Yerlilikten Yurtsuzluğa; Zürcher, Bizim Kitap Kurdunu Okudu mu?

-Kurtuluş Kayalı Üzerine Bir Portre Denemesi-

 

Prof.Dr. Kurtuluş KAYALI

 

Taşkın TAKIŞ 

Zweig’ın ilginç hikâyelerinden biri “Buchmenderdir.[1] Hikâyedeki kahra­manın ismiyle çağrışımlı olarak “kitap kurdu” anlamına gelmektedir bu kelime. Olay, I. Dünya Savaşı yıllarının Viyana’smda geçmektedir. İkinci el kitap alım satımıyla uğraşan sıra dışı bir adamın yaşam öyküsü… Kah­ramanın gerçek ismi Jacob Mendel’dir. Galiçyalı bir Yahudi. Zamanının neredeyse tümü alıp sattığı, okuyup incelediği kitaplar arasında geçmek­tedir. Tutku derecesinde bağlıdır kitaplara. Öyle ki, kitap dünyasında bu adamın hafızasına kaydetmediği kitap neredeyse yok gibidir. Buchmen­del, tam da adına yakışacak şekilde kitaplara ait tüm bilgileri olağanüstü bir yetenekle hatırlamaktadır. Hafızası neredeyse her konuda tüm bilgileri içeren zengin bir bibliyografya işlevi görmektedir. Kitapların konusunu, içeriğini, yazarlarını, yazarların ayrıntılı biyografilerini, kitapların basıldı­ğı yılları, yerlerini, ciltlerini, ortalama sayfa sayılarını, baskısı biten kitapların dünyanın hangi ucundan hangi koşullar altında nasıl temin edilebile­ceğini bir katalogdan okuyormuşçasına söyleyebilmektedir. Bir kayıt bürosunda işlem tutarcasına çalışan bu kusursuz hafıza, sahafların, kütüp- hânelerin en gizli, en tenha bölmelerine kadar uzanabilmektedir. Mendel, vitrinlerde bir kez gördüğü herhangi bir kitabın rengini, şeklini, boyutunu unutmamakta, müzayedelerde hangi kitabın kaça satıldığını, o satılan kitabın iki yıl önce nasıl daha ucuza gittiğini ve tüm bunlar arasındaki fiyat farklarını zihnine nakşedebilmektedir. Kitapların raflarda durduğu yerleri kütüphanelerdeki ilgisiz memurlardan daha iyi bilmekte, yayıncı­ların kitap listelerine baktığında bir yayınevi sahibinden çok daha yerinde tahminler yürütebilmektedir. Buchmendel’in ünü artık Viyana sınırlarını aşmıştır. Ona dünyanın dört bir yerinden çeşitli mektuplar gelmeye baş­lar. O hiç üşenmemekte, mektupları büyük bir nezaketle yanıtlamakta, hattâ karşı tarafa ayrıntılı dökümler sunmaktadır. Derken, I. Dünya Sava­şı patlak verir. Savaşın ortasında yazışmalar devam etmektedir. Mendel, Fransa ve İngiltere’deki yaymevlerine abonesi olduğu dergiler için mek­tuplar yazar. Fransa ve İngiltere, Avusturya birliklerinin düşmanıdır. Bu mektuplar bir şekilde Askerî Sansür Komitesi’nin eline geçer. Subaylar, savaş esnasında Mendel’in şifreler yoluyla düşmanlarla işbirliği yapma­sından kuşkulanırlar. Mendel, muhbirlik suçundan tutuklanır, kitaplarına el konulur ve temerküz kampına gönderilir. Haksız yere suçlanan Buch­mendel sürgün döneminde her türlü felâketi tadar. Okuma yazma bile bilmeyenlerin arasında bambaşka bir insanlık manzarasıyla karşılaşır. Zihni altüst olur. Psikolojisi bozulur, sarsılır. O müthiş hafızasını, yavaş yavaş kaybetmeye başlar, hastalanır, zayıflar. Bu sırada, Mendel’in Viya­na’daki adresine savaşın ortasında bile hâlâ mektuplar gelmeye devam etmektedir. Şu kitabı bize bulabilir misin, şu kitabı nasıl temin edebiliriz diye… Bu mektuplar toplama kampına, Mendel’e tekrar postalanır. Nihâyet, askerler Mendel’in suçsuz olduğunu anladıklarında onu salıverirler. Fakat, iş işten çoktan geçmiştir. Galiçyalı kitap kurdu, hafızasını, mesle­ğini, kitaplarını her şeyini yitirmiştir. “Mendel, artık Buchmendel değil­dir!”. 

Kitap kurtlarının duygularını okşayacak güzellikteki bu hikâye, esasen yazarın kendi yaşamından önemli parçalar sunmaktadır, iniş ve çıkışlarla dolu bir hayat, Buchmendel’in yazgısıyla birçok yerde kesişmektedir. 

Avusturyalı ünlü yazar Stefan Zweig, 1881 ’de Viyana’da doğmuştur. Varlıklı bir Yahudi ailesine mensuptur. Ama o kökenleriyle ilgilenmek istemeyecektir. İyi bir eğitim alır, temel dilleri erken yaşlarda öğrenir. Edebiyata merakı vardır; gençlik yıllarında Verlaine ve Baudelaire’in mısralarını Almanca’ya çevirir. Dönemin sanat ve kültür çevreleriyle yakın dostluklar kurar. Başta sevdiği arkadaşı Romain Rolland olmak üzere, Rilke, Valéry, Joyce, Freud, Thomas Mann, Ravel, Toscanini ve Rodin gibi yüzyılın Avrupa kültür ve sanatında büyük etkiler uyandırmış isimleriyle tanışır. O dönemde, Viyana en parlak devirlerini yaşamaktadır ve ışıltılı çevrelerde Zweig avantgard bir Viyanalı olarak boy gösterir. Sık sık gezilere çıkar. Günlüklerinde belirttiği üzere “kendini daha yakından tanımak maksadıyla” yapılacaktır bu geziler. Avrupa’yı dolaşır, Paris, Berlin ve Londra’ya gider. Uzak iklimlere açılır. Hindistan, Kanada, Amerika, Küba, Porto Riko gibi ülkelere seyâhatlerde bulunur. 

Zweig’in mutlu sürüp giden yazgısı bir anda kesintiye uğrayacaktır. I. Dünya Savaşı patlak vermiştir. Ansızın her şey altüst olur. Orduya yazılır, cephede “Savaş Arşivi” servisinde çalışır. Savaş yıllarında insanlığın ger­çek dramına tanıklık eder. Savaşın yarattığı ağır psikolojiyle zor günler yavaş yavaş gelecektir. Kasvetli ve boğucu bir hava her yanı sarmıştır. Kentlerden, kasabalardan, köylerden sel halinde insanlar oluk oluk cephe­lere akmaktadır. Avrupa entelektüelinin umutları dağılmış, yirminci yüz­yıla damgasını vuran kötümserlik felsefesi bütün düşünce, sanat ve ede­biyat akımlarına sinmeye başlamıştır. Bunalımlı yılların ortasında ayakta kalabilme mücadelesi tüm moral değerleriyle ağırlığını bir kere daha his­settirir. İç dünyasında bambaşka arayışlara gömülür Zweig. Artık, o avantgard Genç Viyanalı değildir. Gençliğin mutluluk illüzyonları sona ermiştir. Geriye döner. Kendine uzak bir geçmişin izlerini arar. Klasiklere yönelir. Avrupa’nın düştüğü ruhsal hali derinden anlamaya çalışır. Ger­çekçi varoluşsal bir çaba, klasik eserler aracılığıyla ona edebiyat dünya­sında başka ufuklar açacaktır. Savaş sonrasında, Salzburg’daki evine kapanır ve ünlü biyografilerini yazmaya başlar. 

Zweig, doğrudan yaşamın tâ kendisine dönecektir. Viyana’da felsefe eğitimi aldığı sıralarda Kant, Schelling ve Hegel gibi isimler ona, “profe­sörlük kisvesi altında, kürsülerine çıkıp, birtakım hokkabazlıklarla dün­yayı kendilerine hayran bırakmak isteyen filozoflar” olarak görünmüştür. Schopenhauer gibi irade duygusu yüksek, öte taraftan “acı”yı duyumsama noktasında benliğindeki kapıları ardına kadar açık bırakan filozoflara daha yakın bulacaktır kendini. Soğuk teorilerle, kendini gizleyen düşünce sistemleriyle ilgilenmeyecektir. Zweig, bir bakıma hep sınırlarda dolaşan, uçurumun kıyısında gezinen kişilerin gözüyle bakmak isteyecektir ha­yata. Stendhal gibi keskin realite duygusuna sahip dünya edebiyatının realist bir üstadını tasvir ederken bile onu bu tehlikeli sınırlarda dolaştır­maktan çekinmeyecek ve kitaplarında Stendhal’i “Kendi Hayatının Şiiri­ni” yazanlar kategorisinde inceleyecektir. Uzun ve ağır çalışmalardan sonra, yaşamı boyunca aralıklarla kaleme alacağı biyografilerin ilk taslak- lan ortaya çıkmaya başlamıştır. Balzac, Stendhal, Dostoyevski, Tolstoy, Dickens gibi büyük romancıların, Fouché, Marie Antoniette ve Marie Stuart gibi sıra dışı siyasî kişiliklerin, Casanova, Magellan, Amerigo Ves­pucci gibi tutku ve serüven avcılarının, Kleist, Hölderlin, Nietzsche gibi ebedi münzevîlerin yaşamlarına ortak olur. Böylesine yüksek bir dostluk için de ara vermeksizin çalışacaktır. Bir kitap kurdunun doymak bilme­yen okuma iştahını sürekli kamçılamak zorundadır. O devâsâ romanları, cilt cilt eserleri okumaya başlar, yüzlerce fikri etüt eder. Öyküleri, hatıra­ları, mektupları, günlükleri gözden geçirir. İnceleyeceği portrelerin tanık­lık ettiği zamanı ve koşulları araştırır. Tarih ve sanat kitaplarından geçmi­şe dair bilgilerin peşine düşer. Tahlil edeceği karakterlerin ruhsal ve fizik­sel portrelerini, çocukluklarını ve aile hayatını psikoloji kitaplarından çıkarır. Kitapçılarda, kütüphanelerde, sahaflarda eline geçen ne varsa top­lamaya başlar. Bir koleksiyon avcısı gibi servetini müzayedelerdeki ki­taplara yatırır. Arşivlerdeki, müzelerdeki elyazmalarını inceler, hattâ dönemi ilgilendiren gazete kupürlerini biriktirir, gerektiğinde mahkeme kayıtlarını bile araştırır. 

Zweig’in yazmaya koyulduğu eserlerin alışılmış biyografilerden bir farkı vardı. Başka bir yöntem deneyecektir kendine. Her ne kadar, o denli zahmetten sonra gerekli materyalleri temin etmiş, yığınla bilgiyi depola­mış, sayfalarca not çıkarmışsa da, yazacağı hayatları bir kronolojiye sâdık kalarak anlatmayacaktı. Belli bir sistematik etrafında konuları işlemek, bu hayatların büyük kırılma anlarını saptamak, sonra buradan bir takım ge­nel sonuçlara varmak.. .Açıkçası, böyle bir yola başvurmuş olsaydı, yazar olarak “ne” söylemek istediğini hiçbir zaman ifade edemeyecekti. Evet, edindiği bilgilerden yararlanmış ama devâsâ bilgi yığınlarını eserlerinde arka planda tutmuştu. Zweig, çok daha hassas bir noktadan yaklaşmıştır meseleye. Bütün bilgiler, bu sıra dışı kişilikleri yaratmış olan tek bir ruh­sal motife bağlanacaktı. Bir yönüyle Balzac’m romanlarında kullandığı monomanie tekniğini çağrıştırmaktadır bu yöntem. Balzac, İnsanlık Ko­medyası’nda yarattığı iki bine yakın karakterin her birine aslî kişilikler yüklemiştir. Cimrilik, cömertlik, hayâlperestlik, hırs, gurur, akıl, merha­met vb… Tek bir tutkuya bağlı kalarak oradan dünyaya bakma denemesi. Sanki tek bir maymuncukla tüm kapılar açılmaktadır. İkinci bir duygu çeşidi bulunmamaktadır. Her bir karakter yalnızca temel bir duyguyu temsil eder. Hem cimri olup hem de cömert davranamazsınız! Hem teva­zu gösterip hem de kibre kapılamazsınız! Boş gurur gösterilerinin yanın­da tevazu son derece yapmacık kalacaktır. Goethe’nin “içinizde ne taşı­yorsanız o büyür ve gelişir” sözünü anımsatırcasına, dış yüzeyde her şey sonsuz olgular kümesi içinde akıp giderken, tüm bu çeşitlilikler bizim “iç zamanımızda tek bir yönde yol almaktadır. Sonsuz çeşitlilik içerisinde yalnızca tek bir seçim yapma hakkı tanınmıştır insana. Dışarıdan bakıl­dığında herkes birbirine benzemektedir, oysa iç dünyalarda seçimler çok­tan yapmıştır. Akıllılar, deliler, kalpazanlar, cimriler, kibar fahişeler, altın kalpli kızlar, erdemliler, yüce ruhlar, İnsanlık Komedyasında, yerlerini almıştır. İyilerle kötüler, habis ruhlarla müşfik kalpler sanki tek bir came- kâna kapatılmıştır. Kaçacak bir yerin olmadığı aynı fanusun içinde solu­maktadırlar. Böylelikle hayatın tüm saçmalıklarını gözler önüne serer Balzac. Tüm derin kuşkularını, en bilinmedik ıstıraplarını, en büyük yal­nızlıklarını… Kimi gösteriş ve şatafat peşindedir, kimi ise erdem ve sa­delik peşinde… Bu keşmekeş içinde kalpler birbirine kapalı, gerçek arzu ve isteklerse gizlidir. Ve sonunda herkes olması gerektiği yere varır. Ro­manın ilk büyük öğretmeninin, binlerce sayfada yansıtmak istediği haya­tın ‘ihtişam ve sefâleti’, esasen çocukluğunda bir çatı katında kuru ek­meğe tâlim ederken, hayâl ettiği en güzel yemekleri tebeşirle masanın üzerine çizme muzipliğinden hiç de uzak değildir. İşte Zweig, BalzacTn benliğinde yuvalanmış bu en gizli noktaları keşfeder ve sonrasında tahlil­leri buradan adım adım ilerler. Keza bu yöntem Dickens için de geçerli olacaktır, Dostoyevski ve Tolstoy için de…

Başka bir açıdan düşünüldüğünde Zweig’m biyografileri bu bunalımlı yılların ortasında ne anlama gelmektedir? Zweig’m daima tasarladığı ide­al bir Avrupa coğrafyası vardı. Avrupa’nın düşünce coğrafyası… Kitlele­rin sürü halinde gücün peşinde koştuğu, Nazizmin bir veba gibi her yana yayılmaya başladığı ortamda bu biyografiler, Avrupa’nın düştüğü ruhsal krize bir cevap niteliği taşımaktaydı. Bu eserler aracılığıyla yaşlı kıtanın çoktan unutmuş olduğu, genç ve taze duygulara yeniden bir alev vermek istiyordu. Ürkütücü ve karanlık içgüdülerin yerine, zaaflarıyla birlikte en içtenlikli duygular yerleşiverecekti. Rotterdam’lı Erasmus’u, Calvin’e Karşı Castellio’yu kaleme alması bu sebepledir. Tıpkı birleştirici büyük hümanistler gibi o da bu coğrafyaya bir barış getirmek, düşünceleriyle taptaze bir ruh aşılamak istiyordu. 

Ne var ki, yaşamda peş peşe gelen düş kırıklıkları yakasını bırakmaya­caktır Zweig’m. Kovalanan gezgin bir Yahudi gibi sürgün yılları başlar. Arkasında pek bir şey bırakamadan Salzburg’daki evini terk eder. Naziler iktidara yükselmiştir. Evine, eşyalarına, kitaplarına el konulur. Amerika’ ya, Arjantin’e oradan Brezilya’ya geçer. Bir yandan da çalışmalarını sür­dürmekte, konferanslarına devam etmektedir. Biyografilerin bir kısmı yayımlanmış; birçok dilde okunmaktadır. Ancak, Nazi uçakları, İngil­tere’de hava saldırılarına başladığında dünyanın bir daha eskisi gibi ola­mayacağını düşünerek umudunu tamamen yitirmiştir. Ve, yaşama daima hassasiyetleri, heyecanları ölçüsünde yaklaşan bu öfkeli Amok Koşucusu, şimdiye kadar hiç mat edilmemiş Satranç ustası, 1942’de Brezilya’nın Petröpolis kentinde eşiyle, birlikte intihar eder.[2]

 

YAŞAM TARZI

Günümüz kitap kurtlarına, yaşamdaki derin kırılmalara muhatap olan bu öykü bir bakıma uzak ve yabancı kalacaktır. Kitap kurtlarının bu tür bir öyküyü anlamlandırmaları, kahramanın ruhuna nüfuz etmeleri zor gö­rünmektedir. Aksi bir iddiada bulunmak cüretkârlık olur. Başka kaygılar­la yoğrulan günümüz insanı, içinde bulunduğu koşullarda, geçmişe ancak sınırlı bir biçimde yaklaşabilir, geçmişin dünyasında bu tür dramatik yol­culuklara çıkamaz, uçurumun sınırlarında gezinemez, rahat ve huzur için­deyken tehlikenin şahikalarına tırmanamaz. Bugünden bakıldığında arada kapanamayacak büyük mesafeler vardır. 

Günümüzde “yaşam” ile “hakikat” arasında böylesine dolaysız bir iliş­ki kurgulayabilmek elbette imkânsız. Geçen yüzyılın ortalarında, Julien Benda, “yaşam” ile “hakikat” arasında eskisi gibi bir örtüşmenin olama­yacağından söz etmiştir. Benda’ya göre, değişen dünya beraberinde bü­yük bir tinsel yoksunluğu da getirmiştir. Benda, yüzü dünyaya dönük, dış meselelere aşırı duyarlı, fakat kendi benliğinden bir o kadar uzakta yaşa­yan bir aydın sosyolojisi çıkarmıştır ortaya. Dünyadaki “değişim”lerle iç içe geçmiş, siyasî, ekonomik olayların akışında hareket eden aydınlar sınıfının bağımsız, alternatif dünyalar inşa edebilmesi mümkün değildir. Böyle bir çelişkinin derin boyutları entelektüellerin kamu sahnesine çık­maya başladığı andan itibaren görünmeye başlamıştır. Benda’nın tes­pitleri, sosyal bilimcileri de yakından ilgilendirmektedir. Antik Yunan dünyasıyla ilgili klasik çalışmalara imza atmış olan Fransız düşünür Pier­re Hadot, Antik Felsefe Nedir?[3] adlı çalışmasında “yaşam tarzı” (un mode de vie) kavramından hareketle, uzun süredir felsefecilerin meşgul olduğu ve bir hayli geniş literatür tutan tartışmayı, bu sefer çok daha somut filo­lojik kaynaklarla gündeme getirir. Hadot’ya göre, felsefenin doğuşuna kaynaklık eden söylemler esasen filozofların yaşam tarzlarından doğan düşüncelerdi. Antikitede felsefî farklılıklar temelde bir yaşam farklılığına işaret etmekteydi, bir düşünce farklılığına değil. Sokrates için bilginin doğası, her şeyden önce yazma ya da konuşma becerisi değil, tamamen tinsel bir edimin karşılığı olmalıydı. Sokrates’in ölümü, o ünlü savunma­sındaki son sözleri, Sokrates’in yaşamından ayrı düşünülemezdi. Modem felsefî akımlar ise felsefeyi kendi “yaşam’Tarı üzerine inşa etmek yerine, kendi varoluşlarından bağımsız rasyonel bir çerçevede düşünmek eğili­mindedirler. Meselâ, bakalorya sınavına giren bir öğrenci Stoisyenler ile Epiküryenler arasındaki farkı bir bilgi farkı olarak görecek, düşünce tari­hindeki bir takım ekolleri felsefî bir “sistem” içinde rasyonalize etmeye çalışacaktır. Modem düşünce akımlarından yalnızca Marksizm, en son, yaşamla ilgili “praksis” sorununu geniş çapta gündeme getirebilmişti. So­nuç olarak felsefe, bir hakikat pratiği değil, yalnızca bir “temsil” (repre­sentation) olarak varlığını idame ettirmektedir günümüz hayatında.

 

Türk düşüncesinin coğrafyası

Bir öyküden yola çıkarak, biyografi ve yaşam tarzı kavramlarından hare­ketle Türkiye’de aydınlara ve düşünüş şekillerine dair bazı saptamalar yapmak mümkün müdür? Burada, tarihsel ve sosyolojik olarak kapsamlı bir değerlendirmeye gitmek bu çalışmanın sınırlarını aşmaktadır. Biz, “içe bakış” yöntemine eğilerek konu hakkında kısmî tespitlerde bulun­makla yetineceğiz. 

Genel hatları itibariyle, Batılılaşma süreciyle birlikte pozitivizmin Os­manlI ve Cumhuriyet döneminde yaygın bir etkisi olmuştur. Bu etkinin izleri, Türk düşünce tarihi ve aydınlarla ilgili yapılan çalışmalarda da gö­rülür. Kişilerin yaşam hikâyeleriyle ilgili incelemelerde, bir yığın olgular dizisi üzerinden hareket edilerek tasvir ve özetlemelere ağırlık verilmek­te, bilimsel bakımdan “tasdik” edilebilir olgular ön plana çıkarılmaktadır. Muhtemelen “öznel’Tiğe düşülebileceği kaygısıyla soyutlama ve yorum­lamalardan kaçınılmaktadır. Bu tür biyografilerde, gerekli belge ve bilgi­lere ulaşılmışsa, keşfedilen bulgular konuya hâkimiyet bakımından yeterli sayılır. En “eleştirel” metinlerde bile pozitivist yöntemin etkileri görül­mektedir. Biyografilerde araştırmanın “işçilik” kısmına ağırlık verilmek­te, incelenen kişinin psikolojisi, ruh dünyası, iç çatışmaları sağlam bir rasyonel “çerçeve”ye sığdırılmaya çalışılmaktadır. Bu tür çalışmalarda bilimsellik kaygısı ön plana çıkarken, kişilerin ruh dünyasına nüfuz ede­bilecek “empati” imkânları geri planda tutulmaktadır. Kayda değer ince­lemelerin önemini küçümseyecek değiliz, ancak “içe bakış” ve psikoloji noktasında büyük eksikliklerin olduğunu da vurgulanmalıyız. Çoğu zaman, Türk aydınının “birey” parçasına, bireyin yalnızca kendine ait, o bölüne- meyen (individuum) kısmına erişilememekte, aydının ne tür bir gözlükle kendine baktığı muğlâklığını korumaktadır. Bir başka sorun, roman, bi­yografi, otobiyografi, hatıra ve söyleşilerde de Türk aydınının düşünce biçiminin, dolaylı refleksler içermesidir. Bizzat romanlara, biyografilere konu olan kişiler, iç dünyalarına yönelimlerinde, çevrenin ve dış koşulla­rın etkisi altındadır. Recaizâde Mahmud Ekrem, Araba Sevdası’nda Ba­tı’y a gönülden meftun, seçkin bir aydın tipinin ruh dünyasına yetkinlikle eğilebilmiştir. Bihruz Bey’in çevresiyle kurduğu ilişki, kendini tanımak­tan kaçman bir kimsenin diyalog tarzıdır. Bihruz Bey, Periveş Hanım’a yazacağı samimi birkaç aşk sözcüğünü bile Rousseau’nun Yeni Heloîse kitabından bakarak yazar. Bihruz, “Quel amour! Je ne comprends pas ce que vous dites” (Hangi aşk? Ne dediğinizi hiç anlamıyorum!) diye esefle söylenirken sanki kendine bir başkası üzerinden seslenmek ister gibidir. Cumhuriyet döneminde Yakup Kadri’nin Yaban romanı da “ben” ile “çevre”nin yabancılığına dikkat çeken klasik örnekler arasındadır. Belki de bu yüzden Oğuz Atay, aydınların kendini saklamaya dönük bu tutumu­nu Tutunamayanlar’daki karakterlerine verdiği Turgut Özben ve Hikmet Benol isimleriyle ince bir şekilde eleştirir.

Türk aydınının kendini gizleyen iç sesi otobiyografik metinlere de yansımaktadır. Deyim yerindeyse bir parça pudra sürmeksizin “yanlış” ifadelerden sakınılmakta, bunun yerine “doğru”nun ne anlama gelebilece­ği tartışılmaktadır. Güncel bir değinide bulunmak gerekirse, son yıllarda yayımlanan nehir söyleşi tarzındaki çalışmalarda, bir düşünce adamının öyküsüyle, örneğin başarılı bir bürokratın yaşam öyküsü arasında ne tür “içsel” farklılıkların olabileceği unutulmakta, neredeyse bir “başarı hikâ­yesi”, anlatının bütününü oluşturmaktadır. 

Böyle bir tabloya bakıldığında, kendi iç dünyasına yönelme konusun­da ciddi çekinceleri olan bir sınıf için çok daha geniş toplumsal ve kültü­rel nedenler aranmalıdır. Buradaki tespitlerimiz yeni olmamakla birlikte, Ziya Gökalp’in “sosyal felsefe”sinin Türk aydını üzerinde belirgin bir etkisinin olduğunu ve bu etkinin birçok çalışmada vurgulandığını hatırla­talım. Taha Parla’nm, Gökalp’teki dayanışmacılık/solidarizm fikrinin Türkiye’de birbirinden farklı aydın grupları üzerindeki hâkimiyetini gös­teren kitabı zikredilmeye değerdir.[4] Tanzimat’tan beri toplumsal çalkantı­ların merkezinde yer alan bir sınıf öncelikle “vazife ahlâkı”yla yola çıka­cak, kendisi üzerinde düşünme imkânını pek bulamayacaktır. Hilmi Ziya Ülken’in “içtimâi eyleme aşırı bağlılık tanımlaması” da Türk aydınının düşünsel yönelimlerindeki önceliği ifade etmektedir. Şerif Mardin, “Tür­kiye’de toplu halde düşüncelerin değişmesi” olgusundan söz eder. Siyasî tercihlerin âdeta bir “seferberlik” doğrultusunda istikamet kazandığı bir ortamda çevrenin denetlediği muazzam bir göz vardır. Aydınımızın dü­şünceleri bu muazzam gözün baskısını her daim hissedecektir. 

Türk düşüncesindeki diğer bir tıkanıklık ise, bu olguyu sosyal bir rea­lite addedip, Türk aydınının birbirinden kopuk adacıklar şeklinde görünen resmi üzerinde durmamaktır. Hâlbuki böyle bir tablonun ortaya çıkmasın­daki nedenleri araştırmak bile bir takım fikirler verebilir. Bu bağlamda, Türk düşüncesi ve aydınlar üzerine uzun dönem çalışmalar yürüten Kur­tuluş Kayalı’nm tezleri ufuk açıcı mâhiyettedir. Kayalı’nm Türk Düşünce Dünyasının Bunalımı, Türk Düşünce Dünyasında Yol İzleri, Türk Kültür Dünyasından Portreler, Düşüncenin Coğrafyası-I, başlıklı kitapları, ay­dın sorunu üstüne yepyeni perspektifler sunan çalışmalardır.

 

AYDINLAR ARASINDA İÇSEL BİR SES VE KİŞİSEL BİR PORTRE DENEMESİ

Kurtuluş Kayalı’ya göre düşünce insanlarını tanımak, onlar üzerine yazı yazmaktan önce gelmektedir. Belki de bu kişisel portre denemesine bura­dan başlamak daha anlamlı olacak… 

Kayalı’nın ilgisini hep muhalif aydınlar çekmiş. Muhalif aydınların sol ya da sağ dünyalarda yer alması fark etmiyor. Önemsediği kişiler bir bakıma âraf entelektüelleri. Geçiş döneminin insanları. Yani, Türkiye’de kalabalıklar arasında giderek mutlak yalnızlığa evrilen ve yarı günahkâr sayılan tipler. Cemal Süreya üzerine kaleme aldığı bir yazısında alıntıla­dığı sözler kendisi için de geçerli: “Aslında haklıdan haksızdan çok güç durumda kalanın yanında yer almaktı benimkr… Kurtuluş Hoca’nın meslekî yaşamındaki zorluklar gözetildiğinde niçin güç durumda kalanla­rın yanında durduğu daha iyi anlaşılabilir. Belki de bu yüzden yerli dama­rı güçlü Kayalı’mn, Batı’ya belli bir mesafesi var. Ama bu mesafe duygu­su hiç de bir vaizliğe soyunmuyor, “bir Anadolu aydını gibi bıktırıcı tek- rarlar”a sürüklenmiyor. Sadece aradaki farkları görün diyor. Daha çok yerini yurdunu bilme hali. Zaten bir vaizliğe soyunamayacak kadar mizah duygusu kuvvetli hocanın. Mizah dergilerinde yazılar kaleme alıyor. Keş­ke Herkes Papağan Olsa adlı mizah üzerine kitabı da var. Batı ve Batılı­laşma arasındaki ayırım mizah kitabına verdiği başlık ışığında da düşünü­lebilir. Said Halim Paşa’nm ifadesiyle Batıcı aydınların, Batı’nm birikim ve zenginliğinin anlaşılmasında yarardan çok zararları olduğunu belirten tespitine yakın bir durum. 

Kayalı’mn eserlerinde Türk düşüncesiyle ilgili birbirinden ilginç bağ­lantılar kurabilmek mümkün. Çalışmalarına bakıldığında öncelikle bir dizi soru kümesi göze çarpıyor. Neredeyse her sayfada izah edilmesi ge­reken bir mesele var karşımızda. Cümleler, paragraflar daima bir takım sorularla besleniyor. Bu tür bir tercihin akademi dünyasının isteklerini karşılamanın ötesinde bir anlamı olmalı. Daha çok “yaşam tarzı”ndan gelen kişisel bir özellik. Sorgulama, yani merak duygusu, kalıplaşmış bir düşünüş şeklinin ötesine geçiyor ve bu meziyet doğrudan eserlerine yan­sıyor. Çoğu zaman, bir alanda herhangi bir kitabın neye tekabül ettiğini bir “profesör” kimliği ve meslekî formasyonla değil, yalnızca merak duy­gusuyla ölçebiliyor. Aydınların genelde bürokratik-yönetici bir sınıftan geldiği bir toplumda otoritenin, unvanların, bir takım genellemelerin ve nihayetinde ‘efsanelerin yadsınamaz bir payı var. Toplumun hafızasında köklü bir şekilde yer edinmiş bilgi kalıplarını bir anda silkeleyebilmek mümkün değil. Kimi “efsane” hocaların en son kitabı ya da en son yazısı yaklaşık otuz yıl önce kaleme alınmıştır, herkes “efsane”ye ve yaratılan mitsel kişiliklere inanma eğilimindedir de, aradaki “zaman” farkını kimse hesaplamaz! Yaşamın yalnızca bir noktasına kadar her kapıyı açan ku­rumsal kimlikler ve patrimonyalist davranış örüntüleri, bir noktadan sonra kendini içe doğru kilitlemeye başlıyor. 

Kayalı’nın sorduğu soruların ciddiyeti, alabildiğine tevazu gerektiren bir gündelik yaşam pratiğinin izdüşümü aslında. Uzun yıllar ikamet ettiği Ankara’da günbegün kitabevlerine uğramak, yeni yayınları takip etmek, çıkan dergileri incelemek, (fanzin dergiler de olabilir) kurumsallaşmış bir bilim adamı kimliğinin arayışlarına tekabül etmemektedir. Yaşamın imaj­larla değil, arayışlarla beslenmesi hali… Gündelik yaşam alışkanlıkları­nın görünmeyen yüzünün biriktirdiği bilgiler bazen hocanın derslerine, kişisel sohbetlerine, satır aralarına ister istemez yansıyor. Öğrencilerinin, etrafındaki gençlerin kaydettiğine göre, Türk düşüncesiyle ilgili yayım­lanmış herhangi bir kitabın hocanın gözüne ilişmemesi mümkün değil! Bu kitapların yayın tarihi, yayınevi ve içeriği hafızasına sıcağı sıcağına kaydedilmiştir. Bu sahada gün yüzü görme şansına erişmiş herhangi bir kitap maddî bilgileriyle bizim kitap kurdumuzun hafızasında, dilinin ucundadır. Sabırsızlanarak, bir çırpıda geçtiğimiz önsözler meselâ… Ba­zen bir kitabın bilinçaltı birkaç cümleyle de olsa önsözlere yansıdığı için, henüz bir içerik analizine girişmeden, kitapların önsözleri hakkında ayrın­tılı bilgiler sunabilmektedir. Eserlerinde kendini gizlemeyi başarabilmiş yazarların çeşitli dergilere verdiği soruşturmalar da bu kategoride değer­lendirilmeye müsait. Muhtemelen cilt cilt yazılan kitaplarda saklanan düşünceler bu tür soruşturmalarda rahatlıkla itiraf edildiği için, hoca bu soruşturmaları konularına ve yıllarına göre tasnif edebilmektedir. 

Bu hafıza sayesinde düşünce haritamızın birbirinden ilginç güzergâh­larında seyâhatler edebilmek mümkün… Cumhuriyet sonrası Türk düşün- ce tarihinin ilk köşe taşları, kişiler, kurumlar, siyasiler, düşünce akımları, dergiler, gazeteler, üniversiteler, bu yılların düşünsel atmosferi, yayımla­nan kitaplar, çeviriler, İstanbul ve Ankara arasında uzanan bir gezinti, 1930’lu yılların “İstanbul Sosyolojisi ile “Dil Tarih”in bir mukayesesi, bu yıllarda Ziya Gökalp’in kim tarafından nasıl okunduğu, Hilmi Ziya Ülken Bey’in her açıdan tasvir edilebilecek bir portresi, yıllara göre dü­şünce tarihleri, düşünce tarihlerinin sonraki kuşaklara etkisi, siyasî tarih kitapları, Maurice Duverger’nin bıraktığı izler, romanlar, gazetelerdeki “tefrika” romanlar, köy romanları, Mahmut Makakın Bizim Köy’ü, Ha­lide Edip’in Sinekli Bakkal romanların yıllara göre sosyolojik bir tahlili, meselâ Yakup Kadri’nin Ankara romanının üçüncü bölümünde Tür­kiye’ye dair hayâlleri ile Kadro dergisinin ideallerinin hangi noktalarda kesiştiği, bulunulan zaman dilimlerine göre geçmişe nasıl bakıldığı, sü- reklikler ve kopuşlar, 1940’h yıllarda ve 1960’h yıllarda Tanzimat döne­mine bakıştaki farklılıklar, Sabri Ülgener’in bir beyitten yola çıkarak Osmanlı iktisat yapısını nasıl analiz ettiği, Şerif Mardin’in İdeoloji kitabı okunduğunda bu kitapta yer alan dipnotların o dönemdeki Mülkiye Mek­tebi’nin siyasal-entelektüel atmosferine göre ne anlama gelebileceği, ma­kaleler, makalelerin yayın tarihleri, André Malraux ile Attilâ İlhan ara­sında nostaljik bir gezinti, ve tekrar Bâbıâli, gazeteler, gazetelerdeki meş­hur kalem kavgaları, köşe yazarları, Çetin Altan’ın köşe yazılarında hangi yıllarda “espri yapma illeti”ne kapıldığı, Emre Kongar’m siyasal kon­jonktüre göre her zaman vasat olanı nasıl temsil ettiği, yayınevleri, Varlık yayınlarının cep boy kitapları, mizah dergileri, karikatüristler, karikatürist Ali Ulvi’nin 1979 yılında Good Year fabrikasındaki grev için hazırladığı karikatür ile Nezih Danyal’m başka bir grev için çizdiği karikatür arasın­daki farkların hangi düşünsel geleneklerden gelebileceği, tebliğler, sem­pozyumlar, ekoller, Annales Okulu, broşürler, Sosyal Bilimleri Açın bro­şürünün önemi, Türk sineması, filmler, yönetmenler, her açıdan sinema ve edebiyat ilişkisi ve tabii Kemal Tahir hakkında şimdiye kadar yazılmış her şey, ilh, ilh… (Sohbetlerinde, Türk düşüncesiyle ilgili Kayalı’ya her­hangi bir soru yöneltildiğinde bu mütevazı adamın hiç gecikmeden muh­teşem bir refleks göstererek, karşıt bir soruyla yanıt vermesi, işte bu se­bepledir ve burada not edilmeyecek gibi değildir. İster istemez Sokrates’ in gençlerle yaptığı soru ve cevaplara dayanan diyaloglar akla geliyor. Eklemeden geçmeyelim, tevazuuyla ünlü Sokrates’in sorgulamalarındaki ironi, gençler tarafından çoğu zaman fark edilememektedir.) Tüm bu maddî bilgiler, bir bakıma önemli olmayıp, bir filtreden geçerek Türki­ye’nin “kültürel atmosferini” geniş boyutlarıyla tartışmaya yönelmektedir aslında.

Türk aydınlarından hareketle düşünce yapımıza ilişkin topyekûn bir yorum getirme çabası her bakımdan önemsenmeye değer. Kurtuluş Kaya­lı’nm Cumhuriyet dönemi Türk düşüncesi ile ilgili sorduğu sorular siyasî ve kültürel gelişmeler, kişiler, dönemler, sosyal bilimler ve üniversitelere dair yeni bir bakış sunmak amacındadır. Sorularla beslenen bu üslûp, kla­sik Türk düşünce tarihi incelemelerinin genel anlatım yapısıyla karşılaştı­rıldığında, az rastlanabilecek bir özelliği haizdir. Kaldı ki, ülkemizde tarih ve sosyoloji gibi çalışma alanların tutucu yapısı göz önünde bulun­durulduğunda bu sahada ne denli az sorgulamaya izin verilebileceği malûmdur. Hatırlatalım, Kayalı’nm Türk aydını ile ilgili kaleme aldığı portre denemeleri biyografik özellikler içermemektedir. Çünkü, bir res­min bütünü anlaşılmadan, tek tek kişiler üzerinde durmak pek bir anlam ifade etmeyecektir. 

Kayalı’ya göre, her şeyden önce, merakını ve heyecanını yitirmiş bir aydın sınıfıyla iç içeyiz. Bu tespitin kendisinden gelmiş olması önemli. Nasıl ki, arşivlerden hiç çıkmayan bir tarihçi için herhangi bir kitabın değeri referans olabilme özelliğine göre kıymet kazanacak; nasıl ki sos­yoloji, felsefe ve siyaset biliminde ciddi formasyona tâbi olan biri bu alanda yazılmış eserlerdeki “teorik zaafiyetleri” hemen fark edecek, Türk aydını sorunu ile her bakımdan içli dışlı olmuş bir kişi için de ülkedeki derin ilgisizlik melekesi daha ilk bakışta dikkat çekici olacaktır. 

Kayalı’ya göre, en başta ülkede insanlar kendi gruplarının dışına çık­mamakta, başka yaşam tarzlarını merak etmemekte, ruh dünyalarına ise hiç girememektedirler. Böyle bir tavrın Bihruz Bey’deki edaya yakın “Bunu nasıl anlamazlar, bunu nasıl göremezler?” tepkisinde dile geldiği üzere “kahredici” yargılamalara başvurması kaçınılmazdır. Türk aydını­nın bu kayıtsız hali, paradoksal bir durum arzedip aslında onun güncel sorunlara olan aşırı tutkusundan kaynaklanmaktadır. Eğer güncel mesele­ler, Türk aydınının sırtından çıkarılmış olsaydı, toplumla ilgili pek de cid­di endişeler taşımayan bir sınıf çıkacaktı karşımıza. Türk düşüncesinin bunalımı, aydınının kendi rolünü saptayabilmek adına geçmişte neler olup bittiğine ilişkin herhangi bir kanaatinin bulunmamasından kaynak­lanmaktadır.

 

Türk düşüncesinde yapısalcı bir yaklaşım

Genel yönleriyle bugün, Türk aydını ne tür bir konumdan bakmaktadır dünyaya? Bu noktada Kayalı’nın Doğu/Batı çatışmasının aydın ve akade­mi çevresindeki sürekliliğini gösteren tespiti son derece isabetlidir: “Tür­kiye’nin iki akademisyen tipi var. Birincisi Türkiye’ye fazlasıyla açık olanı. İkincisi ise gözü dünyaya dönük olanı (…) Ama iki tür aydının da önemli sınırlılıkları var. Yüzü Türkiye’ye dönük olanı teorik bilgilenmeyi fazla önemsemiyor. Memleketi tanımak konusunda hassasiyeti sınırlı olanlar ise genellikle Türkçe yazılanlara küçümseyerek biraz da yukarı­dan bakıyorlar.”[5] 

Türk düşüncesinin bütün yönleriyle ele alınması hususunda Kayalı’nın benimsediği yöntem yapısalcı bir yaklaşım sergilemektedir. Türkiye’deki siyasî değişimlerle düşünsel yapılar arasındaki ilişkiye hangi ölçülerle yaklaşılması gerektiği noktasındaki çözümlemeleri yapısalcı yaklaşımının özgünlüğünü oluşturmaktadır. Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasî Fikirle­ri ve Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu’nâz “muhteva analizine” daya­narak, dönemin entelektüellerinin siyasî fikirlerinin oluşumunu, yaşadık­ları zamanın karmaşık toplumsal ve kültürel ilişkiler ağını göz önünde tutarak titiz bir şekilde ortaya koymuştu. Niyazi Berkes, Türkiye ’de Çağ­daşlaşma adlı eserinde sosyal ve ekonomik gelişmelerle kültürel mesele­lerin ilişki/etkilenme düzeylerini göstermişti. Mardin’de ve Berkes’te görülen bütünsel tutumlar, Kurtuluş Kayalı’nın yaklaşımları için de ge- çerlidir. Kayalı, zaman ve mekândan soyutlanarak yapılan düşünce tarihi incelemelerinin çıkış noktalarındaki zaafıyetlere işaret etmektedir. Bunda her siyasî dönemin kendi homojen yapısını yaratmasının ve kültür sorun­larının reel politik koşullara göre belirlenmesinin ciddi bir rolü vardır. Kayalı’nın portre incelemelerine bakıldığında ise sürekli bir bütünselliği inşâ etmeye çalıştığı görülecektir. Örnek vermek gerekirse, Behice Bo­ran’m siyasal kimliği üzerinde durulurken onun toplumsal, kültürel ve edebî konulardaki görüşleri, yani sosyolog kimliği çoğu zaman geri plana itilmektedir. Böyle bir resmin ortaya çıkışında, elbette siyasî algılamalar ile Behice Boran’m Türkiye İşçi Partisi Başkanı olduktan sonraki popüler kimliği etkili olmaktadır. Benzer şekilde, Pertev Naili Boratav’ın eserleri çeşitli yıllara göre siyasî değişimler göz önünde bulundurularak incelen­diğinde farklı bir portrenin ortaya çıkacağı düşünülmelidir. Eğer bu açı­dan bakmayı denersek, düşünce ve kültür tarihinin henüz karşılaştırmalı bir analizinin yapılmadığını özellikle vurgulamalıyız. Bu bağlamda Batı- laşmanm ve siyasi hareketlerin belirleyiciliği düşünüldüğünde Kayalı’nm kültür ve aydın konusundaki yapısalcı yaklaşımı, bugün etraflıca sorul­ması gereken Batılılaşmanın Neresindeyiz? sorusu olarak açığa çıkmak­tadır. 

Kayalı, Kadro ve Yön dergileri üzerine olan değerlendirmesinde, ülke­deki siyasî iktidar odaklarıyla, aydınların tartıştıkları meselelerin nasıl paralel yürüdüğünü göstermektedir. Siyasetin gündem değişimlerinde, aydınlar da, iktidara yön verme çabasından sebep, kendi özgün ve aykırı sabitelerini koruyamamaktadırlar.[6] [7] Buradan başka bir sonuç da çıkartıla- bilir. Kayalı’ya göre, “düşünce adamlarının değerlendirilmesi genellikle her dönemin ideal ölçülerine göre gerçekleştirilmektedir.” Tıpkı iktidar değişikliklerinde olduğu gibi, her yeni dönemde toplumda, üniversitede veya basında entelektüel ve kültürel konuların merkezleri yer değiştir­mektedir. Ülkenin kültürel, sanatsal ve edebî atmosferi, içinde bulunulan siyasal koşullara göre algılanmaya çalışılmaktadır. Burada kısa vadeli, pratik kaygılar güden, tarihsel ve toplumsal çerçeveden yoksun “güncel siyaset” terimini daha geniş bir bilinç gerektiren klasik anlamıyla “siya­set” kavramından ayrı tuttuğumuzu da belirtelim.

Her dönem kendi mitlerini yaratmakta ve bu mitler etrafında bir dil oluşmaktadır. Genel olarak bakıldığında, Cumhuriyet sonrası Türk dü­şünce tarihinde üç dönem öne çıkmaktadır: Birinci dönem, resmî ideolo­jinin baskısının hissedildiği, yer yer ırkçı dayatmaların meşruiyet kazan­dığı 1940’h yıllar. İkinci dönem, sosyalist-Kemalist düşüncelerin mer­kezde olduğu 1960’h yıllar. Ve nihayet üçüncüsü, hem sol hem de muha­fazakâr çevreler üzerinde etkisini hissettiren liberal dünya görüşüyle şe­killenen 1980 sonrası. Bu üç dönemdeki düşünce odakları, yayınlar, dergi ve gazeteler, üniversitelerdeki hâkim söylemler incelendiğinde dönemin siyasî koşullarına göre düşünüş stilleri, yaklaşım biçimleri, hattâ ilgi gös­terilen konular, kaynaklar bir tektiplilik arzetmektedir. Kayalı, ülkenin “direnç” gösteren muhalif aydınlarını ise her zaman neyin iktidar neyin muhalif olduğunu söyleyen, aslında bir tür kolaycılıkla vasatı belirleyen atmosferlerin dışında aramaktadır. 

Muhafazakâr, liberal ve sol akımların temelde aynı gözlükle baktığı, 1938-1950’li yılları ele alalım. Evet, bu yıllar otoriter, resmî ideolojinin hüküm sürdüğü, Berkes’in tabiriyle “Unutulan Yıllar”dır. Bu dönemle ilgili ortak kanaat, resmî ideolojinin ‘tek tip vatandaş yaratma’ idealinde somutlaşmaktadır. Ancak, bu mülahaza, daha çok dönemin siyasal atmos­ferini gözetmektedir, kültür ve aydın sorunuyla tam bir temas yakalaya­mamaktadır. Kayalı, bu dönemin akademik ortamına nüfuz eder. Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Muzaffer Şerif Başoğlu ve Niyazi Berkes, bu dört isim, Batı’da eğitim alıp ülkelerine gelmişlerdir. Genel yaklaşım itibariyle bir farklılıkları bulunmaktadır. Batı’da teorik birikim elde edip Türkiye’yi de bir “uygulama sahası” olarak gören bir zihniyete düşme­mişlerdir. Resmî ideolojinin denetim mekanizmasına karşın düşünüş şekli bakımından “uzmanlık” anlayışları ve birikimleri, dünyaya daha geniş bir perspektiften bakabilmelerini sağlamıştır.

Kayalı, bu dört aydın arasından bilhassa Niyazi Berkes’in tavrını an­lamlı bulacaktır. Öncelikle Berkes’in bir intisap ahlâkı bulunmamaktaydı. Zaten yalnızlığa mahkûm edildiği yıllarda bunun bedelini fazlasıyla öde­yecektir. Kanada’daki uzun sürgün hayatına rağmen ülkesiyle diyalogunu koparmamış, iyimserliğini sürdürmüştür. “Heyecan” bilimsel çalışmaların içine sinmemesi gereken bir kavram fakat temelinde “heyecan”dan yok­sun bir çalışmanın bilimsel olduğunu kim iddia edebilir? Berkes, Türk Düşününde Batı Sorunu’nu, büyük bir heyecan içinde kaleme almıştır. Cumhuriyet devrimlerinin gerekliliğine inanan bununla birlikte dönemin resmî ideolojisine ayak direyen Niyazi Berkes’in büyük yalnızlık serü­veni her bakımdan incelenmeye değerdir. 

Kişilerin yaşam hikâyelerine dikkat etmeksizin verilen peşin hükümler de en çok Haşan Âli Yücel için geçerlidir. Alışılmış şekliyle bir Haşan Âli Yücel portresi, hafızalarda dönemin Eğitim Bakanı ve tipik bir devlet adamı olarak yer bulmakta, oysa Haşan Ali’nin çevresinden zamanla nasıl yalıtıldığı ve bireysel bir trajediye sürüklendiği dikkate alınmamak­tadır. Batıcı/modemist olarak yansıtılan Yücel’in Doğulu/Osmanlı kim­liği üzerinde ise hiç durulmamaktadır.[8]

1940’lı yılların eğitim anlayışı irdelendiğinde ilk planda Köy Enstitü­leri akla gelmektedir. Ancak Köy Enstitüleri, bugünkü siyasî tartışmalar vesilesiyle değerlendirilmekte, o dönemle ilgili daha geniş kültürel bir anlama çabası söz konusu olmamaktadır. Öncelikle, bu dönemin son de­rece kısıtlı ve baskıcı ortamında düşünce tarihi yazma teşebbüsleri vardı. Klasik eserler önemsenmekteydi. Çeviri faaliyetleri farklı bir yaklaşıma sahipti, günümüzdeki gibi bir aktarmacılık rolüne bürünmemişti. Çeviri­ler bir sentez üretme çabasının aracıydı. Çevrilecek eserler teorik ihtiyaç­lara göre şekilleniyor, klasiklerde toplumsal meselelere tekabül eden bir taraf aranıyordu. Çeviri, entelektüelliğe bir geçiş kapısı olarak değil, ev­rensel bilgiyi yaygınlaştırmanın aracı olarak düşünülüyordu. Yakından bakıldığında az sayıda eser yayımlanmasına karşın tek bir alana yoğunla- şılmayıp klasik bilgilerin bütünü göz önünde tutulmaya çalışılıyordu. Sabahattin Ali ve Nurullah Ataç, kavramları mekanik bir biçimde aktar­mak yerine daha çok toplumun kültürel formlarını göz önünde tutuyorlar­dı. Kayalı, Adnan Adıvar’ın Doğu kültürüyle ilgili yayımlanan Batılı kaynakların eleştirel bir şekilde incelenmesi gerektiği konusundaki hassa­siyetini hatırlatmaktadır. Bu hassasiyet çevrilen İslâm Ansiklopedisi’nin önsözüne yansımaktadır. Dönemin aydınlarının, halkı bilgilendirme ko­nusundaki içtenlik düzeyleri başka çalışmalara da yansır. Pertev Naili Boratav ve Niyazi Berkes, Behice Boran’m saha araştırmalarında, köy monografilerinde bu endişeler hissedilmektedir. Kayalı, Hilmi Ziya Ül- ken’in “Memleketi Tanımak” yazısında kullandığı başlığı, bu başlıktaki hâlet-i ruhiyeyi önemsemektedir. Ülken, Batı düşüncesine yakındır. An­cak, felsefeden doğa bilimlerine, sosyolojiden düşünce tarihine kadar yazdığı sayısız kitap ve makale “memleketi tanımak” çabasından hiç de uzak bir psikolojiyi içermiyordu. Özetle, son derece dar bir ortamda, ev­rensel olmaya yönelik daha büyük bir çaba söz konusuydu. 

“Unutulan Yıllar” bugün ile karşılaştırıldığında “nicelik”sel bir artış ve maddî bir birikimle entelektüel duyarlılığın elde edilemeyeceği aşikâr­dır. Kayalı’ya göre, 1980’li yıllardan itibaren ekonomik gelişme ile dü­şünsel seviyeyi özdeş tutan bir bakış açısı tüm sakatlığını baştan ortaya koymaktadır. Neyin çevrildiğinden ziyade, bir eserin niçin çevrildiği üze­rinde pek durmayan bir düşünüş şekli etrafında, Batılı modeller, evrensel bir unsur olmaktan çok, belirleyici/etkileyen bir unsur olarak kalacaktır. Doğal olarak, “evrensellik”, Batılılık ile özdeş tutulacaktır. Bu perspektif, düşünce dünyasında sürekli bir gelişme varmış izlenimi doğuracak, mev­cut bakış açısının sorgulanacağı yerde sadece aşılması gereken bazı mese­leler varmış ve bunlar hâlâ aşılamıyormuş gibi bir algıya yol açacaktır. Böylece bu kısırdöngü, Batılılaşmanın getirdiği “gecikmişlik” ve “eksik­lik duygusu” eşliğinde varlığını hep koruyacaktır. 

1960 Tı yıllara gelindiğinde kendi içine kapanan, güncel siyasetle daha içli dışlı bir resim ortaya çıkmaktadır. Evrensel konulara açılma, düşünce tarihleri yazma eğilimi yerini siyasî tarih çalışmalarına bırakmıştır. Her ne kadar dönemin aydınları zaman zaman bir “Türk Rönesansı”(!) yaşa­dıkları hissiyatına kapılsalar da, Kemalist ve Marksist düşünce yapılarının bir hayli yüzeysel söylemleri gündemdedir. Rönesansımızm ufkunu “de­ğişmeyen tek şey değişimin kendisidir” sözleri kaplıyor ya da Atatürk ilkeleri ile Eski Türkler’in yaşam tarzlarını mukayese edebilecek bir mü- samere zihniyeti belirliyordu. Bu dönemde Kemalizm’i ve Marksizm’i hararetle savunanların, bugün anti-Kemalist ya da liberal düşünceleriyle gündemde olmaları o dönemdeki sathîliğin bir uzantısı sayılabilir. îki döneme de tanıklık edenler, ortak bir denklemde buluşmaktadırlar: Ya her iki dönemde fikirler sorgulanmadan kabul edilmiş ya da her iki dö­nemde de koşullara ayak uydurma çabası baskın gelmiştir. Kayalı’ya göre o yıllarda göz ardı edilen Şerif Mardin ve Cemil Meriç gibi aydınların 80’li yıllardan sonra gündeme gelmesi ise başka bir noktayı açıklamakta­dır: Pragmatik siyasal arayışlar ne tür kaygılara sahipse düşünce adamla­rına da bu ihtiyaçlar doğrultusunda yaklaşılmaktadır. Ve aydınlarla ilgili genel bir resim buluruz karşımızda: “Değişik düşün odaklarının aydın, kültür ve devlete bakış açıları çok çelişik görünse de, aslında mantıksal düzeyde önemli paralellikler taşımaktadır.”[9] Türk aydını dönem dönem farklı kulvarlarda göründüğünde bile dünyaya bakış açısı son derece pragmatik kaygılardan hareket etmektedir. Meselâ, siyasî İslâmî akımlar­la belirli düzeylerde mesafelerini korumuş olan Kemal Tahir ve İdris Küçükömer’in kendi dönemlerinde görmedikleri ilgiyi, daha sonraki yıl­larda siyasî arayışın bir neticesi olarak muhafazakâr kesimlerden görme­leri bu tür bir çelişkiyi oluşturmaktadır. 

Kayalı’ya göre kimi aydınların, kültür adamlarının onar yıllık dönem­ler halinde incelenmesi inanılmaz savruklukları ortaya koyacaktır. Dö­nemler ve düşünceler üzerinde bir zaman cetveli kullanıldığı takdirde bü­yük sapmaların, büyük eğrilerin olduğu daha yakından görülecektir. Bu­rada söylemek istenilen yalnızca bir tutarlılık arayışı ya da dünyadaki değişimleri kabul etmemek değil; zaten aydın her zaman tutarlı olmak zorunda da değil. Ancak yaşanan değişimlerde bireysel arayışlardan ziya­de, dış koşullar belirleyici olmaktadır. Kayalı’ya göre Türkiye’de aydın­lar “kendi düşüncelerinin seyri hakkında” bir şey yazmamaktadırlar. Oysa Hilmi Ziya Ülken, çeşitli yıllarda yazdığı Türk Tefekkür Tarihi, Yirminci Asır Filozofları, İçtimâi Doktrinler Tarihi ve Tarihî Maddeciliğe Reddiye eserlerinde düşünsel değişiminin nedenlerini izah etmiştir. Arayışlarını eserlerine birebir yansıtmıştır. Hilmi Ziya’nm, eserlerinde düşünce yapı­sının niçin değiştiğini açıklaması dış koşulların belirleyici olmasından çok, bir heyecanın devamlılığını göstermektedir.

Aydın kavramının kendi içinde ne tür bir sahicilik barındırdığını göre­bilmemiz açısından Kayalı iki çarpıcı örnek daha sunar. “Türkiye’de öz­gün düşünce yok” ifadesini Hilmi Ziya da telaffuz etmiştir. Hilmi Ziya, Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemindeki düşünceleri, her ba­kımdan sathî bulmuş ama o bunun nedenlerini araştırmış ve Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi eserini meydana getirmiştir. Benzer şekilde Ni­yazi Berkes, “Türkiye’de yenilik hareketleri başladığı zamanlardan bugü­ne kadar, garptan memleketimize gelen kültür ve fikir cereyanlarını ve tesirlerini inceleyen mükemmel bir eser henüz daha yazılmış değildir” tespitini yapmakta ve bu tespitinin üzerine Türkiye ’de Çağdaşlaşma kita­bını kaleme almaktadır.

 

“Okuma çeşitlemeler!”

Kayalı’mn “Zürcher İdris Küçükömer Okudu mu?”[10] [11] başlıklı çalışmasın­da Erik J. Zürcher’in siyaset bilimi ve iktisat çerçevesinde Küçükömer’i analiz ettiğini oysa Küçükömer’in sosyolog tavrını ve tarihe bakışındaki süreklilik vurgusunu gözden kaçırdığını belirtmektedir. İdris Küçükömer acaba hangi koşullar altında aykırı tezlerine ulaşmıştır? Kayalı, Küçükö­mer’in yaşamından çeşitli kareler sunar. İdris Küçükömer, taşradan gel­miş, kolejde okumamıştır. Askerliğe üniversite eğitiminden önce gitmiş, “tek bir takım elbiseyle” fakülteyi bitirmiştir. Sosyalist olup mevcut sos­yalistlerle uyum çabasına girmemiştir. Seçkin çevrelerle ilişkiye geçme­miş, profesörlük kadrosu için de uzun yıllar bekletilmiştir. 

Yaşamı boyunca “çevre”sinin etkilerini ve baskısını hissetmiş olan bi­rinin toplum, aydın ve sınıf meselelerine, çevre ve merkez ilişkilerine ba­kışı, buradan kalkarak Cumhuriyet ve Osmanlı’yı değerlendirişi kendine özgü bir takım duyarlılıklar gösterecektir. “İçeriden” bir bakış açısıyla bu duyarlılığın bir tepki halinde tezlerine yansıması kaçınılmazdır. İdris Küçükömer’in kişisel hikâyesi yeterince etüt edilmeden Türkiye’deki siyasal güçlerin gelişimi konusundaki aykırı tezleri anlaşılmayacaktır. 

Esasen meselenin can damarı, Zürcher ve Feroz Ahmad gibi isimlerin bir üslup olarak siyaset bilimi yazım geleneğindeki tarafsızlık hassasiyet­lerinin aydınlarımızca hiç sorgulanmadan kabul edilmesidir. Dışarıdan bir gözlemle, tarafsız olmaya yönelik bir yazım geleneği, öznel bir dilin ve içsel seslerin imkânlarını da ortadan kaldırmaktadır. “Tarafsız” olma çabasındaki aşırı bilimsel tutkular, zamanla kendini ifade etme yönündeki entelektüel kaygıların önüne geçmektedir. Uzun yıllar oryantalizmin baş­ka coğrafyalardaki seyri incelenirken, sosyal bilimlerimize sinen bu he- gemonik dil üzerinde herhangi bir çözümlemeye gidilmemiştir.11 Kaya­lı ’nın oryantalizm meselesinde tam da ters açıyı gösteren tespitlerini sos­yal bilimlerimiz için zihin açıcı bir armağan olarak düşünmeliyiz. 

Bir başka sorun ise, ‘kendi içimizde’, geçmişin okunma biçiminin bir­birinden kopuk öğeler içermesidir. Kültürel anlamda süreklilik formuna sahip olmayan bir okuma tarzı belli aralıklarla tekrara düşecek, çok önce­leri dile getirilmiş bir fikri yinelediğini fark etmeyecektir. Dolayısıyla, dönemler, kuşaklar ve kişiler arasındaki farklar ayırt edilemediğinde geç­mişle bugün arasında bir “özdeşleştirme” mantığı kurulacaktır. Kayalı, kısa bir paragrafla bile olsa, din kavramının dönemlere göre nasıl değişik­likler arz ettiğini göstermektedir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında din olgusu sosyo-ekonomik yapının dışında görülmekteydi, daha sonraki yıllarda din kavramı az gelişmiş sosyo-ekonomik bir yapı içinde çözümlenmekteydi, şimdilerde ise (zikredilen yazı tarihi 1979) din sorunu, laiklik çerçevesin­de düşünülmektedir.[12] Daha spesifik düzeylerde, bu tür okuma biçimleri­ne örnekler eklenebilir. Asya Tipi Üretim Tarzı, bir zamanlar modası geç­miş “gerici” bir kavram olarak telâkki edilirken oryantalizm tartışmala­rından sonra bu kavram oryantalizm çerçevesinden yorumlanmaya baş­lanmıştır. Osmanlı ile Cumhuriyet arasında bir süreklilik mi vardı yoksa bir kopuş mu yaşanmıştı sorusu Batılı tarihçilerin gündemine girdikten sonra bu konuya ilgi duyulmuştur. Hâlbuki, geçen uzun süre içinde I960’ lı yılların başında Osmanlı ile ilgili yapılan tartışmalar, meselâ Sencer Divitçioğlu, Doğan Avcıoğlu, İdris Küçükömer ve Kemal Tahir’in tezleri üzerinde durulmamıştır. Kimi isimlerin ve konuların zaman zaman gün­deme gelmesi sonrasında yeniden kaybolması bu çarpık okuma biçimleri­ne bir örnektir. Fuad Köprülü, Halide Edip Adıvar, Yusuf Akçura, Yakup Kadri, Sabri Ülgener, Ahmet Hamdi Tanpınar, İdris Küçükömer, Hikmet Kıvılcımlı, Mehmet Ali Aybar zaman zaman Türk düşüncesinde, tâbir-i câizse eğer, “sirkülasyon”a giren isimlerden bazılarıdır. Kafa yorulan mesele neyse ona göre hafızadaki “arşiv” yoklanmaktadır. Oysa düşünsel canlılık ne geçmişle ne de gelecekle kurulan dolaylı bir ilişki değil, tam da şu anda yetkinliğiyle ifade edilebilecek bir zamansal bütünlüğü içer­melidir. Bu yetkinliği, “değişim” değil “süreklilik” kelimesi sağlayacak­tır. Kayalı’nm düşüncesinde konumlarındaki tutarlılığı koruyan Baykan Sezer ve Doğan Ergun’un sosyolojilerinde bu sürekliliğin izlerini göre­bilmek pekâlâ mümkündür. Bu iki sosyolog yaygın olan sürecin dışında durmak gibi bir eğilimin içinde olmuşlardır. 

Aydınlarımızın okuma çeşitlemelerine devam edebiliriz: Maddeci bir tarih anlayışı gündeme geldiğinde Fuad Köprülü’ye dönülmekte, sivil toplum kavramı tartışılıyorsa İdris Küçükömer ve Şerif Mardin’in yakla­şımları zikredilmekte, siyasî ve kültürel eğilimleri sorgulanmaksızın Ha­lide Edip’teki feminist öğeler araştırılmaktadır. Sosyal bilimlerde güncel­lik kaygısı geçmişe dair bir takım keyfî arayışlara girişmekten kaçınma­maktadır. Bir diğer örnek ise, Niyazi Berkes’in Türkiye’de Çağdaşlaşma eserinin uzun süre hafızalarda yer edinmemesine karşılık, Bernard Lewis’ in Modern Türkiye ’nin Doğuşu bu alandaki “tek kitap” olarak uzun yıllar taltif edilmiştir. İlâve edelim, François Georgeon, Yusuf Akçura’nın Türk siyasal yaşamındaki izlerini işaret ettikten sonra Niyazi Berkes’in de Ak- çura hakkındaki değerlendirmeleri dikkate alınmıştır. Bununla birlikte, Kayalı, Batılı tarihçi ve sosyologların hakkını çoğu yerde teslim etmekte­dir. Meselâ Niyazi Berkes, Türk yazarlarından daha yetkin bir biçimde François Georgeon tarafından değerlendirilmiştir. Dışarıdan yapılan kimi tahliller Türk aydınlarının dolaylı, hep bir başkasının üzerinden gitmeye çalışan okuma biçimlerinden çok daha isabetlidir. Böyle bir süreci göz önüne aldığımızda önce yabancı bir dilde düşünüp sonra Türkçe ifade etmeye çalışan bir okuma zihniyetiyle karşı karşıyayız.

 

Disiplinler karşıtlığı

Entelektüel duyarlılık ile sosyal bilimler çoğu zaman ortak bir paydada buluşamamaktadır. Nasıl ki, kısıtlı bir bakış açısıyla farklı dünyalara açıl­ma arzusu, canlı bir düşünsel ortamı sağlayamıyorsa Türkiye’deki ‘aka­demik’ düşünce biçiminin çeşitli yıllardaki seyri incelendiğinde bu tıka­nıklıklar daha iyi fark edilecektir. Kayalı’ya göre, 1980’li yıllara ulaşın­caya kadar üniversitelerde ideolojik bakış açılarına göre makro bir plan­dan siyasal ve ekonomik meseleler tartışılmaktaydı. 1980’li yıllardan iti­baren mikro konular ağırlık kazanmış, kültürel çalışmalara yönelinmiştir. Küreselleşme ve liberalizmin rüzgârıyla modemizm, postmodemizm, kimlik, etik, cinsiyet, psikanaliz, sanat vb. konular ilgi görmeye başlamış­tır. Bu süreçte dünyadaki sosyal bilimlerin genel seyri tayin edici olmakla birlikte, mesele ‘içeriden’ biraz daha yakın plandan analiz edildiğinde, yaygın ve geçerli olan ne ise onun peşinden koşmak gibi bir tavır sezinle- nilmektedir. Nihayetinde, Türkiye’de sosyal bilim çalışmalarında dönem­sel olarak görülen içerik değişimlerine rağmen, konuların ele alınış ve yorumlanış tarzı, aynı sabite ve zihniyet etrafında dönmektedir. 

Türkiye’de düşünce tarihiyle ilgili çalışmalar birbirinden kopuk vazi­yette ilerlemektedir. Bunun somut kanıtlarından biri tarih ile sosyoloji gibi birbirine en yakın durabilecek olan disiplinlerin karşıtlığıdır. “Aka­demik ve Alternatif Tarihçiliğin Sınırlılıkları”[13] başlıklı yazısında Kayalı her iki disiplinin de zaafıyetlerini gösterir. Genel bir tutum olarak tarihçi­ler, sosyolojideki teorik birikime iltifat etmeyip arşiv ve belge çalışmala­rına yönelmişlerdir. Tarih, yalnızca siyasî, ekonomik ve askerî meseleler­den ibaret değil, yoruma sürekli açık kapı bırakması gereken bir disiplin, son kertede entelektüel çabanın bir parçasıdır. Ancak buradaki mesele, Fuad Köprülü, Ömer Lütfî Barkan ve Halil İnalcık gibi klasik Osmanlı tarihçilerimin ne tür endişelerle yola çıktıklarının sosyologlar tarafından hiç düşünülmemiş olmasıdır. Bir ölçüde resmî tarihin karşısında duran alternatif tarih/sosyoloji yaklaşımları bu sefer karşıt bir belge fetişizmine girişecek, böylelikle tarih sorunu katı bir ideolojik çerçevede çözümlen­meye çalışılacaktır. Türkiye’de ilgi çeken popüler tarih konuları düşünül­düğünde bunun siyasî yaklaşımların bir uzantısı olduğu da görülür. Zaten, Türkiye’de bir kişinin tarihe “olumlu” ya da “olumsuz” baktığını öğren­mek onun aynı zamanda dünya görüşünü en kısa yoldan öğrenmek değil midir? 

Düşünsel geleneğin tesis edilemeyişinin nedenlerinden biri de, kendi çalışmalarını bir “milat” olarak gören, fütursuz sayılabilecek yaklaşımlar­dır. Herhangi bir çalışma sahasına “selâm vermeden” girilmişse, her şeyi kendinden başlatma lüksü bir çelişki olarak görülmeyecek ve keyfî tanım­lar üretilecektir. Mübeccel B. Kıray’ın “Ampirik çalışmaların tek gerçek sosyolojik çalışma olduğu” iddiası tam da bu anlayışa bir örnektir. Bu yaklaşım çerçevesinde, toplumu teknik bir yapı olarak kurgulayan ampi­rik çalışmalar ve saha araştırmaları ‘birey’i bir takım değişimler karşısın­da tepkiler veren “aygıt” rolüne indirgeyecektir. Ampirik çalışmaların önemini burada tartışmaya açacak değiliz ancak yalnızca istatistik ve rakamlara iltifat eden bir bilim anlayışının kendine bakıştaki özgüvensiz- liğini de kaydedelim. Kayalı’ya göre, uzun bir dönem ampirik çalışmalara atfedilen önem, geçmişteki temel düşünsel doğrultuların dikkate alınma­masından kaynaklanmakta ve sosyoloji güncelliğin sınırlarına hapsedil­mektedir. Bu bakış açısının değişen kuşaklarca sorgulanmadan devam etmesi Türkiye’deki sosyolojik geleneğin dönemlere göre çeşitli kırılma­larını da açıklamaktadır. 

Sahaya yeni adım atan genç bir sosyal bilimcimizin amaç edindiği ide­aller, “çevre”sinin her şeyi “normalize” etmeye dönük tutumunun baskısı altındadır. Muhaliflik, aykırılık, entelektüellik sözcükleri pek de bir şey ifade etmemektedir. Son kertede, kendini aramaya yönelik bir özgürlük arayışından ziyade “niceliğin” ve “temsil”in daha ön planda durduğunu söylemeliyiz. Saha çalışmaları dışında, sıradan bir insanın yaşam dünyası, ne sosyolojik bir araştırmanın konusu olabilmekte, ne de felsefî bir yakla­şım dâhilinde sorgulanabilmektedir. Bu yüzdendir ki, edebiyatın, bilhassa Türk romanının kaybolmuş bireye ve toplumsal gerçekliklere daha yakın plandan temas ettiği söylenebilir. Toplumsal kırılmalar ancak edebiyatın konusu olabilmekte, belli soyutlama düzeyleri kabul edilmekle birlikte mevcut bilim anlayışı toplumsal gerçeklikleri bütünsel bir yaklaşımla irdeleyememektedir. Sosyal bilimler ile romanın karşıtlığını gösteren en bâriz kanıt ise Türk edebiyatının “Kemal Tahir sendromu”dur. Kayalı için, Kemal Tahir’in belli bir çerçeveye oturtulamamış olması, kafa karış­tırıcı olarak görülmesi, Kemal Tahir’in “romanlarının tarihsel gerçeklerle uyuşmaması” (!) bile düşünüş şeklimize dair birçok ipucu vermektedir. 

Türkiye’de düşünce disiplinlerinin bütünlükten yoksun, toplum, dil ve kültür sorunlarına yabancılaşmış niceliksel gelişimlerini diğer kültürel ve sanatsal alanlara da teşmil edebilmek ve hepsini negatif bir kutupta topla­yabilmek mümkün. Zira, yaklaşımlardaki eksiklikler her sahada paralel yürümektedir. Kayalı, Türkiye’de düşünsel meselelerin nasıl bir zihniyet çerçevesinde ele alındığını göstermek açısından, sinemadan, uzun yıllar üzerinde durduğu “Metin Erksan Sineması”ndan daha isabetli bir alan seçemezdi kendine. Kayalı, Metin Erksan’a her şeyden önce bir sinema yönetmeni olarak değil bir entelektüel olarak bakmaktadır.[14] Bu yaklaşım “sinema bir şenliktir” diyen zihniyete karşılık “Sinema bir şenlik değil bir kültürdür” tepkisini ortaya koyan Metin Erksan’m yaklaşımıyla eşdeğer­dir. Kayalı’ya göre, Erksan, kültür ve toplum sorunları üzerine düşünür­ken, sinema çevreleri ise yalnızca sinema üzerinde düşünmektedirler. Bu yüzdendir ki, Metin Erksan sinemasının muhalif ve entelektüel boyutları mevcut sinema dünyası tarafından anlaşılamamıştır. Henüz, 1964’te Su­suz Yaz filmi ile Türk sinema tarihinde ilk büyük uluslararası ödülünü alan bir yönetmen üzerine yaklaşık otuz yıl herhangi bir kitabın yayım­lanmamış olması kültürel trajedimizin derin boyutlarını göstermektedir. Kayalı, entelektüel kaygılarla yola çıkan ancak uzun yıllar öncesinde sinema çevrelerinden kopan bir yönetmenin ‘yer’sizleştirilmesini tasvir ederken, aslında bu ülkede her ortamda vasatlığm galip gelen tarihini de ilân etmektedir.

 

YERLİLİKTEN YURTSUZLUĞA

Zweig’in Stendhal gibi klasik bir romancıya atfen söylediği şu sözler güncelliğinden bir şey yitirmiş değildir: 

Kendi istencini, çok geniş bir atmosferin manevi baskısından yalıta­bilmesi için ve insanın bu güce isyan edebilmesi için özel bir cesarete ulaşması gerekir – ve ne kadar az insanda vardır bu! Hattâ çok üstün bir istence sahip olmak gerekir. Bir insan, kendi özgünlüğünü savuna­bilmek adına eşine çok az rastlanan ve iyice geliştirilmiş birtakım güç­leri kendi varlığında toplamış olmalıdır: Dünya hakkında keskin bir bilinç, çarçabuk kavrayan bir zekâ, parti ve mezhepleri şiddetle kü­çümseme, pervasız ve ahlâk ötesi bir ruh hali ve her şeyden önce de cesaret, üç kat cesaret, sarsılmaz ve sağlam bir cesaret, kendi görüşüne sahip olma cesareti.[15] 

Kendi görüşüne sahip olma cesareti, çoğu zaman başkalarından ayrı bir yazgıyı paylaşmak durumundadır. Niyazi Berkes için Cumhuriyet ilke ve inkılâpları kendisi için varoluşsal bir önemdeydi ama Berkes “İnkılâbın emri”ne girmemiş, parti çizgisine sadakâtini beyan etmemişti. Ve tutarlı­lığını korumak adına yaşamı boyunca fazlasıyla “cesaret” göstermiştir. Oğuz Atay’ın “çarçabuk kavrayan zekâ”sına tat katan öğeler, çevresin­deki patolojik dili derin bir ironiyle çözümleyebilmesinden ileri geli­yordu. Sosyalist bir gelenekten gelen ancak kendi kavramlarını üretmeye çalışan Kemal Tahir, etrafındaki parti ve mezhepleri “pervasızca” küçüm­semekten geri durmayacaktı. Tanpmar’a göre insanın “kendi özgünlü­ğünü savunabilmesi” ne denli zordur ve bu ne denli büyük bir yalnızlığı ve kopuşu gerektirir! “Kronoloji aptalların tarihi!”dir der, Cemil Meriç. Mezar taşlarına işaretlenen bir takım rakamlar, kişilerin acı ve heyecanla­rını gösterebilecek midir? “Metin Erksan’ın Tutkusu” başlığıyla hazırla­nan bir belgeselde “Rejisör, bir Tanrı-kraldır!” diyen, sinemaya olan tut­kusunu ve heyecanını bu şekilde ifade eden auteur bir yönetmen, kamera­ya la camera-stylo (kamera-kalem) olarak değil, tanrının gözüyle bakmak isteyecektir. Bu cüretkâr sanat anlayışı, Godard’ın, Bergman’ın ya da Truffaut’nun titizliğinden, ustalığından ve aykırılığından hiç de uzak bir yere düşmemektir. Gelgeldim, iliklerimize kadar işlemiş, bilinçaltında yer edinen masum “sulu veda sahneleriyle Yeşilçam melodramları, bu ülkedeki sinema kültürünün ufuklarını belirleyecek, bizi daima yaşam tarzlarının sahte gerçekliklerine hapsedecektir. 

“Türkiye’nin Ruhu”, Oğuz Atay’ın tamamlayamadığı eserinin başlı­ğıydı. Tahmin yürütmek zor değil; büyük harflerle, yücelikler katarak, yazılan bir roman olmayacaktı bu. Zaten uzun süredir siyaset insanları ve partiler, grup ve cemaatler her fırsatta ideallerini dile getirmektedirler. Aydınlarımıza düşen biricik vazife de önce “sorumlu avı”na çıkıp ülkede günah keçilerini {la tête de turc) tek tek bulmak ve sonrasında dünya görüşlerine göre bir takım reçeteler hazırlamaktır. Bakırköy’deki mec- zûplara Fransız Devrimi’ni canlandıran Oğuz Atay, tuluat yeteneğini yazacağı “Türkiye’nin Ruhu”ndan elbet esirgemeyecekti. Özetle, ona gö­re bir trajedinin ortasındayız fakat nasıl bir trajedi içinde olduğumuzu hiç bilmiyoruz. Yazık ki, aydınlar arasında pedagoglarımız yok! 

Kurtuluş Kayalı’nm son çalışması “Bir “Kemal Tahir Kitabı: Tür­kiye’nin Ruhunu Aramak” başlığını taşıyor.[16] Her iki isimlendirme ortak bir noktada buluşurlar: Yerli olup da yurtsuzluğu tartışmak! Yaşam hikâ­yelerine ve düşünsel yalnızlık serüvenlerine bakılmaksızın “Türkiye’nin ruhu”nun anlaşılmayacağı konusunda her ikisi de hemfikirdirler. Yerli­lerin yurtsuzluk hikâyeleri…Vaktiyle bir benliğe sahip olup sonra bunun unutulması, ıstırapların zaman ve mekândan soyutlanarak anlatılması, düşünen insanların affedebileceği şeyler değildir. Buradan yola çıkarak bir zihniyet haritası çıkarabilir miyiz kendimize? Kendini hiçbir ‘yer’e ait hissetmeyen aydınlar için hadsiz övgülerde bulunmamak kaydıyla! Çün­kü, trajedinin bütününü görmek daha önemli. 

Evet, Bay Zürcher, bazen azıcık bir istihza, trajedinin boyutlarını gös­termeye yardımcı olabilir. Çünkü yerlilik, daima yurtsuzlukla iç içedir. 16

 

 

————————————————————————————-

Kaynak: 

Doğu Batı Düşünce Dergisi, Yıl: 14, Sayı: 57, Mayıs-Haziran-Temmuz, 2011, ISSN: 1303-7242, Sf. 11-36

 

[1] Stefan Zweig, Romans et Nouvelles I, “Le Bouquinist Mendel”, La Pochothèque, Paris, 1991, ^ s. 605-627 (Türkçesi: Rina Eskenazi, Yahudi Yazarlar Antolojisi, Yapı Kredi Yayınları, İstan­bul, 1992).

[2] Klemens Renolder – Hildemar Holl – Peter Karlhuber, Stefan Zweig, Instants d’une vie, Éditi­ons Stock, Paris, 1994. s. 220-222.

[3] Pierre Hadot, Qu ’est-ce que la Philosophie Antique?, Éditions Gallimard, Paris, 1995.

Taha Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’deKorporatizm, İletişim, İstanbul, 1995.

[5] Kurtuluş Kayalı, Türk Düşünce Dünyasında Yol İzleri, İletişim, İstanbul, 2009, s. 259.

[6] Kurtuluş Kayalı, Türk Düşünce Dünyasının Bunalımı, “Kadro Hareketi ve Gelişimi”, İletişim, 2010, s. 15-26.

[7] Kayalı, Türk Düşünce Dünyasında Yol İzleri, s. 13.

s Kurtuluş Kayalı, Türk Kültür Dünyasından Portreler, “Bir Türk Aydınının Trajik Portresi”, İletişim, İstanbul, 2002, s. 61-73.

[9] Kayalı, Türk Düşünce Dünyasında Yol İzleri, s. 23

[10] Kayalı, Türk Kültür Dünyasından Portreler, “Zürcher İdris Küçükömer Okudu mu?”, s. 119­133.                                ‘

[11] Kurtuluş Kayalı, Düşüncenin Coğrafyası – /, Deniz Kitabevi, Ankara, 2005, s. 99-114.

[12] Kayalı, Türk Düşünce Dünyasında Yol İzleri, s. 49.

[13] Kayalı, Türk Düşünce Dünyasında Yol İzleri, s. 87-100.

[14] Kurtuluş Kayalı, Metin Erksan Sinemasını Okumayı Denemek, “Türk Sinemasının Tek Aute- wr’ü”, Dost, Ankara, 2004, s. 22-26

” Stefan Zweig, Essais III, “Stendhal”, La Pochothèque, Paris, 1996, s. 495.

[16] Bir Kemal Tabir Kitabı: Türkiye’nin Ruhunu Aramak. Editör: Kurtuluş Kayalı, İthaki. İstan­bul, 2010.                     

Yazar
Taşkın TAKIŞ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen