Ermeni Meselesi: Bir Stratejimiz Var mı? ─ I

 

Mustafa TEZEL 

 

Giriş

Yıllardan buyana her Nisan ayında temcit pilavı gibi ortaya sürülen asılsız soykırım iddiaları, 2015 yılı başından itibâren ─tehcir hâdisesinin 100. yıldönümü bahane edilerek─ Türk Milleti’ne karşı tam bir Haçlı Seferine dönüştürüldü. Aslında, yıllardan buyana, gerçekleri tersyüz eden iddia ve ithamlar, yurt içinde ve dışında, ─bâzen alenî, bâzen de zımnî bir şekilde─ zâten yazılıp-söylenmekte idi. Ancak, uzun zamandır hazırlıklarının yapıldığı bilinen “100. yıl” meselesi vesile yapılarak, sözkonusu iddia ve ithamlarda artık ölçünün iyice kaçırıldığı, üstelik ─sözde─ müttefikimiz olan pek çok ülkenin “soykırım yasa tasarılarını kabûl etmek” yâhut da bu konuyu sürekli olarak gündemde tutmak suretiyle, akıl ve vicdandan yoksun soykırım ithamlarının meşruiyet kazanmasına açık/örtülü destek vermekte beis görmedikleri müşahede edilmektedir. Had bilmezlik öyle bir noktaya geldi ki, yalnız yurtdışında değil, artık ülkemizde ─yâni, kendi evimizde─ dahi bâzı kesimlerce, milletimiz ─insanlığa karşı işlenebilecek en büyük suçlardan birisi olan─ “soykırım” suçu ile açıktan itham edilebilmektedir.

“Soykırım ithâmı”nda bulunanların, iddialarını, konuyla ilgili arşiv belgelerinden ziyâde, umûmiyetle ─subjektif nitelikteki─ “hatırat”lara dayandırdıkları ve/veya ─tehcir sırasındaki Ermeni nüfusu, ölüm olaylarının mâhiyeti ve sayısı gibi konularda─ güvenilir arşiv belgeleri ile desteklenmeyen iddialar ileri sürdükleri görülmektedir. 

İşin ilginç yanı, tehcir hâdisesinin üzerinden bir asrı aşkın zaman geçmesine ve bu süre zarfında “hâdisenin mâhiyeti, sebepleri ve kapsamı” gibi konularda “gerçeği öğrenmek isteyenler için, yeterli ve güvenilir bilgi edinme imkânı” artık fazlasıyla mevcut olmasına karşılık, hâdisenin doğrudan tarafı olmayan, bu sebeple de “hakikatin ortaya çıkmasından başkaca bir amacının olmaması gereken” bâzı çevrelerce[1], temelsiz soykırım ithamlarının ciddiye alınması ve bu iddia ve ithamlar üzerinden Türkiye ve Türkleri rahatsız edici (hattâ, mahkûm edici) bir tavır takınılıyor olmasıdır.

Üstelik, Türkler, târih sahnesine çıktıkları günden buyana “bütün yeryüzünde sulh, sükûn, huzur, emniyet, adâlet ve refahın tesis edilmesi konusunda Yüce Yaradan (Uluğ Tengri) tarafından vazifelendirildiklerine; bu vazife lâyıkıyla yerine getiril(e)mediği takdirde ise, Tanrı’nın gazâbına uğrayacaklarına ve yeryüzünü yönetme yetkisinin (kut) kendilerinden alınacağına” inanmışlardır. Târih boyunca kurulan bütün Türk Devletlerinin yönetim felsefesinin özünü bu inanç oluşturmuştur. Bu inanç sebebiyledir ki, binlerce yıllık târihimiz boyunca, Türk Devletlerinde, hükümdârından en düşük rütbelisine kadar, devlet kademelerinde vazife yapan kamu görevlilerinin ezici çoğunluğu, “adâletin mutlak olarak tesis edilmesini” ilâhî bir vazife addetmiş, istisna sayılabilecek menfi uygulamalar bir yana bırakılırsa, bu konuda âdeta bir ibâdet vecdi ve şuuruyla hareket etmişlerdir. İslâm’la müşerref olduktan sonra ise, “Dünya küfr ile ayakta durur da, zulüm ile durmaz.” anlayışı[2], Türk Devlet Yönetim Felsefesinin belkemiğini oluşturmuştur. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibâren devletin başını en çok ağrıtan gâilelerden birisi olan Ermeni meselesinde de durum bundan farklı olmamış; Türk Devleti, Ermeni tedhişçilerin vahşiyâne yöntemlerle gerçekleştirdikleri ─ruh sağlığı yerinde bir insanın kanını donduracak nitelikteki─ eylemlere rağmen, “adâlet” kavramıyla bağdaşmayacak uygulamalardan kaçınmaya özen göstermiştir. Dolayısıyla, “soykırım” gibi bir insanlık suçunun psikolojik şartları Türkiye’de/Türklerde hiç bir zaman vârit olmadığı gibi, aksine Türkler, târihleri boyunca başkaları tarafından kendilerine yapılan fenâ muameleleri unutma eğiliminde olmuşlar, geçmişte yaşanan cansıkıcı hâdiselerin gelecekte kalıcı düşmanlıklara sebebiyet vermemesi için çoğu zaman bilinçli olarak “geçmişe sünger çekmeyi” tercih etmişler; varlıklarını “ötekileştirme” üzerine değil de, bütün milletlerin huzur ve mutluluğunun tesisine dayandırmışlar; “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın!” ülküsünü kendilerine düstur edinmişlerdir.

Yukarıda bahiskonusu edilen hususlar ortada iken, Türklerin, târihî gerçekler tahrif edilerek, inatla ve ısrarla “Ermenilere soykırım yapmakla” itham edilmesi, meselenin insânî/vicdânî kaygılardan kaynaklanmadığını, bu ithamların ardında siyâsî bir hesaplaşmanın olduğunu, düşündürmektedir. Bu hesapların ne olduğu bilinmeden ve arkasında yatan sebepler analiz edilmeden “soykırım” ithamlarından kurtulmak mümkün olmayacağı gibi, konunun giderek Türklere/Türk kimliğine yönelik psikolojik saldırıların en önemli dayanak noktalarından birisi hâline gelmesi/getirilmesi tehlikesi de mevcuttur. Bu itibarlâ, “Ermeni Meselesi” ve “ardında yatan hesaplar” konusunun bütün açıklığıyla ortaya konulması ve buna göre çözüm stratejilerinin belirlenmesi gerekmektedir.

 

1. Ermeni Gâilesinin Târihî Gelişimi

Ermeniler, XIX. asrın sonlarına kadar devlete karşı hiç bir menfi tavra tevessül etmemişler, bu yüzden de “tebâ-yı sâdıka” olarak anılmışlardı. Bu sadâkat sebepsiz değildi. Zîrâ, milâdî 970 yılından itibâren, Doğu Anadolu ve Kafkasya Bölgesini Abbasi yönetiminden askerî harekâtla ele geçiren Bizanslılar, Hıristiyanlığın Gregoryan mezhebine inanan Ermenileri kendi mezheplerine girmeye zorlamışlar, mezhep değiştirmek istemeyenleri de Kilikya’ya sürmüşlerdi[3]. Ermeniler, kendilerine zulüm ve hakâret eden Bizanslılardan nefret ediyorlardı[4]. Bizanslıların mezhep taassubu sebebiyle ─Ermenilere─ yaptıkları baskılar devâm ederken bölgeye gelen Selçuklu Türklerinin hoşgörülü tutumlarını gören Ermeniler, Bizans’ın baskılarından bunaldıkları için, Selçuklulara karşı düşmanlık göstermek yerine bilâkis onları benimsemişler, yakınlık göstermişlerdir[5]. Hattâ, bâzı araştırmacılara göre, Anadolu’nun Türkler tarafından fethi sürecinde zaman zaman yardımcı bile olmuşlardır[6].

Türklerin sâyesinde varlıklarını devam ettirme imkânına kavuşan Ermeniler, yüzyıllarca velinimetleri Türklere karşı saygı ve sevgi beslediler. İki toplum arasındaki bu yakınlaşma, özellikle Ermeniler üzerinde, hayat tarzından ─başta musikî olmak üzere─ sanat anlayışına kadar, pek çok konuda tesirini gösterdi[7]. Tâ ki, İmparatorluğumuzun en uzun yüzyılı gelip çatıncaya kadar…

 

a.  Ermeni Gâilesinde Rus Etkisi

Türk – Ermeni ilişkilerinde XIX. yüzyılın sonlarından itibâren ortaya çıkan gelişmelerin mâhiyetini kavrayabilmek için, bir yüzyıl geriye gitmekte yarar vardır.

XV. yüzyılın başlarında Altınordu Devleti’nin Timur tarafından yıkılmasından sonra tâze ve zinde bir güç olarak târih sahnesinde boy göstermeye başlayan Ruslar, XVI. yüzyılın ortalarından itibâren, Kazan ve Astrahan[8] Hanlıklarına son vererek Rus İmparatorluğu’nun temellerini atan Çar Korkunç İvan yönetiminde, kadim Türk Yurdu olan Kıpçak Bozkırlarındaki hâkîmiyet alanlarını genişletmeye başladılar[9]. Ruslar, XVIII. yüzyılın başlarında, târihçilerimizin Deli Petro adını verdikleri Çar I. Petro’nun hükümdarlığı sırasında yeni bir atağa kalktılar[10]. Rus târihindeki en belirleyici aktörlerinden birisi durumuna gelen I. Petro, yaygın kanâate göre, sonraki yüzyıllarda Rus Devletinin millî ülküsü hâline gelecek olan bâzı ilkelerin temellerini attı. Bunlardan birisi “sıcak denizlere inmek” yâni Karadeniz ve Akdeniz’e açılma politikasıydı ve bu politikanın önündeki en büyük engel de Osmanlı İmparatorluğu idi. XVIII. yüzyıl boyunca Osmanlı Devleti ile mücâdele eden Rusya, II. Katerina döneminde 1768-1774 yılları arasında devam eden ve Rusya’nın üstünlüğü ile sonuçlanan savaştan sonra sıcak denizlere inme konusunda çok önemli kazanımlar sağladı. Rusya, 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Anlaşmasıyla, Osmanlı Devleti dâhilindeki Ortodoks tebânın kiliselerini himâyesi altında bulundurma hakkını da elde etmişti[11]. Bu durum, Rusya’ya, Osmanlı Devleti’nin o sırada içinde bulunduğu müşkîl durumdan da istifâde ederek, iç işlerine müdahale etme ve dindaşı durumundaki toplulukları devlete karşı isyâna teşvik etme imkânı vermişti. Bunun sonucunda, ilk olarak 1817 yılında Sırplar kısmî bir muhtâriyet elde ettiler[12].

Ermeni meselesinde en önemli kırılma noktalarından birisi, Sırpların kısmî muhtâriyet elde etmelerinin hemen sonrasında, 1821 yılında başlayan ve 1829 yılında Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’nden bağımsızlığını kazanmasıyla sonuçlanan ayaklanmadır[13].

1821 yılında Mora’da başlayan ayaklanma aslında kısa sürede bastırılmak üzere iken, içte ve dışta meydana gelen bâzı tâlihsiz olaylar ile, İngiltere ve Fransa başta olmak üzere, bâzı Batılı devletlerin ve Rusya’nın yardımları sonucunda, Yunanlılar, Devleti-i Aliyye’den koptular. İsyân’ın başarıyla neticelenmesinde, dış baskı ve yardımların büyük etkisi olmuştu. 1826 yılında, bir ayaklanmayı müteakip, Yeniçeri Ocağı’nın lağvedilmesi; hemen akabinde 1827 yılında, Yunan İsyânı’nı bastırmak amacıyla Navarin’de bulunan Osmanlı Donanması’nın ─o sırada savaş durumunda olmadığımız hâlde─ İngiliz-Fransız-Rus müttefik donanmalarının âni baskınıyla yakılması; Osmanlı Devleti’nin ordusuz ve donanmasız kalmasını fırsat bilen Rusya’nın 1828 yılında Osmanlı Devleti’ne savaş açması; Yunan isyânının başarıya ulaşmasındaki en önemli âmillerdi.

Yunan isyânının başarıyla sonuçlanması, Devlet-i Aliyye’nin diğer Hıristiyan tebası arasında büyük yankı uyandırdı ve onlar için de teşvik edici oldu. Nitekim, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibâren, Fransız ihtilâlinin ortaya çıkardığı milliyetçilik akımının da etkisiyle, Osmanlı Devleti’nin ─önce gayrımüslim, sonrasında da Müslüman─ tebâsı, bağımsızlıklarını talep etmeye başlamışlardır. Bu durum Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma ve çöküşünde hızlandırıcı bir etki yapmış ve 1829’da Yunanistan, 1878’de Sırbistan, Romanya ve Karadağ, 1908’de Bulgaristan ve 1912’de de Arnavutluk bağımsızlıklarını ilân etmişlerdir[14]. Ermenilerin, bütün bu gelişmelere bigâne kalmaları beklenemezdi. Nitekim, dış tesirlerin de yönlendirmesiyle, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibâren, Ermeni toplumu içerisinde de kıpırdanmalar başgöstermiştir.

 

***

Deli Petro’nun “sıcak denizlere inme” hedefini siyâsî bir vasiyet olarak algılayan Rus Yönetimi, sonraki dönemlerde bu politikanın hedefe ulaştırılmasını sağlayacak şartların hazırlanmasına büyük önem vermişdi. Küçük Kaynarca (1774) ve  Edirne (1829) Antlaşmaları ile Osmanlı tebâsı olan Ortodoks mezhebine mensup Hıristiyanların hâmiliği sıfatını elde eden Rusya, bu durumun kendisine sağladığı imkânları da kullanarak, sözkonusu hedefine iki koldan (Balkanlar ve Kafkasya/Doğu Anadolu) gerçekleştireceği harekâtlarla ulaşmaya çaba gösterdi. 1829 Antlaşmasıyla Kafkasya ve Doğu Anadolu’da stratejik mevkiler elde eden Rusya’ya, buralarda tutunabilmesi ve harekâtını daha ileri noktalara taşıyabilmesi için, tıpkı Balkanlarda olduğu gibi, tabii/mahâllî müttefikler lâzımdı ve Hıristiyanlığın Ortodoks mezhebinden olan Ermeniler bu iş için biçilmiş kaftandı.

Rusya, sözkonusu politika gereğince, Güney Kafkasya’nın[15] bir bölümünü kendisinden himâye talep eden Hıristiyan krallar (Gürcü krallar) vasıtasıyla, bir bölümünü ise işgâl yoluyla ele geçirmiştir[16]. 1801 yılında Gürcistan’ı ilhak ederek Güney Kafkasya’ya giren Rusya, İran’ı  Türkmençayı (1828), Osmanlı İmparatorluğu’nu ise Edirne Antlaşması (1829) ile bölgeden çıkarmıştır[17]. Kendilerini Osmanlı Devleti yönetimindeki Hıristiyan milletlerin koruyucusu ilân eden Ruslar, Osmanlılara karşı elde ettikleri zaferden sonra, Kafkasya’da 1829-1830’larda kurdukları küçük Ermenistan bölgesini güneye doğru genişletmeyi sürdürmüşlerdir[18].

Ruslar, sıcak denizlere inmek amacıyla, Kafkaslardan Doğu Anadolu’ya ve Basra’dan İskenderun’a kadar olan alanda hâkimiyet sağlamak istiyorlardı ve Kafkasya’da kurulacak “cılız” bir Ermeni devletinin Osmanlı Devleti ve İran ile Rusya arasında “tampon” vazifesi göreceğini[19], bunun da sözkonusu politikanın gerçekleştirilmesinde kendilerine kolaylık sağlayacağını düşünüyorlardı. Fakat, bölgede Ermeni nüfusu azınlıktaydı. Bunun üzerine, Ruslar, bölgenin nüfus yapısını değiştirme­ye yönelik politikaları uygulamaya başlamış­lardır[20].

O dönemlerde Revan (Günümüzde Ermenistan’ın başkenti olan Erivan) Hanlığının (ki, bu Hanlığın sınırları hemen hemen bugünkü Ermenistan’ın sınırları ile örtüşür)[21] nüfusunun % 76’sı Türk, % 24’ü ise Ermeni idi[22]. Osmanlı döneminde 1590 ve 1728 yıllarında yapılan tahrirlerde de hemen hemen aynı oranlar sözkonusuydu[23]. 1828 yılında, Bölge Rus hâkîmiyetine girmeden hemen önce, Revan (Erivan) ve civarında yaşayan nüfusun toplamı 106.900 kişi olup, nüfus dağılımı yine yukarıda bahsedildiği şekilde idi (Türkler % 76,5, Ermeniler % 23,5)[24]. Sözkonusu nüfus verilerinin de ortaya koyduğu üzere, ─günümüzde Ermenistan olarak anılan─ bölge en azından birkaç yüzyıldan buyana Türklerle meskûn idi. Bu bölgede yaşayan Ermenilerin önemli bir kısmı, Türkler daha bölgeye gelmeden önce, IX. yüzyılda, Ermeni varlığına son vermek isteyen Bizans yönetimi tarafından, Anadolu’daki Bizans şehirlerine “serpiştirilmiş”, böylece Ermenilerin kimliklerini kaybetmeleri (Rumlaşmaları) sağlanmaya çalışılmıştı[25].

Bölge Rus hâkimiyetine geçtikten sonra, bölgenin Türk-Müslüman nüfus yoğunluğunun Hıristiyan ahâli lehine değiştirilebilmesi için yoğun çaba sarfeden Ruslar, bu çerçevede bugünkü Ermenistan bölgesine Türkiye’den ve İran’dan Ermeni göçünü teşvik etmişler ve gelen Er­menileri, Erivan (Revan) merkez olmak üzere, bölge­ye yerleştirmişlerdir. Nitekim, 1829 yılından sonra, İran’dan 35.560 ve Türkiye’den 84.000 Ermeni’nin bölgeye gelmesini sağlamışlardır[26]. Savaş sırasında yerlerini-yurtlarını terkeden Türklerin yerine getirilen Ermeni nüfus sâyesinde, bölgedeki nüfus dengeleri tersine çevrilmek istenmiştir. Üstelik, 1878 yılında, Berlin Antlaşmasıyla Osmanlı Devleti Batum’u Rusya’ya bırakmak zorunda kalmış, böylece bütün Transkafkasya Rusya’nın hâkimiyetine girmiştir. Ancak, yine de, 1920 yılına kadar, Revan (Erivan) ve civarında Ermeni nüfusun Türklerden daha fazla olması temin edilememiştir[27].

Ruslar, Transkafkasya’da egemenlik sağlamanın yanısıra, 1830’lu yıllardan itibâren, Ermenileri ─yüzlerce yıl kendilerine huzur ve emniyet içinde yaşama imkânı sunan Osmanlı Devleti’ne karşı─ isyâna sevkedebilmelerini sağlayacak şartları oluşturmak için oldukça kapsamlı ve sistemli bir çalışma içine de girdiler[28]. Rusya’da, Ermeniler için okullar açıldı. Doğu Anadolu ve Kafkasya’dan götürülen Ermeni çocuklarının bu okullarda eğitim görmesi sağlandı. Bu çocuklar, XIX. yüzyılın ortalarından itibâren Ermeni kimliğinin oluşmasında ve sonrasında da Ermeni isyânlarının ortaya çıkmasında öncü/kilit rol oynadılar.

Ruslar, amaçlarına ulaşabilmek için, Ermeni düşünürlerini, yazarlarını elde ederek, Osmanlı karşıtı eserler, Ermenistan’ın bağımsızlığı ve millî ideallerinin canlandırılması için destanlar yazdırıp yayınlatıyor, komiteler kurduruyor, akla gelebilecek her türlü yol ve yöntem kullanılmak suretiyle Ermenileri isyâna teşvik ediyorlardı. Rusya’daki Ermeni düşünürleri ve yazarları gazete, kitap ve dergilerde yayınladıkları yazılarla Rus ve Osmanlı Ermenilerini, Türklere karşı kışkırtıyor, şiirleriyle Müslümanları aşağı ve değersiz gösteriyor, “Tanrım! Sen Ermeni Milletine acı, düşman Türk’ü perişan et ve tepele” gibi “Ermeni toplumunda isyâncı bir ruh oluşturmayı hedefleyen” ilâhiler kaleme alıyorlardı. Bu kışkırtmalar, bilhassa yabancı ülkelerde öğrenim görmüş Ermeni gençleri üzerinde çok etkili oluyordu[29].

Rusların bütün bu çabaları, yaklaşık elli yıl içerisinde meyvelerini vermeye başladı. 1877-1878 savaşında Osmanlı Devleti’nin Rusya karşısında ağır bir yenilgi alması, Ermeni meselesinin ─Osmanlı Devleti için─ uluslararası bir sorun hâline getirilmesi bakımından uygun zemini oluşturdu. Sözkonusu savaşın ardından 3 Mart 1878 târihinde imzalanan Ayastefanos anlaşmasının 16. maddesi, Ermeniler ile ilgili hükûmleri içeriyordu[30]. Avrupalı büyük devletler, anılan anlaşma ile Rusya’nın büyük kazanımlar elde etmesini kendi çıkarları açısından mahzurlu gördüklerinden, onların baskısıyla toplanan Berlin Kongresi sırasında, İstanbul’daki Ermeni Patriği’nin önderlik ettiği Ermeni heyeti, siyâsî taleplerini uluslararası bir anlaşmanın metnine dâhil ettirmeyi başardı. Berlin Kongresi sonucunda Türkiye ve Rusya arasında akdedilen 13 Temmuz 1878 târihli Berlin Anlaşması’nın 61. maddesi Ermeniler ile alâkalı hükûmleri ihtiva etmektedir. Sözkonusu anlaşma maddesi ile, “Osmanlı Devleti, Ermenilerin yaşadığı eyaletlerde yerel ihtiyaçların gerektirdiği ıslahatları geciktirmeden yapmayı, Çerkez ve Kürtlere karşı Ermenilerin huzur ve güvenliğini sağlamayı, bu hususta alınacak önlemleri büyük devletlere bildirmeyi ve sözkonusu devletler de bu önlemleri dikkate almayı kabûl ve taahhüt etmişlerdir.”[31]

Berlin Anlaşması’nın mezkûr hükmü, sonraki yıllarda ─başta Rusya ve İngiltere olmak üzere─ zamânın güçlü devletlerinin kendi çıkarlarının gerektirdiği durumlarda ─Ermenileri bahâne ederek─ Osmanlı Devleti’ni güç durumda bırakacak politikalar tâkip etmelerine imkân ve fırsat vermiştir. Osmanlı toprakları üzerinde çeşitli emelleri olan bu devletler, Osmanlı Devleti’ne karşı bir baskı unsuru olarak kullanmak maksadıyla, “Ermenileri kendi taraflarına çekmek” konusunda çok zaman yarış içinde olmuşlardır[32]. Bu durum, “Ermeni talepleri” konusunun sürekli gündemde kalması ve Ermeni toplumunu temsil ettiği iddiasında olan örgütlerce (Ermeni Patrikliği, Taşnak ve Hınçak komiteleri vs.) bitip tükenmek bilmeyen bir ihtirasla mütemâdiyen ─Osmanlı toprakları üzerinde bağımsız bir Ermenistan kurulması düşüncesine kadar varan─ yeni taleplerin ileri sürülmesine yol açmıştır.

1880’li yılların ortalarına gelindiğinde, farklı sebeplerden ötürü Ruslar’ın ve İngilizlerin Ermeniler konusundaki tavırları değişmeye başlamıştır. Rusya, “milliyet şuuru” kazanan Ermenilerin “aşırı milliyetçi” eğilimlerinin Rusya için de tehdit oluşturmaya başladığını görünce, Rusya içinde Ermenilere karşı önlemler almaya yönelmiş, bu çerçevede Ermeni çocuklarının millî kimlik kazanmalarında önemli rol oynayan Ermeni dinî okulları kapatılmıştır[33]. 1905 Rus-Japon savaşının kaybedilmesi ve 1907 yılında İngiltere ile imzalanan Rus-İngiliz sömürge anlaşmasından sonra ise, “Ermenilere, bağımsız bir devlet kurmaları için yardım edilmesi” politikasından kesin olarak vazgeçilmiştir. Rusya, bu târihten sonra, diğer büyük devletlerle birlikte, Osmanlı İmparatorluğunda nüfuz bölgeleri elde et­mek için çalışmıştır. Nitekim, 1908 Revâl Görüşmeleri, 1915 Boğazlar Anlaşması, 1915 Londra Anlaşması, 1916 Sykes-Picot, 1917 Saint Jean de Maurienne Anlaşmaları bunun somut delilleridir[34].

Rusya’nın Ermeni politikasındaki değişim, Ermeni militanların tepkisine sebep olmuş ve şiddetin Rusya egemenliğindeki Kafkasya topraklarına da sıçramasına yol açmıştır. Ermeni militanlar kendilerine engel olarak gördükleri kişilere karşı Rusya içinde eylemler düzenlemeye başlamışlardır[35].

Sözkonusu politika değişikliğine rağmen, Ruslar, Osmanlı ülkesindeki Ermeniler ile ilişkilerini “kontrollü olarak” sürdürmeye özen göstermişlerdi. Bu çabalar semeresiz kalmadı. Nitekim, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Osmanlı devlet ricâlinin “devlete sadakat gösterilmesi, düşmanlarla işbirliği yapılmaması” konusunda ortaya koydukları bütün iyiniyetli iknâ girişimlerine rağmen, Ermeniler savaşın başlangıcından itibâren Rus ordusuna yardım ve yataklık etmeye başladılar. Savaşın hemen başında, Ermenileri Osmanlı Devleti’ne karşı Rusya yanında savaşmaya ikna etmek isteyen Rus Çarı II. Nikola, “savaştan sonra Kafkasya ve Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan kurulacağı” konusunda Ermenilere taahhütte bulunmuş, buna karşılık onlardan Rus ordusu saflarında savaşmalarını istemişti. Pek çok Ermeni, bu isteğe uyarak, kendi vatanlarına karşı düşman saflarında savaşma yolunu tercih etmiştir[36].

———————————————-

(Devamı var)

Gelecek Hafta: 

Ermeni Meselesinde İngiliz Etkisi

 

Kaynaklar:

[1] Olayın doğrudan tarafı olmayan devletler, uluslararası kuruluşlar, üniversiteler, akademisyenler, araştırmacılar, gönüllü kuruluşlar vb. kişi ve kuruluşları bu minválde sayabiliriz.

[2] “Allah size mutlaka emânetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa, 58); “Zulüm kıyamet gününün karanlıklarındandır”, (Hz. Muhammed (S.A.V), Buhârî, el-Mezâlim), “Küfür ile dünya durur, zulüm ile durmaz” Koçi Bey, Risâle, (Sâdeleştiren: Zuhuri Danışman), Ankara 1985, Sf. 69.; “Devlet-i Aliyye adl ile ka’imdir.”, “.,. ve illa zulm ile memalik viran olması mukarrerdir.” (Kitab-ı Müstetab); “Adalet bâ’is-i kurb-i hudâdır, nitekim zulm iden Hak’dan cüdâdır (Kitab-ı Müstetab); “Memleket tutmak için çok asker ve ordu gerekir. Askeri beslemek için de çok mal ve servet gerekir. Bu malı elde etmek için halkın zengin olması gerekir. Halkın zengin olması için de doğru kanunlar konulmalıdır. Bunlardan biri ihmál edilirse, dördü de kalır, Dördü birden ihmál edilirse, beylik çözülmeye yüz tutar” (Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig)

[3] Esat URAS, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, 2. Baskı, Belge yayınları, İstanbul 1987, Sf. 127- 128

[4] Mehlika Aktok KAŞGARLI, Kilikya Ermeni Baronluğu Tarihi, Ankara 1990, Sf. 102.

[5] Mehmet SARAY, Ermenistan ve Türk Ermeni İlişkileri, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayın no: 3433, Sf. 8; “Ermeniler, kendilerine zulüm ve hakâret eden Bizanslılardan nefret ederlerdi. Bu yüzden, Ermeniler, Türklere kolaylık sağladılar. Doğu Anadolu’dan, Klikya’dan, Orta Anadolu’dan bir çok Ermeni, Türk Ordularının önüne düştü, yol gösterdi.”, Mehlika Aktok Kaşgarlı, Klikya Ermeni Baronluğu Tarihi, Ankara 1990, s. 102.

[6] Ali SEVİM, Genel Çizgileriyle Selçuklu Ermeni İlişkileri, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1983, s. 13-14

[7] İki toplum arasındaki kültürel  ilişkilerin mâhiyeti hakkında geniş bilgi için bkz. ŞAHİN, Gürsoy;  “Amerikalı Bir Misyonerin XIX. Yüzyılın Ortalarında Türk-Ermeni Kültürel İlişkileri İle İlgili İzlenimleri Üzerine Bir Değerlendirme (An Analyse on Impressions of American Missionaries Abaut Culturel Relations of Turks and Armenians at the Mid of 19th Century)”, Ermeni Özel Sayısı, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 1, Haziran: 2005, Sf. 208-239

[8] Astarhan yâhut Hacı Tarhan Hanlığı tâbirleri de kullanılmaktadır. Bkz. KOÇ, Dinçer, Aşağı İdil Boyunda Hâkimiyet Mücadelesi ve Astarhan (Hacı Tarhan) Hanlığı, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi / Journal of Turkish World Studies, XII/1 (Yaz 2012), s.455-494.

[9] Akdes Nimet KURAT, Rusya Târihi,  Türk Târih Kurumu Basımevi, Ankara, 1999, Sf. 152-156

[10] Akdes Nimet KURAT, a.g.e., Sf. 252-273

[11] Akdes Nimet KURAT, a.g.e., Sf. 289-292

[12] Fatih ÖZER, Arşiv Vesikalarına Göre XIX. Yüzyılda Karadağ İsyanları, Trakya Ünv. SBE, Yayımlanmamış YLT, Edirne, 2010, Sf. 38-39

[13] Mehmet SEYİTDANLIOĞLU, Yunan İhtilâli ve II. Mahmud’un Politikaları, http://journals.manas.edu.kg/ mjsr/oldarchives/Vol06_Issue12_2004/396.pdf, Erişim: 20.04.2016

[14] Fahir ARMAOĞLU, 20. Yüzyıl Siyâsî Târihi, Alkım Yayınevi, 18. Baskı, İstanbul, Nisan 2012, Sf. 65

[15] Doğuda Hazar Denizi, batıda Azak Denizi ve Karadeniz, kuzeyde Kuban ve Kuma nehirleri, güneyde Türkiye ve İran ile çevrelenmiş bölgeye Kafkasya denmektedir. Büyük Kafkas Dağları, Kafkasya’yı6 iki kısma ayırır: Kuzey Kafkasya ve Transkafkasya (Güney Kafkasya/Mavera-i Kafkasya/Zakafkasya). Kuzeyde Büyük Kafkas Dağları, doğuda Hazar Denizi, güneyde İran, batıda Türkiye ve Karadeniz arasında kalan bölgeye ise Transkafkasya denmektedir. (Bkz. Mehmet Uysal, Güney Kafkasya’nın Dünü-Bugünü-Yarını, İstanbul, Harp Akademileri Yayınları, 1993, Sf. 1)

[16] Margot LİGHT, “Russia and Transcaucasia”, Transcaucasian Boundaries, Ed: John F. R. Wright vd., London, UCL Press, 1996, s.35.

[17] Ali Faik DEMİR, Türk Dış Politika Perspektifinden Güney Kafkasya, İstanbul, Bağlam Yayınları, 2003 Sf. .66.

[18] SARAY, a.g.e., Sf. 31.

[19] Bu konuda bkz. Ahmet CAFEROĞLU, ”Kuzey Azerbaycan”, Türk Dünyası El Kitabı, Ankara, 1976, s.1104-1110.

[20] Timuçin KODAMAN, Rusya-İngiltere ve Ermeni Meselesi, Yeni Türkiye, Sayı: 60, 2014

[21]  Osmanlı Devleti ile Azerbaycan Türk Hanlıkları Arasındaki Münâsebetlere Dâir Arşiv Belgeleri (Karabağ-Susa, Nahçıvan, Bakü, Gence, Sirvan, Seki, Revan, Kuba, Hoy) – I (1578-1914), T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, Yayın Nu.: 4, Ankara, 1992, Sf. 48-50

[22] Azerbaycan Kültür Derneği Yayınları, Dağlık Karabağ Hayaller ve Gerçekler, no.37, Ankara, 1989, s.40.

[23] Rafik Firuzoğlu SAFAROV, “Batı Azerbaycan: Etno-Politik Değişiklikler ve Ermenistan’ın Kurulması (1801-1921)”, Türkler, Cilt: 19, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, Sf.167-174

[24] Hacar Y. VERDİYEVA, “İrevan (Revan) Vilayetindeki Demografik Değişiklikler Üzerine” (Çev.) Bilgehan Atsız GÖKDAĞ, Türkler, Cilt: 19, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002”, Sf. 175-179

[25] Davut KILIÇ, Selçuklulara Kadar Anadolu’da Gregoryen Ermeni Kilisesi (M. 4511-1100), Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Dergisi, ISSN 1300-3372, Sayı: 452, Aralık-2000

[26] İbrahim GÜNER, “Kafkaski Kalender Yıllığı’ndaki Iğdır’la İlgili Nüfus Verilerine Coğrafi Bir Yaklaşım, ss. 127-146.

[27] W.E.D. ALLEN ve Paul MURATOFF, 1828- 1921 Türk-Kafkas Sınırı’ndaki Harplerin Tarihi, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1966, s. 463.

[28] Bu konuda bkz. Yusuf SARINAY, Rusya’nın Türkiye Siyasetinde Ermeni Kartı (1878-1918),, Akademik Bakış

Cilt 1, Sayı 2, Yaz 2008, Sf. 79 – 115

[29] Aspirations Et Agissements Révolutionnaires Des Comités Arméniens avant et après la proclamation De La Constitution Ottomane, République de Turquie Direction Générale des Archives d’Etat du Premier Ministère Publication de la Direction du Département des Archives Ottomanes No: 51 Seconde Edition, Ankara 2001 Sf. 7-13. (Nakleden: Ahmet ALTINTAS, Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Ermeni Sorununun Ortaya Çıkısında Fransa’nın Rolü, Ermeni Özel Sayısı, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 1, Haziran: 2005, Sf. 21-76

[30] Sözkonusu Anlaşmanın 16. maddesi şu şekildedir: Madde 16- Ermenistan’da ( Doğu Anadolu’da) Rus işgalinde bulunan ve Türkiye’ye geri verilecek olan toprakların Rus askerince boşaltılması, oralarda iki devletin (Türkiye ve Rusya’nın) iyi ilişkilerine zarar verebileceğinden, Babıâli Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde yerel durumun gerektirdiği iyileştirmeleri ve ıslahatları zaman yitirmeden ve Kürtler ve Çerkezlere karşı Ermenilerin güvenliğini sağlamayı üzerine alır (Bkz. Bilal N. Şimşir, Ermeni Meselesi 1774-2005, 2. Baskı, Bilgi Yayınları, Ankara 2005, s. 55-56.).

[31] Kamuran GÜRÜN, Ermeni Dosyası, 7. Baskı, Remzi Kitabevi Yayınları, İstanbul 2005, s. 163

[32] Azmi SÜSLÜ, Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, Ankara 1990, s.24

[33] Yusuf SARINAY, Rusya’nın Türkiye Siyasetinde Ermeni Kartı (1878-1918),, Akademik Bakış, Cilt 1, Sayı 2, Yaz 2008, Sf. 79 – 115

[34] Timuçin KODAMAN, Rusya-İngiltere ve Ermeni Meselesi, Yeni Türkiye, Sayı: 60, 2014

[35] “25 Mart 1917 tarihinde Süyatovi Karast kasabasında Ermeniler, 3 Rus kadınını kestiler ve küçük çocuklarını kuyuya attılar. Tiflis İstasyonunda bir Ermeni’nin, trenin altına attığı bir Rus çocuğun başı, raylar üzerinde koptu.”

“1 Mayıs 1917 tarihinde Erivan’da gece nöbet tutan 3 askerden birini öldürdüler, birinin kolunu, bir diğerinin de cinsel organını kestiler.”

“1 Ocak 1914 tarihinde Nahcivan’da şöyle bir hadise oldu: Bir eve girerek oturanlarını katlettikten sonra paralarını alan 5 Ermeni’yi Rus askerleri yakalayıp astılar. 25 Mart 1914’te yine kurulan böyle bir Ermeni çetesi Tatarların bulunduğu yere gidip soygunculuğa başladı. Onları da Ruslar yakalayıp ağır hizmetlerde çalışmaya mahkum ederek Sibirya’ya sürdüler. Ermenilerin sayısı toplam 45’ti. 13 Temmuz 1915’te de şöyle bir olay meydana geldi. Ermeniler, Peyatigorsuk şehri dışında, satmak üzere şehre yiyecek götüren Rusları öldürdüler ve yiyeceklerini gaz döküp yaktılar. Sonunda Rus askerleri Ermenileri çevre ormanlarda yakalayıp katlettiler.”

Bkz. Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, “Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri, 1914-1918, Cilt: 2, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2006, Sf. 90-91

[36] Kemal ÇELİK,, Göçettirme (Tehcir), Sözde Soykırım İddiaları ve Gerçekler, Ankara Üni. Türk İnk. Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Cilt: 8, Sayı: 31-32                                                                        

Yazar
Mustafa TEZEL

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü'nden mezun olan Mustafa TEZEL, yüksek lisansını Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Maliye Bölümünde yapmıştır. Çalışma hayatına bir kamu bankasında müfettiş yard... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen