Türk-İslam Düşüncesinde Devlet Kavramı

 

Prof. Dr. İsmail YAKIT[i]

 

Özet

İslam öncesi dönemde “il”, “il tutmak” şeklinde ifade edilen devlet kelimesi, İslâmî dönemde Arapça’dan alınmış bir kelimeyle ifade edilir olmuştur. Arapça’da “d-v-l” kökünden gelir. Tedvir etmek, yönetmek, döndürmek, işletmek anlamına gelir. Nitekim Kur’an’da “mallar sadece zenginler arasında dönüp duran (bir devlet) olmasın” (Haşr, 59/7) ayetinde geçer. Buradan, sermayenin, millete ait malların, zenginler arasında tedvir edilen bir emta olmasını yasaklamaktadır. Buradan anlaşılan, devlet, dinamit bir hüviyete olan, sermayeyi tedvir eden “hükümet” anlamındadır. Batı dilerinde bu kelime ise, “État, State” şeklinde ifade edilir. Latince “Status” ten gelir. “Ayakta durmak”, “yerleşmek” demektir. Coğrafi bir nispeti belirler. Bu etimolojik analiz bize, semantik olarak devlet, Türkler’de yönetimin gücü nisbetinde ona devlet denilebileceğini bildirirken, Batı toplumlarında ise, topraklarını koruyup ayakta durabildikleri oranda devlete sahip oldukları anlayışını vermektedir. Türk-İslam kültüründe devlet kavramı zaman zaman anlam genişlemesine uğramışsa da hükümranlık ve ondan doğan hakların kullanımını da içine almıştır. Bu bildirimizde, tarihten seçilen örneklerle bu kavramın ne olduğu tam anlamıyla ortaya konulmaya çalışılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Türk-İslam, Düşünce, Devlet, Yönetim, Siyaset

Devlet kavramı eski Türklerde “il” kelimesiyle ifade edilmiştir. Nitekim Orhun Abideleri’nde bu kelimenin “devlet” anlamında kullanıldığını görmekteyiz. Gerçi aynı abidelerde “il” kelimesinin “memleket, ülke, vatan anlamına da geldiğini görmekteyiz.[1] Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lügâti’t-Türk adlı eserinde il kelimesinin, sulh, barış anlamının da olduğunu söylemektedir.[2] Buna göre devletle barış arasında bir ilişkinin olduğu da kendiliğinden ortaya çıkar. Yani devletin varlığı aynı zamanda sulhun, barışın ve huzurun da varlığı demektir. İl kelimesinin ayrıca mistik bir anlamı da bulunduğunu veya dini bir anlam içirediğini Ziya Gökap’ten öğrenmekteyiz. İl=sulh dini=barış dini demektir.[3] Ünlü Türkolog Thomsen’e göre “il”, siyasi bakımdan bağımsız, teşkilatlı bir millet,[4] Gabain’e göre “il”, ülke, imparatorluk, iktidar ve hükümet demektir.[5] Keza Eberhard’da göre, “il”, Eski Hunlar’dan beri toprağı (uluş) ile halkı (bodun, kün)’nı belli töreye uygun şekilde koruyan içeride barışı sağlayan bir kuruluştur.[6]

Göktürk ve Uygurlar döneminde “il”  Çinceden yapılan tercümelerde “kuo” nun tam karşılığıdır. Kuo ise, Çince’de “devlet” ve “ülke” demektir. Çinlilerin kastettiği ülke, sınırları belli ve hükümdarı olan topraktır.[7] Ögel’e göre Göktürkler, hiçbir zaman yıkılmayacak devlet için, “bengü il”deyimini kullanırlar. İyi il=edgü il; kamışıkil= karışık, kötü il kullanılan deyimlerdendir.

Ayrıca;

il tutmak, il tutmuş= devlet idaresi,

il kaybolmuş, il elden çıkmış, il kaçırmış= devletin yıkılışı

yaratmak, kazganmak, kazanmak= devlet kurmak anlamındadır. Nitekim “İl-Teriş Kağan kazanmasa” cümlelerinde devlet kurmayı kastettiği açıkça bellidir[8]

“İl” kelimesi zamanla anlam genişlemesine uğramış, “ülke” hatta “bölge” anlamını ihtiva eden bir kelime de olmuştur. İçel, Kocaeli, Rumeli, Paşaeli vb. gibi.[9] Gerçi bu anlam genişlemesinin kaynakları Yusuf Has Hacib’e kadar gider: “sınırları ve hakanı belli bir ülke”[10]. Karahanlı hükümdarların bir diğer unvanları “ilig” idi. Bu, kelime aslen “illig” den gelmedir. “İlli=il sahibi” demektir. Cengiz Han çağında “il” kelimesi şube hanlığı (il-han) anlamı günümüzde il=vilayet anlamındadır.[11]

Eski bir Türk atasözüne göre: “ilini, belini dilini koru.” Yani “ilini koru”, burada devletine, vatanına, ülkene sahip çık demektir. “Belini koru”dan kasıt, soyuna nesline sahip ol demektir. “Dilini koru” demek de Türkçeni koru anlamına gelir. Böylece bu atasözünde anlatılmak istenen anlam; Devletine, soyuna ve konuştuğun dile sahip ol anlamıdır. Bu atasözü zamanla ferdi ve tasavvufi bir yöne kaydırılmış ve “eline, beline diline sahip ol” şekline girmiştir. Buradaki anlam da kimseye el kaldırma, elinle zarar verme, zina etme ve kötü söz söyleme anlamında söylenir olmuştur.

Bugün kullandığımız “devlet” kavramı dilimize Arapçadan gelen bir kavramdır. Kök itibariyle “D-V-L” olup, “hareket ettirmek, döndürmek, dolaştırmak, çekip çevirmek” anlamındadır. Bunlar da “yöneten” anlamı içerdiğinden devlet, “hükümet” kavramıyla sinonim bir değer kazanmıştır. Batı dilerinde ise “devlet” kavramı, “Etat”, “state” vb. kelimelerle karşılanmakta olup bunlar da Latince “status” den gelmektedir. Status’un anlamı da “durmak, yerleşmek, ikâmek etmek” anlamındadır.[12] Bir diğer ifadeyle Müslümanlar “işlerini çekip çeviremeyen, kendi kendini yönetemeyen” topluluklara “devlet” izafe edilemeyeceğini belirtirken, kavramın temelinde var olan semantik anlamla terim anlamı arasındaki bağı oluşturmuş oluyorlar. Latinler de, “yerleşik olmayan, belli bir coğrafya parçasında bulunmayan topluluklara devlet izafe edilemeyeceğini’ vurgulamaktadırlar. Yani Müslümanlar “egemenlik ve siyasi iktidar” unsurunu öne çıkarırken, Latinler de “ülke” unsurunu öne çıkarmış olmakta ve böylece bir yerde örgütlenmiş ve temerküz etmiş bir iktidarı temsil eden terim anlamıyla kök anlamı arasında semantik bağı kurmaktadırlar.[13]

Devlet kavramına, devlet ve toplum felsefesi, sosyoloji ve hukuk felsefeleri açısından da müşterek bir tanım yapılabilir. Buna göre “devlet”, üstün bir iradenin hâkimiyetine tabi olarak belirli bir coğrafya üzerinde yaşayan insan topluluğunun teşkil ettiği ayrı ve müstakil bir şahsiyete mâlik, hukuki bir kurumdur.[14] Devlet kavramının

ayrıca sözlüklerde yer alan “mevki, nüfuz, şeref, ikbal, servet ve mutluluk” vb gibi anlamları da vardır ama biz bu anlamlar üzerinde durmayacağız.

Kur’an’da devlet kavramına gelince, bu kelimenin Kur’an’da ne sözlük ne de bugün kullanılan anlamı kullanılmaktadır. Fakat, kelimenin kök manasıyla aynı anlama gelen “dûlet” şeklinde bir telaffuzu vardır. “Key lâ yekûne dûleten beyne’l-ağniyâ’i minkum.. (Mallar (=servetler) içinizdeki zenginler arasında dolaşıp durmasın)”15 Bir diğer ayette de zafer, galibiyet ve yaralanmalar vb hususlar hakkında:“Tilke’l-eyyâmu nudâviluha beyne’n-nâs.. (Bu gibi günleri insanlar arasında bazen lehe bazen de aleyhe döndürüp dururuz)”16 denmektedir. Bu iki ayet geçen anlamı semantik açıdan ele alırsak mal ve mülkün veya servetin getirdiği zenginlik ile savaşlarda elde edilen zaferlerin siyasi iktidarın önemli kaynaklarından olduğu hükmüne varırız. Kısaca ifade etmek gerekirse Kur’an’a göre devlet konusunda, bugün anayasalarla anladığımız biçimde ayrıntılı bir tarif yapma imkânımız yoktur.[15] [16] [17]

Kur’an, bugünkü anlamda devlet kelimesini kullanmadığı gibi bir devlet şekli de önermez. Bu Kur’an’ın üslûbuyla alakalı bir konudur. Yoksa Kur’an’ın iktidar olgusuyla ilgilenmediği anlamına gelmez. Felsefede “kelimenin yokluğu kavramın yokluğunu gerektirmez” diye bir ilke vardır; Dolayısıyla Kur’an, yönetici, iktidar, topluluk vb kelimeleri kullanır. Hüküm, mülk, ümmet, velayet, halife, itaat, bi’at, ulu’l-emrgibi siyasi anlam taşıyan kelime ve kavramları kullanır. Kur’an’ın evrensel ve en temel vasıflarından birisi de fert ve toplum bazında, insan hayatının bütün normatif alanlarını kendi ilke, prensip ve değer yargılarıyla kuşatmış olmasıdır. Öte yandan, insanların düzen ve barış içinde adaletin sağlanması için insan topluluklarının kendilerine yöneticiler seçmeleri ve bu anlamda örgütlenmeleri ve buna paralel olarak Kur’an’ın insanın sosyal ve siyasi ihtiyaçları doğrultusunda düzenleyici birtakım prensipler ortaya koyması en doğal yoldur.[18] [19]

Bugün insanın en temel ve evrensel hakları, bilindiği üzere, yaşama hakkı, adalet, eşitlik, hürriyet, mülkiyet, miras ile ticaret ve çalışma hakkı gibi haklardır. İşte Kur’an bu ve benzeri haklar için evrensel nitelikte hükümler vazetmiş, insan toplulukları ve onları yönetenlerden bu hakların gerçekleştirilmesini istemiştir. Kur’an’ın hedefi iyiliğin yaygınlaştırılması ve kötülüğün önlenmesidir. Nitekim “Siz insanlar için ortaya çıkarılan en iyi bir topluluksunuz. İyiliği işler, kötülükten sakındırırsınız”19 denmektedir. Kur’an’ın yönetenlere yüklediği görev, insanların ruh ve beden bütünlüğü içinde, genç, ihtiyar, kadın erkek, dul, yetim çocuk, sağlam özürlü kim olursa olsun, onları gelecek korkusundan kurtarmak, sosyal güvenliği ve barışı sağlamaktır. Bütün bunlardan Kur’an’ın bugünkü ifadelerle bir sosyal devlet anlayışına ağırlık verdiği anlaşılmaktadır.

Kur’an’ın devlet ve onun yönetimi hususunda herhangi bir şekil veya sistem yani isim koymak suretiyle bir devlet modeli önermediğini yukarıda belirtmiştik. Yöneten veya yönetenler kim olursa olsun, toplum hangi rejimle yönetilirse yönetilsin, Kur’an

yönetenlerden siyasi meşruiyete yönelik evrensel ilkelere uymalarını bekliyor. Bu ilkeler: adalet, istişare (şûrâ), insan haklarına riayet, emanetin ehline tevdi’i (=liyâkat) gibi ilkelerdir. Bu ilkeler kuvvetin kanunda toplanması gerektiğinin bir göstergesidir. İstişare kavramı sadece danışmayı değil, aynı zamanda eleştiri ve denetimi de ihtiva eden bir kavramdır. Kur’an’ın belirttiği bu esaslar, insana siyasi model kurmak ve yönetmek konusunda serbestlik tanımıştır. Nitekim ilk dört halife döneminde bunun tatbikatını görüyoruz.

Hz. Peygamber’in hayatında başlıca iki temel görevi vardı. Birisi nübüvvet, diğeri riyâset’tir. Çünkü Hz. Peygamber diğer bütün peygamberler gibi, bir beşer idi. Riyaset yani yönetim görevi onun beşer olması ile alakalı yönüydü. Vefat edince nübüvvet görevi, son peygamber olması hasebiyle sona ermiş ve nübüvvet defteri de kapanmıştı. Ancak yöneticilik görevi, bir diğer tabirle ümmetin başına geçip onları sevk ve idare etme görevi yani riyâset görevi, Hz. Peygamber’in bıraktığı yerden devam edecekti. Kendisinden sonra bir yöneticinin dünya işlerini ele alması zaruri idi. Bunun için de ilk halife seçilen Hz. Ebubekir’e “Allah’ın temsilcisi” anlamında “halifetulah” diyenlere karşı “Hayır, ben Allah’ın değil, Resullah’ın halifesiyim” diyerek reddetmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber’in sağlığında oluşturduğu ilk “Medine Site Devleti” nin anayasasının Kur’an’dan ayrı oluşturulması bugün “Kur’an anayasadır” şeklinde ifade edilmeye çalışılan fikrin yanlış olduğunun göstergesidir.[20]

Hz. Peygamber’in hayatında ve onun tatbikatında yönetimle ilgili siyasi bir form olmadığı gibi, Raşit halifeler’in de göreve gelişlerinde sabit bir sistem de yoktur. Nitekim Hz. Ebubekir, Benu Sakîfe’de toplanan bir grup Müslüman’ın oylarıyla göreve gelmiş, Hz. Ömer, Hz Ebubekir’in tayiniyle halife olmuş, Hz. Osman da Hz. Ömer’in tavsiyesiyle, Hz. Ali de hakem olayıyla göreve başlamışlardır. Görüldüğü gibi, gerek Kur’an’da ve gerekse Hz. Peygamber’in hadislerinde sabit bir şekil veya bir sistem olmadığından bu halifeler farklı şekillerde göreve gelmişlerdir. Bu da gösteriyor ki İslam, idari anlamda hükümetlerin uyması gereken bir şekil tespit etmemiş, yani siyasi otoritenin nasıl tanzim edileceğini belirtmemiştir. Zira insan maslahatları, zaman ve şartların değişmesiyle değişmektedir. İslam’ın yöneticiden beklediği ilkeler, toplum menfaatinin evrensel ilkeleri olup zaman ve mekânla sınırlandırılamaz. Ama yönetim şekilleri, siyasi formlar evrensel değildir. Devlet başkanlarının geliş yollarına ve hükümetlerin dış şekline önem vermeyen İslam, toplumun veya milletin mutluluğunu hedef edinen her yönetime kapıyı açık tutmuştur. Yeter ki o hükümet veya o rejim, insan onuruna, insan haklarına, istişareye, adalete en uygun rejim olsun.[21]

Gerçekten Kur’an, bir Müslümanın yaşam tarzına ilişkin birtakım kural ve kâideler getirmesine rağmen, devlet şekline ve onun kurumlarına dair herhangi bir sarih bir ayetin bulunmaması cidden düşündürücüdür. Hatta bu konuda yukarıda da belirttiğimiz gibi, Hz. Peygamberden rivayet edilmiş bir hadis de yoktur. Çünkü Benu Sakîfe avlusunda seçim yapan Muhacir ve Ensar, konuşmalarında hiçbir ayet ve hadisi söz konusu yapmamaları anlamlıdır. Kaldı ki veda hutbesinde bile yakında öleceğini

söyleyen, Kur’an’a uyulmasını tembihleyen Hz. Peygamber, devlet yönetimi hakkında hiçbir söz etmemesi, siyasi yönetimler konusunda bütün Müslüman toplulukları, zamanın ve dönemlerinin şartlarına bırakmıştır. İslamiyet’in bütün insanlığa ve bütün zamanlara hitap eden bir din olduğunu bu keyfiyet bize yeterince ispatlar.

Türkçede eski tabirle “hakimiyet” yeni tabirle “egemenlik” dediğimiz kavram, Latince’de “superanus, superaneitas”dan gelen “souverainte, sovereignty” gibi kelimelerle ifade edilir. Bu kelime “hüküm koyma, sözünü geçirme, yönetme hakkı” gibi anlamlara gelir. Bu da “yönetiminde bağımlı olmayan, hükümran” demektir. İslam açısından devletin egemenliği tekdir ve bölünemez niteliktedir. Her ne kadar egemenliği iç ve dış egemenlik diye ikiye ayırsalar da bu aynı kudretin, ülke içinde ve ülke dışında tezahür biçimini ifade etmek için kullanılır. Egemenliğin bir hukuki, bir de siyasi yönü vardır. Hukuki yönü, ülkenin pozitif hukukunun ve kanunlarının oluşturulması, siyasi yönü de bunun yürütülmesidir. Egemenlik, bir kudreti ifade eder, süreklidir, zaman aşımına uğramaz, tekdir, bölünemez ve devredilemez bir iradedir.[22].

Bu hususu Osmanlı Türk tarihinden alacağımız bir örnekle gösterebiliriz. Fatih’in küçük oğlu Cem Sultan, ağabeyi II. Beyazıt’a Anadolu ve Rumeli olmak üzere devlet yönetimini, yani hükümranlığı bölüşerek aralarındaki mücadeleye son verilmesi teklifinde bulundu. II. Beyazıt’ın ret cevabı gerçekten tarihî nitelikte bir cevaptı ve onun devlet ve egemenlik kavramının ne kadar bilincinde olduğunu gösterir: “Bu kişver-i Rum bir ser-i püşîde-i arûs-ı pür nâmustur ki, iki damat hutbesine tâb götürmez. ” Yani, “Devlet öyle yüzü örtülü tertemiz bir gelindir ki, iki damadın talebine tahammül göstermez”. Bu ifade daha sonra kısaca “Arus-ı saltanat taksim kabul etmez” şeklinde tekrarlanagelmiştir.[23]

Kur’an açısından Allah, evrensel ve mutlak anlamda hükümrandır. Evrenin kanunlarını koymuş ve işletmektedir. İnsan ise Allah’ın vekilidir. İzafi anlamda o da, toplumları idare ederken, Kitap ve sünnete dayanarak, insan haklarına uygun, adil prensiplerle, toplumu mutlu edecek ahlakî yasaları evrensel ilkeler doğrultusunda koyarak yönetme hakkına sahiptir. Mesela Kur’an’da bir trafik kanunu yoktur. Kur’an’da insan hayatının önemi vardır ve evrensel bir çerçeve olarak verilmiştir. İşte öyle bir trafik yasası yapılmalı ve uygulanmalıdır ki, insan hayatının aziz olduğu her uygulamada görülmeli ve kazalı ölümler minimum seviyeye inmeli. Bazı teokratik anlayışlarda dile getirilen “yönetimde egemenliğin yalnız Allah’a ait olduğu” veya “yönetenlerin Allah adına iş gördüğü” gibi sözler yönetenleri tanrılaştıracağı için Kur’an’la asla bağdaşmaz. Çünkü Kur’an, inanan inanmayan, yöneten, yönetilen vb her şeyi sorgulayan bir kitap olduğu için yöneticiler sınırlı yetkilerini sorumlu oldukları topluma karşı kullanmalarından sorumludurlar. Kısaca egemenlik yetkisi İslam’a göre, devletçe yerine getirilen yürütme, yasama ve yargılama yetkileri olan egemenlik yetkisi devredilemez. Aksi takdirde devlet ortadan kalkar[24]

Devlet, sadece bir kurum veya kurumlardan ibaret olmadığı gibi sadece yasa koyan ve yasalardan oluşan bir yönetim şekli de değildir. Bütün bu kurum ve yasaların altında devleti kuran bir kültür, bir dünya görüşü ve bir zihniyet yatar. Kurumları, yasaları ayakta tutan insandır. İnsanı değer veren devlet yıkılmaz. Nitekim Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye vasiyetinde yer alan “insanı yaşat ki, devlet yaşasın” ifadesi bu zihniyetin önemine yapılan bir vurgudur. Türk milleti tarih boyunca bekasını devletinde bulmuştur. “Allah, devlete millete zeval vermesin” sözü her fırsatta söylenen bir dua olmuştur.

Devlet zeval bulmaya başladığında, millet büyük inkırazlar yaşamış ve içinden bazı aydınlar bu zevale çare olarak çeşitli arayışlara yönelmişlerdir. Mesela Osmanlı, Batı toplumlarından geri kalınca, devlet iyice zayıflayıp, Batıyla baş edemez hale gelince bazı aydınlar Batı devlet sistemini ve batı kültürünü almanın bir kurtuluş olacağını söylüyorlardı ve bunun için devletin bütün imkânlarını seferber ediyorlardı. Bir diğer grup da bunlara karşı olarak, İslam devletinin ne olduğunu bilmeden, Kur’an ve sünneti anlamadan Batıcılara tepki olarak Emevi Arap zihniyetinin yerli yersiz uygulamalarını azimle savunur oldular.[25] Bu da ülkede İslam adına konuşan ve onun adına yargılayan, gelenekçi, örfü din haline getirmiş yeni bir cahiller güruhu ortaya çıkardı.

Tarihe baktığımız zaman, kurulan devletler kurulduğu zamanın, coğrafyanın ve kurucularının zihniyetine göre şekil alır. Nitekim, Raşit halifeler döneminden sonra Müslümanların idaresi Kureyşlilerin asırlık düşmanı ümeyye oğullarına geçince, Emeviler cahiliye adetlerine geri dönerek, Arap örfünü dinleştirdiler, Hz. Peygamber ailesine karşı kin ve intikam güttüler, pek çok yalan hadis uydurarak kendi zulümlerine dini, hukuki gerekçe hazırladılar. Söz gelimi Ebu Süfyan, Hz. Peygamber’le; oğlu Muaviye, Hz. Ali’yle; Muaviye’nin oğlu Yezit de Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin’le amansız mücâdele etti. Kısaca, bugün İslam adına söz edecek kişilerin evvela Arap örfünden gelen değerlerle, Kur’an ve gerçek sünnetten gelen değerleri ayırmak zorundadır. Aksi takdirde günümüzde İslam adına işlenen cinayetlerin, zulümlerin faturasını, İslam dinine çıkaranlardan hiç farkı kalmaz.

İslamiyet ideal olanı vazeder. Müslümanlar o ideali gaye edinir, bir hata varsa o insanın kendi zaafındandır. Bir milletin medeniyet değerleri sarsılmaya başladı mı, bu sarsıntının ilk hissedildiği yer, devlettir. Medeniyetin sarsılması demek, onun taşıyıcısı olan insanın değerlerini yitirmesi demektir. Halbuki devletin çarkını döndüren ona ruh ve hayat veren insandır. O yara aldı mı, milletin bünyesine en uygun sistemler bile işlemez olur, en âdil kanunlar bile kağıt üzerinde kalır. Devlet artık fonksiyonunu icra edemez olur. Medeniyetin hâkim kültürü, kendini yenileyip mecrasına oturamazsa, ya devlet yıkılır, yahut da suni teneffüsle yaşatılmaya devam eder.[26]

Türk devletlerinin oluşumuna yeniden bir göz atacak olursa; Orta Asya’dan Orta Avrupa ya ve Kuzey Afrika’ya kadar yayılan bu Türk devletleri, bulundukları coğrafyanın etkisi altında kaldılar. Bir bozkır devletiyle, verimli topraklarda kurulan

devlet aynı değildir. Nitekim Mehmed Niyazi’nin dediği gibi: “İki bin yılı aşan bir zamanda kurulan devletler devrin ihtiyaçlarına göre şekil aldılar. İrili ufaklı bu devletlerde aynı özellikler ve aynı telakkiler hâkim olmuştur. Bu Türk milletinin fertlerinde tarih teknesinde yoğrulmuş bir devlet felsefesi olmasaydı değişik çağ ve coğrafyalarda kurduğu devletlere bu zihniyet hâkim olmazdı.”[27] Tarihe baktığımızda “Türk devletleri, nazariyelerle değil, toplumun eğilimi, tarih ve coğrafi şartlara göre kurulmuş ve yönetilmiştir. Göçebelik döneminde varlığın devamı, halkın ihtiyaçları sıkı ve katı bir disiplini gerekli kılmış, her an bir baskına uğrama tehlikesi karşısında her ferdin sorumluluk almasını gerekli kılıyordu. Bu anlamda fertler devletle bütünleşen bir düzen fikrine sahip oluyorlardı”[28]

Bir devletin oluşumunda dinlerin nasıl bir fonksiyon icra ettikleri bilinmektedir. “Dinler, aynı zamanda devleti kuran iradenin temel zihniyetini de sağlar. Nitekim Antik dönemdeki paganist dinlerin tanrıları belli bir sitenin tanrıları idiler Yabancılar sitenin dinine giremezdi. Dolayısıyla kapalı bir din anlayışı, kapalı bir devletin yani site devletinin doğmasına sebep oldu. Devlet felsefesi yazan ünlü filozoflardan Eflatun ve Aristo gibi filozofların zihninde site halkının mutluluğunu sağlayan bir devlet fikri vardı. Kısaca bütün insanlığı kucaklayan bir devlet fikri yoktu. Halbuki Oğuzhan’ın ve diğer Türk hükümdarlarının bir dünya devleti kurmayı amaç edinmiş olmaları bunun için de destanlar oluşturmaları, onların kendi dönemlerindeki dinlerinde aramak gerekir.”[29] Keza Uygurların bir zamanlar Mani, Budizm gibi dinlere girmeleri Türk devlet anlayışını etkilemiş, cihattan ziyade hizmete yönelmişlerdir. Karahanlılar, Gazneliler, Harzemşahlar vb gibi diğer Türk devletlerin mayasını İslam oluşturduğundan, cihat anlayışı devlete hâkim olmuştur. İslamiyet’le Türk devletleri milliliklerini de korudular. Hak ve adalet sadece bir millete ve ümmete değil bütün insanlığa aittir.[30] Buradan cihatın sadece savaş olduğunu anlamamalıdır. Yeryüzüne ilim, hak ve adalet getirme anlamı da vardır. Bunu siyaseten de sağlamak bir cihattır.

Hukuk felsefesi açısından egemenlik; gelenekçi, kanunî ve karizmatik olarak üç ana kısımda ele alınır. Bunlardan gelenekçi egemenliğe göre meşruiyet, eskiden beri süregelen değişmeyeceğine inanılan düzenin kutsallığına dayanır. Kanunî hâkimiyette ise, hükümranlığın esası yasalarla tespit edilir. Hükümdar objektif kurallara ve yasalara göre hükmeder. Karizmatik egemenlikte isi hakimiyet, hükümdarlardaki tanrı vergisi olarak nitelendirilen üstün vasıflardan kaynaklanır. Türk devletlerinde gerek İslam öncesi ve gerekse İslam sonrası dönemlerde karizmatik hâkimiyet (=egemenlik) anlayışı hâkimdir. Nitekim Oğuz Destanı’na göre Oğuzhan hem karizmatik bir şahsiyettir hem de hâkimiyeti ilahi bir kaynaktan almıştır. Yönetme hakkı ilahi bir lütuf olarak ona Tanrı tarafından verilmiştir. Yani Tanrı ona kut (=devlet, baht, iyilik, ikbal, talih) ve ülüğ (kısmet) verdiğinden yönetme hakkına sahiptir. Ayrıca Asya Hun Hakanları “Gök Tanrı’nın tahta çıkardığı”, “Tanrı kutu”, “Tanhu”, “Tanju” gibi unvanlara

sahipti.31 Nitekim Ziya Gökalp de Tanrı kutunu “Tanrı’nın gölgesi, Tanrı’nın mukaddes ruhu” manasına gelen bir unvan olduğunu belirtmektedir.”32

Batı Hunlarında özelikle Attila’da bu inanç oldukça kuvvetliydi. Hatta bir çoban tarafından bulunup, kendisine takdim edilen efsanevi kılıncı, “Tanrı’nın kendisine yaptığı bir armağan” olarak kabul etmiştir. Hatta Batılılar da günahlarından dolayı kendilerini cezalandırmak için Tanrı’nın, Attila’yı gönderdiğine inanırlardı.33

Kutadgubilig’de Karahanlı ve Gaznelilerin hâkimiyet yani egemenlik anlayışlarının en bâriz şeklini görmekteyiz. Burada Eski Türk devlet anlayışı ile İslamiyetin bir araya gelmiş şekli vardır. Hükümdara seslenilir: “İsteyip almadın sen bu beylik gücünü, Tanrı verdi fazlıyla, bu beli. Bu beyliği sana lütfederek verdi bunun şükrünü kıl ey geniş bilgili” 34 Bu dönemde siyasi iktidar “kut” kavramıyla ifade ediliyordu ve kut 4 temel esasa oturuyordu: erdem (edep, fazilet); bilgi(bilig); akıl (oy); anlayış (ukuş).

Türklerde töre ile kut arasında daima bir ilişki vardı. “Töre ilahi nizam olduğu için Tanrı, kendi nizamına uyan kişiye kut vermekte yani onu kendisine yaklaştırmakta, töre istikametindeki davranışlarının mükâfatı olarak taltif etmektedir”35 Eski Türklerde hakanlar hâkimiyeti töreye göre kullanırlardı. Mesela töreye göre hakanlık hakkı Bilge Kağan’ın iken, onun yerine geçmek isteyen İnal Kağan’ı Tanrı tasvip etmemiş (kut’u taplamamış), tahtından olmuş, töreye muhalefetten öldürülmüştür.36 Kutadgubilig’de de belirtiliyor. Töreye uymazlarsa, hatalı uyarsa, Tanrı kut’unu geri alır, onları perişan ederdi. “Ey bey, çaba göster takatinin dengince, Töre yap, halka hakkını ver gücü yettiğince. Eğer kusurun olursa yine özrünü dile, Her gün tövbe et, dilinle bunu yinele”37 Eski Türkler, hâkimiyet konusunda siyasi iktidarın kaynağını Tanrı’ya bağlamakla ve iktidarı Tanrı’ya karşı sorumlu tutmaktaydı. İbn Batuta’ya göre, Türkler’in yılda bir kere toplanıp hakanın töreye uyup uymadığı, töreye göre hareket edip etmediğini kontrol ettikleri, gerekirse hakanın düşürülebileceği belirtilmektedir

İslam’da devlet başkanı yetkilerini Allah’ın rızası doğrultusunda kullanmak zorundadır. Tasarrufları naslara aykırı olmamalı, adaletten ayrılmamalıdır. Zalim yöneticilere itaat caiz değildir. Bu konuda İslam bilginleri arasında ittifak vardır. “Zalim sultanlara karşı hakikati söylemek zorunluluğu” hususunda hadis vardır. Hz. Ebu Bekir: “Ben Alah’a ve Peygamber’e itaat ettikçe siz de bana itaat ediniz. Ben Alah’a ve Peygamber’e isyan edersem, sizin bana itaatiniz lâzım gelmez”38 demiştir. İmam-ı Azam’a göre “zâlim ve fâsığın esasen imamlığı(=devlet başkanlığı) bâtıldır. Dolayısıyla aleyhine isyan gerekir.” Ancak, İmam-ı Azam’a göre başarılı olma şartı esastır. Aksi takdirde isyan etmemelidir.39 [31] [32] [33] [34] [35] [36] [37] [38] [39]

Hakanlık Eski Türk devlet geleneğinde Oğuzhan soyuna ait olduğundan bütün Türk hanedanları kendilerini o soydan kabul ederlerdi. O soydan gelenlere “Sultan”, “Han”, derlerdi. Timur o soydan gelmediği için sultan unvanını alamamış, “emir” olarak kalmıştır.[40] Türkler cihangir (süper güç) olan devletlerin hükümdarlarına Han (Kan) derlerdi. Kağan (=Ka’an) unvanı ise daha küçük hükümdarlar için kullanılırdı. Mesela Oğuzhan, Cengizhan gibi cihana hükmetmişse “Han”, diğerlerine “Kağan” denirdi. Kağanın kardeşi “Yabgu” unvanın alır.[41] İslam döneminde devlet başkanlarına “halife, imam, melik, hükümdar, emir, reis vb” unvanları almıştır.

Türk devletinin belli başlı amacı, yurt edinme, cihan hakimiyeti, barış ve hizmet şeklinde özetlenebilir. Bunların içinde en bâriz hedef cihan hakimiyeti mefkuresi idi. “Türkler, dünya devleti fikrine daha mitolojik çağda varmışlardır. Devlet anlayışları bu maya ile oluşmuş, üniversal devlet düşüncesi nesiller boyu devam etmiş, bu inançla kurdukları devletler değişik sebeplerle yıkılmış, ama aynı inanç ve amaç Türk milletini yeni dünya devletlerine zorlamıştır. Nitekim bu inancın kökeni Oğuz Kağan Destanı’nda buluyoruz. Bu destana göre toyda hükümdar ilan edildikten sonra: ‘Güneş bayrağımız, gökyüzü çadırımız’ parolası ile ‘daha çok denizlere, daha çok ırmaklara doğru.. ’ diyerek yeryüzü fethine hazırlanmıştır”[42]

İstemi Han’ın yerine geçen Tardu Han’ın Ak Hunları hâkimiyetine aldığı büyük zafer üzerine, Bizans İmparatoru’na gönderdiği mektuba şu cümlelerle başlar: “Dünyanın yedi iklim ve yedi ırkın (cihanın) Büyük Kağanından Romalıların İmparatoru’na…” Göktürkler de bu düşüncelerini Orhun Abidelerinde belirtmişler ve gelecek nesillerin de aynı şuuru taşımalarına çalışmışlardır: “Yukarıda mavi gök, aşağıda yağız yer yaratıldıkta ikisinin arasında insanoğlunun üzerinde atalarım Bumin Kağan ve İstemi Kağan tahta oturmuştu.”[43] Bu cümleden de Bumin Kağan ve İstemi Kağan’ın yerle gök arasında yaşayan bütün insanoğlunun hakanı olarak tahta oturduğu açıkça anlaşılıyor. Uygur kağanı 1027’de Gazneli Sultan Mahmud’a gönderdiği mektupta: “Tanrı yeryüzü ülkelerinin hakimiyetini bize verdi” diyordu.[44]

Türkler İslamiyeti benimsedikten sonra da cihan hakimiyeti fikrini canlı tuttular. Zaten islamiyetin cihat anlayışı Türklerin cihan hakimiyeti felsefesine uygun düşüyordu, onların fetih ruhunu okşuyordu. İslam devletlerinin en büyük amacı “ilâ-yı kelimetulah” uğruna mücadele etmekti. İslamiyeti bütün insanlığa tebliğ etmek ve onu her türlü tehlikeden korumak gibi bir emaneti ve amacı Türk-İslam devletlerinin ana siyasetini teşkil etmiştir. Bu ilahi emanet Gazneli ve Karahanlılar’ın siyasetinde[45] daha açıkça görülür: “Tanrı devlet güneşini Türklerin burcunda doğurmuş, göklerdeki dairelere benzeyen devletleri onun saltanatı etrafında döndürmüş, Türkleri yeryüzünün hâkimi yapmıştır”[46] Bu dönem zaten Türk devletlerindeki cihan hatimiyeti telakkisine tam bir İslami veche verilmiştir. Kaşgarlı’nın zikrettiği hadisten anlaşılmaktadır “Benim Türk adında bir ordum var.” Aynı gaye Selçuklularda da var. Abbasi halifesi Kāim-Biemrillâh 1058’de Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’e yedi siyah hil’at giydirdi, bu yedi iklimin kendisine tevcihi demekti. Zaten bunu halifenin ona verdiği “Melikü’l-Meşrik ve’l- Mağrib” (Doğnun ve Batının Hükümdarı) unvanından anlıyoruz47

Osmanlılar da Oğuzhan’dan beri gelen Türk devlet geleneğinin adeta mirasçısıydılar. Osmanlı kurulurken amacının cihan hâkimiyeti olması normaldi. Bunun devletin kurucusu Osman Gazi’nin göbeğinden çıkan ağacın dallarının cihanı kaplaması rüyası açık bir delildir. Ayrıca Yavuz Sultan Selim’in Pirî Reis’in haritasına bakarak: “Dünya ne kadar küçük, bir hükümdara bile yetmez” sözü cihana hâkim olma ülküsünün veciz ifadesidir.48 Kısaca Osmanlılarda Türk İslam devletinin temel politikası olan cihangirlik ideali “Kızılelma” terimiyle ifade edilmiştir. Bir örnek verecek olursak “Avnî” mahlası kullanan Fatih Sultan Mehmet’e ait olduğu söylenen aslında III. Mehmet’e ait olan gazelin şu beyitlerinde kızılelmanın bir cihangirlik ideali olduğu anlaşılmaktadır:

İmtisâl-i “câhidû-fi’llah” olupdur niyyetüm Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretidür gayretüm Fazl-ı Hakk u himmet-ı cünd-i ricâullâh ile Ehl-i küfri ser-te-ser kahr eylemekdür niyyetüm49 “Allah yolunda savaşmaktır niyetim İslam dininin yalnızca yücelmesidir gayretim Allah’ın ve evliya ordusunun yardımıyla Küfür ehlini baştanbaşa kahreylemek niyetim”

Türk İslam devletlerinin en belli başlı amaçlarından biri de halkına olan hizmet anlayışıdır. Onun için dünyanın hiçbir dilinde olmayan “Devlet baba” deyimi sadece Türk dilinde vardır. Orhun Abidelerinde Bilge Kağan: “İçte aşsız, dışta giyeceksiz bir kavme kağan oldum…Açları doyurdum, çıplakları giydirdim” diyor50 Manas ve diğer Kuzey Türk Destanlarında aynı hizmet bilinci mevcuttur. “Yoksuları boy ettim, çıplakları giydirdim, açları yedirdim”[47] [48] [49] [50] [51] Altay Yenisey Destanlarında: “Han yaya gelenlere at verdi, çıplak gelenlere elbise verdi, açları doyurdu”[52] ifadeleri yer alır. Keza Kutadgubilig’de de şunları okuyoruz:

“İlinde biri gece kalırsa aç. Onu senden sorar Tanrı, gözünü aç”[53]

“Nasıl bir bey olur o ey kutlu hakan, yoksul adını gidermezse kuldan”[54]

İşte Türk-İslam düşüncesindeki devlet kavramı çerçevesinde Türk devletlerinin devlet anlayışları, ilke ve amaçları ana hatlarıyla bu şekilde hülasa edilebilir kanaatindeyiz.

 

Kaynaklar

Başer, Sait, Kutadgubilig’de Kut ve Töre, Ankara, 1990,

Çelebioğlu, A., Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları, Araştırma-İnceleme Dizisi, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1998

Ebu Zehra, M., İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Terc. Abdülkadir Şener, İstanbul, 1976, El-Mevdudî, Hilafet ve Saltanat, Terc. Ali Genceli, İst., 1980 Ergin, Muharrem, Orhun Abideleri, s. 98 vd. İstanbul, 1970

Gabain, A. Von, Altturkische Grammatik, Leibzig, 1941, Ter. Mehmet Akalın, Ankara, 1987

Gökalp, Ziya, Türk Devletinin Tekamülü, Haz. K. Y. Kopraman, Ankara, 1981,

Gökalp, Ziya, Türk Medeniyeti Tarihi, İstanbul, 1974,

Günaltay, M. Şemseddin, Mufassal Türk Tarihi, (l-V), İst. 1922-24,

İnan, Abdülkadir, Makaleler, TTK. Yayınları, İstanbul, 191

Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lügâti’t-Türk, Terc. Besim Atalay, Ankara, 1939, 1941

Ögel, Bahaeddin Türk Kültürünün Gelişme Çağları,, İstanbul, 1971

Ögel, Bahaeddin, Türklerde Devlet Anlayışı, Ankara, 1982

Özdemir, M. Niyazi, Türk Devlet Felsefesi, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2010,

Turan, Osman, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2009

Turan, Osman, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, , Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2014

Udezy, P. , Hunlar Avrupa’da (terc.), İstanbul, 1962,

Yakıt, İsmail Kur’an’ı Anlamak, s. 121, Ötüken, 3. Basım, İstanbul, 2011

Yusuf Has Hacip, Kutadgubilig, Çev. Ayşegül Çakan,T. İş Bankası Yay., İstanbul, 2015

Sümer, Faruk, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri-Boy Teşkilatı Destanları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, 5. Baskı, İstanbul, 1999

 

———————————————————–

1. Türk İslam Siyasi Düşüncesi Kongresi Bildiriler Kitabı 8-10 Ekim Aksaray, Sf. 1-12, www.turkdusuncesi.com,

 

 

 

————————

[1] M. Ergin, Orhun Abideleri, s. 98 vd. İstanbul, 1970

[2] Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lügâti’t-Türk, C. I, 48, 106, 354, II, 10, 25, 238, III, 21,123, 221 vb, Terc. Besim Atalay, Ankara, 1939, 1941

[3] Ziya Gökalp, Türk Devletinin Tekâmülü, Ankara, 1981s. 9 vd.,

[4] Mehmed Niyazi Özdemir, Türk Devlet Felsefesi, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2010, s. 23-24

[5] A. Von Gabain, Altturkische Grammatik, leibzig, 1941, Ter. Mehmet Akalın, Ankara, 1987

[6] Wolfram Eberhard, Birkaç Eski Türk Ünvanı Hakkında, Belleten, S.35, s. 320-323 (M. Niyazi’den naklen)

[7] Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, C.II, s. 47, İstanbul, 1971

[8] B. Ögel, a.g.e., s. 53, 57, 121 vb

[9] M.Niyazi, a.g.e., s.24-25

[10] Yusuf Has Hacip, KutadguBilig, Beyit no: 1041, 1772, 1784, 2021,5151 vb.,

[11] M. Niyazi, a.g.e., s.24-25

[12] İsmail Yakıt, Kur’an’ı Anlamak, s. 121, Ötüken, 3. Basım, İstanbul, 2011

[13]  İ.Yakıt, a.g.e., s. 121

[14] İ. Yakıt, a.g.e., s. 122

[15] Kur’an, Haşr, 59/7

[16] Kur’an, Al-İmran, 3/140

[17] İ. Yakıt, a.g.e.,s. 122

[18] İ. Yakıt, a.g.e, s. 123

[19] Kur’an, Ali İmran, 3/110. Ayrıca şu ayetlere de bakınız: Hacc, 22/41, Bakara, 2/188, Nisa, 4/33, Şuara, 26/151-152

[20] İ. Yakıt, a.g.e., s. 124

[21] İ. Yakıt, a.g.e., s. 125

[22] İ. Yakıt, a.g.e, s. 125

[23] Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, s. 329,

[24] İ. Yakıt, a.g.e., s. 126-129

[25]  Mehmet Niyazi (Özdemir), Türk-Devlet Felsefesi, s. 19

[26] M. Niyazi, a.g.e., s. 17

[27] M. Niyazi, a.g.e., s. 12

[28] M. Niyazi, a.g.e., s. 12

[29] M. Niyazi, a.g.e., s. 12-13

[30] M. Niyazi., a.g.e., s. 17

[31] M. Niyazi, a.g.e.,s. 44-45

[32] Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, İst., 1974, s. 179

[33] P. Udezy, HunlarAvrupa’da(terc.), İst. 1962, s. III vd. (Krş. M. Niyazi, a.g.e., s. 46 vd.)

[34]  Y.Has Hacip, Kutadgubilig, T. İş Bankası Yay., İst. 2015 (Byt. 5469-5470)

[35] Sait Başer, Kutadgubilig’de Kut ve Töre, Ankara, 1990, s. 7

[36] M. Ergin, Orhun Abideleri, , Doğu, Str. 35

[37] Y.Has Hacip, a.g.e., byt.5288-5289

[38] M. Ebu Zehra, İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Terc. Abdülkadir Şener, !st., 1976, s. 337-338

[39] El-Mevdudî, Hilafet ve Saltanat, Terc. Ali Genceli, İst., 1980, s. 375

[40] Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, s. 168

[41] M. Şemseddin Günaltay, Mufassal Türk Tarihi, İst. 1920, C.II, s. 5-6

[42] M. Niyazi, a.g.e., s. 171

[43] M. Ergin, Orhun Abideleri, I. Doğu, str. 1, II, Doğu, str.1

[44] M.Niyazi, a.g.e., s. 173-174

[45] M.Niyazi, a.g.e., s. 175-176

[46] Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lügati’t-Türk, I, s. 3

[47] Faruk Sümer, Oğuzlar, s. 97, İst., 1980

[48] M.Niyazi, a.g.e., s. 176-177

[49] A.Çelebioğlu, Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları, s. 182, İst., 1998

[50] Bahaeddin Ögel, Türklerde Devlet Anlayışı, s. 65

[51] Abdülkadir İnan, Makaleler, s. 116

[52] M.Niyazi, a.g.e., s. 180

[53] Y. Has Hacip, a.g.e., byt. 5165

[54] Y.Has Hacip. a.g.e., byt.2983

 

[i] Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü, [email protected]

 

Yazar
İsmail YAKIT

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen