir sürülmüş oldu. Gittiği her yerde Hristiyanları dine dâvet etmeye başladı. Yüz binlerce Hristiyan onun etrafına toplanıyor; o da İncil in, zünnarın ve ibâdetlerin sırlarını anlatıyordu. Bir din vâizi gibi görünüp davranma da sözleri tuzaktan ibaretti. Hrıstıyanlar vezire can ü gönülden inandılar ve bağlandılar. Gerçekle melun bir Deccal olan veziri, Hazret-i İsâ’nın vekili sandılar. Vezir sırlar dolu sözler söylese de Hristıyanlar arasındaki sağduyu sâhibi insanlara tesiri olmuyordu. Anlayışlı ve duyarlı olmayanların ise boyunlarına bu sözler birer ateşli halka olup geçiyordu. Vezir altı yıl Yahudi pâdişahtan uzak yaşadı ve bu sure zarfında İsâ ümmetinin de dayanağı oldu Pâdişâhla vezir arasındaki haberleşmeler de bir yandan devam ediyordu. Pâdışah vaktin geçmekte olduğunu hatırlatan bir mektup yazdı. O vakitler Hristiyanların uydukları on iki emir ve onlara uyanlar, o soysuz vezirin tuzağına tam olarak düşmüşlerdi. Vezir her emirin adına ayrı bir tomar hazırladı. Hiçbir tomardaki emirler birbirini tutmuyordu hatta her hüküm birbirine ters ve öteki tomarlardakinin tamamen zıddıydı. Vezir, İsâ’da mevcud olan vahdeti idrâk edememişti. Vezir de onun pâdişâhı da gafillerdi. Bu yüzden Allah’la pençeleşmeye kalkıştılar. İçinde bulunduğumuz âlem gibi yüzlerce âlemi bir anda yoktan var edecek bir Allah’la uğraşıyorlardı.

Vezir, başka bir kurnazlığa daha başvurdu. Vaaz ve nasihati kesip halvete çekildi. Halvette kırk elli gün kadar kaldı ve müridlerini ayrılık ateşiyle yaktı. Halk ondan ayru düştügü için divâne kesildi. Vezirin kapısında dil döktüler fakat vezir “İzin verilmemekte” diyerek halvetten çıkmadı. Hristiyan emirleri de gelip yalvardılar ancak fayda etmedi. Vezir içeriden onlara seslendi ve dedi ki: “Ey müridlerım, şunu bilmiş olun ki Hazret-i İsâ bütün dostlarımdan ayrılmamı, tek başına kalmamı emretti. “Yalnız başına otur. Hatta kendi varlığından, benliğinden uzaklaş. halvet et.” dendi. Bundan sonra konuşamam Dostlar, Allah’a ısmarladık, artık ben varımla yoğumla dördüncü kat göğe taşınmışım. Bundan sonra dördüncü gökte, Hazret-i İsa’nın yanında oturacağım[43].

Sonra vezir bütün Hrıstiyan emirlerini ayrı ayrı yanına çağırıp onlarla görüştü. Her birine şöyle dedi. İsâ dininde Hakkın vekili benim ve benim halifem de sadece sensin. Hangi emir sana uymayıp aksilik ederse onu yakalayıp öldür yahut en azından esir et. Ben hayatta oldukça sana söylediklerimi hiçbir kimseye anlatma, bu reisliğe de gönüllü olma. Şu tomarda yazılı bulunan din hükümlerini ümmete açık bir dille oku, anlat.” Emirlerin her biriyle birer birer görüştü ve hepsini aynı şekilde yüceltti. Emirlere verdiği tomarlardaki yazılar ve fikirler birbirine hiç uymuyordu. Bundan sonra kırk gün daha kapısını kapayan vezir en sonunda kendini öldürdü. Bu haberi duyunca vezirin yası ile saçını başını yolan halk, mezarının başına öyle bir kalabalıkla yığıldı ki farklı milletlerden oraya toplananların sayısını sadece Allah bilirdi. Vezirin kabri başında bir ay kadar oturup yas tuttular. Gözlerden kanlı yaşlar akıttılar. Bir ay sonra vezirin yerine kimin geçeceği sorulunca emirlerden biri ileri alıldı ve dedi ki: “İşte o yüce zâtın, o insanın vekili hatta bu zamanda İsa’nın da halifesi, benim. İşte elimdeki tomar da ondan sonra benim vekil olacağımın belgesidir.” Vekillik dâvasında bulunan başka bir emirde durduğu yerden meydana atıldı. O da koltuğunun altından vezirin verdiği tomarı çıkarıp gösterdi. Derken ikisini de büyük bir öfke ve hırs sardı. Öteki emirler de ortaya çıkınca iş iyice karıştı ve emirler keskin kılıçlarını çektiler. Her birinin elinde bir kılıç ve bir de tomar bulunan emirler birbirlerine düştüler. Anlaşmazlık büyüdükçe büyüdü ve yüz binlerce Hristiyan öldürüldü. Kesik başlardan tepeler ortaya çıktı, her tarafta kan selleri akmaya başladı. Bu savaş yüzünden havaya dağlar gibi tozlar yükseldi. Vezirin ektiği fitne tohumları, Hristiyan topluluğunun başına büyük bir âfet kesildi”[44].

Yüzbaşı buraya kadar anlattıktan sonra “işte çocuklar olayların, anlatılanların, görünenlerin bir de perde arkası var” “Eğer onu göremezsek bir birimize düşürülürüz” “Sizler ilerde bu devletin önemli mevkilerine geleceksiniz. Bakın asırlar öncesinden Hz. Mevlana sizleri uyarıyor” Her aziz, veli görüneni, her hacı, hoca görüneni sorgulamadan kabul etmeyin. Dış görünüş çoğu kez insanı aldatır. Size her zaman tavsiyemdir, biz Müslümanları da bu kıssada ki gibi insanlarla çok aldatacaklardır. Küçük Mustafa Kemâl hemen atıldı “aldatılmayacağız, aldatamayacaklar” dedi. Yüzbaşı Mustafa, küçük Kemâl’in alnından öptü “benim sarı paşam” “sizlere güveniyorum” “Allah daima yar ve yardımcınız olsun” çaylarını bitirmişlerdi. Öğrenciler dinledikleri hikayenin hâlâ tesirinde idiler.

Küçük Mustafa Kemâl analitik düşünceye sahipti. Özellikle onun matematik dersini sevmesi ve ondaki başarısı bu düşünceyi ona kazandırmıştı. Tabii ki Matematik Öğretmeni Yüzbaşı Mustafa’nın etkisi çok büyüktü. Üstelik Askeri Rüştiye’de  pozitif bilimlerle tanışmıştı[45].

———————————————————————–

  
[1] Bizlerde (Hilmi Özden ve arkadaşları) Konya’da küçükken Kapı Camiinin karşısında dükkanlarda küçük ebad resimli  Hz. Ali cenkleri, Seyyid Battal Gazi,Muhammed Hanefi vd. kitapçıklar bulunurdu. Aldıklarımızı çoğu kez arkadaşlar arasında bir birimize ödünç verirdik. Günümüzde Prof. Dr. Necati Demir, Hz. Ali Cenkleri, destanı, Danişmend Gazi ve birçok klasiği yeniden hazırladı. Anadolu Türk-İslâm tarihini kavramak için bu eserler hem çocuklar hem erişkinler için çok önemlidir.
[2] [2] Sinan Meydan, Bir Ömrün Öteki Hikayesi (Atatürk, Modernizm, Din ve Allah), Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul,2003, s. 40.
[3] Rahmetli Annem (Hanım Özden) okuma yazma bilmezdi. Fakat itikatta imamımız İmam Maturidi, amelde İmam-ı Azam Ebu Hanife derdi. Küçücük halimizle her gece yatakta uyumadan önce mutlaka Kelime-i Şahadet getirirdik. Arkasından Ehl-i Beyti anar uyurduk. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Efendimizin kapımıza kilit olup evimize hırsız girdirmeyeceğini düşünürdük. Rüyalarımızı Muhammed Hanefi, Hz Ali Efendimizin cenkleri süslerdi.
[4] Sinan Meydan, a. g. e., s. 41.
[5] Sinan Meydan, a. g. e., s. 43.
[6] Tirmizi, “Tefsir”, 4, Müsned, 4, 107.
[7] Prof. Muhammed Ebû Zehra, Ebu Hanîfe, (Tercüme: Osman Keskioğlu), Üç Dal Neşriyat, Beşinci Baskı, İstanbul, 1959, s. 44.
[8] Prof. Muhammed Ebû Zehra, a. g. e., s. 124-126.
[9] Yaşar Nuri Öztürk, Arapçılığa Karşı Akılcılığın Öncüsü İmamı Âzam Ebu Hanife, Yeni Boyut Yayınları, 22. Baskı, İstanbul, 2014., s. 275.
[10] İbn Haceri’l Heysemî, Menâkıb-ı İmâm Azam (Çeviren: Ahmet Karadut), Akçağ Yayınları,1978, Ankara., s.54.
[11] Osman Keskioğlu, Fıkıh Tarihi ve İslâm Hukuku, DİBY, Ankara, tarihsiz, s. 89.
[12] Mahmud Esat. Afganistan’da Kâbil şehri ahalisinden olup. sonradan İslâm’ı kabûl etmiş olduğunu söyler (Tarih-i İlim-i Hukuk. s. 204). Nakleden: Osman Keskioğlu,a. g. e.,s.89. 
[13] Şemseddin Günaltay : Buhara’nın güneyindeki Tirmiz şehri ahalisinden Zota adlı bir Türk’ün torunu olduğunu söyler (Türk Tarih Kongresi, Konferanslar. Münakaşalar, C. I. s. 296). Nakleden: Osman Keskioğlu,a. g. e.,s.89. 
[14] Dr. Said Nuri Akgündüz, Osmanlı’da Ebû Hanîfe Algısına Bir Örnek Olarak Taşköprîzade’nin Mevzûâtu’l-Ulûm’u,  İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, Sayı: 19, İmâm-I Azam Ebû Hanîfe Özel Sayısı Nisan 2012., s. 24-25.
[15] İbn Haceri’l Heysemî, Menâkıb-ı İmâm Azam (Çeviren: Ahmet Karadut), Akçağ Yayınları,1978, Ankara., s.26. 
[16] Hatib-i Bağdadi, Ebû Bekr Ahmed b. Ali, vefAtı H. 463/ 1071. Büyük âlim ve Muhaddislerdendir. Mu’cemu’l-Buldan Hatib-i Bağdâdi’nin eserlerinden elli altı tanesinden bahsetmektedir. Burada adı geçen Bağdat Tarihinden başka, Şerefu Ashabi’I-Hadis, ol-Câmi’li âdâbi’r-Râvi ve’s-Sami, el-Kifâye fi Ma’rifeti usûli’r-Rivâye eserleri arasındadır. Tarih i Bağdat, c. XIII, s. 324-325, Nakleden: İbn Haceri’l Heysemî (Çeviren: Ahmet Karadut), a. g. e., s.54. 
[17] Kabil: Bugün Afganistan’ın başşehri olan Kabil değildir. Burada bahsi geçen Kabil, şu anda harabe halindedir. Bkz. el-İmâmu’I-Azam Ebû Hanife el-Mütekellim, (Mısır, 1971) s. 14-15. Nakleden: (Çeviren: Ahmet Karadut), İbn Haceri’l Heysemî a. g. e., s.54.  
[18] Birinci Türk Tarih Kongresi, S. 296-297, Nakleden: (Çeviren: Ahmet Karadut), İbn Haceri’l Heysemî a. g. e., s.55. 
[19] Merzüban ya da Merzban sınır Beylerbeyi demektir. Nakleden: (Çeviren: Ahmet Karadut) İbn Haceri’l Heysemî, a. g. e., s.55.
[20] İbn Haceri’l Heysemî, a. g. e., s.55. 
[21] Bir çok kaynak İmam-ı Azam ile Cafer-i Sadık’ın aynı yaşta veya yakın yaşlarda olduğunu nakleder.
[22] Dr. Said Nuri Akgündüz, a. g. m., s.26.
[23] İbn Hacer El-Heytem, Fıkhın Sultanı İmam-ı Azam Ebu Hanife, (Tercüme: Manastırlı İsmail Hakkı),(Hazırlayanlar: Sıtkı Çoban-Fatih Başpınar) Semerkand Yayınları, 2014, İstanbul., s.149. 
[24] Ali Pekcan, İmam A‘zam Ebû Hanîfe’nin Kişisel ve Toplumsal Yaşamına Bir Bakış İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, Nisan 2012, Sayı: 19, s.42. 
[25] Geniş bilgi için bkz: Yaşar Nuri Öztürk, a. g. e.,s. 278. 
[26] Dr. Ali Pekcan, Fıkhın Bedene Bürünüşü İmam-ı Azam Ebu Hanife, Gelenek Yayıncılık, İstanbul, 2010.,s.77.
[27] Ali Pekcan, a. g. m., s.42.
[28] M.M.Şerif (Editör), İslam düşüncesi Tarihi, Ebu Hanife, İnsan Yayınları, s.314-315 
[29] Dr. Ali Pekcan, a. g.e., s.,77. 
[30] Dr. Ali Pekcan, a. g.e., s.,76.
[31] Hasan Hüseyin Akagündüz, Hz. Hüseyin’in Türk Milletine Duası, gazete32.14 Aralık 2011, 
[32] Kalenderî, Haydarî ve Bektaşilerde giyerdi.
[33] Sinan Meydan, a. g. e., ( 2003), s.44.
[34] Ali İrfan, Kerbela’da Bir Türk, “Ali’ye Selman Olasın” Velayet Yayıncılık, Adana. s. 141.
[35] Ali Akyıldız, Azmi Özcan, Namık Kemal’den Mektup Var, Türkiye İş Bankası yayınları, İstanbul,2013, s. 255.
[36] Latin harleri ile yeni baskı: Namık Kemal, (Hazırlayan: Abdurrahman Küçük), Renan Müdafaanamesi, Kültür  Bakanlığı Yayınları,  1988, Ankara.
[37] Fevziye Abdullah Tansel, Namık Kemal’in Hususi Mektupları, C. IV, s. 416, TTK Basımevi, Ankara, 1986. 
[38] Sinan Meydan, a. g. e.,  s. 45.
[39] Sinan Meydan, a.g.e.,s.46.
[40] Mustafa Kemal, Nutuk (Osmanlı Harfleri),  Ankara, 1927, s. 511.
[41] Sinan Meydan, a.g.e.,s.47.
[42] M. Fatih Çıtlak, Küfür Fedaisi –Mesnevi’den-, Erdem yayınları, İstanbul, 2015, s.19.
[43] M. Fatih Çıtlak,a.g.e., s.20.
[44] M. Fatih Çıtlak,a.g.e., s.21.
[45] Geniş Bilgi için Bkz. Sinan Meydan, a.g.e., s. 54.
Yazar
Hilmi ÖZDEN

Prof.Dr. Hilmi Özden, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı öğretim üyesidir. Aynı üniversite Türk Dünyası Araştırmaları Merkezi Kurucu Müdürü de olan Özden, Türk kültürü ve medeniyet çalışma... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen