İslâm Medeniyetinin İlmî Kaynakları

 

 

 

 

İslâm Medeniyetinin İlmî Kaynakları

Islamic Civilization Scientific Resources

Dr. Etem ÇALIK[i]

 

Özet :

İslâm Medeniyeti daha evvelki bütün medeniyetlerin ilmî mirasından faydalan­maya çalıştı. Felsefedeki kaynaklarının hemen hemen tamamen Antik Yunan olması­na karşılık, ilimde Yunan, Hint, İran vs. gibi bütün kaynaklardan istifade ettiler. Ama bu faydalanma sadece iktibas seviyesinde kalmadı. Yapılan keşif tercümelerden sonra, Müslümanlar te’lif safhasına ulaştılar. Öyle ki, ilmî yaratıcılıkta seleflerini geçtiler. Matematik, astronomi, tıp gibi ilimlerde devirlerini çok aşan eserler vücuda getirdik­leri gibi, Kimya ilmini de onlar kurdular. Müslümanlar Astronomi, matematik, tıp ve fizik alanındaki keşifleri Batı Avrupa’da ancak 16. Ve 17. bazı sahalarda 18.asırda anlaşılabilmiştir. Avrupa’daki Rönesans hareketi de ilhamını İslâm rönesansından almıştır.

Anahtar Kelimeler: İslâm, Medeniyet, İlim, Hint, Yunan

Abstract :

Benefit of all the civilizations of earlier scientific heritage of Islamic Civilization tried missing a. Ancient Greek philosophy resources almost entirely Although, in knowledge, Greek, Indian, Persian, etc.. benefiting from all sources such as have. But this is not the level of benefit just quoted. The discovery of sweat- Cume, then reac­hed the stage of te’lif Muslims. Indeed, scientific creativity crossed predecessors. Mat­hematics, astronomy, medicine, science, far exceeding speeds brought into the body, such as works of art, they founded the science of chemistry. Muslims Astronomy, mat­hematics, medicine and physics discoveries in the field, but in Western Europe 16 And 17 18.asırda understood in some areas. The Renaissance movement in Europe inspira­tion from the Islamic renaissance.

Key Words: Islamic Civilization, Science, Indian, Greek,

A) Umumî olarak

İslâm Medeniyetinin ilmî sahada sahip olduğu üstünlüklerin ve kazandığı mu­vaffakiyetlerin arkasındaki saik felsefî olmaktan çok dinî ve siyasî idi. Siyaseten Or­tadoğu’ya ve Ortaasya’ya hakim olan İslâmiyet, mücerret Tanrı inancı, insana verdiği değer, akıl ve ilmi yücelten tavrıyla bu bölgenin ilmî ve kültürel mirasından faydalan­mak için müsait bir pozisyonda bulunuyordu. Ancak dinî ve kültürel şartların müsait olması, bu bölgede bir medeniyet hamlesinin başlaması için gene de yeterli değildi. Toplumu yönlendirip harekete geçirecek bir siyasî iradenin de bulunması lazımdı. Nitekim bu irade olmadığı içindir ki Emeviler’in doksan yıllık saltanatı döneminde siyasî ve askerî yönden büyük bir gelişme ve genişleme kaydeden İslâm toplumu, me­deniyet yolunda kayda değer bir ilerleme gösterememişti. Bunun için Abbasiler’in ik­tidara gelmesi gerekmiş ve bizzat Halifelerin teşvik ve gayretleriyle bir taraftan yoğun bir tercüme faaliyeti başlarken, diğer taraftan rasathaneler, üniversiteler ve kütüpha­neler kurularak ilmin gelişip yayılması sağlanmıştır.

Sanskritçe’den, Pehlevice’den ve Yunanca’dan yapılan tercümeler, hem Doğu’nun hem de Batı’nın ilmî ve kültürel mirasıyla tanışma imkânı veriyordu. Yani tek kaynak Antik Yunan Medeniyeti değildi. Zaten eğer Antik Yunan medeniyet mirasının tek başına bir medeniyet yaratma gücü olsaydı, bunu Batı’da yapardı. Meselâ Romalılar, Yunan dünyasına siyasî olarak hakim olduktan sonra onun – dil ve felsefe dahil- bütün kültürel mirasını devralmasına rağmen, bu mirası yeni sentezlerle zenginleştirmek bir tarafa, onu dondurup kısırlaştırdılar. Antik Yunan’ın ilmî mirası da Romalılarca geliştirilemedi. Müslümanlar felsefî düşünceyi Antik Yunan’dan almalarına karşılık, ilmî düşünceyi çeşitli kaynaklardan aldılar: Yunanlılar, Hintliler ve İranlılar’dan… Müslümanlar’ın Yunan ilim ve felsefesiyle temasını Süryanî mütercimler sağlıyordu. Yunanca’nın Süryanîler arasındaki yaygınlığının sebebi oldukça eski bir tarihe daya­nıyordu. Büyük İskender’in M.Ö.323’te ölümünden kısa bir müddet sonra İmpara­torluğu dağılmış, Süryaniler’in ağırlıklı olarak yaşadığı Suriye Selevkoslar’ın hakimi­yetine girmişti. Bu hakimiyetten sonra Süryaniler tam mânâsiyle Grek kültürünün etkisine girdi. Gerçi halk o sırada Süryanca konuşuyordu; fakat yazı ve ilim lisanı Grekçe olmuştu[1]. Yunanca’nın Süryaniler üzerindeki nüfuzu Abbasiler döneminde de devam etti. Hatta öyle ki, Şemsettin Günaltay’ın belirttiğine göre Abbasiler devrin­de yani tercüme faaliyetlerinin oldukça geliştiği zamanlarda bile ilmî ve felsefî eser­ler önce Süryanice’ye, daha sonra Arapça’ya tercüme edilmişlerdi. Bu nedenle İslâm mütefekkirleri Yunanca eserlere, bunlar ancak Süryanî kisvesine büründükten sonra vakıf olabiliyorlardı[2].

Müslümanların ilimde bir diğer kaynağı Hintlilerdi. Ancak onlar Hint felsefesin­den ziyade Hind’in hesabına, astronomisine ve tıbbına önem verdiler[3]. Yani bu meselede şuurlu ve seçici davranmışlardı. Bu alimlerden Birunî Sanskritçe öğrendi ve Hint ülkesine gitti[4]. Müslümanlar geometride başta Euclid, Archimedes ve Apollo­nius olmak üzere Yunan eserlerinden faydalandıkları gibi Hintli Siddhânta’dan da faydalandılar[5]. İslâm Medeniyeti üzerindeki Hint geometriyle sınırlı değildi. Müslü­manlar astronomi sahasında da Hint’ten faydalandılar. Bu hususta İbn Said, Halife el-Mansur’un, yıldızların hareketleriyle ilgili ve Sindhind denen hesap ilmini iyi bilen bir Hintliyi saraya aldığını rivayet etmektedir[6].

Hint kaynaklarının girişinden sonra İranlılar’ın ilmî mirasından da faydalanılmış ve 8.yüzyılın sonlarına doğru, Sasaniler’in son yıllarında ortaya konmuş olan Farsça ‘‘Şah’ın Astronomi Tabloso’’ adlı eser Arapça’ya çevrilmiştir[7]. İranlılar İslâm Medeni- yeti’ne sadece te’lif eserler kazandırmadılar. Onların Yunanca’dan Farsça’ya tercüme ettikleri eserler de Arapçaya tercüme edilmek suretiyle Müslümanların istifadesine sunuldu. Meselâ meşhur Yunan Astronumu Ptoleme’nin astronomik çizelgeler kitabı Sasaniler’in yaptığı tercümeden M.S.8.yüzyılın ikinci yarısında Arapça’ya çevrildi[8].

Netice olarak, Müslümanlar hakim oldukları topraklarda, kendilerinden evvelki medeniyetlerin bıraktığı hiçbir mirası heba etmediler. Hatta hakim olmayıp ulaşabil­dikleri medeniyetlerin mirasından da azamî ölçüde istifade ettiler.

İlmî ve felsefî eserlerin Arapça’ya tercüme edilmesi meselesi tesadüfe bırakılmayıp, merkezî otorite tarafından organize ve teşvik edildi. Halifeler el-Mansur, el-Me’mun ve el-Mütevekkil, İstanbul’a ve başka Yunan şehirlerine haberciler göndererek -hatta bazen an’anevî düşmanları olan Bizans imparatorlarına ulaklar göndererek- bilhassa matematik kitapları ve fennî eserler getirdiler[9]. Bu Halifelerden el-Me’mun dönemin­de tercüme faaliyetine daha sistemli olarak devam edildi. Me’mun Yunanlı, Keldanî, Kıbtî, Hintli vb. bilginleri çevresinde topladı. Ayrıca bir tercüme heyeti kurarak Bat- lamyus’un coğrafya, Öklides ve Arşimed’in matematik, Diveskarid’in, Hipokrat’ın ve Galenos’un tıp, Aristo ve Sokrates’in felsefî eserlerinin tercüme edilip kültüre kazan­dırılmasını sağladı[10]. Halifeler ilim ve felsefenin gelişmesi için maddî ve manevî yar­dım ve desteklerini esirgemediler. İslâm dünyasının her köşesi bu meselede birbiriyle yarışıyor gibiydi. Haleb’de Hamedîler, Mısır’da Fatımîler, Endülüs’te Emevîler, bilgin­leri koruyup desteklemek hususunda Bağdat Halifeleriyle yarışarak, onlarla rekabet ederek, her biri bilginleri kendi saraylarına çekmeye çalışıyorlardı. Meselâ Endülüs(E- mevî) devleti halifelerinden ll.Hakem 600.000(altıyüz bin) cilt kitaptan meydana ge­len bir kitaplık kurmuştu[11].

Abbasiler’in Hilâfete gelmeleriyle başlayan yoğun tercüme faaliyeti, 9.asrın ilk yarısında semerelerini vermeye başladı ve İslâm dünyası tercüme devrinden te’lif ve yaratıcılık devrine geçti. Bu aynı zamanda İslâm coğrafyasında yaşayan her etnik grubun, başlayan felsefî -ve bilhassa- ilmî harekete destek verdiği ve bu harekette az veya çok hisse sahibi olduğu devirdir. Araplar’dan başka Türkler, İranlılar(Farslar), Yahudiler ve Süryanîler felsefede ve ilmin her şubesinde kalıcı eserler ortaya koydular. Böylece İslâmî hareket de İslâm Medeniyetine dönüşmeye başladı. Farklı etnik grup­ların da bu medeniyetin kurulmasına omuz vermesi, onu Hristiyan Medeniyetinden ve modern Batı Medeniyetinden ayıran farklı ve üstün taraflarıydı. Hristiyan Medeniyeti, Roma İmparatorluğunun Hristiyanlaşmasından sonra, farklı etnisitelerin or­taklaşa inşa ettiği bir medeniyettir. Ancak bu medeniyetin inşasında Hristiyan olma­yanların bir payı olmadığı gibi, onlara bu medeniyetin bir müsamaha ve tahammülü de yoktu. Modern Batı Medeniyeti de böyledir. O da Hristiyan Avrupa’nın ortaklaşa kurduğu bir medeniyettir. Yani bu medeniyetin inşasında da farklı din mensupları­nın bir katkısı olmadı. İslâm Medeniyeti her iki medeniyetten farklı olarak Musevî- lerin, Hristiyanların, Sabiîlerin ve Müslümanların ortak katkısıyla meydana gelmiş bir medeniyettir. Bu farklı unsurlar bu medeniyete destek olurken, dinî hüviyetlerini de korudular. Yani Müslümanlar herkesin dinî inanışına saygı göstererek, onları dinî, ilmî ve kültürel faaliyetlerinde serbest bırakıp destekleyerek, insanî yönü de güçlü bir medeniyet ortaya koydular. Ayrıca bu topluluklardan ilim ve felsefe namına ne buldularsa aldılar. Tabiî ki bunda, Abbasi halifelerinin Araplar dışındaki toplumlara gösterdikleri müsamahanın ve ilmî ve felsefî harekete bizzat öncülük etmelerinin payı büyüktü. Halbuki Emevîlerin, Müslüman bile olsa, Arap olmayanlara karşı tepeden bakan ve onları hakir gören tavırları sebebiyle, onların döneminde ilmî ve felsefî bir hareket ortaya çıkmamıştı.

B) İslâm Dünyasında İlmî Gelişme Matematik ve Astronomi         

İslâm dünyasında ilk ortaya çıkıp gelişen ilimler, matematik ve astronomi oldu. Müslümanların matematikteki ilk öncüleri Hintliler’di. Hint matematiği ile tanış­maları Abbasi Halifesi Mansur zamanına rastlar. Ünlü matematik tarihçisi Cajori’ye göre Hint rakamlarının Müslümanlar tarafından öğrenilmesi 772 yılında Halife Mansur’un sarayına gelen Hint astronomun, yanında getirdiği ‘Sindhind’ adlı ast­ronomi cetvelleri yoluyla gerçekleşmiştir[12]. Arapçaya tercüme edilen Siddhanta saye­sinde İslâm dünyasında ilmî mânâda astronomi başlamış oldu. Ayrıca Yunanlılar’ın tanımadığı sıfır sayısı ve Hintliler arasında gelişen trigonometrik elemanlar İslâm dünyasına girdi[13]. Ancak Müslümanların tek bilgi kaynağı Hint değildi. Onlar Yunan mirasından da faydalandılar. 8.asrın sonlarına doğru Antik Yunan’dan Öklid’in geometrisi ve pek çok eser Arapça’ya çevrilmişti[14]. 9.asrın başları, Müslümanların artık yaratıcılık safhasına geçtiği bir devreyi işaretler. Büyük Müslüman Türk Matematikçi Ebu Abdullah Muhammed b.Musa el-Harizmi(780!-850) de bu devrede yetişti. Ha- rizmi, Hazar Denizi’nin doğusundaki Harezm’de tahminen 780 yılında doğmuştu. Abbasi Halifesi Me’mun’un sarayında yaşamış ve Beyt’ül Hikme’nin de müdürlüğü­nü yapmıştı. İtalyan matematikçi Gerolamo Cardano’nun, ‘dünyanın en büyük on iki düşünüründen biridir’ dediği Harizmi, aynı zamanda astronom ve coğrafyacı idi[15]. Kendisi bir ara Hint matematiğini incelemek için Hindistan’a giden bilim heyetinin de başında bulunmuştu. Onun yazdığı ‘Hisabü’l Cebr ve’l Murakabele’ adlı kitap XVI. yüzyıla kadar bütün Avrupa üniversitelerinde ana matematik kitabı olarak okundu[16]. Harizmi bu kitabı pratik bir gayeyle yazmıştı. Bunun arazî ölçümü ve kanal hafriyatında tesadüf olunabilecek hesap problemlerini cebir ve mukabele usûlüyle çözmektevasıta olmasını hedeflemişti[17].

Harizmi, birinci ve ikinci dereceden denklemleri çözmeye yarayan cebirsel bir sistem kurdu. Bu sistemde tüm quadratik denklemler için iki kökün varlığını kabul etti. Yine kare şeklindeki bilinmeyen değişken için meyl(güç) kavramını ilk kez kul­lanan kişi oldu[18]. Yani Harizmi, Hint matematiğini İslâm dünyasına tanıtmakla kal­mamış, onu yeni keşiflerle zenginleştirmiş, genişletmiş ve pratik hayatın hizmetine sunmuştur. Nitekim, Harizmi’nin bilinen en eski geometri tablolarını tertip ettiğini belirten Will Durant, onun Ortaçağ’ın en büyük matematikçisi olduğunu ifade eder[19]. Harizmi Hint matematiğinin dışında Antik Yunan matematiğini de incelemiş, bu­nun için bizzat Yunanistan’la Küçük Asya’yı baştan başa gezmişti. Harran üzerinden dönüşünde sarraf dükkânı işleten zeki bir gençle karşılaştı. Onu alıp Bağdat’a götür­dü. Halife el-Mutadid’e takdim etti. Bu genç yıldızlara tapan Sabiî mezhebine mensup Sabit İbn Kurra idi. Matematikçi olduğu kadar kabiliyetli bir mütercim de olan Sabit, Müslümanlar için Antik Yunan’a ait birçok astronomi, matematik, tıp ve coğrafyayla alâkalı eseri Arapçaya tercüme etti.[20] Sabit İbn Kurra matematiğin dışında astronomi, tıp ve tabiat ilimlerini de tahsil etmişti. Ama bunların içinde bilhassa matematik sa­hasında öne çıkmıştı. 150 civarında eser veren bu büyük alim, trigonometrik hesap­lara sinüsü sokmuş ve ‘Sinüsler Teoremi’ni keşfetmiştir.’[21] Bir parabolün kendi ekseni etrafında dönmesinden ortaya çıkan cismin hacmi’ problemini İslâm matematiğinde ilk olarak Sabit İbn Kurra ele aldı ve bir parabolün mihverinde dönmesinden ortaya çıkan cismin hacmini hesapladı.[22]

İslâm Medeniyeti tarihinde matematikteki bir başka büyük isim Ebû Yusuf Yakub b.İshak b.Sabbah el-Kindî (8011-873) idi. Kindî İslâm tarihinin ilk filozofudur. Felsefe­den başka matematik, astronomi, mantık ve tıbba dair çok sayıda eser vermiştir.

El-Kindî aslen Yemenli olup İslâmiyet’ten evvel Kûfe’ye yerleşmiş bir Arap ka­bilesine mensuptu. Babası İshan İbn el-Sabbah, Halife Mehdî ve Harun el-Reşid za­manında Kûfe emiri olduğu gibi, büyük dedesi Eş’as İbn Kays da -bir rivayete göre- Hz.Muhammed’in sahabelerindendir.[23] El-Kindî sadece filozof, hekim, astronom ve matematikçi değildi, aynı zamanda bir mühendisti. Dicle ve Fırat nehirleri arasında bazı kanalların açılması için onun bilgisine başvurulmuştu.[24] M.Ali Kettanî el-Kin- dî’nin modern aritmetiğin temellerini attığını söyler.[25]

Matematik sahasındaki ehemmiyetli şahsiyetlerden birisi de İranlı Ömer Hay- yam’dı. Tam ismi Ebu’l Feth Ömer Hayyam İbn İbrahim’di. Nişabur’da doğmuştu (1038!). Devrinin en büyük matematikçi ve astronomları arasında sayıldığı gibi, İran tarihinin en büyük şairlerinden biridir. Cebirde denklemleri sınıflandırmış, bilhassa ikinci dereceden denklemlerin çözümünü açıklamıştır.[26] G.Anawatti de Ömer Hay- yam’la cebirin önemli bir ilerleme kaydettiğini belirterek, Hayyam’ın üçüncü derece denklemleri, denklemin her iki tarafındaki sayı ve terimlerin mahiyetine göre yirmi- beş kategoriye ayırdığını ve bunları birinci ve ikinci dereceden denklemlere sayısal çözümler, üçüncü dereceden denklemlere de geometrik çözümler vermek suretiyle çözmeye giriştiğini söyler.[27]

Harranlı bir diğer ilim adamı olan Muhammed İbn Cabir el-Battani(850-929) tri­gonometriyi sistematik biçimde geliştirdi ve onun alanını küresel trigonometriye dek genişletti. Sinüs, tanjant ve kotanjantların ilk eksiksiz tablosunu yüksek bir doğruluk oranıyla hesapladı. Matematiğe, kökensel trigonometrik bağıntılar kurmaya yara­yan trigonometrik oranlar fikrini soktu.[28] Trigonometri sahasında ilk müstakil eser Biruni’ye aittir. Birunî, ayrıca Kanûnü’l Mesudî’sindeki on bölümde trigonometriye dair önemli problemleri incelemektedir.[29] Birunî, küresel trigonometriyi hocalarının buluşlarına dayanarak, bir ilim dalı olarak kuran adamdır.[30] Matematikte olduğu gibi astronomi, felsefe, tarih, coğrafya ve fizikle de uğraşıyordu. İlim tarihçisi George Sarton’un, ‘beşeriyetin tanıdığı en büyük kafalardan biridir’ [31] dediği Birunî, Hindis­tan’a gidiyor, orada beş-on sene kalıyor ve Hint medeniyetine dair muazzam bir kitap yazıyor.[32] Birçok ilim şubesiyle uğraşıp eser vermekle beraber, en fazla öne çıktığı sa­halar matematik ve astronomiydi. Onun ‘Makasıdu İlmi’l-Hey’et (Astronomi İlmine Anahtar) adlı eseri, küresel trigonometri alanında yazılan ilk müstakil eser olarak bi­linir.[33] Afganistan’dan bir İranlı Ebu’l-Vefa el-Buzcanî, 10.yüzyılın en büyük matema- tikçisiydi. Yüksek dereceli denklemleri geometrik olarak çözümleyerek Harezmî’nin çalışmasını tamamladı.[34]

Müslümanların matematiğe olan hizmetleri sadece aritmetikle sınırlı kalmamış, onlar geometride de tercüme ve te’lif eserler vermişlerdir. Batı’da ilim tarihinin ku­rucusu olarak kabul edilen Müslümanlar, matematik sahasında devraldıkları mirası yeni keşif ve icatlarla zenginleştirdiler. Meselâ Carra de Vaux’ya göre Yunanlılar’da bulunmayan düzlem ve küresel trigonometriyi bulanlar kesinlikle Müslümanlardır.[35]

Müslümanların matematiğe olan hizmetleri sadece aritmetikle sınırlı kalmamış, onlar geometride de tercüme ve te’lif eserler vermişlerdir. Batı’da ilim tarihinin kuru­cusu olarak kabul edilen George Sarton, Müslüman bilginlerin bin yıl önce yaşamış Öklid’in buluşlarını unutulmaktan koruduklarını ve bunları, üzerlerinde çalışarak geliştirdiklerini söyler.[36] Bunlardan el-Kindî açıların pergelle ölçülmesini geometriye getirdi.[37] Bu sahanın bir başka büyük ismi olan el-Birunî ise geometriye teoremlerin isbatını getirmiştir.[38] Bir başka ilim adamı İbnu’l Heysem(965-1039), cebir ve geometri arasında yakın bağlantılar kurarak, analitik geometriyi keşfetti. Bir dairenin yüzeyin­de verili iki noktadan, bu noktalarla kesişen doğrular çizme problemini çözdü.[39]

12.asırdan sonra, Araplar Ortadoğu’da diğer ilim sahalarında olduğu gibi ma­tematikte de öncü rollerini kaybetmişler, bu sahanın öncülüğü daha çok Türkler ve İranlılar’a geçmiştir. Meselâ Orta Asyalı bir Türk matematikçisi olan Gıyasuddin Cemşid ibn Mes’ud el-Kâşi(ölümü:1424) onlu kesirleri matematiğe sokan kişiydi.[40] Endülüslü matematikçi Ebûl-Hasan Ali el-Kelsadî(1412-1486) bugün bütün dünyada kullanılan cebirsel sembolleri ortaya attı.[41]

 

a) Astronomi

Astronomi, umumî medeniyet tarihinde olduğu gibi İslâm Medeniyeti tarihinde de matematikle beraber ilk ortaya çıkan iki ilim dalından birisi oldu. Hatta, ilk filozof olan Tales filozof olmaktan çok matematikçi ve astronomdu. Tales’le başlayan felsefî hareket, ilk iki asırlık devresinde bir tabiat felsefesi olarak gelişti. Kâinatın şekli, dün­yanın şekli, kâinattaki mevkiî ve diğer gezegenlere ve Güneş’e nisbeten hangi pozis­yonda bulunduğu gibi meseleler bu devrede filozofların uğraştığı hususlar oldu.

Matematik ve astronominin ilk ortaya çıkan ilimler olmalarının ardındaki saik iki ilimde farklı olmuştur. Matematik pratik endişelerden, astronomi merak saikinden doğmuştur. İnsanlık, tarihin eski çağlarından beri, gördüğü ama dokunamadığı gök cisimlerini merak etmiş, onlara zaman zaman metafizik zaman zaman da ilahî bir mahiyet atfetmişti.

Kâinatın sırlarını evvelâ spekülasyon yoluyla anlamaya çalışan insanlık, daha sonra bunu müşahede yoluyla başarmaya çalıştı. Müşahede alet ve tekniklerinin fazla gelişmediği ilk ve orta çağlarda, görüş alanının sınırlılığı dolayısı ile bazen büyük yan­lışlara da düşülüyordu. Dünyayı kâinatın merkezine koyup, bütün kâinatı dünyanın çevresinde döndürmek, bu yanlışların en belli başlılarından biriydi. Antik Yunan’da Aristoteles tarafından ileri sürülen ve daha sonra Ptolemaios tarafından devam ettiri­len bu görüş, Kopernik’in ‘Heliosantrik’ (Güneş merkezci) sistemi ortaya attığı 16.asra kadar Avrupa’da hakim oldu. Kopernik’in astronomi sisteminde, dünya kâinatın merkezi olmaktan çıkarılmış, onun yerine merkeze Güneş konmuştu.

Aslında ‘heliocentrique’ sistemi ilk olarak ortaya koyan Kopernik değildi. Bu an­layışın mazisi, İlkçağ’a kadar geri gider. M.E.3.asırda Sisamlı Aristarkhos, Aristote­les’in jeosantrik (dünyanın alemin merkezi olması) sistemi yerine, dünyanın güneşin etrafında döndüğü teorisini koymak istedi.[42] Ancak Batı dünyası o gün için bu görüşü kabule hazır değildi. Bu sebeple de Aristarkhos’un değil, daha yanlış olan Aristote­les’in sistemini kabul etti. Dolayısı ile bu yanlış Batı dünyasında ikibin yıla yakın bir müddet boyunca hakim oldu ve bugün kabul gören doğru görüşe ancak 17.asrın ikinci yarısında Newton’la ulaşıldı.

Müslümanlar astronomiyle oldukça erken bir tarihte meşgul olmaya başladılar. Astronomideki ilk öncüleri Hintliler’di. Yunan astronomisi ile tanışmadan önce Brahmagupta’nın Siddhanta’sı aracılığıyla Hint astronomisini tanımışlar ve araştırmalarında bu eseri temele almışlardır.[43] Hint astronomisi ile tanışma Halife Mansur(754-775) devrinde oldu. Ama İslâm dünyasında astronominin en parlak devri Me’mun’un hilafeti (813-833) sırasındadır.[44]

Müslümanlar Hintlilerden başka Farslar’ın ilmî mirasından da faydalandılar. Mila­dî 8.yüzyılın ilk yarısında, Sasanî İranlılar’ın astronomik cetvelleri eski Farsça’dan Arapça’ya çevrildi.[45] Müslümanlar Hint ve İran’dan sonra Antik Yunan kaynaklarına da yöneldiler. Ptoleme’nin astronomik çizelgeler kitabı, Farsça tercümesinden 8.yüz- yılın ikinci yarısında Arapça’ya aktarıldı.[46] İslâm astronomlarında Antik Yunan’dan tevarüs edilen bazı yanlış anlayışlar mevcut olsa da, onların astronomiye müsbet kat­kıları da oldu. Hint, İran ve Yunan astronomi eserlerinin tercüme edilmesinden sonra İslâm dünyasının ilk iki büyük rasathanesi Halife Me’mun zamanında ve onun tali­matıyla kuruldu.[47] Halife Me’mun sadece rasathane kurmak ve ilmî çalışmaları teşvik etmekle kalmıyor, alimleri bizzat organize de ediyordu. Bir astronomlar heyeti kurdu. Dünyanın yuvarlaklığına inanmış olan bu alimler, bir dünya derecesini hesaplayarak 56 2/3 mil buldular ki, bu rakam bugünkü hesaplara göre yarım mil fazladır.[48]

Hint, İran ve Yunan astronomi eserlerinden yapılan yoğun tercümeler ve Halife­lerden Mansur ve bilhassa da Me’mun’un teşvik ve yönlendirmeleri, Müslümanların bu sahada tercüme safhasından te’lif safhasına geçmelerini sağladı.

Matematikçi olduğu gibi astronom da olan Harizmi, astronomik tabloları ilk dü­zenleyen kimseydi. Gezegenlerin hareketlerini, güneş ve ay tutulmasının eğikliğini ve hassas jeodezik ölçümleri hesapladı. Yine filozof ve matematikçi El-Kindî küresel bir evren modeli geliştirdi ve geometriden yararlanarak onun şeklinin sınırlı olduğunu öne sürdü.[49] Kindî ayrıca İslâm dünyasının en eski astronomi aleti olan iki bacaklı aleti de yaparak bu sahaya pratik hizmetlerde bulundu. Yine Arap-İslâm astronomları 9.asrın ikinci yarısında küresel usturlabı icat ettiler.[50]

İslâm dünyasının astronomideki en büyük isimlerinden birisi Ebu’l Abbas Ah­med b.Muhammed b.Kesir el Ferganî (?-870) idi, Türk’tü. Türkistan’ın Fergana bölge­sinde yetişmiş ve daha sonra Bağdat’a yerleşmişti. Halife Me’mun döneminde yapılan Yer ölçüm çalışmalarına katılmıştı. Yer’in çevrensi 20.400 mil(yaklaşık 40.253.700 metre) olarak hesaplamıştı ki, bu Yer’in gerçek değeri olan 40.120.000 metrelik değere oldukça yakındır. Bu değer daha sonra Kristof Kolomb tarafından kullanılmıştır.[51] Ayın hacmini yeryüzününkine oranlayarak doğru olarak ölçtü ve Güneş, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn’ün nisbî hacimlerini de buldu. Bunlar ilim dünyasının Kopernik’in zamanına kadar kullandıkları değerler oldu.[52] Ferganî, arz derecelerinin uzunluklarını hesapladı. Güneşin de gezegenler gibi, fakat aksi istikamette seyreden bir yörüngesi bulunduğunun ilk defa farkına vardı.[53]

Muhammed İbn Musa(el-Harizmî)’nin talebesi olan bir başka astronom, Sabiî Di­nine mensup bulunan Sabit İbn Kurra, Güneş’in yüksekliğini ve Güneş yılının uzun­luğunu hesapladı.[54]

İslâm dünyasının astronomideki bir başka büyük ismi Harranlı El-Bat- tanî(850-929) idi. Aslen Sabîi iken daha sonra ihtida etmiştir. Batılılar arasında Albatagnius veya Albategni ismiyle tanınmaktadır. El-Battanî hem teorik hem pratik astronomi ile meşgul olmuş, mevsimlerin müddetini büyük bir isabetle hesaplamış ve Güneş yılını da 365 gün 5 saat 46 dakika 24 saniye olarak tesbit etmiştir.[55] Tabiî ki El-Battanî de kendinden evvelki astronomlar gibi, Antik Yunan’dan tevarüs edi­len bazı hatalı görüşleri kabul ediyordu. Dünyanın kâinatın merkezi olduğu, kâinatın dünyanın çevresinde döndüğü, dünyanın sabit durduğu vs. Ancak o gün için bu anla­yışın aksine bir düşünce hiçbir yerde yoktu. Bu umumi yanlış bir tarafa, El-Battânî’nin yukarıda zikrettiğimiz teorik hizmetleri yanında, astronomiye pratik hizmetleri de olmuştur. Batlamyus’un hatalı görüşlerini düzeltti. Onun bu dakik değerleri sonraki astronomlar tarafından da kullanıldı. Kopernik(1473-1543) bile onun gözlem değerle­ri ve verilerinden faydalandı.[56]

Devrin büyük bir astronomu da Harezmli bir Türk olan Birunî(973-1048) idi. Tam adı Ebu’l Reyhan Muhammed İbn Ahmed el-Birunî idi. İlimlerdeki derin vu­kufu ona sultanların saraylarını açmıştı. Harezm emirinin sarayında danışman iken, Gazneli Mahmut 1017 Haziranında Harezm’i ilhak etti. Saraydaki alimleri Gazne’ye götürdü. Bu alimlerden biri de Birunî idi. Birunî Gazne’de kaldığı yıllarda Sultan’la belli bir yakınlık tesis etti. Hint matematiği ve astronomisi konularında daha önce edindiği bilgileri geliştirdi.[57] 1020 yılından itibaren Hindistan’a seyahatlerde bulun­du, Sanskritçe öğrendi. Gazneliler’in ülkesinde geçirdiği on üç yıllık dönemde çeşitli ilim dallarında çok verimli çalışmalar yaptı. Arapçadan Sanskritçe’ye, Sanskritçe’den Arapça’ya önemli eserler tercüme etti.[58] Birunî dünyanın yuvarlak olduğunu biliyor­du. Herşeyi arzın merkezine doğru çeken bir kuvvetin var olduğunun farkındaydı.[59] Dünyanın Güneş etrafındaki dönüşünü de tartışmaya açmış[60] ancak M.E.3.asırda Sisamlı Aristarkos gibi o da Aristo sisteminin (jeosantrizmin) otoritesi yüzünden te’sirsiz kalmıştı. Birunî Galile’den 6 asır önce dünyanın kendi çevresinde döndüğünü iddia ediyordu. Usturlabdan ve bir deniz ya da düz bir çöl yakınındaki yüksek bir dağ­dan yararlanarak oldukça karmaşık bir jeodezik denklemi çözmek suretiyle dünyanın çevresini hesapladı.[61]

Astronomi sahasında Batı’ya te’sir etmiş olan İslâm alimlerinden biri de İbnü’l Heysem(965-1039)’di. Onun semadaki bütün cisimlerin sabit yıldızlar da dahil, kendilerine has bir ışık gönderdiklerine dair görüşü, astronomi için ehemmiyetli bir ke­şifti.[62]

İslâm dünyasının yetiştirdiği büyük bir astronom da Ömer Hayyam(1044-1123)’dı. Hayyam Selçuklu Sultanı Melikşah tarafından İsfahan’da kurdurulan rasathanenin başına getirilmiş ve burada yaptığı gözlemlerden sonra Celaleddin Takvimi’ni dü­zenlemiştir. Celaleddin Takvimi bugün kullandığımız Gregoryen Takvimi’nden çok daha dakiktir. Gregoryen Takvimi her 3330 yılda 1 günlük bir hata yaptığı halde Ce­laleddin Takvimi 5000 yılda yalnızca 1 günlük hata yapmaktadır.[63]

Islâm dünyasında astronominin bir başka büyük ismi olan Nasirüddin Tûsî (1201-1274) hem teorik hem pratik sahada astronomiye ehemmiyetli hizmetlerde bu­lunmuştur. Ilhanlı Hükümdarı Hulâgu, Tûsî’yi kendisine vezir yapmış ve ona Meraga Rasathanesini kurdurmuştur. Yavuz Unat’ın ifadesine göre, Batı’da bu ayarda bir göz­lemevinin kurulması için onaltıncı yüzyılı beklemek gerekmiştir.[64] Yine Tûsî, Batlam- yus’un Yer merkezli süstemini tenkit ederek hatalarını göstermişti. Ayrıca, geliştirdiği Yer merkezli sistem başarılı olamamış ama Kopernik’e giden yolu açmıştır.[65]

Müslümanlar fizik ilminde de erken bir devrede verimli çalışmalar yaptılar. Islâm dünyasının ilk filozofu olan el-Kindî filozof, astronom ve matematikçi olduğu kadar fizikçiydi de… Işığın yansımasıyla ilgilenen optiğin öncüsü ve aynı zamanda müzikal sesler teorisini geliştiren ilk insan olmuştu.[66]

Farâbî de hacim değişmesi ile sıcaklık ve soğukluğun değişmesi arasında bir ben­zerlik olduğunu düşünüyor ve sıcaklık ve soğukluk değişmelerine benzer olarak bazı cisimlerde hacim değişmesinin yeni kütle ilâvesi veya çıkarılması ile olmasına karşı­lık, bazı cisimlerde de kütle değişmesi olmadan hacmin değişebileceğini söylüyor ve bu özelliğe sahip cisimlerden birinin de ‘hava’ olduğunu belirtiyordu.[67] Yine o, tabiatta boşluğun olamayacağını ifade ve izah eden makalesi ile sonraki Batılı ilim adamları­na tesir etmiştir. Melek Dosay Gökdoğan, Roger Bacon’ın önemli ölçüde yararlandığı Islâm kaynağının Farâbî’nin bu makalesi olduğunu ve tabiatın boşluktan nefret ettiği prensibini Roger Bacon’dan önce Farâbî’nin ileri sürmüş bulunduğunu ifade eder.[68]

Ortaçağ Islâm dünyasının fizikteki en büyük ismi Ibnü’l- Heysem (965-1039)’di. Prof.Dr.Ziya Kazıcı, Onun Roger Bacon ve Kepler gibi Batılı fizikçilerin çalışmalarında ilham kaynağı olduğundan bahsederek, dahiyane bir şekilde ışınların kırılma olayını ve bu kırılmaların görünüşünü tecrübe ile ilk defa söyleyen kişi olduğunu belirtir.[69] Ibnü’l-Heysem, Güneş tutulması sırasında, Güneşin yarımay şeklindeki görüntüsünün, üzerinde küçük bir delik bulunan perdeden karşı duvara düştüğünü gözlemledi.[70] Bu fotoğrafçılığın temeli olan ‘karanlık oda’ prensibinin keşfiydi. İbnü’l-Heysem’in fiziğe olan hizmeti sadece teorik planda kalmamış, o aynı zamanda deneylerinde kristalden bir büyüteci de ilk kullanan kişi olmuştu.[71]

Ebu Reyhan el-Birûnî de, ışığın hızının sesin hızına bakılarak ölçüldüğü takdirde, aşırı ölçüde büyük olduğunun bulunabileceğini kaydetti.[72]

 

b) Tıp

İslâm dünyasında tıp sahasındaki çalışmalara öncülük edenler esas olarak Sür­yanî ve Sabiî tabip ve mütercimler oldular. Ama bu öncülük de kendiliğinden olmadı. Onları organize edip gerekli maddî ve teknik imkânları sağlayan, mevcut siyasî ik­tidar oldu. Halife el-Me’mun Bağdat’ta kurduğu ‘Beytü’l-Hikme’de, aylıkları devlet tarafından ödenen bir mütercimler heyeti teşkil etmişti. Bu mütercimlerin başında Hunain İbn İshak (809-873) adlı bir Hristiyan bulunuyordu ki, kendisi aynı zamanda, devrinde meşhur olmuş bir hekimdi. El-Me’mun ona tercüme ettiği eserlerin ağırlığı kadar altın ödeyerek hazineyi tehlikeye düşürmüştü.[73] Hunain, iyi seviyede Arapça ve Yunanca bilirdi. Hem bu dillerdeki vukufu hem de iyi bir hekim olması dolayısıyle, daha sonraki Abbasi Halifesi el-Mütevekkil tarafından da tercüme faaliyetinin başına getirildi. Ayrıca tabip olarak da el-Mütevekkil’e hizmet etmiştir.[74]

Sigrid Hunke, Halife el-Mansur’un müzmin mide rahatsızlığının ve daha sonra da Hârûn ür Reşid’in şiddetli baş ağrılarının İslâm tababetinin gelişmesinde mühim bir rol oynadığını söyler.[75] Nitekim bu sebeple ulak atların Gundişapur’a giderek, es­kiden beri meşhur, Sasaniler devrinden kalma tıp okulunun o tarihteki müdürünü alıp getirdiklerini ve Bahtişu adlı bu ailenin dördüncü ve beşinci batına kadar Halife sarayının özel doktorluğunu yaptığını belirtir.[76] Yine bir başka kaynak olan Hint tıb­bının İslâm dünyasına girişi hususunda da ‘Hintli doktor Mankeh ve Harun-ur-Re- şid’in ölüm derecesinde hasta amcasını tekrar hayata kavuşturan hemşehrisi Salih İbn Bahle ile birlikte Hint tababeti ve eserleri Halife sarayına geldi[77] bilgisini verir. Yani Müslümanlar bu sahada da son derece rasyonel davranmışlar ve Yunan, Hint, Suriye ve İran tababetinden faydalanmışlardı. Böylece bütün bu kaynaklardan gelen bilgileri alıp süzgeçten geçiren İslâm hekimleri artık tababette yaratıcı bir safhaya geçmişlerdi. Öyle ki, birçok hastalığın tedavisinde getirdikleri yenilikler asırlarca aşılamamıştır. Nitekim bu hususla alâkalı olarak Will Durant, ‘çiçek ve kızamık hastalıklarına karşı İslâm hekimlerinin geliştirdikleri tedavi şekline bugün bile eklenecek fazla bir şey yoktur’[78] demektedir. Durant, yukarıda zikrettiğimiz büyük mütercim ve hekim Hu­nain İbn İshak’ın ilk defa göz hastalıkları hakkında eser verdiğini ve Ali İbn İsa’nın ‘Göz Hekimlerinin El Kitabı’ isimli eserinin Avrupa’da XVIII.yüzyıla kadar kullanıl­dığım ifade eder.[79] Aynı hususa Sigrid Hunke da temas eder ve Ali İbn İsa ve Musullu Ammar’ın eserleriyle birlikte Huneyn İbn İshak’ın eserinin 18.asır sonlarına kadar Batı göz tababetinin esası olduğunu belirtir.[80]

İslâm dünyasında tababetin zirvesinde iki isim vardı. Bunlardan birisi Ebubekir Zekeriya er-Razi(844-926) idi. Sigrid Hunke, onun Galen devrinden beri hiçbir dok­torun ulaşamadığı seviyede derin bir tıp bilgisine sahip olduğunu söyler.[81] Diğer isim İbn Sina(980-1037) idi. Ancak tarihen Razi daha eski olduğu için evvela Râzî’den ve İbn Sina’dan evvel yetişen İbn Cessar’dan bahsedeceğiz.

Râzî Horasan civarındaki Rey Kasabasında doğmuştu. Daha küçükken filoloji ve matematik çalışıyor, musikiyle uğraşıyor, gitar çalıyordu. Geçimini sarraflıkla sağ­lıyordu. Otuz yaşında dükkânını kapatarak Bağdat’a gitti.[82] Bağdat o devrin ilim ve felsefe merkeziydi. Yalnız İran’dan ve bütün olarak Ortadoğu’dan değil, Ortaasya’dan gelen talebeler de burada felsefe, tıp, astronomi, kimya, fizik vs. eğitimi alıyordu. Razî de burada Yunan, İran, Hint ve yeni İslâm tababetini öğrenir.[83]

Er Râzî yalnız İslâm tarihinin değil, bütün dünya tarihinin en büyük hekimlerin­den biriydi. Yazdığı birkaç tıp ansiklopedisi Arapça’dan Latince’ye tercüme edildi ve 17.asrın ortalarına kadar Batı’da yayınlandı. Çiçek ve kızamık hastalıklarına ait ilk ça­lışma ona aittir.[84] Yazdığı çok sayıda eser arasından Kitabü’l Havi, bulaşıcı hastalıklar hakkında yazılan ilk kitap olduğu gibi, bu iki hastalığı açıkça teşhise yarayacak bilgi­leri de veren ilk kitaptı. 1498 ile 1866 arasında İngiltere’de kırk baskısı yapıldı. Yine bir başka kitabı olan Kitabü’l Mansurî’nin dokuzuncu cildi XVI.yüzyıla kadar Avrupa’da en yaygın metinlerden biri oldu.[85] P.Kraus ve S.Pines de Râzî’nin amelî tıp sahasında kadim çağın bilgilerini aştığını söylerler.[86] İlim tarihçisi A.Adnan Adıvar da; Râzî’nin en büyük hizmetinin, kimyayı tıbba tatbik etmesi ve tıpta Calinos’un başladığı müşa­hede esasını bir kat daha kuvvetlendirmesi olduğunu belirtmektedir.[87]

10.asırda yetişen büyük İslâm tabibi Tunuslu İbn Cessar (!-1009), öteden beri in­sanlığı kasıp kavuran cüzzam hastalığı hakkında bir eser yazdı. Bu eserinde cüzzamın teşhis ve tedavisi hakkında bilgi veriyordu. Hastalığa yakalananları diğer hastalardan ayırıyor, özel hastanelerde tedavi ediyordu.[88] Yani hastalık beşerî bir problem olarak kabul ediliyor ve bütün tehlikelerine rağmen, hasta bir ‘insan’ olarak muamele gö­rüyordu. Halbuki aynı dönemde Avrupa’da cüzzamlı hastalar insanlık dışı muame­lelere tabi tutuluyordu. Meselâ Fransa’da vaziyet şöyleydi: Allah’ın lânetine uğrayan cüzzamlu bir an evvel saf dışı edilmeliydi. Papazlar cüzzamlı hastaya son arzularını sorarlar, hastayı cenaze alayıyla götürüp bir çukura koyarlardı. Papaz gelir, hastanın üzerine üç defa toprak atardı. Daha sonra da cüzzamlı alınıp insanlardan uzak sapa bir yerdeki miskinhaneye atılır, yahut ıssız bir adada ölüme terk edilirdi.[89] Tabiî ki bu anlayış farklılığında, mensup olunan dinî dünya görüşünün ehemmiyetli bir rolü vardı. İslâm Dini’nin insana verdiği değer, onu doğuştan masum ve günahsız kabul etmesi, Hristiyanlık nazarında ise insanın doğuştan günahkâr olması insana karşı davranışta bir farklılığa yol açıyordu. Yine ilk ve orta çağların korkulu rüyası olan veba hastalığı karşısında da, Müslüman ve Hristiyan tabiplerin tavrı farklı olduğu gibi, her iki toplumun maruz kaldığı hasar da farklı oluyordu. Nitekim 1348 yılında Avrupa’yı kasıp kavuran veba salgını hakkında tıbbî bir rapor kaleme alan Montpellier Üniver- sitesi’nin bir profesörü, vebanın yayılmasındaki mes’uliyeti hastanın bakışlarına yük­lüyor, hastayı muayene etmeden veya ona dokunmadan önce, gözlerini kapamayı veya bir bezle örtmeyi doktor ve rahibe tavsiye ediyordu. İsviçre ve Fransa’da halk kabahati Museviler’e yükleyerek, yüzlerce Musevî’yi yakıyorlardı.[90] Hristiyan toplumlarda bu derece tahribat yapan veba hastalığının, Müslüman toplumlarda da kısmen görül­mesine rağmen, Avrupa’da olduğu ölçüde kitlevî ölümlere yol açmamasının sebebi, Müslümanların temizlik hususunda gösterdikleri titizlik olmalıdır. Nitekim Will Durant, evlerde özel banyoların ancak pek zengin olanlara mahsus bulunduğunu, ancak umumî hamamların pek fazla olduğunu belirterek, X.asırda Bağdat’ta 27 bin hamamın mevcudiyetinin rivayet edildiğini söyler.[91]Bu rakam tabiî ki mübalâğalıdır. Ancak Müslümanların bu meseledeki titizliklerini ifade etmesi bakımından dikkate şayandır.

Ortaçağ İslâm dünyasında tababetin ikinci büyük ismi İbn Sina idi. ‘Kitabu’ş Şifa’ ve ‘Kanun fi’t-Tıb onun en meşhur eserleridir. Kanun, Montpellier ve Louvain Üniver­sitelerinde XVII.yüzyılın yarılarına kadar başlıca tıp kitabı olarak okutulmuştur.[92] Bir tıp ansiklopedisi olan bu eser, bütün kadim tıp ile Müslüman tıp ilmini tamamen ihti­va eder. Esas itibariyle Calinus’un eserlerine benzemekle beraber onu birçok noktalar­da tadîl, tefsir ve ıslah etmiştir.[93] Kanun, tıp ilminin Ortaçağ’da ulaştığı zirveyi temsil eder. Ama bu çağdan sonra da asırlarca aşılamamıştır. Nitekim Hilmi Ziya Ülken, bu eserin tam altı asır dünyanın tıp tedrisatına hakim olduğunu söyler.[94]

İbn Sina tıpta birçok yeniliğe imza atmıştır. Damar içi şırıngası ile buz torbası İbn Sina’nın icadıdır.[95] O, vücuttaki rahatsızlığın giderilmesi için sadece hastalıklı organın tedavisinin hastayı iyileştirmek için yeterli olmayacağına, hastanın psikolojik olarak da tedavi edilmesi gerektiğine inanır. İbn Sina ilâçla tedavi vasıtalarını ruhî tedavi vasıtalarının desteklemesi lâzım geldiğini, bunların vücudun maddî kuvvetlerinin ge­lişmesini tamamlayacağını söyler.[96]

İbn Sina birçok hastalık hakkında teşhis ve tedavi usulleri geliştirmişti. Gale- nos’un kan dolaşımı teorisinin biraz daha ileri bir şekli İbn Sina’nın ve ondan önceki diğer İslâm hekimlerinin eserlerinde görülür.[97] İbn Sina böbrek hastalığı hakkında da teferruatlı izahatta bulunmuştur. Böbreğin sağlıklı olup olmadığının idrar vasıtasiyle belirlenebileceğini ifade ederek, idrar yoğunluğunun, az veya çokluğunun, renginin böbreğin durumu hakkında bilgi vereceğini belirtir. Ona göre ayrıca idrarın içinde yağ tortuları, et parçaları ve bazı partiküllerin bulunması da, bize böbrek hastalığının ne olduğunu anlamamızda ve belirlememizde yardımcı olur.[98] Hastalığın sebebi ve tedavisi hakkında da İbn Sina’nın tesbit ve tavsiyeleri şöyledir: Bu hastalık genellikle böbreği yerinde tutan dokuların gevşemesi neticesinde ortaya çıkar. Dokuların gev­şemesi, vücudun kilo kaybetmesinden dolayı görüldüğünden tedavide kilo aldıran, semirten ilâçlar kullanılmalı ve yiyecekler yenilmelidir.[99]

İbn Sina kuduz hastalığını açıklarken de, kuduzun ısırılma dışında başka yollarla da sirayet edebileceğini ifade eder. Ona göre, yediği yemeğin ve içtiği suyun artığı da onları yiyip içene aynı şekilde te’sir eder ve aynı hastalığa tutulmasına sebep olur.[100] İbn Sina, ısırık yarasının tedavisi hakkında, yaraya tatbik edilen çeşitli yakılar, lapalar ve merhemler tavsiye eder.[101]

İbn Sina’dan sonra İslâm dünyasında yetişen bir büyük hekim, Alâaddin Ebu’l-Hasan İbnu’l-Nefis(1210-1298)’tir. Kettanî’nin ender rastlanır dehaya sahip bir hekim olduğunu belirttiği İbnu’n-Nefis kanın kılcal damarlar vasitasiyle dolaştığını doğru olarak ilk kez dile getirdi.[102]

 

c) Kimya

Will Durant, kimyanın Müslümanlar tarafından kurulmuş bir ilim olduğunu be­lirtir. Ona göre eski Yunanlıların bu konuda bildikleri sanayi ile ilgili basit tecrübeler­den ileri gitmiyordu. Halbuki Müslümanların kesin müşahedeyi, kontrollü tecrübeyi ve hassas ölçüleri getirdiklerini ifade eder.[103] Kimya ilmi Ortaçağ’ın en büyük kim­yacısı sayılabilecek olan Cabir İbn Hayyan(702-765) tarafından matematik temeller üzerine kurulmuştur. Bu ilim ‘Geber’ adı altında 12.yüzyıldan itibaren Latince tercü­melerle Avrupa’ya ulaşmış, ancak 18.yüzyılda yeni unsurlar kazanmaya başlamıştı.[104] Yani kimya ilminde Müslüman alimler bin yıl boyunca aşılamamıştır.

Cabir İbn Hayyan’ın kimya ilminde yaptığı keşif ve icatlar hakkında birkaç baş­lık vereceğiz. Cabir, kurşun karbonatı hazırladı. Arsenik ve antimonu sülfürlerinden ayırdı. Kumaş ve deriyi boyama usulünü buldu. Asetik asiti elde etmek için sirkeyi damıttı.[105] Cabir İbn Hayyan maddenin en küçük parçası olan atomun parçalanabi­leceği fikrini bundan 1200 sene önce ortaya atmıştır.[106] Cabir’in ‘dört element-dört ilke’ anlayışına göre, tabiatta her şeyi toprak, su, hava, ateş elementlerinin sıcak-soğuk, nemli-kuru çiftlerinin birleşmesiyle meydana gelir. Bu çiftler, ikisi iç ve zıt, ikisi de dış nitelikler olacak şekilde bir araya gelirler ve maddeyi oluştururlar. Dört hissedilir ni­telik hareket halindedirler, bu hareket bir elementin diğerine dönüştürülmesini(veya dönüşmesini) mümkün kılar.[107]

Buraya kadar Müslümanların ilim hayatına yaptıkları hizmetlerin ve ortaya koy­dukları ürünlerin bir özetini vermeye çalıştık ve gördük ki, Batı dünyası karanlık­lar içinde yüzerken, İslâm dünyası medeniyet tarihinin neredeyse bütün mirasından faydalanarak, tarihin bir önemine damgasını vurdu. Bunun niye böyle olduğunun cevabı, her iki toplumun dinî ve siyasî otoritelerinin bu meselede aldıkları tavra bakı­larak verilebilir. Roma hakimiyeti, Platon felsefesi ve Hristiyanlık, Avrupa’da her türlü yeniliğin önünü keserek, içe kapanmaya yol açmıştı. Batı Avrupa’da Kilise sadece dinî bilgiyi değil; astronomi, tıp vs. gibi sahaları da tekeline almıştı. Bu sahalarda onun tarafından doğru kabul edilmiş görüşlere karşı gelmek, dine karşı işlenmiş büyük bir günah sayılıyor ve Enkizisyon mahkemelerinde cezaya çarptırılıyordu. Nitekim Rönesans’ın başlamasından bir asırdan fazla bir zaman sonra Kopernik, 1530 yılında tamamladığı çalışmasında dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğünü, bu dönüşü 1 günde tamamladığını söylediği zaman, ona karşı çıkanlardan birisi de Reform Ha- reketi’nin öncüsü ve Protestan Kilisesi’nin kurucusu Martin Luther olmuştu. Martin Luther bu karşı çıkışını şöyle temellendiriyordu: ‘Bu budala astronomi bilimini alt üst etme sevdasındadır, oysa Kutsal Kitap arzın değil Güneş’in döndüğünü bize bildirmiştir’.[108] Yani Avrupa, 16. Asrın ilk yarısında bile, astronomik hakikatleri hâlâ Kutsal Kitap’ta arıyordu.

Kilisenin ilmî düşünce karşısındaki bu engelleyici tavrı, siyasî otorite tarafından da sessiz kalınmak suretiyle tasdik ediliyordu. Siyasî otoritenin ilmî düşünceyi himaye etmesi ancak 17.asırda mümkün olmuştu, ki bu aynı zamanda Kilisenin otoritesinin zayıflamaya başladığı devredir. Tarihçi J.M.Roberts bu hususla alâkalı olarak, ‘New- ton’un yaşadığı çağda bilimin artık ayrıcalıklı bir faaliyet olarak kamu otoritesinden himaye görmesi, kazandığı değer ve saygınlığın kesin göstergesiydi’ demektedir. Yine Roberts ilk ilmî dernek olan Accademia del Cimento’nun 1657’de Floransa’da Gran- dük’ün himayesinde kurulduğunu belirtmektedir.[109] Halbuki aynı dönemde İslâm dünyasında tam tersi bir durum vardı. İslâm halifeleri ilmî araştırma ve incelemele­re bizzat öncülük ediyorlar, mütercimlere; etnik veya dinî kimliklerine bakmaksızın maaş bağlıyorlar, onları maddî ve manevî olarak onore ediyorlardı. Dolayısıyle İslâm Medeniyetinin ortaya çıkması, tamamen, Abbasi halifelerinin bu yukarıdan organize etme, yönlendirme faaliyetlerinin neticesi olmuştur. Yoksa, bölgesinin en azgelişmiş, en geri toplumunu kendi haline bırakarak kendi kendine uyanmasını beklemek hiçbir netice vermeyecekti. Bu sebeple uzun seneler devam eden yoğun bir tercüme faali­yetinden sonra te’lif devresine, yaratıcılık devresine geçilmiş ve İslâmî hareket İslâm Medeniyeti’ne dönüşmüştü.

 

Sonuç:

Batı’da sosyal, kültürel ve ilmî hayat siyasî gerçekliği belirler ve yönlendirirken, İslâm dünyasında siyasî gerçeklik sosyal, kültürel ve ilmî hayatı belirlemiş ve yönlen­dirmiştir. Bu netice de dinî ve siyasî faktörlerin her iki medeniyetteki münasebetleri­nin farklı olmasından kaynaklanmıştır. Hristiyan dünyasında siyasî otoritenin pagan inanışa sahip olması ve Hristiyanların asırlarca muhalefette kalması onları içe kapalı ve pasif yapmıştı. Hristiyanlığın, Roma İmparatorluğu’nun resmî dini haline gelme­sinden sonra da otoritesini sağlamlaştırmak için felsefeyi, ilmi ve siyaseti kontrol al­tına alarak bütün muhalif sesleri susturması, Batı dünyasında her türlü gelişmeyi ön­lemişti. Halbuki İslâmiyet Peygamberinin sağlığında siyasî iktidara da hakim olmuş ve özündeki ilmi, öğrenmeyi ibadet sayan anlayışıyla büyük bir medeniyet hamlesi başlatabilmiştir.

 

———————————————————–

21. Yüzyılda Eğitim ve Toplum, Cilt 3 Sayı 5 Yaz 2013, Sf.56-71 

 

[1]  Keklik, Nihat; Felsefe-Mukayeseli Temel Bilgiler ve Kaynaklar, Çağrı Yayınları, Özdem Kardeşler Matbaası(Îstanbul-1978), s.267

[2]  Günaltay, M.Şemseddin; Antik Felsefenin İslâm Dünyasına Girişi- Giriş Yılları ve Şekilleri, Osmanlıcadan Sadeleştiren: İrfan Bayın, Kaknüs Yayınları, l.Baskı, Alemdar Ofset(İstanbul-2001), s.66

[3]  Kuneyr, Y.; İslâm Felsefesinin Kaynakları, Tercüme Eden: Fahrettin Olguner, Dergâh Yayınları, 2.Baskı, Emek Matbaacılık(İstanbul-1992), s.58

[4]  Aynı eser, s.59

[5]  Anawati, G; ‘Bilim5, Tercüme Eden: Turan Koç, İslâm Tarihi Kültür ve Medeniyeti, Kitabevi Yayını, 2.Baskı, Emek Matbaacılık(İstanbul-1992), s.58

[6]  Zikreden: Anawati, G.; Aynı eser, s.332

[7]  Aynı eser, s.332

[8]   Sezgin, Fuat; İslâm Bilimler Tarihi Üzerine Konferanslar, Timaş Yayınları, 1.Baskı, Sistem Matbaacılık(İstanbul-2012), s.71

[9]  Durant, Will; İslâm Medeniyeti, Tercüme Eden: Orhan Bahaeddin, Tercüman Yayınları, Kervan Kitapçılık A.Ş(İstanbul), s.95

[10]  Bayezidof, Ataullah; İslâm ve Medeniyet, Sadeleştiren:İbrahim Ural, Türkiye Diyanet Vakfı Yayını, 1.Baskı, Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Matbaacılık ve Ticaret İşletmesi(Ankara-1993), s.47

[11] Aynı eser, s.48

[12] Gökdoğan, Melek Dosay; Salih Zekide Hint Rakamlarının Kökeni Meselesi-Ortaçağ İslâm Dünyasında Bilim ve Teknik(Makaleler), Editör: Yavuz Unat, Lotus Yayınevi, Öncü Matbaası(Ankara-2008), s.119

[13] Sezgin, Fuat; a.g.e., s.13

[14] Aynı eser, s.13

[15] Karakaş, Mahmut; 8.yüzyıldan 19.yüzyıla -Müslüman Bilim Adamları, Mostar Yayınları, Sistem Matbaacılık(İstanbul-2010), s.124

[16] Durant, Will, a.g.e., s.98

[17] Salih, Zeki; Asâr-ı Bakiyye-Bilginlerin Yaşamları ve Yapıtları-Cilt:3, Yayına Hazırlayanlar: Melek Dosay ^ Gökdoğan-Remzi Demir-Mutlu Kılıç, Babil Yayıncılık, İ.Baskı, Nobel Basımevi(Ankara-2004), s.144

[18] Kettanî, M.Ali; ‘İslâm Bilimlerinin Geçmişine Toplu Bir Bakış, İslâm ve Bilim Tartışmaları, Hazırlayan:Mustafa Armağan, Etkileşim Yayınları, 2.Baskı, Nesil Matbaacılık(İstanbul-2007), s.188

[19] Durant, Will; a.g.e., s.98

[20] Hunke, Sigrid; Avrupa’nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi, Tercüme eden: Servet Sezgin, Bedir Yayınevi, Ahmet Sait Matbaası(İstanbul-1972), s.104

[21] Zeki, Salih; a.g.e., s.76 

[22]  Fazlıoğlu, İhsan; Harranlı Matematikçilerin İslâm Matematiğinin Oluşumundaki Katkıları- Türkiye Günlüğü Dergisi, Cedit Neşriyat Ltd.Şti., Sayı: 111, 2012 yaz sayısı, s.41

[23]  Zeki, Salih; a.g.e., s.150

[24]  Aynı eser, s.151

[25]  Kettani, M.Ali; a.g.e., s.189

[26]  Adıvar, A.Adıvar; Tarih Boyunca İlim ve Din (Bilim ve Din), Remzi Kitabevi Yayınları, 5.Baskı, Evrim Matbaacılık (İstanbul-1994), s.86

[27]  Anawatti, G; a.g.e., s.327

[28]  Kettanî, M.Ali; a.g.e., s.189-190

[29]  Özcan, Emine Sonnur; Bilgi Büyücüsü Birunî, Ötüken Neşriyat, 2.Basım, Yaylacık Matbaası (İstanbul-2011), s.65

[30]  Sezgin, Fuat; Bilim Tarihi Sohbetleri, Timaş Yayınları, 4.Baskı, Çınar Matbaacılık (İstanbul-2012), s.83

[31] Aynı eser, s.59

[32] Aynı eser, s.59

[33]  Özcan, Emine Sonnur; a.g.e., s.65

[34] Kettanî, M.Ali; a.g.e., s.190

[35] Anawati, G; a.g.e., s.327

[36] Özakıncı, Cengiz; İslâm’da Bilimin Yükselişi ve Çöküşü (827-1107), -Müslüman Toplumlarda Bilimsel Gerilemenin Tarihsel Kökenleri-, Otopsi Yayınları, 10.Basım, Kayhan Matbaacılık(İstanbul-2007), s.283

[37] Karakaş, Mahmut; a.g.e., s.136

[38] Durant, Will; a.g.e., s.136

[39] Kettanî, M.Ali; a.g.e., s.190

[40] Aynı eser; s.191

[41] Aynı eser, s.191

[42]  Weber, Alfred; Felsefe Tarihi; Tercüme Eden: H.Vehbi Eralp, 5.Baskı, Sosyal Yayınlar, Kitap Matbaacıhk(Îstanbul-1998), s.105

[43]  Unat, Yavuz; ‘İslâm Dünyasında Astronomi Çalışmaları ve Batıya Etkileri, Ortaçağ İslâm Dünyasında Bilim ve Teknik(Makaleler), Editör:Yavuz Unat, s.184

[44] Aynı eser, s.184

[45]  Sezgin, Fuat; İslâm Bilimler Tarihi Üzerine Konferanslar, s.70

[46] Aynı eser, s.71

[47] Sayılı, Aydın; Ortaçağ Bilim ve Tefekküründe Türkler’in Yeri; Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, 2.Baskı, Yücel Ofset(Ankara-1997), s.21

[48] Durant, Will; a.g.e., s.99

[49] Kettanî, M.Ali; a.g.e., s.99

[50] Sezgin, Fuat; a.g.e., s.74

[51] Unat, Yavuz; Tarih Boyunca Türklerde Astronomi, a.g.e., s.161

[52] Kettanî, M.Ali; a.g.e., s.196

[53] Hunke, Sigrid; a.g.e., s.196

[54] Aynı eser, s.119

[55] Unat, Yavuz; İslâm Dünyasında Astronomi Çalışmaları ve Batıya Etkileri, a.g.e., s.187

[56] Aynı eser, s.187

[57] Özcan, Emine Sonnur; a.g.e., s.36

[58] Aynı eser, s.47

[59] Durant, Will; a.g.e., s.103

[60] Hunke, Sigrid; a.g.e., s.252

[61] Kettanî, M.Ali; a.g.e., s.197

[62] Hunke, Sigrid; a.g.e., s.120

[63] Unat, Yavuz; ‘İslâm Dünyasında Astronomi Çakışmaları ve Batı’ya Etkileri, a.g.e., s.187

[64] Aynı eser, s.190

[65] Aynı eser, s.190

[66] Kettanî, M.Ali; a.g.e., s.192

[67]  Gökdoğan, Melek Dosay; ‘Farâbî’nin Boşluk Üzerine Makalesi, Ortaçağ İslâm Dünyasında Bilim ve Teknik(Makaleler), Editör: Yavuz Unat, s.300

[68] Aynı eser, s.303

[69] Kazıcı, Ziya; Islâm Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, 8.Baskı, M.Ü.Îlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, Pasifik Ofset Ltd.Şti.(Istanbul-2010), s.35

[70] Anawatti, G; a.g.e., 4.Cilt, s.329

[71] Sezgin, Fuat; a.g.e., s.124

[72] Kettanî, M.Ali; a.g.e., s.193

[73] Durant, Will; a.g.e., s.96

[74] Keklik, Nihat; a.g.e., s.283

[75] Hunke, Sigrid; a.g.e., s.180

[76] Aynı eser, s.181

[77] Aynı eser, s.181

[78] Durant, Will; a.g.e., s.105

[79] Aynı eser; s.107

[80] Hunke, Sigrid; a.g.e., s.200

[81] Aynı eser, s.169

[82] Aynı eser, s.167

[83] Aynı eser, s.168

[84] Kazıcı, Ziya; a.g.e., s.34

[85] Durant, Will; a.g.e., s.107

[86] Kraus, P.-Pines, S.; ‘Razı’, İslâm Ansiklopedisi-9.Cilt, Milli Eğitim Bakanlığı Yayını, M.E.B.Basımevi (İstanbul-1964), s.642

[87] Adıvar, A.Adnan; a.g.e., Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Yaylacılık Matbaacılık, 1.Baskı(İstanbul-2012),

[88] Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi, Hazırlayan:Şaban Döğen, Yeni Asya Yayınları, Nesil Matbaacılık Yayıncılık San. Ve Tic. A.Ş.(Îstanbul-1984), s.142

[89] Aynı eser, s.142

[90] Hunke, Sigrid; a.g.e., s.196

[91] Durant, Will; a.g.e., s.65

[92] Aynı eser, s.111

[93] Ülken, Hilmi Ziya; ‘İbn Sina5, İslâm Ansiklopedisi, 5.cilt-2.kısım, s.820

[94] Aynı eser, s.820

[95] Hunke, Sigrid; a.g.e., s.201

[96] Aynı eser, s.203

[97]  Terzioğlu, Arslan; ‘İbn Sina’nın Tababeti ve Avrupa’ya Tesirleri’ , İbn Sina, Derleyen:Aydın Sayılı, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu-Türk Tarih Kurumu Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi (Ankara-1984), s.60

[98] Kâhya, Esin; ‘İbn Sina’da Böbrek Hastalıkları ve Tedavileri’, Aynı eser, s.276

[99] Aynı eser, s.277

[100] Sarı, Nil Akdeniz; ‘İbn Sina’ya Göre Kuduz ve Osmanlı Tıbbına Etkisi’, Aynı eser, 311

[101] Aynı eser, s.312

[102] Kettanî, M.Ali; a.g.e., s.204

ıo3 Durant, Will; a.g.e., s.103

[104] Sezgin, Fuat; a.g.e., 103

[105] Karakaş, Mahmut; a.g.e., s.111

[106]  Işık Doğudan Yükselir; Hazırlayan: Cuma Vural, Panama Yayıncılık, 1.Baskı, Berikan Matbaası(Ankara-2013), s.64

[107] Aydın, Ayten Koç; ‘İslâm Dünyasında Simya ve Kimya’ Ortaçağ İslâm Dünyasında Bilim ve Teknik(Makaleler), Editör:Yavuz Unat, s.315

[108] Zikreden: Özakıncı, Cengiz; a.g.e., s.235

[109] Roberts, J.M; Avrupa Tarihi, Tercüme Eden:Fethi Aytuna, İnkılap Yayınları, İnkılap Kitabevi Baskı Tesisleri (İstanbul-2010), s.325

 

[i] İnönü Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi

Yazar
Etem ÇALIK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen