Gönül Türküleri

Gönlüyle konuşuyordu aşık,

“Gönül gel seninle muhabbet edelim” diye başlamıştı.

Gönül canımızın içiydi. Kurumayan ırmağımızdı. Yönümüzü bulduğumuz yıldızımız, “benim aslım sensin” dediğimizdi.

“Bir kez gönül yıktın ise,

Bu kıldığın namaz değil.

Yetmiş iki millet dahi,

Elin yüzün yumaz değil” diyordu gök toprakların “Hey Emre’m Yunus bîçare”si. Hele şindi bütün dünya defalarca elini yüzünü yıkarken.

Türkü devam ediyordu;

Gönül gel seninle muhabbet edelim,

Araya kimseyi alma sevdiğim,

Ya benim kimim var, kime yalvarayım,

Kaldır kalbindeki karayı gönül.

Türküyü Derviş Ali’den Ali Ekber Çiçek derlemişti. Ali Ekber Çiçek, o güzel insan 1979 da Eskişehir’e gelmiş bize, üç- dört arkadaşa saatlerce üşenmeden saz çalıp türkü söylemişti.

Türkünün bir başka kıtası şöyleydi;

“Solmazsa dünyada güzeller solmaz,

Bu dünya fanidir kimseye kalmaz,

Yalan dolan ile sofuluk olmaz,

Mümin olan bekler ……. gönül.”

Nokta nokta olan yerleri “berayı” diye okuyan da vardı, “ferahı” diyen de, “sırayı” diyen de.

Mehmet Ragıp Karcı Ağabey “vera’nın ne olduğunu bilmeyenler kafalarına göre bir şeyler söyler ” demişti.

Süleyman Uludağ bu konuyu şöyle izah etmişti;

“Sözlükte sakınmak, kaçınmak, çekinmek anlamındaki ‘vera’ kelimesi terim olarak haram olup olmadığı şüpheli hususlardan özenle kaçınıp helâl ve mubahların bir kısmından feragat etmek anlamında kullanılır. Bu sebeple vera, takvânın ileri ve özel bir şekli kabul edilir.

O zaman mısra şöyle olmalıydı;

“Mümin olan bekler verayı gönül.”

Biz gönül merkezli bir medeniyettik. Gönülden gönüle söylerdik, gönülce söylerdik. Sazımızın teli Dedem Korkut’a uzanırdı.

Gönül için “yürekte olduğu varsayılan nitelik, sevgi, istek, anış, düşünüş gibi duygu kaynağı, kişinin iç dünyası, moral” demişler.

,Kön-kül’müş önce. Sonra gönül demiş, gönüllemişiz.

Kutadgu Bilig’de gönül için şunları söylemiş Yusuf HasHacip;

-Gönül beydir, bu beden ise kuldur.

-Tanrı gönlü ve dili doğru söz için yarattı.

-Gönül olmazsa insanın gözünün yararı yoktur.

-Gönül kimi severse göz daima onu görür, göz nereye bakarsa orada o uçuşur.

“Vay gönül, ey vay gönül” demişiz asırlaca.

Alçaldıkça güzelleşmiş, alçaldıkça yükselmiş. Şah Hataî şunu yazmış;

“Hataî hâl çağında,

Hak gönül alçağında,

Bin Kâ’be’den yeğrektir,

Bir gönül al çağında.”

“Gönüle girmek, gönül sahibine yâr olmak gerek ve insan kendini bildi mi herşeyi bildi demektir” diye yazmış Bahattin Veled.

Bizim gönül türkülerimiz vardır sevda sevda söylediğimiz.

“Gönül sana nasihatım,

Çağrılmazsan varma güzel,

Seni sevmezse bir güzel,

Bağlanıp da durma güzel”  demiş Aşık Veysel.

Aşık Reyhani henüz on sekiz, on dokuz yaşlarında. Aşık Nihani’nin yaşı da doksana gelmiş. Aşık Reyhani alıyor sazı eline zamanın iyi aşığı diye duyduğu Nihani Baba’nın köyüne gidiyor. Gençliğin verdiği heyecan da üzerinde. Nihani Baba’yı buluyor “ben seninle atışma yapmaya geldim” diyor. Aşık Nihani gelen gence bakıyor “Oğul, ben sazı bırakalı yıllar oldu, var git işine” dede de hikâye uzun. Nihayet gelenlerin de ısrarıyla köy kahvesine gidiyorlar ve atışıyorlar. Atışmanın birine şöyle başlıyor Aşı Reyhani;

“Hele bakın şu dünyanın işine,

Gözleri kan dolmuş figan gözetir,

Neredeyse varmış doksan yaşına,

Hâlâ gelmiş bennen meydan gözetir.”

Nihani Baba cevap veriyor,

“Elif hiç bir mahreç ile hecelmez,

Aşıklar yorulmaz, dünya dincelmez,

Ömür geçer amma gönül kocamaz,

Yüz yaşında bile meydan gözetir.”

Müthiş… Gönül bu…

Gönül türkülerimiz vardır bizim. Bir bakarız ki “gönül dağı yağmur, boran” olur. Yalnızlığı yaşadığımızda “gönül gel seninle muhabbet edelim” deriz meselâ. Dünya gelimli gidimlidir. Yeriz, içeriz, gezeriz ama bir müddet sonra ecel alır yer gizler. “Bu dünyanın devranına/Aldanma gönül aldanma” dememiz bundandır. Bazen ayaklarımız yerden kesilir, başımız bulutlanır, akıl ötelere gider, kendimize çeki düzen veririz bir türküyle “Gel ha gönül havalanma/ Engin ol gönül engin ol” diyerek. Bazen yolumuz ister istemez gurbete düşer yolumuz “Gönül gurbet ele varma/ Ya gelinir ya gelinmez” deriz iç çekerek.

Velhasıl biz türkülerimizi gönülce söyleriz.

“Kapıda bekleyen kuldur” demişler.

Gönül sarayının kapısında dururuz boyun bükerek.

Gönlümüze söz geçiremez oluruz bazen, biz güzele düşer, akar gider o tarafa. Canı gönülden bir gönülde yer almaktır muradımız, gönlümüze söz geçiremeyiz çünkü. Bir gönülde taht kurmak isteriz.

Yaratan, yetiştiren ve göçüren Rabbimize şükrederiz.

Huzur ile zahmet birlikte gelir, biliriz. Sevinç de kaygıyla beraberdir.

Gökte ışık ışık yol gösteren yıldız olmak isteriz, birden düşürürler bizi.

Gönlümüz bulanır, yerden kan kaynamaya başlar.

Ozan Arif şöyle der sonra;

“Yeter gönül yeter senden çektiğim,

Avuca sığmadın, ele sığmadın.

Ömür boyu gözlerimden döktüğüm,

Yağmura sığmadın, sele sığmadın.”

Sonra bir rüzgâr eser iplik iplik.

Alkışlar iyiyedir, kargışlar kötüye.

Çok öteden Yunus söyler;

“Gönül Çalab’ın tahtı,

Çalap gönüle baktı,

İki cihan bedbahtı,

Kim gönül yıkar ise.”

Az öteden de Fethi Gemuhluoğlu dostça konuşur;

“Sözü düğümleyip biz dahi diyelim ki ‘gamlanma gönül gamlanma’. Merhaba insanadır. Merhaba sahibinin kendisine merhabasıdır.”

Ve bir aşık tellere vurur;

“Gel gönül gidelim aşk ellerine,

Muradın yâr ise bir tane yeter.”

Sözün, göz olsun senin…

Mehmet Ali Kalkan

Yazar
Mehmet Ali KALKAN

Eskişehir'de doğdu. Eskişehir Gazi İlkokulunu, Tunalı Ortaokulunu, Motor Sanat Enstitüsünü ve Çukurova Üniversitesi Mühendislik Bilimleri Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümünü bitirdi (1980). Bir müddet Eskişehir Belediyesinde ... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen