Bir Türkü Güzelliği ADİLE KURT KARATEPE -1-

 
 
Türküler âlemde hoş âvâzımız, Havalanır gider gönülden dile,
Muhabbet deminde çalsın sazımız,
Türk’ün türküsünden bir söyle hele…
Adile Kurt Karatepe TRT sanatçısı. Türkülere aşk derecesinde bağlı ve türküleri en iyi yorumlayanlardan bir güzel insan.
Eskişehir Türk Ocağı otuz yılı aşkın bir zamandan bu yana “Perşembe Sohbetleri” yapıyor. Bir Perşembe Sohbeti’nin konuğu da Adile Hanım oldu, sunucusu da ben.
Doç. Dr. Mehmet Topal konuştu önce;
Ezgi ve sözün birlikte hayat verdiği türküler milletimizin tarihi boyunca duygularını yüklediği bir arşiv niteliğindedir. Aşkı, acıyı, ayrılığı, gurbeti, sılayı vb. nasıl bilmemiz gerektiğini fısıldar. Bu manzumelerde Çanakkale’nin çığlığı da, Yemen’in feryadı da vardır.
Mehmet Kaplan “bizi yüzyıllar ötesinden gelen bir sevgi ve heyecanla birleştiren türkülerimizi, oyunlarımızla birlikte bütün gönülleri birbirine kenetleyen en kuvvetli dil “ olduğu görüşündedir. Merhum Nevzat Kösoğlu “Salih ameller ahreti anlamlandırır, sahih türküler ise dünyayı. Bizleri bir tespihin ipine dizer gibi etrafında toplayan güç aynı zamanda türkülerin de etrafında toplamıştır. Birlikte türkü söyleyebildiklerimiz benim milliyetimdendir.” Demektedir.
Döne döne gelir sevda,
Döne döne alır götürür bizi uzaklara.
Bütün uzaklar yakın olur, ya da yakınlar uzak.
Yüreğimizin kanadı kırılır.
“Elif her bir mahreç ile hecelmez,
Aşıklar yorulmaz, dünya dincelmez,
Ömür geçer amma gönül kocalmaz,
Yüz yaşında bile meydan gözetir.”
Demiş doksan yaşındaki Nihani Baba.
Yolcu uzak olduğunda gönlümüzle dertleşiriz için için.
Irmaklar başını taşa vurur, taş susar.
Konuşan ırmakları denizle sustururlar.
Gönül denizdir…
Adile Hanım bir türküye başladı sonra;
“Gel ha gönül havalanma,
Engin ol gönül engin ol.”
Yüreğimiz bir harman yeridir bizim, türküler döner durur içimizde. Harmana serdiğimiz ekinler, sapı, samanı, buğdayı ayırır ve yele karşı savururuz. Beşikten mezara, Ötüken’den Tuna’ya, denizden çaya, şükürden duaya, bir elâ gözlü yâra yol bulur gideriz.
Adile Hanım’a bir şiir yazmıştım, o şiiri okudum;
Yüreğim harman yeri,
Havalanır sol yanım,
Sen bize türküleri,
Söyle Adile Hanım.
Düzen tutsun önceden,
Dile düşsün inceden,
Manastır’dan, Gence’den,
Söyle Adile Hanım.
Ol Kenan’ın ilinden,
Bad-ı saba yelinden,
Bağlamanın telinden,
Söyle Adile Hanım.
Kut’lu sabahtan çığır,
Veysel, Emrah’tan çığır,
Yürekten, ah’tan çığır,
Söyle Adile Hanım.
Esen gamlı bir yelmiş,
Ferhatlar hep dağ delmiş,
Bülbül güle mi gelmiş?
Söyle Adile Hanım.
“Diken gülde bitme” de,
“Gitme turnam gitme” de,
“Ötme bülbül ötme” de,
Söyle Adile Hanım.
Cümleye nazarım var,
Gül satar pazarım var,
Benim ahuzarım var,
Söyle Adile Hanım.
İnsan düşünce derde,
Gamlanır perde perde,
Ay doğanda, seherde
Söyle Adile Hanım.
Tutsa idim öğüdü,
Gam kasavet yoğ idi,
Sarıkamış Ağıdı,
Söyle Adile Hanım.
Sultan’ın fermanından,
Yiğidin harmanından,
Dünyanın devranından,
Söyle Adile Hanım.
Bülbül bağlanmış güle,
Nicesi düşmüş dile,
Gökte turnalar ile,
Söyle Adile Hanım.
Dağların alasından,
Ceylanın balasından,
Kerkük’ün Kal’asından,
Söyle Adile Hanım.
Nice ümitler yandı,
Can boğaza dayandı,
Dağlar yeşil boyandı,
Söyle Adile Hanım.
Derelerin buzundan,
Ekmeğinden, tuzundan,
Dedemin kopuzundan,
Söyle Adile Hanım.
Şu Harput’tan kar söyle,
Kış ardı bahar söyle,
Bize Yadigâr söyle,
Söyle Adile Hanım..
Dağlar dağımızdı bizim, gam ortağımızdı. Yeryüzünün tuğlarıydı onlar. Of’lu aman’lıydı, ebed zamanlıydı, başı dumanlıydı dağlarımızın. Bazen ap ak kar örterdi. Kurdun kuşun yuvasıydı. Biz dağ gönüllüleri, dağ yüreklileri bilirdik. Dağların ardı vardı, el ele halaya dururlardı.
Bir Eskişehir Türküsü’ne başladı Adile Hanım;
“Bu dağlarda bağ olmaz,”
“Komşu kızı sevmeyen var mı?” diye sordum dinleyicilere, ses çıkaran olmadı, gülüp geçtiler.
Bu türküye bağlı olarak bir uzun hava söyledi ki bizi aldı götürdü ötelere;
“Şu yaylanın günden yüzü,
Yazın açar gül nergisi,”
Bir Eskişehir Türküsü daha;
“Yere düştüm alamadım fesimi,
Çok ünledim yâr duymadı sesimi,”
Sonra;
“Şu dağların yükseğine erseler,
Lâle sümbül mor menevşe derseler,”
Nesimi diyor ya;
“Ben de sığar iki cihan, ben bu cihana sığmazam,
Cevher-i lâmekân benim, kevnü mekâna sığmazam.”
Şimdi de Nesimi’den bir deyiş;
“Hâr içinde biten gonca güle minnet eylemem.”
Ben Veysel’im, Şatıroğluyum, aşığım.
Sivrialan’danım, dağım Beserek. Karen’li Veysel’dendir adım.
Sevdim, yâr sevdim, güzel sevdim. Toprağı, çiçeği, böceği sevdim.
Gözümde sakladım güzellikleri. Derdimi döktüm derelere düz oldular.
Avcıydım, saz ile söz ile peşine düştüm bir ceylanın.
Bir ulu ağaçtan düşen yaprak gibi iniledim. Gün geldi sazıma söyledim;
“Ben gidersem sazım sen kal dünyada,
Gizli sırlarımı âşikâr etme.” Diye.
“Dünyada tükenmez murat var” derler ama ne alanı gördüm ne murat gördüm.
Ben Aşık Veysel’im.
Beni saza da katan olur, söze katan da…
Aşık Veysel’den iki türkü ard ardaydı;
“Beni hor görme gardaşım,”
“Güzelliğin on par’etmez,”
Peygamberimiz bez ticareti yapmış, biz de hürmeten “Bezistan” kurmuşuz, sonra Bedesten olmuş. Kültür böyle bir şey. Ekmeği de elifce çizmişiz. Ekmek ve elif. Üzerinde elif olan ekmeği ziyan etmek ne kadar kötüydü. Türkü de şöyleydi;
“Elif dedim be dedim,”
Kader alnımızın yazısıydı, bazen yüreğimizin sızısıydı. Aşık Nihani şöyle demiş ya;
“Mevlâm güldürmezse kul güldüremez,
Kulun göz yaşını kul sildiremez,
Lağum patlatamaz, vinç kaldıramaz,
Kader yol üstüne taş indirirse.”
Bir uzun havaya daha başladı Adile Hanım;
“Kader senin ile bir mahkemem var,
Bir türkü;
“Kırmızı buğday ayrılmıyor cecinden,”
Ben türküyüm…
Gurbet gurbet dolaşırım ben, sevda sevda gezerim.
Gâh yarınlara akan bir pınar olurum, gâh Söğüt’lü bir çınar. Köküm bir yerdedir, dalım bir yerde.
Dağ dağ, yayla yayla gezerim. Yaylalar içinde Erzurum Yayladır.
Sazım çalınır Sivar ellerinde. Mardin’de bir kapı, Bitlis’te beş minareyim ben.
Ben Türküyüm.
Bülbüller bende düğün eyler. Turnalar göğümden havalanır.
Ceylan bakışlarına kurban olurum sevdalımın.
Keklik gibi süzerim kanadımı kınalanmış ovalara.
Ben bir türküyüm.
Çanakkale içinde aynalı çarşı olurum, çöl çöl Yemen kokarım.
Bir Azerbaycan balasındayım, Kerkük’ün kalasındayım.
Daha can boğazdayken Türk’ün verilen salasındayım ben.
Omuzumda sevda yükü vardır benim dağ dağ…
Ben bir türküyüm.
Ali Ağabey var bizim sokakta. İş Hanının altında iki, üç metrekarelik bir çay ocağı var. Her sabah erkenden gelir sokağı baştan başa süpürür, sular. Bir gün sordum “Ali Ağabey, bu yolu görmezsin, çay ocağın bodrum katta, üstelik sokağın sağında, solunda, iş hanlarında en az iki yüz kişi var, sana ne sokaktan?” “Ben ustalarımdan böyle gördüm” dedi, “Hem insanların güzel bir yere bakması, yürümesi beni mutlu ediyor.”
Ali Ağabey’i sokağı sularken gördüğüm zaman içimden söylediğim türküye başladı Adile Hanım;
“Küçelere su serpmişem,
Yâr gelende toz olmasın.”
Bizim Sinan’larımız bir başkaydı. Kırım’dan, Erciyes’ten gelen Sinan’larımız vardı bizim.
Bir Sinan Selimiye’ydi, bir Sinan Kırım.
Kubbelerimizi de, kılıcıçlarımızı da yere koydurmazdı Sinan olanlar.
Kırım Akmescit’ti, Kızıltaş’tı, Bahçesaray’dı, Gaspıra’ydı.
Aramız bir deniz kadardı, iki yakada da biz vardık.
Seslenseler duyardık, duyamadık.
O yıllar Korkunç Yıllar’dı. Üşüyen Sokaklar’ımız vardı. Ölüm ve Korku Günleri yaşanmıştı. Badem Dalına Asılan Bebekler ne kadar da masumdu.
Oysa Onlar da İnsan’dı ve O Topraklar Bizimdi.
Kırım vatandı ve yıllar sonra sürgün dönüşünde Fatma Halilova Hanım şöyle söylemişti;
“Men bu yerde yaşalmadım,
Yaşlığıma toyalmadım,
Vatanıma asret kaldım,
Ey güzel Kırım.”
Adile Hanım’ın sesinde bir başka hüzündü bu Kırım Türküsü.
Yazar
Mehmet Ali KALKAN

Eskişehir'de doğdu. Eskişehir Gazi İlkokulunu, Tunalı Ortaokulunu, Motor Sanat Enstitüsünü ve Çukurova Üniversitesi Mühendislik Bilimleri Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümünü bitirdi (1980). Bir müddet Eskişehir Belediyesinde ... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen