Yazarlık dersleri – 1

 

Derslere giriş

Çok sık yapılan yanlışlardan birine değineceğim. Anlatıcı-yazar, roman metninde bir karakter hakkında fazla bilgi vermemelidir. Mesela karakteriniz komik biridir diyelim. Bu komik karakterin adı Ahmet olsun. Anlatıcı-yazar şöyle yazmamalıdır: “Ahmet komik biriydi…” Ahmet’in komik bir karaktere sahip olduğunu onun davranışları üzerinden okura yansıtın. Roman kurgusu içinde Ahmet ara ara komik sözler söylesin. Yerli yersiz espriyi patlatsın. Yahut da Ahmet gülünç davranışlar sergilesin. Bir Holivut filmindeki esas kişi takıntılı biriydi. Onun takıntılı olduğunu izleyici nasıl anlıyor? Ana karakter kaldırımda yürürken kaldırım çizgilerine basmamaya çalışıyor. Biz izleyiciler de böylece onun takıntılı biri olduğunu anlıyoruz. İşte bu sergilemedir. Roman metni sinema gibi görsel değildir ama yine de roman metninde de sergileme gerekir. Çünkü okur, romanı okurken anlatıdaki sahneleri zihninde canlandırıyor. Yani sizin metniniz okurun zihninde kısmen görsele dönüşüyor.

Bir başka örnek vereyim: Diyelim ki Ahmet milliyetçi biridir. Romanınızı yazarken “Ahmet milliyetçi idi” demeyiniz. Onun ideolojisini sergileyin. Nasıl sergileyeceksiniz? Ahmet herhangi bir yerde Türk bayrağı gördüğünde duygusal tepki verir, dönüp bayrağa bakar, bayrağı görünce milliyetçi bir söz sarf edebilir, bayrağa selam durur ya da bayrak karşısında göğsünü şişirmek gibi farklı bir davranışta bulunur. İşte o zaman okurunuz Ahmet’in milliyetçi olduğunu bu türden davranışlarla (sergileme/gösterme) ile anlayacaktır. Bu davranışlar onun karakterini gözler önüne serer. Senarist Syd Field şöyle öğüt veriyor: “Aksiyon, karakterdir. Bir kişinin yaptığı şey o kişinin kim olduğunu gösterir.” Senaryo yazımında gösterme esastır. Roman metnindeki gösterime ‘sergileme’ dememiz daha makul olur. Yahut da yansıtma diyelim. Öykü ve roman türünden anlatılarda yalnızca olaylar ve durumlar yansıtılmaz. Karakterler de yansıtılır. Ve haliyle karakterlerin yansıtılması tek boyutlu olmamalıdır. Yansıtma veya sergileme yüzeysel kalmamalıdır. Karakterin hem iç dünyası hem dış dünyası sergilenebilmelidir. Sinemada bu sergilemeler görsel imkânlarla yapılırken roman ve öykülerde görselin yerini sözcükler doldurur. Burada artık yazarın hüneri, becerisi, tecrübesi, birikimi, ufku, hayal gücü ve sözcüklerin büyüsü devreye giriyor.

Her roman esas itibariyle bireyi anlatır. Çünkü roman sanatı bireyselleşmenin başlamasıyla doğmuştur. Bu ikisi birbirini daima beslemiştir. Roman sanatı bireyi, birey de roman sanatını desteklemiştir. İkisi atbaşı gitmiştir. Cervantes’in Don Kişot’u roman türünün ilk örneği kabul edilir ve Don Kişot karakteri de zaten bireyleşmenin başlangıcıdır. Ortaçağ’da kolektif yaşam geçerliydi. Sonrasında ise kolektif yaşamın yerini birey merkezli yaşam almıştır. Kolektif hayattan bireysel hayata geçilmesinin pek çok nedeni vardır. Biz burada konuyu dağıtmamak için şimdilik tek bir nedene değinelim. Bu, zaman algımızla ilintilidir. Felsefe tarihçisi Feyza Ceyhan Çoştu şöyle diyor: “Copernicus (1473-1543)’la birlikte, yer merkezli evren anlayışından güneş merkezli evren anlayışına doğru bir devrim yaşanmıştır. Antik Çağ’dan günümüze, insan merkezli felsefelerin artışıyla ve aydınlanma döneminin düşünsel çerçevesinin özne üzerinde şekillenmesiyle, zaman olgusunun zihinde yer bulan bir gerçekliği olduğu konusu daha çok ön plana çıkmaya başlamıştır.”[1]

Copernicus’la birlikte, yer merkezli evren anlayışından güneş merkezli evren anlayışına doğru bir devrim yaşanmış olması ne demektir? Eskiden, dünya, evrenin merkezi kabul ediliyordu. Copernicus’la birlikte bu tabu yıkılmıştır. Dünyamızın evren içinde ufacık bir yer işgal ettiği ve merkezde durmadığı anlaşılınca da bir boşluk hissi veya kompleks oluşmuştur. İşte bu kompleksi telâfi etmek dürtüsüyle insan merkezli yahut da insanı yücelten bakış açısı hâkim kılınmıştır. Hümanizm dediğimiz şey budur. Don Kişot metninin birinci kısmı 1605 yılında basılmıştır. Copernicus’un 1473-1543 yılları arasında yaşamış olduğunu düşünürsek, onun devriminin bir çığır açtığını ve Don Kişot’un doğmasına zemin hazırladığını kolayca kavrayabiliriz. Bu itibarla Cervantes ile Copernicus çağdaş sayılırlar. Jale Parla’ya kulak verelim: “Don Kişot, kaybedilecek davaların peşinde koşan, romantik fakat hırslı kahramanların prototipi oldu. O artık, sonradan Georg Lukacs’ın Roman Kuramı adlı yapıtında tarif ettiği sorunlu, huzursuz, bu dünyayla barışamayan fakat dünyeviliği aşmakta da başarısız kahramanların temsilci örneğiydi.”[2]

Daha açık söylersek, Don Kişot hem modern hayatta hem de roman sanatında karşımıza çıkan bireyin ilk kurmaca örneğidir. Roman sanatı kolektif duygulardan ziyade bireysel duyguları esas alır. Bireysel bakış açısı üzerinden toplumsal/kolektif durumları irdeler. Millî romanlar söz konusu olduğunda da böyledir. Nihal Atsız’ın Ruh Adam adlı romanı buna yetkin bir örnektir. Ruh Adam’da Yüzbaşı Selim Pusat’ın kişisel serüveni anlatılır. Her yönüyle millî romandır. Fakat aslında Yüzbaşı Selim Pusat’ın kişisel serüveni üzerinden Türklük ruhu, Türklüğün değerleri ve sorunları, Türklük kodları işlenir, sorgulanır ve tabii ki sergilenir. Roman, bireyi ve toplumu anlatır dememizin sebebi de budur zaten. Görünürde veya başrolde esas kahraman vardır. İşte bu esas kahraman kendisiyle birlikte toplumunu da sergiler. Esas karakter roman metni boyunca kâh kendisine kâh toplumuna ayna tutar. Roman, bireye ve topluma tutulan aynadır sözü de meşhurdur. Aynanın özelliği yansıtıcı işlevi görmesidir. “Herhangi bir romancı bize ‘aynaya bak’ derse, bundan kastı elbette ki ayna değil de romandır. Çünkü roman, mecazen değil, hakikaten aynadır. Hem muayyen bir toplumu ve hem de o muayyen toplumu oluşturan bireylerin her birini roman anlatısında bütün yalınlığıyla görebilmekteyizdir. Sosyologundan psikanalizcisine kadar bilim insanlarının göremediklerini, genelde bütün sanatçılar, özelde ise bilhassa romancılar çoğu kez açık seçik görebilmektedirler. Ne kadarını görebiliyorlarsa romanlarına o kadarını yansıtmaktadırlar. René Girard şöyle der: “Romancı, olağanüstü bir toplumbilimci ve olağanüstü bir psikanalisttir.”[3]

Ne var ki, romancının, toplumbilimci ve psikanalist olabilmesi için, okurunda bu hissi örtük veya açık bir şekilde uyandırabilmesi için, kendisini yeterince donanımlı kılması gerekmektedir. Donanımsız bir yazar, okurunu büyüleyemez. Peki ya okur niçin büyülenmelidir? Bu soruya cevap mahiyetinde pek çok şey söylenebilirse de evvelemirde şunu hatırlatalım ki roman bir sanattır ve bütün sanatlar çok eski çağlardaki şamanlıktan (büyüden) türemiştir. Sanat, şamanlık ve büyü ilişkisini daha sonra bir başka dersimizde işleyeceğiz. Burada şu kadarını söylemekle yetinelim: Bütün sanat dalları şamanlıktan (büyüden) türediyse şu hâlde roman metni de okurunu az çok büyüleyebilmeli, okuru kendine çekebilmeli, okuru sarıp sarmalayabilmelidir.

Roman sanatı aynı zamanda toplumların milletleşme sürecinde ortaya çıkmıştır. “Her şeyden evvel, roman okuyan vatandaşlar arasında duygudaşlık oluşmaktadır. Çalıkuşu romanını okuyan hemen her okur işbu roman karşısında müşterek bir tavra bürünecektir. Türkiye’nin doğusundaki vatandaş da batısındaki vatandaş da Çalıkuşu romanını okurken Çalıkuşu Feride’nin tarafında yer alacaktır. İdealist Türk kızı Çalıkuşu Feride’yi sevmeyecek bir okura tesadüf etmek neredeyse imkânsızdır çünkü. İşte bu sebeple, roman okumak demek, vatandaşlar arasındaki duygudaşlığı pekiştirmek demektir. Fransa’da kırk civarında etnik grup bulunmaktadır. Fransız İhtilâlı öncesinde Fransa’daki etnik grupların her biri kendi anadiliyle konuşmaktaydı ve Fransız toplumunun sadece yüzde yirmi beşi Fransızca biliyordu. Fransız Bilimler Akademisi işte asıl bunun için kurulmuştur ve Victor Hugo kır’atında muharrirlerin romanlarını okuyan Fransa vatandaşlarının yüzde yüzü peyderpey Fransızcayı benimsemişler, Fransız dilinin ve Fransız kültürünün etrafında bütünleşerek milletleşme süreçlerini tamamlamışlardır.”[4] 

 

[1] Ayrıntılı bilgi için bakınız: Feyza Ceyhan Çoştu, Öznel ve Nesnel Zaman, Elis Yayınları, Ankara 2018

[2] Jale Parla, Don Kişot’tan Bugüne Roman, sayfa 18, İletişim Yayınları, İstanbul 2000

[3] Metin Savaş, Kırmızı Yazılar, sayfa 77, Kırmızılar Yayıncılık, Eskişehir 2018

[4] Kırmızı Yazılar, sayfa 79

Yazar
Metin SAVAŞ

Metin Savaş, 1965 yılında Balıkesir’de, kalabalık ve nispeten varlıklı, klasik bir taşra ailesinin içinde doğdu. Lise eğitimini Vefa Lisesindeyken yarıda bırakarak çalışma hayatına atılmak zorunda kaldı. Babasının iş dünyas�... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen