Küreselleşme Sürecinde Milliyetçilik ve Ulus Devlet

Prof.Dr. Turgay UZUN

Tarihsel süreç boyunca olduğu gibi milliyetçilik, günümüzde de bir fenomen olarak geniş kitleleri etkileyen, önemli toplumsal ve siyasal sonuçlar doğuran bir ideoloji olmaya devam etmektedir. Eski ideolojik karşıtlıkların keskinliğini kaybettiği, yirminci yüzyıla damgasını vuran iki kutuplu ideolojik kaynaklı çatışmaların azaldığı bir konjonktürel yapı içerisinde milliyetçilik, yeni ve istikrarsız çatışma alanları yaratması nedeniyle üzerinde sıklıkla düşünülen bir ideoloji olma niteliğini korumaktadır. 

Uluslararası siyasal yapının değişimi; iki kutuplu klasik denge sisteminin çökmesi, iletişim alanında yaşanan gelişmeler, yeni bir kavram olan küreselleşmeyi gündeme getirmiştir.  Bu yeni düzende çok kutuplu güç ilişkilerinin birbiri içine geçtiği istikrarsız bir siyasal yapı, dünya siyasal sistemine egemen olmuştur. Yirminci yüzyılın sonunda, bölgesel çatışmaların hızlandığı, etnik ve dinsel kaynaklı savaşların dünya barışını tehdit ettiği bir dönem yaşanmıştır. Küreselleşme sürecinde milliyetçiliğin etkisi ve geleceğine yönelik sorular, bu gelişmeler doğrultusunda ortaya atılmıştır. 

Küreselleşme Kavramı 

Küreselleşme kavramına ilişkin değişik tanımlamalar yapılmıştır. Bu tanımlardan birine göre küreselleşme ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel değerlerin ve bu değerler çerçevesinde oluşmuş birikimlerin ulusal sınırlar dışına taşarak dünya geneline yayılmasıdır. Bu bakış açısına göre küreselleşme, ülkeler arasında fiziksel ve ekonomik egemenliklerin törpülenmesi anlamını taşır. Küreselleşme, farklı toplumsal kültürlerin ve inançların daha yakından tanınması, ülkeler arasındaki her türlü ilişkinin yaygınlaşması ve yoğunlaşması, ideolojik ayrımlara dayalı kutupların ortadan kalkması sonucunu doğuran kaçınılmaz bir süreçtir.[1] 

Toplumların sahip olduğu bugünkü toplumsal yapıların temel siyasal örgütlenme biçimi olan ulus-devlet, genel olarak kolektif bir kimlik duygusuna sahip, ortak bir tarihi paylaşan, aynı dili konuşan, benzer geleneklere sahip, topluma yönelik aynı fayda ve endişelerle birbirlerine bağlanmış insanlardan meydana gelen uluslararası bir siyasal oluşum olarak tanımlanabilir.[2]  Ulus-Devletler içerisinde yaşayan halkın aynı etnik temele dayandığı varsayımına bağlı olarak yapılan bu tanımın, günümüzün çok uluslu, birden çok etnik topluluğu barındıran devletler için geçerli olmadığını söylemek mümkündür. 

Küreselleşme kavramına yüklenen olumlu anlamlar yanında, küreselleşmenin soğuk savaş sonrası kapitalist dünyanın kazandığı ideolojik savaşı ekonomik alanda da gerçekleştirmek ve bu üstünlüğü tüm dünyaya hâkim kılmak için uluslararası sermaye tarafından başlatılan bir süreç olduğuna yönelik tanımlamalar da özellikle Marksist yazarlar tarafından kullanılmaktadır. Küreselleşme kavramına yönelik yapılan tanımlama ve değerlendirmeler, bu tanımlamayı yapanların ideolojilerine göre olumlu veya olumsuz olabilmekte, ancak küreselleşmenin ortaya koyduğu bu değişim süreci her iki bakış açısı tarafından da kabul görmektedir. Bu bağlamda küreselleşmenin uluslararası siyasal yapının değişimiyle yakından ilgili olduğu ve değişim sürecinin altında da yirminci yüzyılın son çeyreğinde yaşanan ideolojik değişim olgusunun yattığı görülmektedir. 

Yeni dünya düzeni adı altında öngörülen uluslararası siyasal yapı, ülkeler arasında savaşların en aza indirildiği, uluslararası ilişkilere eşitlik ve barışın hâkim olduğu ve anlaşmazlıkların görüşmeler yoluyla çözümlendiği bir ortamı amaçladığı ifade edilmektedir. İdeolojik bağlamda ise demokrasi ve insan hakları ilkelerinin ülkelerin iç siyasal yapılarında egemen olması, uluslararası toplumun ülkelerin siyasal yapılarını bu doğrultuda geliştirmeleri yönünde tasarrufta bulunma hakkını anlatmaktadır. Bu nedenle denilebilir ki demokrasi ve insan hakları ideali küreselleşme sürecinde öne çıkan temel anlayışı oluşturmaktadır. 

Uluslararası Yapıda Değişim 

Küreselleşmeyle beraber ortaya çıkan ideolojik değişim sürecinde insan hakları ve demokrasi ideallerinin önem kazandığı görülmektedir. Ancak bu ideallerin birçok kez dünyanın gündeminde olduğu,  insan hakları ve bireyin korunması anlayışının da uzun bir tarihsel geçmişe sahip olduğu söylenebilir.  Bu anlayış, yani insanın sırf insan olma özelliğinden gelen bir takım haklara sahip olduğu ve devlet tarafından bunlara dokunulamayacağı düşüncesi on yedinci yüzyılda ortaya çıkmış, “doğal hukuk” ve “toplumsal sözleşme” kuramlarıyla açıklanmaya çalışılmıştır. Daha sonra gelişen olaylar, doğal hukuk akımını desteklemiş, İngiltere’de “Haklar Dilekçesi”, “Bill of Rights” ve “Habeas Corpus” kararı ile hakların tanınması yönünde önemli adımlar atılmıştır. 1789 ve 1793 Fransız İnsan Hakları Bildirgelerinde ilan edilen “baskıya direnme hakkı” daha doğrusu ödevi, Reform Hareketi sırasında görüldüğü gibi artık vicdan özgürlüğünün bir garantisi değil, iktidar tarafından hiçe sayılmasının karşısında bir garanti olmuştur. [3] Gerçekten de hak ve özgürlük kavramlarını felsefi birer kavram olmaktan çıkararak ilk kez yaşama geçiren Fransız Devrimi ve liberal ideolojidir. Hak ve özgürlük kavramları geniş ölçüde eşanlamlı olarak kullanılmış, hak, kişi özgürlüklerinin temeli ve güvencesi olarak anlaşılmıştır.[4] Ancak bu olumlu anlamının yanında eşzamanlı eğilimlerin iki yanlılığı nedeniyle, iktidar karşısında hak talebi eğilimi ve iktidar tarafından hakların örgütlenmesi, birbiriyle dengelenmesi gereken iki olgu olarak ortaya çıkmaktadır. Aşırı uçlara götürüldüğünde, birincisi devrimlerin kaynağı ikincisi ise baskılara yol açabilecek tehlikeleri içinde barındırmaktadır.[5] 

Uluslararası güç ilişkilerini yeniden belirleyen İkinci Dünya Savaşı sonrası süreçte uluslararası ilişkilerin yeni bir boyut kazanması ve başta Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası örgütlerin kurulması ile hak ve özgürlükler, devletler üstü düzeyde gündeme gelmeye başlamıştır. 90’lı yıllara gelindiğinde ise uluslararası siyasal yapı radikal bir değişikliğe uğramış, iki kutuplu güç merkezlerine dayanan yapının yerini tek merkezli ve istikrarsız bir sisteme bırakması için dünya üzerinde bir dizi değişimin yaşanması gerekmiştir. Soğuk Savaş döneminde her iki kutup ve onların yörüngesindeki ülkeler, birbirlerini denetleyerek bir güç dengesi oluşturmuşlardır. “Yılgı dengesi” de denilen bu sistem bir tarafın diğerini topyekûn yok edecek bir üstünlüğe sahip olmaması esasına dayandırılmıştır. Nükleer silahların sayısı ve etkilerine dayalı olan denge durumu, taraflardan birinin bu savaştan çekilmesi ile sona ermiştir. [6]Bu dönemle beraber, sömürge yönetimlerinden bağımsızlıklarını kazanmaya başlayan Üçüncü Dünya Ülkelerinin, ulusların eşitliği bağlamında yeni bir uluslararası yapı kurulmasına yönelik baskıları da artmıştır. Sonuç olarak savaş sonrası ortaya çıkan ve iki kutuplu sistemin çökmesiyle sonuçlanan gelişmeler başlıca iki unsuru öne çıkarmıştır. Bunlardan ilki artık ulusal sınırların devletlerin güvenliğini sağlama noktasında aşılamaz bir engel olmadıklarının anlaşılmasıdır. Özellikle askeri teknolojinin gelişimi, olası savaşların teknolojiler arası savaşlar olacağı yönündeki görüşlerin güçlenmesini sağlamıştır. Bu durum ulus-devletlerin kurulması sonrasında yaşanan “sınır fetişizminin” ve “sınırların masumiyeti” ilkesinin sorgulanması sonucunu doğurmuştur. Sınırları koruma, ülke içinde ulusal birliği tesis etme ve ülke içinde düzeni sağlama amacıyla yapılan ihlaller, insan haklarının çiğnenmesi ve ülke içindeki farklı etnik unsurları baskı altına almaya yönelik politikalara göz yumma anlayışı zayıflamıştır. Ülkelerin içinde yaşanan bu tip uygulamaları, iç işlerine karışmama ilkesinin arkasına sığınarak gizleme politikalarının geçerliliğinin kalmadığı bir döneme girilmiştir. 

Ulus Devletin Değişimi 

Yeni oluşan dünya siyasal sisteminde ulus-devletin, eskiden olduğu gibi kutsal ve dokunulamaz niteliğinin zayıfladığı söylenebilir. Önceleri ülke içinde çok geniş olan ulus-devletin kendi egemenliğinden doğan tasarruf alanı daralmış,  giderek uluslararası yapının denetim alanı içine girmiş ve “saydam” bir niteliğe bürünmüştür. Bugün dünyadaki tüm siyasal ve sosyal ünitelerin birbirleriyle ilişkili olmasından dolayı global bir sistemin varlığından söz edilebilir. Uzun süre çok küçük devletlerin dışında kendisini tümüyle izole ederek varlığını sürdüren bir devlet bulunmamaktadır. Bu nedenle global sistem içinde devletlerin birbirleriyle çeşitli derecelerde ilişkileri söz konusu olmaktadır.[7] 

Ancak ulus-devletin yaşadığı bu değişim, elbette demokratikleşmeyle paralel olarak gelişmektedir. Hâlâ otoriter veya totaliter yapısını koruma yönünde çaba harcayan devletlerde insan hakları ihlalleri, azınlıklara karşı yürütülen planlı asimilasyon politikaları devam etmektedir. Yani çok etnikli bir devlet içinde yaşayan insanların durumu, sahip olduğu haklar ve kendilerinin devlet karşısında aldıkları tavır, devletin sahip olduğu siyasal rejime bağlı olarak değişmektedir. Alain Touraine’nin dediği gibi, demokrasinin var olma koşulu yalnızca siyasal eşitlik, tüm yurttaşlara aynı hakların verilmesi değildir; demokrasi toplumsal eşitsizlikleri ahlaki haklar adına dengelemek üzere bir araçtır. Demokratik devlet, en savunmasız yurttaşlarına yasanın belirleyeceği sınırlar çerçevesinde, devletin kendisinin de içinde bulunduğu, eşitsizlik içeren bir düzene karşı gelme hakkını tanımalıdır. Böylece devlet kendi otoritesini sınırlar, ancak bunu toplumsal eşitsizlikleri sınırlamak adına yapar.[8] Ancak bu eşitsizliğe karşı çıkışın yolu ne olacaktır. Kendi kendini yönetmenin pratik gerçekliği var mıdır? 

Bir grup insan için kendi kendini yönetmek, genellikle kendi adına egemenlik istemek anlamına gelir. Egemen devlet haline gelen grup, uluslararası hukukun öznesine, dolayısıyla tanınmış bir iktidara dönüşür. Devletin kendi sınırları içinde yaşayan etnik toplulukların hangileri “halk” kavramı içinde değerlendirilebilir? Hangi tip topluluklar kendi kendilerini yönetme iddiasında bulunabilirler?[9] Bu noktada devletin karşı karşıya olduğu bir ikilem ortaya çıkmaktadır. Devlet kendi sınırları içinde yaşayan etnik topluluklara, -demokratik devletin temel ilkelerinden olan- farklı olmalarından dolayı sahip oldukları hakları verecek midir? Bu hakların sınırı nedir? Nerede başlayıp nerede bitecektir? Ülke içinde yaşayan etnik azınlıkların sahip olduğu hakları, her etnik topluluğa kadar genişletilme eğiliminde olan kendi kaderini tayin ilkesini, kendi ulus-devletlerini kurma yönünde bir araç olarak kullanıp kullanmayacakları konusunda bir kontrol mekanizması kurmak mümkün müdür? Bu ve benzer sorulara verilecek cevaplar, yeni bir siyasal yapılanmaya doğru evrilen ulus-devletin varlığı ve devamlılığı konusunda ipucu verecektir. 

Ulus-devletin demokratikleşmesinin, özellikle çok etnikli ülkelerde bir ikilemi de ortaya çıkardığı söylenebilir. Demokratik hakların genişletilmesi, etnik toplulukların temsil yeteneğinin artırılması ve özellikle kendi kaderini tayin hakkının bu tip topluluklara tanınması ulus-devletin karşısına bir parçalanma tehlikesini ortaya çıkarmaktadır. Bu doğrultuda ulus-devletin otoriter bir yönetime sahip olması elbette demokrasi prensipleriyle çelişecektir. Ancak devlete parçalanma tehlikesi karşısında gereken hareket alanını da kazandıracaktır. Bu noktada önemli olan ülkelerin toplumsal ve siyasal yapılarına uygun bir denge sisteminin oturtulmasıdır. Ulus-devlet içinde yaşayan halkın evrensel insan haklarından yararlandırılmaması düşünülemeyeceği gibi,   devletin kendi içinden yeni ulus-devletler yaratılmasına seyirci kalması beklenemez. Kaldı ki böyle bir durum bir siyasal organizasyon olan devletin tanımıyla da çelişecektir. 

Ulus-devletin geleceği büyük ölçüde demokrasi idealine bağlı görünmektedir. Demokratik hakların tanımı ve işlevselleştirilmesi, ulus-devletin demokratikleşmesini sağlayacaktır. Kavramsal olarak yaklaşıldığında ise, demokrasi ve ulus olguları arasındaki ilişkilerin karmaşık bir yapı gösterdiği görülmektedir. Halkların kendi kaderlerini tayin hakkı, bugün uluslararası camia tarafından teorik de olsa kabul görmektedir. Bağımsız olma yani egemen devlet kurma hakkı demokrasinin temel koşullarından biri olarak görülmektedir. Bununla beraber,  eski ya da yeni olsun tüm ulus-devletler demokratik değillerdir. [10] Her ne kadar ulus kavramının tanımlanmasında Fransa, İngiltere ve ABD örneklerinde olduğu gibi “özgür yurttaşlar topluluğu” gibi tanımlamalar da yapılmışsa da ulus,  her şeyden önce belirli ortaklıklara sahip bir topluluğun diğer topluluklardan farklı özellikler göstermesi sonucu ortaya çıkar ve bu birliktelik genellikle bir dış tehdit karşısında perçinlenir. Yani topluluğun büyük bölümü için ortak payda, dıştan gelen saldırılara karşı ortaklaşa savunmanın söz konusu olduğu bir toprak parçasına atıfta bulunulmasıdır.  Topluluk içindeki ayrışma ve çatışmalar ne kadar yoğun olsa da ulus özelliğini taşıyan bir topluluk, sahip olduğu toprak parçasını korumak için ortak bir savunma refleksi geliştirecek, iç çatışmalar ertelenecektir. Bu duruma örnek olarak Çin iç savaşı sırasında Japon işgaline karşı Çan-Kay Şek önderliğindeki milliyetçiler ve Mao Tse-Dung önderliğindeki komünistlerin, kendi ülkelerini savunma paydası altında birleşmeleri olayı gösterilebilir. Diğer yandan otoriter bir yönetim altında yaşayan halklar içindeki muhalif unsurların bir tehdit söz konusu olduğunda, yönetim karşıtlığını bir yana bırakıp ülkelerinin savunulması yönünde çaba harcadıkları birçok örnekte görülmüştür. Bu nedenle ulus niteliği kazanmada, devletin demokratik bir yönetime sahip olup olmamasının belirleyici bir kriter olmadığı söylenebilir. Zaten ulus kavramının ortaya çıktığı tarihsel süreç göz önüne alındığında, bu sürecin demokrasinin oluşum süreciyle örtüşmediği görülecektir. 

Günümüzde ulus-devletin bir takım fonksiyonlarını uluslararası kuruluşların devraldığı, sınırların ekonomik ve siyasal birlikler içinde erimeye başladığı bir dönem yaşanmaktadır. Kendi kaderini tayin hakkının genişletilerek işlevselleştirilmesi, ulus-devletin karşısına bir dağılma sendromunu çıkartmıştır. Günümüzün pozitif uluslararası hukuku bakımından, bir devletin “ülkesel bütünlüğüne” veya “siyasal bağımsızlığına” karşı kuvvet kullanılması ya da “ulusal birliğinin kısmen ya da tamamen” bozulmasına yönelik eylemlerde bulunulması durumunda, devletin bu eylemlere karşı hareket alanı oldukça sınırlanmıştır. Örneğin 1993 yılında Viyana’da toplanan İnsan Haklarına İlişkin Dünya Konferansı’nda kabul edilen iki belgeden biri olan Viyana Bildirgesi’nde her halkın kendi kaderini tayin hakkına sahip olduğu tekrar edildikten sonra, “halkların kendi kaderlerini tayin haklarına ilişkin vazgeçilmez haklarını gerçekleştirmek için, BM Antlaşması uyarınca her “meşru” harekete başvurma haklarının tanındığı” beyan edilmiştir. [11] Bu bağlamda uluslararası hukuk açısından, dünyada yaşanan bir çok örnekte görüldüğü gibi, ulus-devlete karşı azınlıkların  gerçekleştirdiği  hareketler çoğu zaman hak talebi biçiminde algılanmaktadır. Bu sürecin hızlanarak devam etmesi, dünyada yaşanan gelişmeler, birden çok etnik yapıdan oluşan devletlerin dağılarak daha “homojen” birimler haline gelmesi nedeniyle, uluslararası yapının daha küçük, ancak çok sayıda devletlerden oluşan bir yapıya doğru evrildiği, dünyada devletlerin temel aktörler olma konumlarının zayıflayacağı ve onların yerini uluslararası şirketler, gruplar ve dinsel cemaatlerin alacağı yönünde ileriye dönük tahminlerde bulunulmaktadır. 

Ulus-devletin geleceği siyasal, toplumsal ve yönetsel alanda birçok olguyu yakından ilgilendirmektedir. Özellikle Avrupa’da başlayan siyasal ve ekonomik entegrasyon süreci, ulus-devlet kavramında bir yumuşamayı beraberinde getirmiştir. Ancak yine de  ulus-devlet açısından bir krizden söz etmek için erken görünmektedir. Bununla beraber;  gerek günümüzde gerekse gelecekte bu sorunun ülkelerin siyasal karar alma sürecinde merkezi bir rol oynayacağını ileri sürmek yanlış olmayacaktır. Gelecekte yurttaşların nasıl bir yönetim modeli altında yaşayacakları, bu yönetim modelinin ulusal, yerel, bölgesel ya da uluslar üstü bir model mi olacağını söylemek için zamanın erken olduğu söylenebilir. [12] 

Ulus-devletin eski saflığını ve kutsallığını kaybetmesi olgusu başta Avrupa’daki gelişmelerle yakından ilişkilidir. Avrupa Birliği’nin bir siyasal ve ekonomik entegrasyon süreci olarak büyük gelişme kaydetmesi, bu birliğe üye olan ülkelerin iç siyasal yapılarında da belirgin değişmelere yol açmıştır. Avrupa Birliği hukukunun iç hukuk üzerinde yer alması, birliğin kendine ait ve bağımsız seçimlerle oluşmuş bir karar organına sahip olması, birlik üyesi ülkelerin sınırlarının nispeten geçirgen bir niteliğe bürünmesi ve son olarak bir devletin başta gelen egemenlik sembolü olan ulusal parasının yerine ortak bir paranın (Euro) ikame edilmesinin, Avrupa Konfederasyonuna doğru bir sürecin başladığı ve Avrupa’da ulus-devlet olgusunun yerine yeni bir olgunun, uluslar-üstülük olgusunun hâkim kılınma sürecinin hızlandığı yönündeki düşünceler bulunmakla birlikte, Avrupa Birliği’nin başta iktisadi olmak üzere yaşadığı krizler ulusüstü kapsayıcı bir otoritenin çok kolaylıkla sağlanılamayacağı kanısını da giderek daha yoğun biçimde güçlendirmektedir. 

Dünyada yaşanan bu gelişmeler doğrultusunda, uluslar-üstülük ve buna bağlı olarak çok toplumluluk olguları öne çıkmaktadır. Çok toplumluluk ve uluslar-üstülük, ulus-devlet dışında devlet kurmanın yeni yöntemlerini bulmayı hedefleyen kurumsal mühendislik girişimleri olarak tanımlanabilir. Bu girişimler “ulus-devlet olma hayalini terk eden devletlere ve demokratik, özgürlükçü, çok uluslu devletlerde yaşamak üzere egemenlik arayışından vazgeçmeye hazır uluslara” ulaşmayı amaçlamaktadır. [13] Avrupa’da yaşanan süreç işte bu “egemenlik arayışından vazgeçme” olgusunun bir sonucu olarak görülebilir. Ancak yine de bu vazgeçme sürecinin sorunsuz ve “kendiliğinden” işleyen bir süreç olarak geliştiğini düşünmek de tarihsel gerçeklere aykırı olacaktır. Nitekim bu entegrasyon süreci, her ülkede aynı düzeyde işlememekte, bu sürece karşı tepki duyanlar da eylemlerinin gerekçelerini egemenliğin ortadan kaldırıldığı tehdidine dayandırmaktadır. 

Yirmi Birinci Yüzyıla Doğru Ulus Devletin Geleceği

 

Siyasal ve toplumsal boşluklar, ekonomik çöküş devreleri ve büyük çalkantılar, toplumda bireyler ve gruplar için milliyetçi ideolojiyi karşı konulmaz bir çekim alanı haline getirmiştir. İnsanların tehditle karşılaşmaları ve kriz dönemlerinde modern milliyetçilik, Fransız Devrimi’nden beri en iyi dayanma noktalarından birisi olmuştur. Orta Avrupa, Balkanlar, eski Sovyetler Birliği ve dünyanın diğer bölgelerinde meydana gelenler bu iddiayı kanıtlar niteliktedir. Milliyetçilik elbette ki kaygı verici olaylar karşısında bir sığınma noktası sağlamamış, belki daha fazla oranda bağımsızlık, eşitlik, kendi kaderini belirleme yönündeki umutları uyandırmıştır.[14] Milliyetçi ideolojinin şaşırtıcı mobilizasyon ve kaynaştırıcı gücünün tekrar tarih sahnesine geri dönmesi, tarihçilerin kavramsal çerçevesini de anlamsız hale getirmektedir. Tarihçi, milliyetçiliğin iktidarı etkileyen ve devrimci etkisiyle ilgili olarak modern dünyayı betimleme çabası içine girmektedir. Ancak milliyetçiliğin toplumsal ve siyasal anlamda etkilerini inceleme işinin ise büyük oranda siyasal bilimcilere ve toplumsal psikologlara düştüğü söylenebilir. 

Milliyetçilik, Avrupa’dan Amerika’ya bütün coğrafyalar üzerinde etkisini göstermiş, yirminci yüzyılda ise bu akım birçok bölgede bağımsızlık hareketlerinin, savaşların ve devlet kurma (state-building) idealinin itici gücü haline gelmiştir.  Yirminci yüzyılın ilk yarısında ulusal kurtuluş hareketlerinin, bağımsızlığın kazanılma sürecinde milliyetçi ideolojinin toplumu harekete geçirici ve dinamizm sağlayan gücünü kullanması yeni devletlerin doğuşunu hızlandırmıştır. Milliyetçilik özellikle yirminci yüzyılın ilk yarısında az gelişmiş ülkelerde emperyalizme karşı mücadele ile aynı anlamda da kullanılmıştır. Milliyetçilik, 80’li yılların sonlarında güçlü bir ivme kazanmış ve “milliyetçi dalga” tüm dünyada etkisini göstermeye başlamıştır. Bu dalga aslında, iktidar ilişkilerinin aynı zamanda hem milliyetçilikle hem de enternasyonalizmle beslendiği komünist sistemin çöküşünün bir sonucudur. 

Yirminci yüzyılda milliyetçiliğin bütün dünyaya yayılışının nedeni, Batılı olmayan ve gelişmekte olan ülkelerin Batılılaşma ve modernleşme sürecine girmelerdir. Yirminci yüzyılda Batılı olmayan toplumların değişim sürecine girmeleri ile milliyetçilik modernleşme, ulusal kalkınma ve bağımsızlık ideallerinin seslendirildiği geniş bir platform haline gelmiştir. Hans Kohn bu yüzyılı “Pan-Nationalism” yüzyılı olarak tanımlamaktadır. [15] Anderson, neredeyse her yıl BM’in yeni bir üye kazandığını belirterek, bir zamanlar birliklerini tamamen pekiştirmiş olduklarını düşünen nice “eski ulus”un, kendi sınırları içinde doğan “alt milliyetçilikler” tarafından meydan okunan bir konumda bulunduklarını ve bu milliyetçiliklerin de elbette bir gün “altlıktan” kurtulacakları günü hayal ettiklerini belirterek, “milliyetçilik çağının sonunun” görünürde olmadığını ve milliyetin zamanımızın siyasal hayatının en evrensel biçimde meşru kabul edilen değeri olduğunu eklemektedir.[16] Gerçektende yirminci yüzyılın özellikle ikinci yarısında henüz ulusal bütünlüklerini sağlayamamış olan ülkelerde, dinsel-etnik temele dayalı bir çatışma sürecinin başladığı görülmektedir. 1975-1990 arasında Lübnan, 1990’lardaki Somali ve Bosna Hersek bunalımları içerisinde birden çok dinsel-etnik topluluğu barındıran ülkelerde bir dağılma sendromunun baş gösterdiğini ortaya koymuştur. 

Dünya siyasal sisteminde yaşanan değişim, ulus-devlet kavramıyla birlikte yurttaşlık kavramında bir değişimi kaçınılmaz kılmıştır. Göç, bölgeselleşme ya da globalleşme gibi uluslar-aşırı etkenlerin baskısıyla, ulusal yurttaşlık yerini daha geniş ya da daha dar yurttaşlıklara bırakmak zorunda kalmaktadır. Bunun yanında çoğunlukla ulusu oluşturan tarihsel kriterler (toprak hukuku/kan hukuku) üzerine kurulan ve yurttaşları yekvücutlaştıran devlet modelleri birbirine yaklaşmaya doğru gitmektedir (demografik ihtiyaçlar,  hakların karşılıklı olması prensibine dayanan Avrupa yurttaşlığının inşası). Son olarak uyruk olmadan yurttaş olunabilen ya da tam tersi durumlar söz konusu olmaktadır.[17] Yirminci yüzyılda yaşanan teknolojik gelişmelerin, ulusal sınırlar üzerindeki geçirgen etkisi (penetration), ulus-devlet içinde yaşayan etnik kültürlerin kendilerini ifade etme imkânlarını artırmış ve daha önemlisi bu topluluklara yönelik bilgi ve propaganda akışını kolaylaştırmıştır. Bu dönemde demokrasi ve insan hakları ideallerinin yükselmesi nedeniyle ulus-devletin kendi tasarruflarını uluslararası denetime açması bu tip topluluklara geniş bir hareket alanı sağlamıştır. Bu hareket alanı ulus-devlet içinde yeni mikro ölçekte milliyetçi hareketlerin oluşmasını, var olanların da yeniden aktif hale geçmesini sağlamıştır. 

1989 sonrasında dünyada ortaya çıkan demokratikleşme ve cemaat hakları dalgası ile merkezi devletlerin toprak bütünlükleri, ilk kez Sovyetler Birliği’nden kopan Baltık ülkelerinin bağımsızlıklarının tanınmasıyla birlikte başlayan ve Yugoslavya’nın çatışmayla, Çekoslovakya’nın ise barışçı bir biçimde bölünmesiyle ve her defasında da bölünen parçaların diğer devletler tarafından tanınmasıyla tehdit altına girmiştir.[18] Bu süreç sonucunda her etnik grubun kendisini ayrı bir halk olarak tanımlamasıyla beraber bu toplulukların ayrı egemenliğe sahip bir devlet çatısı altında toplamaya yönelik olarak işlevselleştirilen kendi kaderini tayin ilkesi (self-determination) yeniden bir sorun olarak gündeme gelmiştir. Yeni dünya düzeni olarak adlandırılan yeni dış ilişkiler ortamının dinamikleri, ülkelerin iç siyasal ve hukuki yapılarına da etkide bulunmuş, önceleri kendisine kutsallık atfedilen “iç işlerine karışmama” ve “sınırların masumiyeti” gibi uluslararası hukuk ilkeleri bir dizi değişim sürecine girmiştir. Uluslararası kuruluşların etkinliği artmış, devletlerin insan hakları ve demokrasi prensiplerine aykırı uygulamaları uluslararası denetime açılmış, iç ve dış politika birbirinden ayrılmaz nitelik kazanmıştır. 

Sonuç 

Ulusal sınırların eski “kutsallığını” kaybetmesi ve iletişim teknolojisindeki gelişmeler, devletlerin etnik ve kültürel anlamda kendilerine yakın gördükleri ulusal azınlıkları, kendi ulus-devletlerini kurma yönünde mobilize etmelerini kolaylaştırmıştır. Bu süreç hemen hemen her ulusal azınlığın bir başka ulus-devlet tarafından korunduğu, desteklendiği bir uluslararası siyasal yapıyı gündeme getirmiştir. Böylece küreselleşmenin, kendisine yüklenen bütünleştirmeci fonksiyonun aksine, paradoksal olarak yerelleşmeyi körükleyerek bir mikro milliyetçilikler çağını ve ulus-devlet anlayışını tehdit eden bir süreci başlattığı söylenebilir. 

Küreselleşme sürecinin doğurduğu parçalanma ve ufalanmaların ürünü olan etnik anlayışlar, kendilerini ve dünyayı yeniden değerlendirmeye başlamışlardır. Ulus-devletler, uluslar-ötesi yeni aktörler ve bölgeselleşme eğilimleriyle farklı bir yönden baskı altına alınırken, etnik akımlar tarafından da içerden sıkıştırılmaktadır. Bütün bu baskılara rağmen, yirminci yüzyılda ulus-devlet hala en güçlü siyasal birim olma özelliğini sürdürmektedir. Son dönemde kapitalizmin yaşadığı krizin,  sürecin ne yöne doğru gideceği tahminlerinde önemli bir gösterge olacağı kesindir. Karşılaştığı krizlerde her zaman, sahip olduğu esnek yapısıyla krizlerle baş edebilme yeteneğine sahip olan kapitalizmin yeni ve güçlü bir krizle karşılaşması durumunda farklı bir siyasal, iktisadi ve toplumsal bir yapıya dönüşmesi veya tümüyle tasfiye olarak farklı bir düzenin yaşanmaya başlaması da ulus devletin geleceği ile doğrudan ilişkilidir. Bu bağlamda ulus devlet iki farklı yönden baskıya maruz kalmaktadır. İlki, kendisinin de varlık nedeni olan kapitalizmin krize girerek dönüşmesi durumudur. Biliyoruz ki, ulus devlet kapitalizmin siyasal birimidir. Kapitalizmin geleceği ulus devletin geleceğini doğrudan etkileyecektir. Burada, kapitalizmin nasıl bir değişimle karşı karşıya kalacağı sorusu öne çıkmaktadır. Ulus ötesi küresel sermayenin çöküşü ve kapitalizmin “yerel” özelliklerinin öne çıkması biçiminde veya gelişmiş ülkelerden yoksul ülkelere doğru sermaye akışının başlamasıyla sonuçlanacak bir yeniden yapılanma ulus devleti güçlendirici bir etki yaratabilecektir.  İkincisi ise küreselleşme sürecinin daha yıpratıcı biçimde ulus devleti etkileyici bir döneme girmesidir. Bugüne kadar zaten yavaş yavaş ulus devletin “altını oyan” küreselleşme sürecinin daha da güçlenerek ulus devlet formunu başka bir yapıya dönüştürmesi mümkündür. Burada ulus devletin güç kaybetmesi, aynı zamanda alt kültürel unsurların egemenlik taleplerine olumlu bir etki yapacak ve dünya coğrafyasında köklü bir değişim ortaya çıkabilecektir. Belki de küçük egemenlik yapılarını içine alan çok daha geniş ve çok daha esnek “supra-confederal” siyasal birlikteliklere giden yol açılmış olacaktır. 

Ulus devlete ilişkin bugüne kadar yapılan olumsuz projeksiyonlara rağmen, halen en güçlü siyasal birim ulus devlettir. Her ne kadar, ulusüstü oluşumların güç kazanmış olduğu görülse de devletin varlığı ve etkinliği devam etmektedir. İçerden ve dışarıdan gelen baskılara karşı, ulus devletin ayakta durmasının belki de en başta gelen yolu, devletin kendi içinden gelen egemenlik baskılarına demokratik devlet özelliklerini artırarak cevap vermesi olacaktır. Tarihsel süreçteki birçok örnekte, alt kültürlerin egemenlik taleplerine verilen baskıcı ve öteleyici cevabın devleti güçlendirmekten çok zayıflatmış olduğu, hatta onu dağılmaya götürdüğü görülmektedir. Bu nedenle, devlet içerisinde yaşayan farklı unsurların değişik yöntemlerle devlete bağlılık ve aidiyet duygularının güçlendirilmesi, devleti içerden gelen baskılara karşı koruyacaktır. Ancak, devlete karşı ortaya çıkmış egemenlik taleplerinin, doğrudan devletin varlık göstergesi olan bütünlük ve egemenlik hakkına karşı güç kullanarak başarıya ulaştırılma girişimlerinin, çok daha zor üstesinden gelinen bir durum olduğu yine yaşanan örneklerde görülmektedir. Önemli olan devletin, o ülkede yaşayan tüm insanların yani kısaca “herkesin devleti” haline getirilmesinin başarıya ulaştırılabilmesidir. Bu noktada, anayasanın, yasaların, devlet uygulamalarının sahip olunan güçlü duygusal unsurların, devlete ait kapsayıcı sembol ve ritüellerin de bu doğrultuda güçlendirilerek ortak aidiyeti sağlayan unsurlar haline getirilmesi gerekmektedir. İşte bu noktada ulus devlet ideolojisi olan milliyetçilik önem kazanmaktadır. Ülke içinde yaşayan farklı etnisitelerin kendi milliyetçiliklerini “sağlamlaştırması”, devletin kaçınılmaz biçimde bütünlüğü ve varlığına tehdit oluşturmaktadır. 

Tek bir etnisiteye dayalı siyasal ideoloji olan milliyetçiliğin aynı zamanda “devlet milliyetçiliği” halini alması durumunda, farklı milliyetçiliklerin çatışması durumu yaşanacaktır ki, bu tip süreci yaşayan, yaşamakta olan çok sayıda devlet bulunmaktadır. Bu noktada devletin karşısındaki seçeneklerden ilki, “tek ulus” doktrinine dayalı olan milliyetçi ideolojinin tahkim edilmesi ve bu yolla ulus devletin korunmasının sağlanmasıdır. Bunun ulus devlet açısından olumlu yanı, alt milliyetçiliklerin üzerinde baskı kurarak en azından belli bir süre devletin, iç tehditlere karşı refleks geliştirebilmesidir.  Ancak, bu süreç içinde baskılanan etnik kimlikler kültürel var olma taleplerinden, siyasal var olma taleplerine doğru evrilmektedirler. Yani, baskı ve öteleme politikaları kültürel unsurları egemenlik taleplerine doğru itmektedir. Özellikle, ulus devletin ilk kuruluş dönemlerinde tek ulus ve ulus yaratma politikalarının “gerekli” olduğu kabul edilecek olsa da ilerleyen süreçte toplumsal değişimin de etkisiyle aynı politikaların uygulanabilirliği bulunmamaktadır. Bu bağlamda, ulus devletin ilk dönemleriyle ilerleyen süreçlerde milliyetçi ideolojinin rolü ve etkinliği de değişmektedir. 

Avrupa’da siyasal birliğin sağlanması sürecinde milliyetçi ideoloji çok önemli etkilerde bulunmuştur. Ancak, ulusal birliğin sağlanması ve büyük oranda devlet üzerinde mutabakatın sağlanmasından sonra milliyetçi ideoloji bir tür “yurttaş milliyetçiliği” ve hatta “yurtseverlik” duygusuna dönüşerek daha kapsayıcı bir hal almıştır. Avrupa’da totalitarizmin yükseldiği dönemlerde ortaya çıkan geriye gidişlerde yaşananlar hala hafızalardadır. Sonuç itibariyle, milliyetçilik, kuruluş dönemlerinde daha güçlü biçimde ulus devletin yaratıcısı ve koruyucusu bir ideoloji olarak karşımıza çıkmaktadır. Ulusal birliğin sağlanması sonrasında ise form değiştirerek aidiyet sağlayıcı bir yapıya dönüşmektedir.  İşte bu nokta, demokratik devlet ve hukuk devleti yapılanmasının başladığı noktaya işaret etmektedir. Hukuk devletinin tesis edilmesi, temel hakları esas alan bir siyasal yapının oluşturulması devlet içindeki tüm unsurların ortak yaşama iradesine katkı sağlayarak devletin bütünlüğü ve birlikteliğine olumlu katkı yapmaktadır. Tüm bu toplumsal-siyasal aidiyeti destekleyen hukuk devleti uygulamalarına rağmen, alt kültürel katmanlardan gelen egemenlik talepleri ve buna yönelik eylemlerin meşruiyetinin olmadığı ve devletin de meşru araçlar vasıtasıyla,  kendi varlığını korumasının kendisine tanınan bir hak olduğu noktasını da kabul etmek gerekmektedir.  Ulus devletin, demokratik özelliklerinin güçlendirilmesi onu, kendi içinde gelişen mikro milliyetçiliklere, yine kendi içinde ortaya çıkan yeni egemenlik taleplerine ve devlet içinden devlet yaratmayı sağlayan “ulus-devlet sarmalına” karşı koruyacaktır. Modern ulus devletin ilk oluşum aşamalarından beri milliyetçiliğin temel amacı da budur aslında. 

KAYNAKLAR

[1] Yusuf Erbay, “Kavram Olarak Küreselleşme”, Milli Kültürler ve Küreselleşme, (Milliyetçilik ve Milliyetçilik Tarihi Araştırmaları VI. İlmi Kongresi’ne Sunulan Bildiriler), Türk Yurdu Yayınları, Ankara, 1997, s.148.

[2] Ahmet İçduygu, “‘Çok Kültürlülük’: ‘Türkiye Vatandaşlığı’ Kavramı İçin Toplumsal Bir Zemin”, Türkiye Günlüğü Dergisi,Sayı:33, Mart-Nisan 1995, s.118.

[3] Turgay Uzun, “Uluslararası Alanda İnsan Haklarının Gelişimi, İdealler, Gerçekler ve Türkiye”, Yeni Türkiye Dergisi,Mayıs-Haziran 1998, ss.1231.

[4] Jack Donnely, Teoride ve Uygulamada Evrensel İnsan Hakları,Çev.:,Mustafa Erdoğan-Levent Korkut, Yetkin Yayınları, Ankara, 1995, s.19.

[5] Jacques Mourgeon, İnsan Hakları,Çev.:Ayşen Emekçi-Alev Türker, İletişim Yayınları, İstanbul, 1991, s.71.

[6] Turgay Uzun, “Uluslararası Alanda…”, s.1232.

[7] K.J. Holsti, International Politics a Framework for Analysis, Prentice-Hall Int. Inc, New Jersey,s.16

[8] Alain Touraine, Demokrasi Nedir?,Çev.:Olcay Kunal, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1997, s.38.

[9] Monique Chemillier-Gendrau, “Uluslararası Hukuk, Devletler Hukuku, Halklar Hukuku, Uluslar ve MilliyetçiliklerDer.:Jean Leca, Metis Yayınları, İstanbul, 1998, s.131-132.

[10] Yves Lacoste, “Ulus ve Demokrasi Doğal Bir Çift mi ?”, Uluslar ve MilliyetçiliklerDer.:Jean Leca, Metis Yayınları, İstanbul, 1998, s.49.

[11] Turgut Tarhanlı, “Kendi Kaderini Tayin Hakkı Ya Da ‘Öteki’nin İradesi”, Türk Dış Politikasının AnaliziDer.:Faruk Sönmezoğlu, Der Yayınları, İstanbul, 1994, s.508.

[12] Cahit Tutum, Kamu Yönetiminde Yeniden YapılanmaTESAV Yayınları, Ankara, 1994, s.21.

[13] Jean Leca, “Neden Söz Ediyoruz?”, Uluslar ve MilliyetçiliklerDer.:Jean Leca, Metis Yayınları, İstanbul, 1998, s.18.

[14] Alter, a.g.e., s.32.

[15] Hans Kohn, The Age of Nationalism The First Era of Global History, New York, 1963, s.78.

[16] Anderson, a.g.e, s.17.

[17] Catherine Wihtol De Wenden, “Ulus ve Yurttaşlık: Hem Rakip Hem Ortak”, Uluslar ve Milliyetçilikler, Der.:Jean Leca, Metis Yayınları,  İstanbul, 1998, s.39.

[18] Ersin Kalaycıoğlu, “Yeni Dünya Düzeni ve Türk Dış Politikası”,Türk Dış Politikasının AnaliziDer.:Faruk Sönmezoğlu, Der Yayınları,İstanbul, 1994, s.411.

 

——————————————-

Kaynak:

Bu makaleye atıf yapılmak istendiğinde, aşağıdaki kaynağın mehaz gösterilmesini önemle rica ederiz.

Türk Yurdu, Mart 2012 – Yıl 101 – Sayı 295

Yazar
Turgay UZUN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen