Ermeni Meselesi: Bir Stratejimiz Var mı? ─ II

Mustafa TEZEL

……………………………………….

 

b.  Ermeni Meselesinde İngiliz Etkisi

XIX. yüzyılın ilk yarısında İngiltere ile Osmanlı Devleti arasında sıcak ilişkiler kurulmuştu. İngilizler, Rusya’nın baskısından bunalmış olan Osmanlı’nın ─güç dengesini sağlamak için─ kendilerine yakınlaşmasını fırsat bilmişler ve ─başta ticârî konular olmak üzere─ önemli menfaatler elde etmişlerdi. Rusya’nın “sıcak denizlere inme” amacından büyük rahatsızlık duyan İngilizler, Hindistan yolunu güvence altına almak için, Osmanlı Devleti’nin Rusya karşısında desteklenmesi gerektiğini düşünüyorlardı.

Ancak, Rusların kendi topraklarında 1829-1830’lu yıllarda kurdukları küçük Ermenistan bölgesini ─Osmanlı Devleti aleyhine─ güneye doğru genişleterek, Kafkaslardan Doğu Anadolu’ya ve oradan da Basra ve İskenderun Körfezlerine sarkmak suretiyle sıcak denizlere inmek için Ermenilerden yararlanma plânları, inisiyatifi tamamiyle Rusya’ya kaptırmak istemeyen İngiltere’yi bu bölgelerde yaşayan Ermenilerle ilgilenmeye sevketti[1]. Bununla birlikte, İngiltere, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’na kadar, “Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün korunmasına yardımcı olma” politikasını sürdürmüştür. Bâzı araştırmacılar, “sözkonusu savaşta Osmanlı Devleti yenilince, İngiltere’de ‘artık bu devlet ayakta kalamaz’ düşüncesinin hâkîm olduğunu ve Rusya’nın sıcak denizlere inme politikasına engel olabilmek gâyesiyle, doğuda bağımsız bir Ermenistan’ı kendisinin kurmayı yeğlediğini, bu amaçla Ermeni Sorunu’nu ön plâna çıkardığını” ileri sürmektedirler[2]. Ancak, İngiliz politikası, anılan Savaş’tan önce değişmiş ve hattâ Tersâne Konferansı sırasında İngiliz temsilcileri savaşın önlenmesi için fazla gayret göstermemişlerdir[3]. Sebepleri ne olursa olsun, İngiltere’nin bu yeni politikası, Osmanlı Devleti’ni Rusya karşısında yalnız bırakmış, bu durum sonraki târihlerde Osmanlı Devleti’ni “Almanya ile birlikte hareket etmeye” âdeta zorunlu kılmıştır.

İngiltere’nin Ermeniler konusundaki politika değişikliğinde, henüz arşiv belgeleriyle ortaya konulmuş olmasa da, sözkonusu yıllarda petrolün stratejik değerinin anlaşılmaya başlamasının önemli sâiklerden biri olması kuvvetle muhtemeldir[4]. O yıllarda dünyânın bilinen en büyük petrol yatakları Rusya (Bakû) ve Osmanlı Devleti (Kerkûk)’nin elinde bulunuyordu. Bu durum, İngiltere açısından önemli tehditler içeriyordu. Kömürün yerini petrolün alması durumunda, böylesine stratejik bir hammadde konusunda iki büyük rakibine bağımlı kalacağı gibi, Rusya ve Osmanlı Devleti’nin petrolden sağlayacağı gelir bu ülkelerin iktisâdî bakımdan daha fazla güçlenmeleri sonucunu doğuracaktı. İngiltere için bir diğer tehlike ise, 1877-1878 savaşında Rusya karşısında ağır bir yenilgi alan Osmanlı Devleti’nin Rusya karşısında direnme gücünü yitirmesi ve petrol kaynaklarının Rusya’nın eline geçmesi idi. Bu durumda, o târihte dünyâdaki bilinen petrol yataklarının çok büyük bir bölümüne sâhip olacağından, Rusya’nın Süveyş Kanalı’na kadar inmesine engel olmak imkânsız hâle gelebilirdi. Bu sebeplerle, Rusya’ya karşı uygulayacağı politikalarda tabii müttefik olarak yararlanabilmek için, Ermenileri kendi safına çekmesi İngiltere için önemli hâle gelmişti.

İngiltere, Ermenileri kendi tarafına çekebilmek ve bu ilişkinin sürekliliğini sağlayabilmek için, kahir ekseriyeti Gregoryen ve Ortodoks, az bir kısmı da Katolik olan Ermenilerin Protestan Mezhebine girmelerini teşvik etmiştir[5]. Öyle ki, İngiltere’nin bu tutumu Ermeni toplumu ve Ermeni Kilisesi’nde rahatsızlık uyandıracak boyutlara ulaşmıştır.

İngiltere, uygulamaya koyduğu Ermeni politikası gereğince, Doğu Anadolu’nun en ücrâ yerleşim birimlerine kadar konsolosluklar kurmuş, okullar açmış ve misyonerler göndermiştir. Böylece, Doğu Anadolu’da İngiltere ve Rusya’nın “Ermeniler üzerindeki nüfuz mücadelesi” hız kazanmıştır12.

Burada, bilhassa vurgulamak gerekir ki, her iki devletin de, “bağımsız bir Ermenistan kurulmasını sağlamak” gibi bir niyetleri yoktu. Asıl amaçları, Ermenileri, kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktı[6]. Yalnız, bu konuda Rusya’nın durumu daha nâzikti ve “incelikli” bir politika uygulanmasını gerektiriyordu. Zîrâ, Rusya, Ermenileri “Osmanlı İmparatorluğu’nu baskı altında tutmak için” araç olarak kullanmaya çalışmasına karşılık, Rusya’nın 1830’lardan sonraki çabaları sonucunda Güney Kafkasya bölgesinde yoğunlaşmaya başlayan Ermeni nüfus, artık bağımsız bir ülke kurulması için yeterli hâle gelmişti[7] ve bu durum Rusya’nın kendi iç bütünlüğü-huzuru bakımından da tehdit oluşturmaktaydı[8]. Nitekim, daha önce de belirtildiği gibi, XIX. yüzyılın sonlarına doğru, Rusya Ermenilerle ilgili politikalarını değiştirmek zorunda kalmıştı.

Ermeniler hakkında politika oluşturmak ve uygulamak konusunda İngiltere’nin daha rahat bir konumda olduğu düşünülebilir. Çünkü, “Ermeniler, İngiliz vatandaşı değildi” ve bulundukları yer de İngiltere’den hayli uzaktı. Dolayısıyla, Ermenilerin sebep olacağı kargaşadan İngiltere’nin ─olumsuz─ etkilenme ihtimali yok gibiydi. Hál böyle olmakla birlikte, İngiltere de “Ermeni politikası” konusunda zannedildiği kadar serbest hareket etme kaabiliyetine sâhip değildi. Zîrâ, o yıllarda sömürgeleri arasında 350 milyona yakın insanın yaşadığı Mısır ve Hindistan gibi ülkeler bulunan İngiltere için, “bağımsızlık” amacıyla girişilen şiddet hareketlerinin amacına ulaşması, sömürgelerinde yaşayan halklar için örnek teşkil edebilirdi ve bu durum, sömürgelerini elinde tutmasını güçleştirebilir ve/veya ─artan güvenlik harcamaları sebebiyle─ sömürge yönetiminin mâliyetini artırabilirdi. Üstelik, o târihlerde dünyâdaki toplam üretimin yaklaşık yarısını gerçekleştiren İngiltere’nin, sanayiinin çarklarını döndürebilmesi için düzenli hammadde akışına ve üretilen ürünlerin satışa sunulabileceği pazarlara olan ihtiyâcı devam ediyordu. Sömürgelerinde karışıklık çıkması durumunda,  İngiliz Ekonomisinin bundan zarar görmesi yüksek ihtimáldi. Bu yüzden olsa gerek ─hemen hemen Ruslarla aynı târihlerde─ İngilizler de Ermenilerle ilişkilerinde “temkinli olma” eğilimine girmişlerdir. Tabii, bütün bu hususlar, Birinci Dünyâ savaşının çıkmasına yol açan süreç henüz belirginleşmeden önceki dönem için geçerlidir[9].

Sanayileşme hamlesine geç başlayan Almanya, XIX. yüzyıldan itibâren her alanda büyük atılımlar yapmaktaydı. Almanya, 1880’lerde İngiltere, Fransa ve ABD’den sonra dünyada dördüncü büyük ihracat ülkesi hâline gelmişti ve bu durumunu İngiltere ve Fransa aleyhine devam ettiriyordu. Kolonileri olmasa da, Almanya 1910 da Avrupa’nın en büyük sanayi ülkesi idi[10] ve Alman sanayiinin daha fazla gelişebilmesi için daha geniş pazarlara ve hammadde kaynaklarına ihtiyacı bulunuyordu. İngiliz ve Fransızlar, dünyâdaki hammadde ve pazar kaynaklarını büyük ölçüde sömürgeleştirmişler, bu yüzden de Almanya’nın fazla hareket alanı kalmamıştı. Sınai gelişimini sürdürebilmesi için çıkış yollarından birisi, Osmanlı Devleti ile olan ilişkilerini artırmak idi. Bu mânâda her iki devletin çıkarları arasında bir uyumdan bahsetmek mümkündü. Nitekim, XIX. yüzyılın sonlarından itibâren, iki ülke arasındaki ticâret hacmi birkaç yıl gibi kısa bir sürede muazzam bir sıçrama göstermişti. 1880 ile 1904 yılları arasında Almanya’dan ithalat % 1.100 oranında artarken, Almanya’ya ihracat da % 2.200 oranında artmıştı[11]. Kezâ, 1889-1898 yılları arasında Osmanlı pazarında Almanların payı % 788,6 nispetinde artış kaydederken, aynı dönemde Fransızların payındaki artış % 0,4 ve İngilizlerin payındaki artış ise yalnızca % 0,6 nispetinde kalmıştı[12]. Üstelik, Alman şirketlerine verilen demiryolu imtiyazları ile, demiryolu ulaşımında anılan yıllarda büyük bir atılım dönemi başlamıştı ve demiryolu güzergâhına yakın bölgelerdeki üretim artışı diğer bölgelerdekinin iki katına yaklaşıyordu[13]. Bu yüzden, Osmanlı’nın gelişmesi için demiryolu yatırımları hayâtî önemdeydi ve Alman Firmaları, aldıkları imtiyazlarla bu konuda İngiliz ve Fransız Firmaları’nı geride bırakmışlardı.

XIX. yüzyılın başlarında Almanya’nın yükselişi devam ediyordu. Ve, Osmanlı İmparatorluğu, “büyük devletlerle ilişkilerinde dengeli olma” politikasından vazgeçmiş olmamakla birlikte, biraz da zorunluluktan ötürü, Almanya ile ilişkilerini her alanda (fakat, bilhassa ulaşım alanında ve askerî konularda) geliştirmekte idi. Bu esnada, kömürün ve demiryolunun tahtı sallanıyor, ABD’de genç bir mühendis ─Henry Ford─ sonraları kendi adıyla anılacak yeni bir seri üretim modeli geliştirmek suretiyle, XX. yüzyılın ilk çeyreğinde ─petrolden elde edilen benzinle/motorinle çalışan─ 15 milyon araç satışına ulaşıyordu[14]. Bu durum, o târihlerde bilinen petrol kaynaklarına uzak olan İngiltere ve Fransa için büyük bir tehdit oluşturuyordu. Sanayi devrimi ile birlikte demir ve kömür stratejik hammadde konumuna yükselmişti ve bilhassa İngiltere bu konuda zengin yataklara sâhipti. Sanayileşmesini hızla gerçekleştirmesinde bu durumun büyük önemi vardı. Fakat, kömürün yerini petrolün alması durumunda İngiliz Sanayii hammadde konusunda dışa bağımlı hâle geleceği gibi, iki ezeli rakibi Osmanlı Devleti ve Rusya’nın güçlenmesine yol açacaktı. Almanya’da, Osmanlı Devleti ile kurduğu iyi ilişkiler sebebiyle, bu gelişmelerden ─İngiltere ve Fransa’ya nispetle─ daha fazla istifâde edebilirdi. Üstelik, Osmanlı Devleti, tamâmen millî kaynaklarla, o dönemler için muazzam boyutlarda bir yatırım olan Hicaz Demiryolunun ve ─Alman şirketlerine verilen imtiyazlar sâyesinde─ Bağdat Demiryolunun inşâsına başlamıştı. Bütün engelleme çabalarına rağmen, XX. yüzyılın ilk on yılı tamamlanmadan, sözkonusu hatların büyük bir bölümü hizmete açılmıştı[15]. Hicaz Demiryolu Yemen’e kadar uzandığında, o târihlerde büyük ölçüde denizyolu ile yapılan Asya-Avrupa ticâretinin önemli bir kısmı Türkiye üzerinden yapılmaya başlayacak, böylece ─o sırada İngilizlerin denetiminde bulunan─ Süveyş Kanalı’nın önemi azalacaktı.

Almanların asıl amacı Türklerin güçlenmesine ve yeniden “dünyâ gücü” hâline gelmesine yardım etmek olmamakla birlikte, dünyâ ahvâli gereğince her iki ülkenin müşterek hareket etmek durumunda kalması sonucunda gelişen ilişkiler ─demiryolu ulaşımının gelişmesi, üretimin ve ihracatın artması, sınâî yatırımların yapılmaya başlanması gibi sebeplerle─ Osmanlı Devleti’nin kendisini toparlamasına zemin hazırlıyordu. Bu durum, XX. yüzyılın başlarından itibâren Osmanlı toprakları üzerinde paylaşım plânları yapan İngiliz-Fransız-Rus ittifakını oldukça tedirgin ediyordu.

Hattızâtında, o dönemin başat küresel gücü konumundaki İngiltere için, Rusya da ─en az Almanya kadar─ tehdit oluşturmakta idi. Rusya’nın, Osmanlı’nın direncini kırması durumunda, Süveyş Kanalı’na kadar inmesi kabildi. Diğer taraftan XVIII. yüzyılın ortalarından itibâren kademe kademe Türklerle meskûn Türkistan arâzisini ele geçirmiş ve Afganistan-Hindistan hududunda İngiltere ile sınırdaş olmuştu. Rusya’nın, hem Süveyş’e inme ihtimâli, hem de kuzeyden Hindistan’a harekát düzenleme kabiliyetini kazanmış olması, İngiliz sömürge imparatorluğunun kilittaşı konumunda bulunan Hindistan üzerindeki hâkîmiyetini ciddî mânâda tehdit etmekteydi. Bu durumda, İngiltere’nin, XIX. yüzyılın önemli bir bölümünde tatbik ettiği “Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün korunmasına yardımcı olma” politikasını sürdürmesi daha gerçekçi görünüyordu. Nitekim, özellikle Sultan II. Abdülhamit Han, İngiltere ile Rusya arasındaki çıkar çatışmasından yararlanma yolunu seçmiş ve ─Gladstone yönetimindeki İngiltere’nin Osmanlı Devleti için hayırhah düşünceler taşımadığını bilmesine rağmen[16]─ bu devlet ile sıcak ilişkiler kurmaya özen göstermişti. İngiltere’nin geleneksel siyâsetinden vazgeçerek Osmanlı’nın inkırâzını hızlandıracak bir tutum içine girmesi, kendisi için de ─yukarıda belirtilen sebeplerden ötürü─ büyük risk oluşturuyordu. Hâl böyle iken, “İngiltere’nin hangi gerekçelerle sözkonusu politika değişikliğine gitme ihtiyâcı duyduğu” konusunun ayrıca analiz edilmesi gerekmektedir. Vakıa, Osmanlı Devleti’nden ─çok değil─ çeyrek yüzyıl sonra Britanya İmparatorluğu da târih sahnesinden çekilmiştir. Bunda, Osmanlı Devleti ile ilgili “hatâlı” politika değişikliğinin de payı olduğu inancındayız. Oysa ki, Birinci Dünyâ Savaşı’nın başlangıcında, İttihat ve Terakki yönetimi, muhatapların bütün olumsuz tavır ve tutumlarına rağmen, ─önce, Almanya ile değil─ İngiltere ve müttefikleriyle ittifak tesis etmek istemiş, bu konuda Rusya, Fransa ve İngiltere hükûmetleri ile görüşmek ve uzlaşma sağlamak için büyük çaba harcamıştı. Fakat bu çabalar maalesef sonuçsuz kalmıştı.

Sözün özü, XX. yüzyılın başlarında, İngiliz-Fransız-Rus ittifakı yukarıda özetlenmeye çalışılan sebeplerle Osmanlı Devleti’nin parçalanması ve toprakları üzerinde kendilerince nüfuz bölgeleri kurulması konusunda görüşbirliğine varmış ve gizli anlaşmalarla bu husus muhkemleştirilmişti[17].

Osmanlı Devleti’nin zayıflatılması için başvurulan yöntemlerin başında, Türklerden gayrı bütün diğer unsurların devlete isyâna teşvik edilmesi geliyordu[18]. Böylece, Osmanlı Devleti, “sanayileşmenin gerçekleştirilmesi, refah artışı sağlanması; ülkenin kalkınması, gelişmesi ve her bakımdan huzur ve rahata kavuşması için yapması lüzumlu olan” yatırımları gerçekleştiremeyecek; bu işler için gerekli olan kaynaklar büyük ölçüde güvenlik harcamalarına ayrılacak[19], ülke nüfusunun çalışabilir kısmının büyük bir bölümünü teşkil eden çalışma çağındaki erkeklerin faydalı ömürlerinin önemli bir kısmı silâh altında geçecek, bu insanlar düzgün bir eğitim alamayacaklar, herhangi bir meslek öğrenemeyecekler, düzenli bir aile hayatları olmayacak, ailelerinin geçimini temin edebilecekleri düzenli ve nesiller boyu sürdürülebilecek nitelikte işler kuramayacaklar; bunun neticesinde devlet ─bırakın yeniden bir dünyâ gücü olmayı─ mevcut savunma gücünü dahi hızla yitirecek ve sonunda “olgun bir meyve gibi” sömürgeci ülkelerin vuracağı son bir darbe ile târih sahnesinden çekilecek… Osmanlı Devleti’nin son elli yıllık döneminde cereyan eden hâdiseleri bu zaviyeden değerlendirmek daha doğru olacaktır. Zaman zaman burada çizilen tabloya aykırı gibi görünen gelişmeleri ─yukarıda kısmen temas edildiği üzere─ taktik ve/veya konjonktürel gelişmelere bağlamak mümkûndür.

Ermeni terörü, yukarıda özetlenen politikanın önemli araçlarından birisi idi ve, önemine binâen tekrar etmekte yarar görüyoruz, düvel-i muazzamanın amacı “Ermenilerin daha mutlu bir gelecek inşâ etmesine yardım etmek” değildi. Onları, geleceğe ilişkin plânları sebebiyle ortadan kaldırılmasını arzuladıkları Osmanlı Devleti’ni zayıflatmak için bir araç olarak kullanmak istiyorlardı.

İngiltere’nin meseleye bakışını ortaya koyması bakımından ─sonraları medeniyet târihi üzerine çalışan ünlü bir bilim adamı olacak olan (o târihlerde İngiliz İstihbarat Servisi’nde görev yapmaktadır)─ A.J. Toynbee’nin, 1918 yılı sonunda Bakü’nün İngilizlerce tahliye edildiği sırada, “Ermenilerin hıyâneti” konusunun gündeme gelmesi üzerine “üstlerine takdim edilmek üzere” kaleme aldığı şu satırlar, günümüzdeki terör vb. sorunların anlaşılması bakımından dahi büyük önem taşımaktadır.

“Ermenilerin itibârını düşürmek, Türk aleyhtarlığı dâvâsını zayıflatmak demektir. “Türk’ün, başı felâketten kurtulmayan asil bir insan olduğu” itikadını öldürmek çok güç olmuştur. Bu durum bu itikadı canlandıracak ve Ermenilerin olduğu kadar Zionistlerle Arapların prestijine de zarar verecektir.

Türklerin Ermenilere yaptığı muâmele, Türk meselesinin radikal şekilde hállini ülkede ve hâriçte kamuoylarına kabul ettirmek için Majesteleri Hükümetinin elindeki en büyük sermâyedir”.[20]

 

c.  Ermeni Meselesi ve ABD

Ermeni Meselesi’nin çıkmasında İngiltere ve Rusya’dan sonra en büyük pay ABD’nindir[21]. l800’lerden itibaren Amerikan tüccar, maceracı ve misyonerleri dünyanın dört bir yanında olduğu gibi Osmanlı topraklarında da faaliyetlerini artırmışlardır[22]. Özellikle misyonerler, Osmanlı ülkesinde öncelikle Ermeni toplumu ile ilişki kurmuşlardır[23].

Türkiye’yi üç çalışma bölgesine ayıran Amerikalı misyonerler eğitim, sağlık, kadınlar ve erkekler için ayrı ayrı düzenlenen “Hıristiyanlaştırma” programları, yayıncılık ve Ermeni-Müslüman ilişkilerinin tanzimi gibi konularda kendi aralarında işbölümü yapmışlardır[24].

1830 yılında Osmanlı Devleti ile Amerika arasında imzalanan ticaret anlaşması[25] Amerikan misyonerlerinin faaliyetlerini artırmalarına imkân vermiştir. İlk misyoner merkezi 1820 yılında İzmir’de kurulmuş, daha sonra bu merkezler Ermenilerin yoğun olarak bulundukları bölgelerde hızla yaygınlaşmıştır (l831’de İstanbul, l839’da Trabzon ve Erzurum, l847’de Kayseri, Maraş, Urfa, l855’te Harput, l859’da Tarsus, Sivas, l873’te Van merkezleri kurulmuştur[26].

Ermenilerin millî şuurla ve Hıristiyanlık taassubuyla yetiştirilmeleri Amerikan misyonerlerinin ilk amacı olmuştur[27]. Bu misyonerlerin en büyük başarısı Robert Koleji’nin açılmasından sonra görülmüştür. İstanbul’daki kolej, Cyrus Hamlin tarafından kurulmuştur. İlk öğrencileri Ermeni ve Bulgar gençlerinden oluşmuştur. Bu kolejden mezun olanlar, zamanla ünlü komitacı liderler haline gelmişlerdir. Bulgar istiklâlini gerçekleştiren liderler bu okulda yetişmiştir.

Daha ziyade Ermenilerin bulundukları yerlerde kurulan misyonerlik teşkilâtlarındaki öğretmenler bir taraftan Ermeni gençlerini azgın bir Türk düşmanı olarak yetiştirirken, diğer taraftan da onlara silâh yapmasını öğretmişlerdir[28].

 

d.  Ermeni Meselesinde Fransız Etkisi

Türkiye’de Ermeni olaylarının başlamasında Fransa’nın ayrıcalıklı bir konumu bulunmaktadır.

1535 yılında Osmanlı-Fransa ahitnamesi ile başlayan Türk-Fransız ilişkileri Fransa’ya Osmanlı içinde ticaret yapma ve serbestlik hakkı tanımıştır. Böylece iki ülke arasında ticârî ve dostluk ilişkileri başlamıştır[29]. Ancak Fransa’nın, çoğu zaman, Osmanlı Devleti’ne karşı dostça olmayan davranışlarda bulunduğu, elçilik ve konsolosluk raporlarında sık sık görülmektedir[30]. Nitekim XVII. Yüzyıl başlarında Kudüs ve Halep konsolosları, IV. Murat ve IV. Mehmet zamanlarında bölgedeki ayrılıkçı grupları tahrik etmişlerdi. Bu yüzden her iki devirde de, Fransa ile ilişkiler, bir müddet askıya alınmıştır. Buna rağmen Fransa bu konudaki tutumundan vazgeçmemiş, aksine devletin zayıf olduğu zamanlarda daha da ileri gitmiştir. Fransa’nın bu yöndeki faâliyetleri, XVIII. ve XIX. yüzyıllarda, Osmanlı Devletinin iktisâdî ve siyasi bakımlardan gerilemesine bağlı olarak, daha da artmıştır[31]. Fransa, Ermeni toplumuna bağımsızlık vaadinde bulunarak, dâimî surette onları kendi amaçları doğrultusunda kullanmak arzusunda olmuştur[32].

Fransa 1740 yılında Osmanlı ülkesindeki Katoliklerin hâmiliği ayrıcalığını elde etmişti. İngilizler Ermenileri “tabii müttefik” hâline getirmek için nasıl Protestanlık unsurunu kullanmaya çalıştıysa, benzer bir amaçla Fransızlar’da Ermeniler arasında bir Katolik cemaati oluşturmaya çalışmışlardır. Nitekim, bu çabalar sonuç getirmiş ve Ermeni milliyetçiliği, özellikle Fransa’da eğitim görmüş üst ka­demedeki Katolik Ermeniler tarafından başlatılmıştır[33].

Fransa’da, 1700-1790 yılları arasında Ermeniler hakkında siyâsî içerikli 200’den fazla kitap yayımlanmıştır[34]. Pek çoğu Ermeni millî kimliğinin oluşmasına yönelik olan ve henüz “Ermenistan, Ermeni halkı, Ermeni devleti” gibi kavramlar bilinmezken, bu kavramların özenle kullanıldığı bu yayınlar, Fransa’nın Ermenilerle ilgisinin çok eski târihlerde başladığını göstermesi bakımından önemlidir.

1839 Baltalimanı Antlaşması’ndan sonra, gayrimüslim unsurlara mensup tüccarların Batı ülkeleriyle ilişkileri hızla gelişmiş ve bunun neticesinde maddî yönden zenginleşmişlerdir. Batılı devletler ve ─devletlerinin tatbik ettikleri politikalar doğrultusunda hareket eden─ Batılı tüccarlar, Osmanlı tebâsı gayrimüslim unsurları tabii müttefikleri gibi görmelerinin yanısıra, onların ayrı bir millet şuuruna sâhip olmalarının ancak kültürel yönden gelişmeleri ve iktisâden kalkınmaları ile mümkün olacağı düşüncesinden hareketle, bu kesimle olan ilişkilerine özel bir önem vermişlerdir. Bunun sonucunda, özellikle ticaretle uğraşan Ermeni ailelerin çocuklarının ─bilhassa Fransa’nın en ünlü üniversitelerinde─ eğitim görmeleri temin edilmiştir. Eğitimlerini tamamladıktan sonra baba ocağına dönen bu gençler, yalnızca Avrupa’nın tekniğini öğrenmekle kalmamışlar, aynı zamanda Fransa’da öğrendikleri ihtilálci fikirleri, milliyetçilik ve ulus-devlet anlayışını da getirmişler, edindikleri fikirleri çevrelerine yaymışlardır. Ermeni milliyetçilik hareketinin ortaya çıkmasında, Fransa’da öğrenim gören Ermeni gençlerin önemli bir rolü olmuştur[35]. Fransa, gelecekteki projelerini tatbik etme hususunda, bu gençlerden önemli ölçüde istifâde etmiştir[36].

Daha yakın tarihlere geldiğimizde, Fransa, 1915-1916 yıllarında Osmanlı topraklarının paylaşılması projesi kapsamında İngiltere ve Rusya ile gerçekleştirilen gizli antlaşmalara dayanarak, Mondros Mütarekesi sırasında, Suriye ve ─Kilikya adını verdikleri─ Adana, Antakya, Gaziantep, Şanlıurfa ve Kahramanmaraş bölgesini işgál etmiştir. Haçlı Seferleri döneminden beri ilgilendiği bölge üzerinde “tarihî hakları olduğu” konusundaki iddialarını bu dönemde de sürdüren[37] Fransa, Osmanlı Ermenilerini kışkırtarak, sözkonusu bölgede tesis etmeye çalıştığı hâkîmiyeti güçlendirmeye çalışmıştır.

 

e.  Ermeni Meselesinde Islahatların Etkisi

Ermeni meselesinin ortaya çıkmasında, Batılı büyük devletlerin kışkırtmaları kadar, belki ondan da fazla, yine sözkonusu devletlerin bâzen tavsiye ve yönlendirmeleri, bâzen de tazyikleri sonucunda XIX. yüzyılda Osmanlı idârî sisteminde yapılan ve klâsik Osmanlı sisteminin tasfiyesini sağlayan düzenlemelerin (Tanzimat, Islahat) önemli rolü olduğunu vurgulamak gerekir. Konunun yeterince anlaşılabilmesi için, Ermeniler özelinde klâsik Osmanlı millet sistemi hakkında kısa bir mâlûmat vermek yararlı olacaktır.

Osmanlıda millet sistemi etnik değil dini temele dayanmaktaydı[38] ve, Ermeniler, 15. yüzyıldan itibaren millet sistemi içinde Gregoryen Milleti olarak örgütlenmişlerdi[39].

Patrik, belirlenen usûller dâiresinde, Ermeni cemaati tarafından seçiliyordu. Seçilen kişi devlete “pişkeş” adı verilen bir vergiyi ödedikten sonra, Padişah beratıyla görevi onaylanıyordu[40].

Patrik, bir anlamda, tıpkı Rumlarda olduğu gibi, Osmanlı millet sistemi çerçevesinde “Ermeni millet başı” olarak kabul edilmişti. Kendi idaresindeki toplumun dinî ve sivil işlerinden sorumlu olan “Ermeni millet başı” Osmanlı Devleti ve Padişah adına cemaatinin işlerini yürütmekteydi[41].

Kezâ, Patriğin başında bulunduğu Ermeni Patrikhanesi de, Osmanlı hükümeti nezdinde Ermeni cemaatini temsil ettiği gibi, Ermeni cemaatine karşı da Osmanlı Hükümeti’ni temsil ediyordu. Bu her iki temsil görevini yerine getirebilmesi için patrikhane, cemaatine karşı çeşitli cezalar verme (hapse atma veya sürgüne gönderme gibi) hakkına sahipti. Patriğin emrinde bir askerî birlik de vardı. “Yasakçı” adı verilen ve yeniçerilerden oluşan bu askerler, patriğin idarî yetkilerini kullanmasında ona yardımcı oluyorlardı[42].

Ermeni patriğinin cemaat üzerindeki otoritesini sınırlayan ve kimi zaman patrikhaneyi yönetebilecek kadar güçlenen tek sınıf, kendilerine “amira” denilen Ermeni aristokrasisiydi[43]. Ermeni cemaatinin bütün idârî ve mâlî sorumluluğunu bu zümre üzerine almıştı ve cemaatleri üzerinde sâhip oldukları iktidarı tam anlamıyla kullanıyorlardı[44]. Köklerini Van Ermeni Krallığına dayandıran ve hatırı sayılır servetlere sahip olan bu aileler genellikle ticaret ve sarraflıkla uğraşıyorlardı[45]. Ermeni cemaati, bu kişiler için Arapça’da Prens anlamına gelen Emir kelimesinden türetilmiş Amira deyimini kullanmaktaydı. 16. yüzyılın ortalarından 19. yüzyılın ortalarına kadar toplamda 67 Amira Ailesi ve 175 kadar Amira olmuştu[46].

Amiralar, kendi cemaatleri içinde kapalı bir hayatta yaşamayıp şehrin farklı cemaatlerine mensup diğer seçkinleri ile birlikte üst sınıf Osmanlı kültür ve sanat hayatının inşaasında da rol alıyorlardı [47]. Cemaate ait okullar, yaşlılar evi, yetimhane, bimarhane ve hastane gibi kurumların masrafları 19. yüzyılın başlarına kadar amiralar tarafından karşılanıyordu. 19. yüzyılın başlarından itibaren Ermeni esnaflar da cemaat kurumlarının ihtiyaçları için maddi destek sağlamaya başlamışlardı[48].

1821 Yunan İsyanı’nın da etkisiyle amiralar altın çağlarını İkinci Mahmud döneminde yaşadılar. Ermeni cemaatinin sahip olduğu bir çok kurumun temelleri ya bu dönemde atıldı ya da bu dönemde ihya edildi. Sultan İkinci Mahmud’dan sonra 1839’da Sultan Abdülmecid’in tahta çıkması ve Tanzimat Fermanı’nın ilanı ise, amiraların iktidarını büyük oranda sarstı. Zira ferman, sarraf Amiraların servetlerinin en büyük kaynağı ve iktidarlarının temeli olan iltizam sistemini kaldırıyordu. Amiraların böylesine büyük bir darbe yemesinin ardından, son yıllarda cemaat kurumlarının masraflarını karşılayan ve yeni yeni zenginleşip sivrilen bir sınıf haline gelen esnaflar cemaat idaresinde Amiralarla birlikte yer almak istediler. Bu isteklerinde de başarılı olarak, karma meclislerin kurulmasını sağladılar[49][50].

Bir anlamda “imtiyazlı zımmiler” diyebileceğimiz amira zümresine mensup kimseler devlet hizmetinde olduklarından dolayı cizyeden muaftılar, diğer gayrimüslimlerde olduğu gibi evlerinin boyutlarına, kıyafetlerinin şekline karışılmıyordu. Ayrıca sakal bırakma, ata binme ve silah taşıyabilme gibi çeşitli ayrıcalıklara da sahiplerdi[51]. 

Ermeni Patrikhanesi’nde, Rumlarda olduğu gibi bir Sen Sinod Meclisi, yani ruhani kurul mevcut değildi. Cemaat ─sayıları 10 ila 24 arasında değişen─ amiralardan oluşan bir meclis tarafından idare ediyordu ve bu mecliste bulunan tek ruhani, patrikti. Gerektiğinde patriklerin azli ve yeni isimlerin seçimi yine bu meclis tarafından yapılıyordu[52].

Osmanlı millet sistemi çerçevesinde yürütülen bu idari yapı Tanzimat dönemine kadar sürmüştür. Ancak, Tanzimat döneminden itibaren Osmanlı Devleti’nin idari anlamda yaşadığı dönüşüm tabiatıyla gayrimüslim idarelerine de yansımıştır[53]. Bu noktada en önemli değişikliklerden birisi, cemaat meclisinin yapısında meydana gelmiştir. 1847’de Patrikhane’de 14 ruhanî üyeden oluşan Meclis-i Ruhanî, bir diğeri de yarısı amiralardan (Ermeni asiller) ve diğer yarısı sanat erbabından oluşan 20 kişilik Yüksek Meclis oluşturulmuştur[54] Bu değişikliğin önemli sebeplerinden birisi, amira zümresinin yeni gelişmelerden olumsuz etkilenmesi ve mâlî kudretini kaybetmeye başlamış olmasıdır. Zîrâ, daha önce de değinildiği gibi, Tanzimat Fermanı’nın getirdiği yeni düzenlemeler ve iltizam sisteminin kaldırılması sarraf amiraları büyük miktarda zarara sokmuş, hatta iflasın eşiğine sürüklemişti[55].

Amiralara büyük darbe vuran 1839 Tanzimat Fermanı’ndan sonra, 1856 yılında ilân edilen Islahat Fermanı Amiralık müessesesini tamamıyla ortadan kaldırmıştır. Zira Islahat Fermanı, artık gayrimüslimlerin de bürokraside görev alabilmelerini ve resmi unvanlar alabilmelerini kabul ediyordu[56]. Bu yüzden, imtiyazlı bir konumda bulunan ancak resmî ünvanlara sâhip olmayan Amiralar, haiz oldukları ayrıcalık ve saygınlıkları ile cemaat idaresindeki iktidarlarını kısa sürede kaybettiler. Özellikle 1863’de Nizamname-i Millet-i Ermeniyan’ın kabulü ve 20 Eylül 1863‘ten itibaren cemaatin bir parlamento tarafından idare edilmesi, Amiraları cemaat idaresinden tamamıyla soyutlanmalarına yol açmıştır[57].

99 maddeden oluşan Nizamname-i Millet-i Ermeniyan, Ermeni cemaatine mensup din adamları tarafından hazırlandı ve 29 Mart 1862 tarihinde Padişah tarafından onaylandı[58].

Sözkonusu nizamnâme tam bir anayasa mantığı ile hazırlanmıştı ve seçme ve seçilme şartları, seçimlerin nasıl yapılacağı; hangi meclislerin kurulacağı, bu meclislerde kimlerin görev alacağı, meclislerin görev alanlarının neler olacağı, toplanma ve karar verme usûlleri, mâlî kaynakların nasıl temin edileceği ve denetimin ne şekilde yapılacağı, ihtilafların nasıl giderileceği gibi hususlar titizlikle düzenlenmişti.

Sözkonusu nizamnâme ile, ruhânî ve cismânî meclisin yanısıra bir de 140 üyeli “genel meclis” oluşturulmuştu. “Millet Meclisi” tarzında yapılandırılan bu meclisin üyelerinin 20’sini İstanbul’da görev yapan din adamları, 40’ını İstanbul dışından seçilecek üyeler ve 80’i de İstanbul’da yaşayan Ermeniler arasından seçilecek kişiler oluşturacaktı (Md. 57). Genel Meclisin başlıca görevi, İstanbul Patriği, Kudüs Patriği ve katogigos gibi milletin başlıca memurlarını ve Ruhanî ve Cismanî Meclis üyelerini seçmek, ayrıca bu meclislerin işlemlerini denetlemek ve çözemedikleri meseleleri çözüme kavuşturmak idi.

Meclisler vasıtasıyla yapılacak harcamalar “millî harcama” olarak tanımlanıyor ve buluğ çağına ulaşıp kazanç ve gelir sahibi olan millet fertleri milli harcamaların karşılanmasına katılmak zorunda tutuluyordu. “Millî Yardım” adı verilmekle birlikte aslında vergiden farksız olan bu ödemelerin yıllık olarak ve mükelleflerin ödeme gücü nispetinde toplanması öngörülüyordu (md. 90-93).

Nizamname-i Millet-i Ermeniyan, 1856 Islahat Fermanı gereğince ve bir de Ermenilerin o güne değin ortaya koydukları sadık millet portresinin etkisiyle hükümetin bir lütfu olarak değerlendirilebilir. Osmanlı Devletinin ilk Anayasası Kanun-ı Esasi’yi 13 yıl önceleyen ve Ermenilerin Ermeni Anayasası dedikleri bu nizamname, Ermenilere önemli ayrıcalıklar kazandırmıştır. Her ne kadar Patriğin atanması ve nizamnamenin onaylanması gibi bazı hususlarda Padişahın onayı gerekiyor olsa da, Ermeniler, din işlerinden başka eğitim, sağlık, vakıflar, vergi ve kısmen yargıda kendi işlerini bu nizamnameye göre seçilecek komisyonları eliyle kendileri yürütebilme hakkını elde etmişlerdi. Nizamname genel olarak evvelce patrik ile asiller arasında paylaşılan iktidarın Ermeni cemaatine yayılması sonucunu doğurmuş ve Ermeni toplumu kendilerine ilişkin kararları kendileri alabilecek konuma gelmişlerdir[59].

1856 Fermanının getirdiği avantajlı ortamın doğurduğu nizamnamenin, Ermenilerde muhtariyet düşüncesini tetiklediğini söylemek yanlış olmaz. Osmanlı Devleti bu nizamnameyle millet-i sadıka diye nitelenen Ermenilere bir cemile yapmışsa da özelikle 1878’den sonraki süreçte Ermeni dernekleri ve ihtilal komiteleri, nizamnamenin tanıdığı ayrıcalık ortamından yararlanarak kurulmuştur. Bu itibarlâ, anılan nizamnamenin Ermeni sorununun oluşmaya başlamasında önemli rolü olduğunda kuşku yoktur[60].

Islahat Fermanını izleyen yıllarda millet sisteminin yerine Osmanlılık düşüncesinin ikame edilmeye çalışıldığını görüyoruz. Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi gibi aydınların ve devlet adamlarının başını çektiği bu hareket, Osmanlılık idealinin gerçekleşmesinde önemli bir aşama olan 1876 Kanun-ı Esasisinin ortaya çıkmasında önemli rol oynadı. Anayasanın 8. maddesinde Osmanlı şöyle tanımlandı: Devlet-i Osmaniye tabiiyetinde bulunan efradın cümlesine herhangi din ve mezhepten olursa olsun Osmanlı tabir olunur. Osmanlılık seçim yoluyla bütün Osmanlıların Meclislerde temsiline imkân veriyordu. Buna Osmanlılık namı altında bir hukuk eşitliği de denebilir[61]. 

Osmanlı devlet adamları ve aydınları, Osmanlılık kavramını geliştirmeye çalışarak, belki de 1839 ve 1856 düzenlemeleriyle yapılan hatâları telâfi etme amacını gütmüşlerdi. Fakat, artık geç kalınmıştı. Rum, Ermeni ve diğer unsurlarda, Tanzimat döneminin başlangıcından itibaren yapılan uygulamaların ortaya çıkardığı uygun zemin, Sırpların, Yunanlıların ve Romenlerin ─Batılı devletlerin desteklerini de arkalarına alarak─ elde ettikleri özgürlük ve nihâyet Batılı devletlerin aralıksız kışkırtmalarının sonucunda, Osmanlı toplumunu oluşturan unsurlar arasında ─bilhassa da, Ermeniler arasında─ “etnik bilinç” iyice belirginleşmişti. Bu yüzden, bütün Osmanlı tebâsının “Osmanlı milleti” olarak kabûl edilmesine yönelik çabalar olumlu sonuç vermedi.

Bu noktada, XVIII. yüzyılın sonlarından itibâren Türk Modernleşmesinin en önemli zaaflarından birisine dikkat çekmeyi lüzumlu görüyoruz.

Batılı târihçiler “modernleşme”nin başlangıç târihi olarak 1648 Vestfalya Antlaşması’nı kabûl ederler. Anılan anlaşma ile, hükümdarın ülke sınırları dâhilinde tebâsının dinini tâyin etme hakkı tanınmış ve millî sınırların güvence altına alınması kabûl edilmiştir. Bu iki husus, ulus-devlet kavramının doğuşuna zemin hazırlamıştır.

Ulus-devlet, “tek millete dayanan devlet” olarak tanımlanabilir.

Ulus-devlet, kamu düzeninin teşkilinde ve vatandaşların kamusal hak ve yükümlülüklerinin belirlenmesinde soy-sop ve inanç gibi ─kişinin değiştirmesi mümkün olmayan, subjektif nitelikli─ konulardaki farklılıklar yerine, “ortak değer”lerin (dil, kültür, hâlde ve gelecekte birlikte yaşama irâdesi, serbest piyasa ekonomisi, demokrasi, hukûkun üstünlüğü, kânûn önünde eşitlik, lâiklik, fikîr ve inanç hürriyeti vs.) esas alınması, anlamına geliyordu. Devletin bütün vatandaşları, “ortak değerleri” benimsemek ve bu doğrultuda hareket etmek kaydıyla, milletin aslî ferdi kabûl ediliyordu.

XVII. yüzyıldan sonra hemen hemen bütün Batılı toplumlarda yerleşen ulus-devlet yapısı, bugün dahi titizlikle korunmaktadır. Bu yüzdendir ki, Avrupa, XVII. yüzyıldan sonra da, iki büyük cihan harbi de dâhil olmak üzere, irili-ufaklı pek çok çatışmaya sahne olmasına rağmen, Batı Âlemi “Vestfalya Anlaşması’nın ruhunun hiç değişmeden devam ettiği” konusunda hemfikîr gibidir. Batılı toplumların ulaştıkları refah ve medeniyet seviyesinin temelinde ulus-devlet yapısının olduğuna inanılmaktadır.

Ulus-devletlerin kurulma süreci kolay olmamıştı. “Ortak değer”lerin inşâsı Batı toplumlarda büyük acıların yaşanması ve ağır toplumsal mâliyetlerin ödenmesi ile mümkün olabilmişti.

Şu kadar ki, Batılı devletler, anavatanlarında uyguladıkları ulus-devlet kavramını sömürgelerine teşmil etmemişlerdi. Sömürgelerindeki yerli ahâliyi kendi milletlerinden saymadıkları gibi, kamusal hak ve yükümlülüklerin belirlenmesinde, sömürgelerde yaşayanlar için söz hakkı tanınması ve hakkaniyet çerçevesinde eşitlik sağlanması gibi bir amaç da güdülmemişti. Meselâ, XIX. yüzyılda İngiliz egemenliğinde olan Hindistan’ın nüfusu İngiltere nüfusunun yaklaşık on katı olmasına rağmen, İngiliz avam kamarası seçimlerinde bir Hintlinin oy kullanması ve/veya milletvekili seçimlerine iştirak etmesi sözkonusu değildi. Batı medeniyetinin ışıltılı yönlerine bakmaktan gözleri kamaşan Tanzimat aydınları, ne yazık ki bu samimiyetsiz ve ikiyüzlü tavrı idrak edebilecek durumda değildi.

Vakıa, Osmanlı devlet ricali ve aydınları, XVIII. yüzyılın başından itibâren Batı’daki değişimin farkına varmışlar ve “Devlet-i Aliyye’nin bekası, nizam-ı âlemin devâmı” için “bir şeyler” yapmak gerektiğine inanmışlardı. “Yenilik/yenileşme” çabaları önceleri daha çok askerî konularla sınırlı tutulurken, 1770’li yıllardan sonra yaşanan ve XIX. yüzyılın başlarında giderek daha da ağırlaşan sorunlar, daha kapsamlı reformlar yapılması zorunluluğunu ortaya koymuştu. Sorun şu idi ki, Osmanlı devlet ricalinin ve aydınlarının “ne yapılması gerektiği” konusunda yeterli zihni hazırlığı yoktu ve Batı’da meydana gelen değişmelerin altında yatan sebepleri yeterince kavrayabildikleri söylenemezdi. “Müslümanların üstünlüğü” esasına dayanan klâsik idârî sistemi tasfiye ederek, yerine “bütün vatandaşların her bakımdan eşitliği” esasına dayanan yeni bir nizam kurmak isterken, düşünülenin tam aksine “toplumdaki bölünme ve çatışmaların artması” bunun en açık kanıtlarından birisidir.

Osmanlı yönetimi ve aydınları, “ulus-devlet” kavramının bilincinde değildi. Bu yüzden de, toplumu “bütünleştirmek”, bu amaçla soyu-dili-inancı farklı insanların oluşturduğu toplulukları “tek millet (Osmanlı milleti)” hâline getirmek isterken, farkında olmadan ulus-devlet kavramı ile bağdaşmayan, “tek millet” inşâsını zorlaştıran ─hattâ, imkánsızlaştıran─, Osmanlı tebâsını oluşturan unsurlarda “ayrı millet” bilincinin oluşmasına/kuvvetlenmesine yol açan uygulamalara girişmişlerdi..

Oysa ki, gelenekli Osmanlı düzeninde, her topluluk kimliğini koruma hakkına sâhipti. Devlet buna imkân ve zemin hazırlıyordu. Bütün uygulamalar kurallara bağlanmıştı, sorumluluklar ve ilkeler belirlenmişti. Üstelik, Ermeni toplumu özelinde söyleyecek olursak, o dönemin şartlarında oldukça “demokratik” sayılabilecek bir teşkilâtlanma imkânı da sağlanmıştı. Cemaatin, yöneticileri üzerinde denetim ve söz hakkı bulunmaktaydı.

Devlet ile cemaat arasında köprü vazifesi gören Patrik ve ilerigelenlerin (amiralar), kendilerine tanınan yetki, hak ve imkânlardan kayd-ı hayat şartıyla istifâde edebilmeleri, esas itibâriyle; kamu düzenine saygılı olmaları, temsil ettikleri cemaatin kamu düzenini tehlikeye düşürecek bir eylemde bulunmasına mâni olmaları ve cemaatin huzur ve emniyet içinde yaşamasını sağlamaları gibi hususlara bağlıydı… Bu vazifelerin lâyıkıyla yerine getirilmesi, hem sözkonusu liderlerin, hem cemaatin, hem de devletin yararına bir sonuç doğuruyordu. Bu yüzden de, istisnâî sorunlar bir yana, yaklaşık üç asır boyunca, büyük bir aksaklığa meydan verilmeden cemaat düzeni sürdürülebilmişti.

Millet-i hâkime olan Müslüman ahâli (devlet yönetimi, askerlik ve ilmiye sınıfında, ağırlıklı olarak Türkler) bâzı ayrıcalıklara sâhip olmakla birlikte, bu durum bütün renk ve farklılıklarıyla Osmanlı toplumunun ahenk içinde huzurlu bir hayat sürmesine engel değildi.

Tanzimat sonrasında, yukarıda özetlendiği şekilde, bu düzen bozuldu. Yerine “Batı’daki uygulamalar emsál alınarak” kurulmak istenen nizam ise, sözkonusu düzenin tesisine imkân sağlayan şartlar vârit olmadığından ve bunun önemi de yeterince kavranamadığından, arzu edilenin tam aksi neticeler doğurdu.

Denilebilir ki, Türk Modernleşmesi olarak tanımlanabilecek bu süreçte, çoğunlukla iyi düşünülmüş, kapsamı ve sınırları tespit edilmiş, olumlu ve olumsuz yönlerinin değerlendirmesi yapılmış ve ortaya çıkabilecek mahzurların giderilmesi konusunda gerekli tedbirler geliştirilmek suretiyle belirlenmiş uzun vâdeli bir strateji çerçevesinde hareket edilmesi imkânı bulunamamış, o günün şartlarında pek çok uygulama daha çok Batılı devletlerin dayatması veyâ yönlendirmeleriyle gerçekleştirilmiştir.

Hâlis niyetle ─fakat, iyi tasarlanmış bir stratejiden yoksun şekilde─ uygulamaya konulan yenilikler sonucunda, geçmişte kendisini dinî mensubiyetiyle ifâde eden farklı mezheplere mensup Ermeni topluluklarının “Ermeni Milleti” hâline gelmesi için gerekli bütün hukûkî ve idârî altyapıyı âdetâ Türk Devleti tarafından bizzat hazırlanmıştır. Bu yüzden, emsál alınan Batılı ülkelerdeki ulus-devlet nazariyesiyle tezat teşkil edecek şekilde, “farklılıkların müesseseleşmesi, kalıcı hâle gelmesi, ve hatta teşvik edilmesi” sonucunu doğuran düzenlemeler yapılmıştır. Bunun en müşahhas örneği Nizamname-i Millet-i Ermeniyan (Ermeni Millet Nizamnâmesi) dir. Oysa ki, aynı dönemlerde Batılı devletler, “tek millet” vücuda getirebilmek için “farklılıkları ortadan kaldırmayı” zaruri görüyor, bunun için gerekirse baskıcı usûller uygulamaktan çekinmiyorlardı.

Sözü bağlamadan, hakkaniyet gereği, şu hususun belirtilmesi gerekir: eski düzenin aynen devam ettirilmesi mümkün değildi. Batı’da gelişen bilim zihniyeti, sanâyi inkılâbı, teknolojik gelişmeler, toplumsal yapıdaki değişim gibi hususlar ile bunların yol açtığı ve hayâtın her alanına sirâyet eden gelişmelerin yok farzedilmesi düşünülemezdi. Bu zâviyeden bakıldığında, XIX. yüzyılın ruhuna uygun olarak, Türkiye’nin her alanda kendisini yenilemesi gerekiyordu. Tanzimat aydını, toplumsal yapıyı dönüştürme arzusunda haklıydı. Ve, ne yazık ki, bu konuda gerekli zihnî hazırlık ve entellektüel birikim yoktu. Bir medeniyetin, artık günün ihtiyaçlarına cevap veremediğini kabûl etmesi ve derhál çözümler üretmesi kolaylıkla yapılabilecek bir husus değildir. Bu açıdan, belki de yaşananlar, medeniyetimizin gerekli dönüşümü yapabilmesi ve yeni dönemin imkân ve ihtiyaçları çerçevesinde kendisini yeniden yapılandırabilmesi için ödenmesi gereken bir mâliyetti. Dolayısıyla, teşebbüs edilen bâzı uygulamaların olumsuz neticeler vermesi tabii karşılanmalıdır. 

Sonuç itibâriyle, Osmanlı yönetiminin iyi niyetle giriştiği ıslahat çabaları, Osmanlı tebâsını teşkîl eden unsurlarda “farklı kimlik bilinci” oluşması sürecini hızlandırmış ve bu durum, tedhiş ve tehcirle sonuçlanacak gelişmelere büyük ölçüde uygun zemin hazırlamıştır.

——————————————————

(Devâmı var)

Gelecek hafta:

Tedhiş ve tehcir

 

———————————————————————————————

 

Kaynaklar 

 

[1] Zeynep ALTINTAŞ,  “1890 Yılına Kadar Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Ermeni Sorununun Ortaya Çıkışında İngiltere’nin Rolü”, Ermeni Özel Sayısı, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 1, Haziran: 2005, Sf. 151-183

[2] Fahir ARMAOĞLU, a. g. e., s. 272-288.;  Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadele, İstanbul 1983, s. 100 v. d.;  Süleyman Kocabaş, Türkiye ve İngiltere, İstanbul 1985, s. 86.;  Yaşar Akbıyık, Millî Mücadelede Güney Cephesi (Maraş), Ankara 1966, s. 7.

[3] 1877-1878 Türk-Rus savaşı öncesinde İstanbul’da toplanan konferans sırasında, İngilizlerin “Osmanlının bağımsızlığı ve toprak bütünlüğüne dayanan” geleneksel politikasının değiştiği ve İngiliz Hükûmetinin ─Lord  Salisbury vasıtasıyla─ bir Türk-Rus savaşı çıkması durumunda, İngiltere’nin Türkiye’ye yardım etmeyeceğini kesin olarak bildirdiği, görülmektedir (Bkz. Mithat AYDIN, İstanbul Konferansı (1876)’na Giden Yolda İngiltere’nin “Doğu” Politikası, Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 2005/2, Sayı:17, Denizli, 2005, s.69-78. , 2005).

[4] “Bitüm her ne kadar pek eski zamanlardan beri malûm ise de petrol bir endüstri olarak ticarî bir metotla ışık yapan gaz yağının muvaffakiyetle tasfiyesi ve petrolün sondajla aranmasiyle başlar. Bu olaylar Ondokuzuncu Yüzyılın ortalarında, daha katî bir ifade ile, 1838 de Fransa’da Selligue’in bitümlü şistlerden, 1848 de James Young’in kömürden gazyağı elde etmeleri ve 1859 da Titusuille de Drake tarafından ilk petrol kuyusunda ham petrol bulunmasıyla, olmuştur. Yirminci Yüzyılın başlarında otomobil el’an nadir görüldüğünden bu tarihe kadar geçen elli senede petrol endüstrisinin mamulâtı gazyağı ve iptidaî makina yağlarından ibaret bulunmakta idi. Ham petrolden yalnız gazyağı çıkarılmakta ve tasfiye esnasında tebahhur edip uçan benzin gazdan fâidesiz, fâidesizden daha fazla, tehlikeli ve bertaraf edilmesi gereken kısım telâkki edilmekte idi. Bununla beraber dünya petrol istihsali, 1859 yılında Drake isimli bir uzmanın bulduğu yöntemle  69 ayak (21 metre) derinliğindeki ilk petrol kuyusunun açılmasından sonra, 1860-1920 yılları arasında petrol üretimi tam 1.500 misli artış göstermiş ve 508.578 varilden 767.759.677 varile yükselmiştir. (Bkz. Cevat E. TAŞMAN, Petrolün Tarihi, Maden Tetkik ve Arama Dergisi, Sayı: 39, 1949, Erişim Târihi: 10.05.2016). Bu muazzam artış seyri, petrol talebindeki artışın en somut göstergesidir. Büyük devletlerin stratejilerini belirleyen çevrelerin bu gelişmelere seyirci kaldığı ve konuyu kendi hâline bıraktığı düşünülemez. Zira, 1870’li yıllarda içten yanmalı motor teknolojisinin gelişmeye başlamasıyla birlikte, daha önce “zararlı atık madde” kabûl edilen benzinin önemi birden bire artmış ve daha önce makine yağı ve aydınlatma konusunda kullanılan gazyağının önemi tedricen azalırken, benzin/motorin asıl ürün hâline gelmiştir. XIX son çeyreğinde motorlu taşıt teknolojilerindeki gelişim hızlanmış, XX. yüzyılın ilk yıllarından itibâren ise, geleceğin en önemli ulaşım araçlarından birisinin benzin ya da motorinle çalışan bir içten yanmalı motorun hareket ettirdiği “motorlu taşıt”lar olacağı anlaşılmıştır. (Bkz. The History of the Automobile, http://inventors.about.com/library/weekly/aacarsgasa.htm, Erişim: 10.05.2016).

[5] Zeynep ALTINTAŞ,  a.g.m., ayrıca, geniş bilgi için bkz. Berkes, a. g. e., Sf. 77.

12 Fahir ARMAOGLU, a.g.e., Sf. 272-274.;  “Ermeni Sorunu: 10 Soru, 10 Cevap”, Dışişleri Bakanlığı İAGM Dairesi Broşürü, s. 7, 8.

[6] Mehmet KOCAOĞLU, Millet-i Sadıka’dan Ermeni Mezalimine, Avrasya Dosyası, C. 2, S. 4, Sonbahar l995-l996 , s.114

[7] Daha önce de temas edildiği üzere, Rusya ─Bölge’deki Müslüman nüfus yoğunluğunu azaltabilmek için─ 1830’lu yıllardan itibâren İran ve Türkiye’den ─bugün Ermenistan olarak bilinen─ bölgeye Ermeni göçünü teşvik etmiştir. Nitekim, bu konuda yapılan bir çalışmaya göre, 1829 yılında Erivan (Bugün Ermenistan’ın başkenti olan Revan) ve çevresinde 117.849 Müslüman; 25.151 Ermeni (Toplam: 143.000) bulunmakta iken, 1832 yılında Bölge’nin nüfus yapısı tamâmen değişmiş ve şu şekilde olmuştu: 82.377 Ermeni ve 82.073 Müslüman; Toplam: 164.450). Rusların sözkonusu politikası doğrultusunda Güney Kafkasya’daki Ermeni nüfusu sonraki yıllarda da artmaya devam etti. Nitekim, 1828 öncesi Bölgede Ermeni nüfusu 45-50 bin arasında iken, 1845 yılına gelindiğinde 200.000’e yaklaştı. Türk ve Gürcülerden sonra Ermeniler üçüncü sırada yer aldılar. (Kavkazskiy Kalendar na 1846, (KK) (1845), Otdelenie II, III, Tiflis, Sf. 137). 1849 yılında Ermenistan vilayetinin adı değiştirilerek, yerine Erivan Guberniyası (Erivan, Nahçıvan, Ordubad, Novobayazit, Eçmiyadzin) kuruldu. Rusların “bölgenin nüfus yapısını gayrımüslimler lehine değiştirme politikasının sonucunda, Ermeni nüfusu 1862 yılında 229 bin, 1865 yılında 240 bin, 1886 yılında 375 bin ve 1897 yılında 440 bin civarına yükselmişti. Rakamlardan da anlaşılacağı üzere, Rusların tatbik ettikleri nüfus ve iskân politikası sebebiyle, 1830-1900 yılları arasında Güney Kafkasya’daki Ermeni nüfusu yaklaşık 17 misli artış gösterirken, aynı zaman zarfında Türklerin nüfusu ancak 2,5 misli artış gösterebilmiş ve Türkler yüzlerce yıldır vatan belledikleri topraklarda azınlık durumuna düşürülmüşlerdi (1829 yılında 117.849 olan Türk nüfusu, 1897 yılına gelindiğinde, ancak 313.421 sayısına ulaşabilmişti). Bu konuda geniş bilgi için bkz. Hayri ÇAPRAZ, Güney Kafkasya’da Ermeni Nüfusu (19. Yüzyıl), http://turksandarmenians.marmara.edu.tr/tr/guney-kafkasyada-ermeni-nufusu-19-yuzyil/, Erişim: 10.05.2016

[8] Ermeniler arasında aşırı milliyetçi fikîrlerin gelişmesi, Ermenileri Rusya için de tehdit hâline getirmiştir. Ermenilerden kaynaklanan tehdit, yalnızca onların Rusya’dan siyâsî taleplerde bulunma ihtimâlinden kaynaklanmıyordu. Rusya, o târihte de bir “milliyetler mozayiği” durumundaydı ve ─tıpkı Yunan İsyânı’nın Osmanlı Devleti’nde diğer topluluklar için uyarıcı olması gibi─ Ermenilerin giderek keskinleşen ve zamanla ─bâzı hâllerde─ Rusya yönetimini de hedef keskin siyâsî söylem ve eylemleri, Rusya’da yaşayan diğer topluluklarda “siyâsî bilinç” oluşmasına ve bunun tabii sonucu olarak da “ayrılık talepleri”ne yol açabilirdi. Bu durum, Rusya’nın kendi silâhı ile vurulması anlamına gelirdi

[9] İngilizler, Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) yıllannda Osmanlı Imparatorluğu’nu parçalamak yolunda Ermeniler’e nasıl bel bağladıklarını şöyle açıklıyorlardı: “Ermeniler bizim küçük müttefikimizdir.. bugün kendilerine ait müstakil bir hükümete sahip olmadıkları halde, büyük bir itimat ve arzu ile bize hizmette bulundular”. Başka bir ifade ile, İngilizler Ermeniler’i, Doğu politikalarında kendi menfaatlerine kurban etmişlerdi.(Bkz. Aspirations et Agissement Revolutionnaires des Comites Armeniens avant et apres la prodamation dela Constitütion Ottornane, Constantinople i9 17. s. 24 i (Nakleden: Erdal İLTER, Ermeni Meselesi’nin Doguşunda Ve Gelişmesinde İngiltere’nin Rolü, OTAM (Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi), Sayı: 6, Sayfa: 155-171 DOI: 10.1501/OTAM_241, 1995

[10] H.Kröger, Deutschland in der Periode des Imperialismus bis zum Ausbruch des I Weltkrieges, Volk und Wissen, Volkseigener Verlag, Berlin 1953, s. 24.(Nakleden: İlber ORTAYLI, İkinci Abdülhamit Döneminde Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları No: 479, 100. Doğum Yılında Atatürk’e Armağan Dizisi: 24, Ankara, 1981, Sf. 17)

[11] Paul Fesch, Constantinople aux dernieres jours a”Abdul-Hamid Paris 1907, s. 511-512 den D.G.Indjikyan, Burjuaziya Osmanskoi Imperii s. 192-193 (Nakleden: İlber ORTAYLI, İkinci Abdülhamit Döneminde Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları No: 479, 100. Doğum Yılında Atatürk’e Armağan Dizisi: 24, Ankara, 1981, Sf. 35).

[12] Rıfat ÖNSOY, Türk-Alman İktisadi Münasebetleri, İstanbul, 1982, Sf. 12

[13] Demiryollarının geçtiği yerlerde, tarımsal ürünlerde önemli artışlar olmuştur. Meselâ: 1889 ile 1911 seneleri arasında ülke çapındaki zirai üretimde artış % 63 olarak gerçekleşirken, demiryolu güzergâhına yakın bölgelerde bu oran % 114 olmuştu. Yine, anılan dönemde, devlet tarafından demiryolu şirketlerine kilometre başına ödenen tazminatların toplam tutarı 194 milyon kuruş olurken, sözkonusu bölgelerde aşar vergisindeki hâsılát artışı 254 milyon kuruş olarak gerçekleşmiştir. Böylelikle devlet, demiryolu yatırımları sâyesinde vergi hâsılâtında 60 milyon kuruşluk fazla elde etmiştir (Bkz. Vedat ELDEM, Osmanlı İmparatorluğunun İktisadi Şartları Hakkında Bir Tetkik, Ankara, 1970, Sf. 152 – 153). 

[14] XX. yüzyılın ilk çeyreğindeki taşıt üretimi hk. bkz. Reha SAYDAN, 1900’lerın İlk Yıllarında Ford – General Motors, Rekabeti (Üretim ve Pazarlama Anlayışının Karşılaştırılması), Sf. 152 – 159

[15] Bağdat ve Hicaz Demiryolları ile ilgili olarak bkz. Mustafa ALBAYRAK, Osmanlı-Alman İlişkilerinin Gelişimi ve Bağdat Demiryolu’nun Yapımı, OTAM (Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi), Sayı: 6, Sayfa: 1-38, DOI: 10.1501/OTAM-236, 1995; Hicaz Demiryolu Fotoğraf Albümü, Albaraka Türk Yayınları: 12, Kültür Kitapları: 1, İstanbul 1999

[16] İlber ORTAYLI, İkinci Abdülhamit Döneminde Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları No: 479, 100. Doğum Yılında Atatürk’e Armağan Dizisi: 24, Ankara, 1981, Sf. 25-28

[17] 1908 Haziranında Çar II. Nikola ve VII Edward arasında yapılan Reval Görüşmesi; Fransa adına François Georges-Picot ve İngiltere adına Mark Sykes tarafından ─29 Nisan 1916’da Kut’ül Ammare Kuşatması sonrasında İngiliz kuvvetlerinin Osmanlı’nın 6. Ordusu karşısında bozguna uğramasından 17 gün sonra─ 16 Mayıs 1916 tarihinde müzâkere edilen ─ve, müzâkerecilerin isimleriyle anılan─ Sykes-Picot anlaşması.

[18] Hattâ, 31 Mart Vakasında olduğu gibi, Türkler’de, birtakım gerekçelerle başkaldırıya sevkedilmişlerdi. 31 Mart vakasını gerçekleştirenler, Halifelik makamında oturan padişahı “şeriata mugayir davranmakla” itham ediliyordu. Halk tabakasının eğitim ve kültür seviyesinin meydana gelen hâdiseleri idrak edebilecek seviyeden uzak hâle gelmesi, toplumu ne yazık ki bu tür “garip” manipülasyonlara açık duruma getirmişti.

[19] 1891’de 19 milyon Osmanlı lirası tutan bütçenin yarıdan fazlası orduya ve bahriyeye ayrılmıştı [Bkz. M.A.Griffiths, The Reorganization of the Ottoman Army Under Abdulhamid II (1880-1897) PhD. Univ. of California, Los Angeles, 1966. Sf. 85,(Nakleden: [19] İlber ORTAYLI, İkinci Abdülhamit Döneminde Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları No: 479, 100. Doğum Yılında Atatürk’e Armağan Dizisi: 24, Ankara, 1981, Sf. 59)] Osmanlı Ordusu Alman silâh fabrikalarının en önemli müşterisi konumundaydı. Nitekim, 1889 yılında 5,9 milyon mark, 1893’de 13,1 milyon mark, 1894′ de 6 milyon, 1895’de 12,2 milyon marklık silah sipariş edilmişti. Bu siparişler her yıl önemli meblağlar ödenerek tekrarlanıyordu. (Bkz. İlber ORTAYLI, İkinci Abdülhamit Döneminde Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuz, Sf. 68). 

[20] Kâmuran GÜRÜN, Ermeni Dosyası, TTK, 3. baskı, Ankara,  l985, Sf. 47.

[21] TOSUN, Ramazan, “Ermeni Meselesinin Ortaya Çıkışı Ve Mahiyeti”, http://sutad.selcuk.edu.tr/sutad/article/download/237/229 d

[22] Mehmet Kocaoğlu, Millet-i Sadıka’dan Ermeni Mezalimine, Avrasya Dosyası, C. 2, S. 4,

Sonbahar l995-l996 , s.114

[23] TOSUN, Ramazan, “Ermeni Meselesinin Ortaya Çıkışı Ve Mahiyeti”, http://sutad.selcuk.edu.tr/sutad/article/download/237/229 d

[24] Seçil Akgün, Kendi Kaynaklarından Amerikalı Misyonerlerin Türk Sosyal Yaşamına Etkisi (1820-1914), Türk Tarih Kongresi, C.V, 22-26 Eylül l986, s. 2127

[25] Bakz: Mine Erol, Osmanlı İmparatorluğu’nun Amerika Birleşik Devletleriyle Yaptığı

Ticaret Antlaşmaları, Konya (tarihsiz)

[26] Akgün, Kendi Kaynaklarından Amerikalı Misyonerler…, agy, s. 2123; Seçil Akgün, Amerikalı

Misyonerlerin Ermeni Meselesinde Rolü, Türk Kültürü Araştırmaları, Yıl:XXXVII/1-2,

Ankara l989, s. 5

[27] Cemal SEZER, Amerikan Misyonerlerinin Ermeni Meselesine Etkileri (1890-1914), Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 3, Sayı: 1-2, Haziran-Aralık 2010, Sf. 57-69

[28] Altan Deliorman, Türklere Karşı Ermeni Komiteleri, 3. bas. İstanbul 1980, s. 20; Mehmet Hocaoğlu, Arşiv Vesikalarıyla Tarihte Ermeni Mezalimi ve Ermeniler, İstanbul

l976, s. 122; Azmi Süslü, Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, (Bundan sonraki atıflarda 1915 Tehcir Olayı

şeklinde verilecektir) Ankara 1990, s. 29; Seçil Akgün, Kendi Kaynaklarından Amerikalı Misyonerlerin Türk Sosyal Yaşamına Etkisi (1820-1914), Türk Tarih Kongresi, C.V, 22-26 Eylül l986, s.1

[29] Muhammet YILDIZ, Batılı Güçlerin Ermeni Politikaları, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi 1.2 (2015),

[30] Dündar AYDIN, Ermeni Meselesinin Ortaya Çıkmasında Fransa’nın Rolü, Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu İle İlişkileri Sempozyumu, 8-12 Ekim 1984, Atatürk Üniversitesi, Erzurum -Kurtuluş Ofset Basımevi, 1985 Ankara, Sf. 285-291

[31] Aydın, a.g.e.,s. 285-295. 

[32] Kemal ÇELİK, Soru ve Cevaplarla Ermeni Sorunu – Göçettirme (Tehcir), Sözde Soykırım iddiaları ve Gerçekler, Ermeni Araştırmaları, Sayı 14-15, Yaz – Sonbahar 2004

[33] Dündar AYDIN, a.g.m.

[34] Dündar AYDIN, a.g.m.

[35] Bernard LEWİS, Modern Türkiye’nin Doğusu, Çev: Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1984, s. 62, 63, 64

[36] Ahmet ALTINTAS,; Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Ermeni Sorununun Ortaya Çıkısında Fransa’nın Rolü, Ermeni Özel Sayısı, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 1, Haziran: 2005, Sf. 21-76

[37] E. BREMOND, La Cilicie en 1919-1920, Paris 1921, s.76.;  P. Redan, La Cilicie et Le Probleme Ottoman, Paris 1921, 114-138 (Nakleden: Kemal ÇELİK, a.g.m.)

[38] Yavuz ERCAN, “Osmanlı Devletinde Müslüman Olmayan Topluluklar (Millet Sistemi)”, Osmanlıdan Günümüze Ermeni Sorunu, (Ed. Hasan Celal Güzel), Yeni Türkiye Yay., Ankara, 2000, Sf. 146

[39] Erdal İLTER, Ermeni Meselesinin Perspektifi ve Zeytun İsyanları (1780-1915), 2. Baskı, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yay., Ankara, 1995, Sf. 31

[40] , M. Macit KENANOĞLU, Osmanlı Millet Sistemi – Mit ve Gerçek, Klasik Yayınları, İstanbul, 2007, Sf. 154-155

[41] Ramazan Erhan GÜLLÜ, İstanbul Ermeni Patrikhanesi’nin Kuruluşu ve Statüsü, http://turksandarmenians.marmara.edu.tr/tr/istanbul-ermeni-patrikhanesinin-kurulusu-ve-statusu/, Erişim: 20.05.2016

[42] , M. Macit KENANOĞLU, Osmanlı Millet Sistemi – Mit ve Gerçek, Klasik Yayınları, İstanbul, 2007, Sf. 154-155

[43] Hagop L. BARSOUMİAN, İstanbul’un Ermeni Amiralar Sınıfı, (Çeviren: Solina Silahlı), Aras Yayıncılık İstanbul, 2013, Sf. 39-177

[44] Vartan ARTİNİAN, Osmanlı Devleti’nde Ermeni Anayasası’nın Doğuşu, İstanbul: Aras Yay, 2004, Sf. 40

[45] Arşag ALBOYADJİAN, Les Dadian Cairo, 1965, Sf. 19-25 (Nakleden: Saro DADYAN, Ermeni Cemaatinin İdaresinde Amira-Esnaf Çatışması ve Anayasallaşmaya Giden Süreç)

[46] Hagop L. BARSOUMİAN, İstanbul’un Ermeni Amiralar Sınıfı, (Çeviren: Solina Silahlı), Aras Yayıncılık İstanbul, 2013, Sf. 39-177.

[47] PHİLLİOU, Christine, “Osmanlı Yönetimi’ndeki fenerli Nüfuzun Çözümlenmesi”, Toplumsal Tarih, 193, Ocak-2010, Sf. 63

[48] Saro DADYAN, Ermeni Cemaatinin İdaresinde Amira-Esnaf Çatışması ve Anayasallaşmaya Giden Süreç, http://turksandarmenians.marmara.edu.tr/tr/ermeni-cemaatinin-idaresinde-amira-esnaf-catismasi-ve-anayasallasmaya-giden-surec/, Erişim: 20.05.2016

[49] Murat BEBİROĞLU, Tanzimat’tan İkinci Meşrutiyet’e Ermeni Nizamnameleri, 2003, Sf. 34

[50] Arusyak YUMUL, “Osmanlı’nın İlk Anayasası”, Osmanlı Devleti’nde Ermeni Anayasası’nın Doğuşu, Koptaş (ed.), İstanbul: Aras. Yay, 2004, Sf. 169

[51] Saro DADYAN, Osmanlı’da Ermeni Aristokrasisi, İstanbul: Everest Yay, 2011, Sf. 89-90

[52] Vartan ARTİNİAN, Osmanlı Devleti’nde Ermeni Anayasası’nın Doğuşu, İstanbul: Aras Yay, 2004, Sf. 40

[53] Ramazan Erhan GÜLLÜ, Ermeni Sorununun Ortaya Çıkış ve Gelişim Sürecinde İstanbul Ermeni Patrikhanesi’nin Tutumu (1878-1923), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul, 2013, Sf. 38-56

[54] Esat URAS, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, 2. Baskı, Belge Yay., İstanbul.[:en], 1987, Sf. 159

[55] Saro DADYAN, Ermeni Cemaatinin İdaresinde Amira-Esnaf Çatışması ve Anayasallaşmaya Giden Süreç, http://turksandarmenians.marmara.edu.tr/tr/ermeni-cemaatinin-idaresinde-amira-esnaf-catismasi-ve-anayasallasmaya-giden-surec/, Erişim: 20.05.2015

[56] Saro DADYAN, Ermeni Cemaatinin İdaresinde Amiralar ve Amiralar Meclisi, http://turksandarmenians.marmara.edu.tr/tr/ermeni-cemaatinin-idaresinde-amiralar-ve-amiralar-meclisi/, Erişim: 20.05.2016

[57] Vartan ARTİNİAN, Osmanlı Devleti’nde Ermeni Anayasası’nın Doğuşu, İstanbul: Aras Yay., 2004, 104

[58] Esat URAS, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, 2. Baskı, Belge Yay., İstanbul.[:en], 1987, Sf. 159

[59] Fehmi AKIN, 1863 Tarihli ‘Nizamname-i Millet-i Ermeniyan’ Bağlamında Osmanlı Devletinin Ermenilere Yönelik Tutumu, http://turksandarmenians.marmara.edu.tr/tr/1863-tarihli-nizamname-i-millet-i-ermeniyan-baglaminda-osmanli-devletinin-ermenilere-yonelik-tutumu/, Erişim: 20.05.2016

[60] Fehmi AKIN, 1863 Tarihli ‘Nizamname-i Millet-i Ermeniyan’ Bağlamında Osmanlı Devletinin Ermenilere Yönelik Tutumu, http://turksandarmenians.marmara.edu.tr/tr/1863-tarihli-nizamname-i-millet-i-ermeniyan-baglaminda-osmanli-devletinin-ermenilere-yonelik-tutumu/, Erişim: 20.05.2016

[61] Halil İNALCIK, “Sened-i İttifak ve Gülhane Hatt-ı Hümayunu”, Tanzimat, Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, (Ed. Halil İnalcık-Mehmet Seyitdanlıoğlu), Phoenix Yay., Ankara, 2006, Sf. 31

Yazar
Mustafa TEZEL

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü'nden mezun olan Mustafa TEZEL, yüksek lisansını Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Maliye Bölümünde yapmıştır. Çalışma hayatına bir kamu bankasında müfettiş yard... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen