21. Yüzyıl Türk Milliyetçiliğinin Metodolojisindeki  Yeni Yol Ayırımı

Doç.Dr. Osman ŞİMŞEK                                                                                                                                                                            

Giriş 

Milliyetçilik, özellikle 18.yüzyıldan sonra dünya gündemine oturan bir olgudur. Bundan dolayı onunla ilgili kuramların büyük bir bölümünün yanıtlamaya çalıştığı ilk temel soru, milletin ve milliyetçiliğin nasıl tanımlanması gerektiği sorusudur. Nitekim milliyetçilik konusunda günümüze kadar yapılan çalışmaların fazla bir ilerleme kaydettiği söylenemez (Özkırımlı, 2008: 75).

Fransız İhtilâli ve sanayileşme olgusuna bağlı olarak gelişen milliyetçiliğin, esasında Batı’lı Eski Yunan materyalizminin ana felsefi temelleri üzerine kurgulanmış olduğu söylenebilir. Bu temel üzerine aydınlanmanın oluşturulması ve sonrasında ise liberalizm-kapitalizm ve pozitivizm düşüncesinin eklemlenmesi sonucu modernleşme-ulus-devlet ve Batı’ya has milliyetçilik anlayışının oluşması sözkonusu olmuştur. Bundan dolayı milliyetçilik konusunu Batı’daki bu tarihsel-kültürel-toplumsal gelişme çerçevesinden bir bütün dâhilinde ele alınması gereği bulunmaktadır. Oysa özgün Türk toplumunun bu gelişmeleri kendi dünyasında yaşamamış olması apayrı bir gerçekliktir.

Batı, pozitivist metodoloji yöntemi ile sosyal yapının o anki durumunu “insan = madde” ilişkisinden hareketle ele almaktadır. Dolayısıyla bu yöntem, toplumun görünen yüzüne yani “madde” tarafına tekabül edeni inceleme konusu yapmaktadır.  Buna göre pozitivist merkezli Batı modernleşmeci düşünce, toplumda sadece maddi (dış) olarak görünen ile ilgilenmektedir. Bu yöntem insanı taşıdığı biyolojik kan ile (görünen/maddi), iktisadi hayatta sahip olunan ekonomik varlıklarla ( para, teknoloji, fabrika…yani görünen/maddi), milleti ırk ile (görünen/maddi) ile, devleti ise güç ve salt kara parçasıyla (görünen/maddi) ele alarak, sosyal analiz gücünü hep mevcut olan somut unsurlarla değerlendirdiği görülmektedir.

Batı’nın bu özelliği, Eski Yunan’dan beri tarihi-kültürel bir sosyal miras olarak gelen materyalist sistem olarak belirtilir. İşte bu sistemin milliyetçilik anlayışı da görünmeyeni değil, sadece görüneni (maddeyi) merkeze alan bir çerçeveden hareket etmiştir. Buna göre milliyetçilik, materyalist öğeleri taşıyan ırk, ekonomi ve somut güç ile değerlendirilmiştir. Dolayısıyla sadece “olan”ın teorik arka planını oluşturmuş olduğu söylenebilir.

Türkiye, bugünkü modernleşmeci Batı milliyetçilik öncüllerinden hareket ederek, Türk milliyetçiliği düşüncesini buna göre teorik olarak kurgulayıp, toplumsal ve siyasal bir düşünüş geliştirmiştir. Bu durum, Türkiye’yi Batı’ya karşı bağımlılaştırmada dikkatlerden kaçan bir mahiyet taşımasına rağmen, bağımlılaştırmaya neden olan en önemli unsurlardan biri olma özelliği de taşımaktadır.

Türkiye’nin devlet anlayışını, insanının inşasını, eğitim ve kültür politikalarını Batı milliyetçilik anlayışına göre oluşturması, toplumun (Türkiye’nin) orta yerinde düşman veya sömürgeci asker bulunmaksızın,  benimsetilen milliyetçilik yoluyla kendi kurumları ve aydınları marifetiyle Batı’lılaştırılması demek olduğu söylenebilir.  Türkiye açısından bu noktanın artık 21.yüzyıl sürecinde açığa çıkarılıp,  özgünden hareket eden milliyetçilik ile modernleşmeci Batı milliyetçiliğinin temel farklarının çok yönlü olarak ortaya konulmasının kaçınılmaz hale gelmiş olduğu söylenebilir.

Türkiye ise özgün kültürel yapısı gereği, olması gerekenden hareketle bütüncül metodolojik yapıyı kullanmaktadır. Bu yapıya göre, sosyal yapıda herhangi bir şeyin açıklanmasında, “o şeyin” oluşumu üzerinde hem maddi hem de manevi yönlerin tesir gücü bulunduğunu dikkate alan “bütünlükçü” bir içeriğe sahiptir.Bu durum, o şeyin hem maddi yollarla görünen yönü hem de maddi olmayan (metafiziksel)yönünün aynı andaki ortak etkisinin birlikte ele alınmasını ifade etmekte olduğu söylenebilir.  Bir başka ifade ile bu model,  sosyal yapıların gerçekte madde-mânâ birlikteliği içinde yaşamlarını devam ettirdiklerini söylemektedir (Tamçelik. 2008: 287). Buna göre bütüncül insanın pozitivist insan tanımından, bütüncül iktisadi hayat anlayışı ve milliyetçilik anlayışlarının bu konudaki pozitivist unsurlardan farklı bir kültür temeli ve zihniyet kökeni bulunmakta olduğu ifade edilerek, bu farklılaşma üzerinden milliyetçilik analizlerine girilmesinin gerekliliği düşünülmektedir. Bu konudaki farklılığı ifade etme anlamında, sosyolog Merton’un sosyal çevreyi iki ayrı türde değerlendirdiği söylenebilir.  Bunların birincisi “sosyal yapı”olarak belirtilip, mevcut “olan”ı yani yürürlükteki somut olarak görülen sosyal ilişkileri ifadeetmeyi içerebilmektedir. Bunda statik bir yön bulunduğundan “o anda” olduğu gibi gören maddi bir bakış açısı”na sahiptir.

İkincisi ise  “kültürel yapı”dır. Dinamik olma özelliği bulunan kültürel yapı ise, toplumun sosyal hayatında bulunan değer yargıları, inançlar ve normlardır (Erkal 1993: 176). Kültürel yapı, “olması gerekeni” inceler. Kültürün soyut tarafını da dikkate alarak,  bunu “o anki (maddi)”  ile birleştirerek, bunları birlikte değerlendirmeye tabi tutmayı amaçlar. 

Modern milliyetçilik olgusu, Batı medeniyetinin sanayileşme sürecine girmesi, liberal teorinin gelişmesi ve kapitalist sistemin oluşmasına bağlı olarak Batı’da geliştirilmiş bir ideolojidir. Bu noktada sanayileşme, Batı toplumuna ait demografik, ekonomik, sosyal organizasyon ve kaynakların etkin kullanımı gibi faktörleri gittiği her yerde geliştirerek yaşam şeklini keskin bir şekilde dönüştürerek bütün bunlardan yeni bir bileşen oluşturmuştur (Johnson 2004:122). Batı’da 18.yüzyılda gelişen bu milliyetçilik ideolojisine ilaveten hâkim Batı medeniyet paradigmasına göre, 19. ve 20. yüzyılda bu ideoloji bağlamında mevcut “olan”a yönelik anlayışın kültürel temelleri,  Batı zihniyet değerleri bağlamında ele alınmıştır.

Batı’da hakim paradigmanın bu milliyetçilik ideolojisine göre kurgulanmasına bağlı olarak Türk milliyetçiliğinin de  “Batı’lılaşma” ve onun pozitivist sosyal düşüncesine nazaran nasıl bir üretkenliğe sahip olduğu, ne kadar özgünlüğünü koruduğu ve ne düzeyde Türk toplumunun kalkınmasını “kendine has” özellikler ile milliyetçilik anlayışını oluşturduğu, önemli sorular olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye açısından özgün milliyetçilik anlayışı, sağlam bir milli kültür kurmanın hedefi olarak Türk kültürü ve İslami değerlerin ürettiği milli ve manevi şuur ekseninde sosyal bünyeyi yeniden sistematize etmelidir.

Bu çalışma,  Türk milliyetçiliğinin fikri yapısını iki ana metodoloji ekseninde ele alarak, Türk milliyetçiliği konusunda sorunlu gördüğü unsurları ortaya koyup, yeni çözüm teklifleri sunarak yeni bir yaklaşım ortaya koyma amacına yöneliktir.

Böylece Batı medeniyeti pozitivist medolojik yönteminin nasıl bir milliyetçiliği ortaya çıkarmasına karşılık, Türk toplumu açısından da idealistik bütüncül yöntemin de nasıl bir milliyetçilik geliştirdiğini ortaya koyulmak istenmektedir. Bu noktadan hareketle de, yenidünya sürecinde buna Türkiye’nin duyduğu ihtiyacı belirtme adına mukayeseli analiz yönteminden istifade edilerek, konunun Türkiye’deki milliyetçi sosyal hareketler örneklemi ile de çözümlenmesi amaçlanmıştır. 

  1. MODERNLEŞME, ULUS VE ULUS-DEVLET KAVRAMLARININ MUKAYESELİ ANALİZİ

Batı Avrupa’da 15.yüzyıl sonlarından itibaren ortaya çıkan sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel değişmeler günümüzde yoğun olarak kullanılan modernleşme,  ulus, ulus-devlet, milliyetçilik gibi kavramları ortaya çıkarmıştır.  Bu kavramların Batı zihniyet dünyasına göre hangi temellerden, nelerin öncüllüğünde gelişerek bugün itibariyle pozitivist düşünce ekseninde “olan”ı oluşturanın içeriğine değineceğiz.  Buradan hareketle söz konusu kavramların, Türk toplumunun kültür ve zihniyet dünyasında nasıl bir mahiyet taşıdığı mukayeseli olarak verilmek istenmektedir. Böylece Türkiye açısında olması gereken bakımından “milliyetçilik” anlayışına, bütüncül bakarak, konunun özgün kavramsal temelleri ortaya konulacaktır. Bu bölümde de çalışmanın genel yönteminden hareketle mukayeseli anlayış metodu kullanılarak “olan”a bakmayı Batı’da pozitivist düşünce, “olması gerekeni” ise Türk toplumu açısından bütüncül düşünce yöntemini kullanarak analiz edilmektedir. Buna göre iki ana sosyal düşünce akımının söz konusu olduğu söylenebilir.

Batı medeniyetinin modernleşme sürecinden itibaren kullanılan pozitivist düşünce geleneğinin temelleri Eski Yunan’ın materyalist görüşüne dayanmaktadır. Buna göre de 2500 yıl öncesi Eski Yunan’daki materyalist düşünce anlayışının, 19.yüzyıldan günümüze değin Batı sosyal düşünce sistematiğinin temellerini oluşturmuş olduğu söylenebilir.

Materyalizm, tüm diğer sistemler gibi insanın da tabiat içinde ve tüm tabiatın kaçınılmaz ve umumi kanunlarına tabi bir sistem olduğunu belirterek, insanı, maddi faktörlerin tayin ettiği biyolojik bir sürece bağlı varlık olarak değerlendirmektedir. Böylece somut, tarihi, sosyal insan mefhumu noktasından hareketle, “yegane muşahhas ve bilfiil var olan, ekonomik ve sosyal tarihdir” şeklinde değerlendirmeye ulaşılır (İzzetbegoviç, tarihsiz: 30).  Buna göre bu sistem, yeniçağın aydınlanmacı felsefesi üzerine Batı Avrupa medeniyetinin ana kültürü olarak Fransızların merkez kültür öncülüğünde kurulmuştur. Daha sonra Fransa, kültür öncülüğünün İngiltere’ye geçmesini engelleyememiştir. Nitekim Yeniçağ Avrupa’sında felsefe ve bilim alanında üretici güç olarak İngiltere ve Almanya’nın ön almış olduğu belirtilir (Duralı 2010:140).

İngilizler duygu ve niyetlerini gizlemede oldukça başarılı olduklarından, materyalist sosyal düşünceye bağlı olarak gelişen “ırkçı-kavimci tavırlarını” başarıyla gizlemişlerdir. Almanlar ise “milli toplumculuk” fikrini özellikle iktidara taşımayı başardıktan sonra ırkçılığı, ideolojilerinin ana dayanak noktalarından biri haline getirmişlerdir. Böylece Batı’lılar, aydınlanma vasıtasıyla dinden arındırdıkları medeniyetlerini, ekonomik-siyasi hâkimiyetlerini kuvvetlendirecek şekilde üç bileşenli yeni bir ideolojiyi sistemlerine hâkim kılmışlardır. Bu üç unsur,  özgür sermaye hareketi, pozitivizm ve emperyalizmdir.Batı medeniyetinin pozitivizmi kurmadan ve emperyalist faaliyetlere yönelmeden, liberal-kapitalist özgür sermayeci özelliğini oluşturması mümkün olmamıştır. Bu sistemi besleyen kavramlar ise çağdaşlık, laikçilik ve sömürgecilik  olup, bunların da özgür sermayenin oluşmasına zemin hazırlamada kullanıldığı görülmüştür (Duralı, 2010 :142).

Bu zihni özelliklerden hareket eden medeniyetin temel kabullerince kavram ve düşünce üretilmesi, zorunluluk taşımaktadır. Buna göre modernleşmeye bağlı olarak gelişen ulus, ulus-devlet, milliyetçilik gibi kavramların,materyalist zihniyet kökeninden ele alarak değerlendirilmesi gerekmektedir.Miletli Thales, Yunan felsefe geleneği içinde doğa felsefesi-materyalist düşünce anlayışını, evreni görünen maddi nesneler vasıtasıyla açıklayarak, maddeye oluşturucu bir güç atfeden düşünürdür (Şimşek 2009: 1143).

Thales’in doğayı açıklamada “doğanın kurucu unsuru, maddi duyu organlarla gözlemlenen bir öğe olan ‘su’ dur” önermesinin, aynı kökten günümüze kadar dönüşerek gelen Batı’daki pozitivist düşüncenin maddecilik üzerine kurulmasının yolunu açtığı söylenebilir. Thales’in peşi sıra gelen Anaximandros (madde-sonsuz ilişkisi),  Anaximenes ( O’na göre ilk madde havadır), Herakletios (ateş), Demokritos ise atomcu bir bakış açısı ile ele alarak, sayılara cisimsel (maddi) bir anlam yükleyerek, sosyal düşüncede materyalist bakış eksenli bir kabul ve buna dayalı yöntem anlayışını benimsemişlerdir. Ardından çok uzun bir süre(yaklaşık iki bin yıllık bir boşluktan) sonra, M. S. 18.yüzyıl’dan itibaren aydınlanma felsefesi de bu materyalist düşünce üzerine kurgulanarak, materyalist sosyal düşünce geleneği devam ettirilmiştir. Bu dönemde de sosyal düşünceye yönelik kavramlar yani geleneksel değerler, manevi inançlar ya da vahye dayalı din anlayışı, materyalist düşünce geleneğine bağlı kalınarak, irrasyonel olarak değerlendirilmeye başlanmıştır.  Böylece madde-sosyal düşünce ilişkisi, özde aynı ama çağ farkından dolayı yeni bir terkiple sunulmuştur.

“Buna göre aydınlanmanın ortaya koyduğu madde merkezli doğa felsefesi, etkisini, düşünürlerinin ateist veya deist anlayışın içine girmelerine yol açmıştır. Bu düşünürler, vahye dayalı Hıristiyanlıktan nefret eden bir tavır içinde bulunmuşlardır. Yine bu düşünürler, doğa felsefesi anlayışı etkisi ile maddeci evren anlayışı bağlamından hareketle, dini düşüncenin insanlığın ilerlemesinin önündeki en büyük engel olduğunu ifade etmişler ve aklı kutsamışlardır. Böylece inanç ve dine karşı çıkarken, aynı zamanda akıl ve bilime sarılan aydınlanma düşüncesi, Tanrı’nın evrene müdahalesine kesinlikle karşı çıkmış ve bilimin gerektirdiği kendi içinde kapalı ve düzenli bir sistem olarak evren görüşünü benimserken, Tanrı’yı en iyi durumda bir seyirci durumuna indirgemiştir. Bu noktada artık yeni pagan, Gurvitch’in ifadesiyle “akıl”dır” (Şimşek 2009: 1144).

19.yüzyılda ise Batı medeniyetinin doğa felsefesi yoluyla aydınlanmanın yorumu üzerine pozitivist felsefe ve onun insan-toplum görüşünü geliştirmiş olduğu da görülmektedir. Batı’daki sosyal düşünce, materyalist düşünüş ve modernleşmenin eklemlenmesi ile insanın tavır, tutum, davranışları, zihniyet dünyası, liberalist-kapitalist toplum, ulus, ulus-devlet ve milliyetçilik anlayışları vd. hep bu maddi değerlendirme çerçevesinde gelişmiştir. Bu durumun ise doğa felsefesinden hareket eden Batı toplumunda, “insan = madde” ilişki seti üzerine “tek” boyutlu yani ekonomi faktörü üzerinden geliştirilen bir sosyal düşünce sistemi kurulmuştur. Bu medeniyette toplumsal organizasyon, ağırlıklı olarak ekonominin (maddenin) temel düşünce eksenini oluşturması üzerine gelişmiştir. Çünkü sistem maddeyi kutsamaktadır. Bu görüşün bilimsel dayanağı olarak da modern sosyoloji, bu durumu kurumların toplumsal yapıdaki taşıdıkları fonksiyonlaryoluyla açıklamaktadır.

Modern sosyolojide temel kurumlar; din, eğitim, aile, ekonomi, siyaset ve boş zamanları değerlendirme olarak belirtilir. Bu kurumlar, kültür içinde son derece önem taşıdıklarından,söz konusu kurumları yok sayan bir sosyal yaşam, imkânsız olarak belirtilir (Fichter 2004:144).  Her toplumsal yapı, kendi sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel özelliklerine göre değişen bir önder kuruma sahiptir. Kimi toplumlarda ekonomi önder kurumdur. Bu tür toplumlarda bütün toplumsal organizasyon ve sosyal düşünce kavramları, ekonomiyi merkeze alarak şekillenir. Batı medeniyeti de toplum örgütlenmesinin ve sosyal düşünüşünün merkezine ekonomiyi alan bir toplumdur. Buna göre eğitim ile ilgili kavramlar, siyaset ve siyaset ile ilgili kavramlar, aile ve onunla ilgili kavramlar din ve din ile ilgili kavramlar ağırlık bir şekilde ekonomiyi merkeze alacak şekilde tesis edilir.

Kimi toplumlarda ise önder kurum siyasettir (örneğin Roma) (Aydın2000:24). Siyaset kurumunun dışındaki bütün kurumlar siyaset kurumunun önderliği altında şekillenir. Türkiye’de ise önder kurum Osmanlı döneminde dindir. Din kurumunun dışındaki bütün kurumlar, kendisini din kurumuna göre uyarlamaktaydı. Örneğin ekonomi burada hem dünyada dürüst zengin olmayı hem de bu servet ya da sermayeyi anti-tekelci ve diğergam (paylaşımcı) bir mantıkla sosyal bölüşüme konu etmekteydi. Buna göre bu servet ya da sermayenin kötü, adaletsiz kullanımına karşı ahirette ilahi cezadan korunmanın gerektiğine yönelik inancın oluşması, din anlayışının emrine girmiş bir ekonomi kavrayışını söz konusu etmektedir. Siyaset, eğitim, aile ile ilgili kavramlar da önder (mihver) kurum olan dinin öngördüğü biçimde iki dünyacı bütüncül manada işlerlik kazanmaktadır. Örneğin eğitim kurumu, hem dünya hayatında başarılı olma adına dünyevi bilimi (maddi bilgi), hem de sonsuz ahiret hayatında başarılı olmak için öte dünyaya ait bilgi (metafiziki bilgi) ile insanı donatan bir mahiyetle verilimekteydi.Türkiye Cumhuriyet süreciyle birlikte modernleşme ve Batı’lılaşmayı merkezine aldığından, artık yeni önder kurumun Batı medeniyetinde olduğu gibi ekonomi olduğu görülür. Yani Türk toplumu Batı modernleşmesine bağlı olarak pozitivist düşünceyi benimsemesinin sonucunda ekonomi ya da “insan = madde” merkezli bir sosyal düşünceye göre toplumsal organizasyonunu gerçekleştirmiştir. Buna göre önder kurumunun din olduğu geleneksel Türk-İslam düşüncesi ile modernleşme ve pozitivizmin etkisine göre sosyal düşünüşünü kurgulayan Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus, ulus-devlet ve milliyetçilik anlayışlarının kökenleri birbirlerinden oldukça farklılık taşımaktadır. Türkiye’yi bu metodoloji ve ona bağlı gelişen kavramların farklılığı üzerinden ele alınan konuları mukayeseli değerlendirmeyi benimsemenin gerekli olduğu düşünülebilinir. Bu yönteme yönelinmemesi durumunda  ise  pozitivist içerikli kavramlarla Türkiye’nin bu konuları konuşması, “bağımlılık ilişkisini” artırmaya yaraması yanında, toplumun duraganlık içine girmesine bağlı olarak gelişme sorunu yaşaması anlamına gelebilir. Aşağıda ele alınan kavramlar ve meseleler, yukarıda anlatılan konuların ışığında, sosyal yapı ve kültürel yapı merkezli sosyal düşünce farklılıklarını dikkate alan bir anlayışla değerlendirmeye çalışılmaktadır.

 

1.1         Türk ve Batı Sosyo-Kültürel Yapılarında “Ulus” Kavramı’nın Temelleri

İngilizce de kullanımı “nation” ve “state” kelimelerinin birleşmeleriyle oluşmuş olan ulus-devlet kavramı, modern dönemin bir eseridir (Opello / Rosow 2004: 3). Batı medeniyetinde nation kelimesi, Latince kökeninde küçük düşürücülüğü çağrıştıran bir mahiyete sahiptir. Yunancada ise nation, “ta ethne” ile ifade edilmiştir.  Buna göre de “yabancıları, putperestleri, dinsizleri, seçilmiş halka ait olmayanları tanıtmak için kullanılır” olmuştur. Roma’da ise yabancılardan söz etmede kullanılmıştır.

Nation kelimesinin ortaçağ Batı’sında üniversite öğrencileri için kullanıldığı görülmektedir. 13.yüzyıldan sonra ise “görüş topluluğu” anlamında kullanılmaya başlanarak, anlam değişimine uğradığı görülür. Kavram; öğrenci topluluğu, “görüş topluluğu” anlamına ilaveten bir de  “kültürel ve siyasal otoritenin temsilcileri” ya da “siyasal ve kültürel toplumsal elit” grubunu ifade etmeyede başlamıştır. 16.yüzyıl İngiltere’sinde nation kavramının bir yandan “elit”i ifade ederken, diğer yandan da ülke nüfusunu yani halkı ifade etmede kullanıldığı söylenebilir (Kerestecioğlu 2007: 315).  Buna göre halkın önce aşağı sınıftan olması, daha sonrasında milletin halk ile özdeş kullanımı, “ayaktakımının” seçkin hale gelmesinin ve aşağılatıcı niteliğini kaybetmesinin bir göstergesidir. Böylece halk, ilk kez modern siyasetteki anlamına kavuşmuş olduğu ifade edilebilir. Yani egemenliğin taşıyıcısı, siyasal dayanışmanın temeli, bağlılığın yüce nesnesi haline gelmiş olduğu görülür (Kerestecioğlu 2007: 316). Bu durum liberalleşme sürecindeki Batı’nın bir anlamda liberal girişimci burjuvanın yükselişi üzerinden açıklanabilen bir “ulus” açılımını ifade etmektedir.

Türk Dil Kurumu Büyük Sözlüğünde ulus kavramı, İngilizce “nation” kelimesinin karşılığı olarak şu şekilde açıklanmaktadır: “Belli bir sınır içinde yaşayan ve halk kültürüyle seçkin kültürünü yaratan insanların oluşturduğu siyasal toplum”. Yine başka bir tanımda da, Batı’nın sosyo-kültürel yapısı üzerinden bir açıklama yapılmış olduğu söylenebilir. Buna göre ulus (nation); “Derebeylik düzeninin yıkılışı ve anamalcı düzenin oluşumu döneminde ortaya çıkan, toprak, ekonomik yaşam, dil, ruhsal yapı ve ekinsel (kültürel) özellikler yönünden ortaklık gösteren en geniş insan topluluğu biçimi”olarak tanınlanarak, Batı Avrupa’daki liberalizm-kapitalizm sürecine bağlı olarak madde (olan) merkezli bir izah ortaya çıkmaktadır.

Günümüzde, Batı literatüründe nation şeklinde kullanılan “ulus” kavramı, özgün Türk sosyal bilim anlayışına göre millet anlamına gelmemektedir. Çünkü kavram, pozitivist düşünce ekseninde sistemleşmesi ele alınan liberalizm-kapitalizm anlayışına göre kurgulanmıştır. Buna göre materyalist Batı düşüncesi(liberalizm-kapitalizm ve sosyalizm) milleti, ekonomik faktörleri merkeze alan bir çerçevede açıklamıştır (Eröz 1987: 59). Oysa bu kavramın Türkiye’deki özgün kültür anlayışına ve onun sosyo-kültürel köklerine göre Batı’daki sosyo-kültürel köklerden türetilen anlamından oldukça farklı bir anlam ifade ettiği görülür (Şimşek 2010:178).

Batı’da millet anlamında kullanılan ulus kavramı, Türk toplum yapısının organizasyonu içinde, Türk milletini meydana getiren büyük toplumsal zümrelerden her birisinin adını ifade etmekte kullanılmaktadır. Buna göre Türk milleti, Oğuz, Karluk, Kıpçak, Ağaçeri, Çiğil, Kanglı, Peçenek, Hazar, Uygur, Kırgız, Kazak, Avar gibi aynı milli kültürü paylaşan uluslardan meydana gelmektedir (Eröz 1987: 60). Dolayısıyla bu kavram Türk kültür anlayışında, Batı’da olduğu gibi bir milletin tamamına hitap etmemektedir. Türk Dil Kurumu Büyük Sözlüğü’nde ulus kavramı; “göçebe, oba aşiret, kavim” olarak da ele alındığından, Batı’daki anlamından oldukça farklı bir anlam taşıdığı ortaya çıkmaktadır [1]( http:// tdkterim.gov.tr.).

Bu nedenle ulus kavramının Batı’daki anlamını merkeze almak, erişilen milli birliği, millet seviyesini arzu etmeyip, tekrar kabile şuuruna dönmek, milli şuuru terk etmek (Eröz 1977: 198) anlamına gelmeyi ifade etmektedir. Özellikle yeni Türkiye tartışmalarının yapıldığı şu günlerde, ulus ile millet kavramlarının birbirlerinden ayrılmasının gerekli olduğu düşünülmektedir.

Bu bağlamda “millet kavramı daha çok “değer” içerikli olduğundan, dini bir misyon içermektedir. Ulus kavramı ise din, dil, tarih, ideal gibi toplum hayatını bütünleştirici unsurlar taşıyor olsa dahi, “sayısal demoğrafik bir yapı”dır. Buna göre ulus, sosyal/siyasal ve ekonomik nedenlere bağlı olarak belirmiş sosyal bir olgu olarak ifade edilmektedir. Bu anlamda ulus kavramının 19.yüzyıl Batı liberal-kapitalist modern toplum yapısına uygun düşen ve modern devletlerce inşa edilmiş bir yönü bulunmaktadır. Böylece ulus, milliyetçilik ideolojisinden hareketle, bir grubun kültürel değerlerinin üstünlüğüne ya da onların eşitsizliğine dayanmaktadır. Ekonomik mahreçli ulus açıklamasında ise o, sanayi-kapitalizm ilişki seti üzerine kurulmuş “rasyonel üretim” sürecinin bir sonucudur. Bir başka açıdan da ulus, modern liberal-kapitalist kültürün verilerinden hareketle seküler, rasyonel ve materyalist yapılardır” (Şimşek, 2010: 179).

Bu açıklamalar çerçevesinde ulus kavramı, Batı Avrupa’daki geleneksel ekonomik zihniyetten, modern (liberal-kapitalist) zihniyete doğru oluşan değişmenin ve toplumsal kuruluşların dönüşmesinin bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır (Aydın,1993: 19).    

Modernliğe bağlı olarak Batı’da ortaya çıkan ulus, Batı sosyal yapısındaki gelişmelere bağlı olarak yani feodalite, kentler ve feodalitenin belli merkezi hükümetlerle birleştirilmesi sonucu oluşmuştur denebilir (Şimşek, 2010:179). Ancak son dönemlerde etniklik ve yurttaşlık üzerine kurulmuş ulus modelleri giderek artan bir oranda sorgulanmaya da başlanarak, ulusu açıklayan kök temeller oldukça sarsıntı içerisine girmiştir (Smith, 2002: 119). Oysa Türk toplum yapısında ne feodalite ne de aristokrasi bulunmadığından, Batı’lı anlamda bir uluslaşma sürecinden ve buna bağlı olarak ulus-devlet orijininden söz etmenin sosyo-kültürel farklılıktan hareket eden bilimsel bir izahı bulunmamaktadır. Ancak bağımlılıkçı aydın zihniyetinden hareketle, yukarıda ifade edilen Türk toplumundaki ulus kavramının bilimsel açılımını yok sayarak, Batı’daki ulusu temel alarak bunun üzerinden milliyetçilik tanımına ulaşılması ise onun bünyesindeki kültürel ve siyasal ilişkinin Türkiye’ye özgü etkisini bilimsel açıdan açıklamak pek mümkün gözükmemektedir. Çünkü bu durumun bilimsel izah yerine ideolojik açıklamaya dayalı bir mahiyete yöneltici olduğu söylenebilir.

1.2.         Batı Medeniyetinde “Ulus-Devlet” Kavramının Analizi ve Ulus-Devlet‘in İnsan Tipolojisi

Batı medeniyetinde modern dünya, kapitalizmin, endüstrileşme ile ulus-devlet sisteminin “kesişmesi” vasıtasıyla oluşmuştur. Buna bağlı olarak Batı Avrupa’lı ulus- devletin yükselmesi ve ulus-devlet yapılarının konumlarının şekillenmesi ise, savaşın endüstriyel bir tabana oturmasına bağlı olarak gelişmiştir (Giddens, 2005: 12). Buna göre A.Giddens, Batı Avrupa’daki ulus-devlet kavramını şu şekilde ifade etmektedir: “diğer ulus-devletler kompleksi içerisinde var olan ulus-devlet işaretlenmiş hududları (sınırları) olan bir bölge üzerinde bir idari tekel sürdüren, hükmü kanun ve iç ve dış şiddet araçlarının kontrolü ile onaylanan bir kurumsal hükümet şekilleri dizisidir” (Giddens, 2005: 165). Giddens’ın Batı değerler dizisi içerisinde tanımlamış olduğu ulus-devlet kavramının bir başka tanımlaması şöyledir: “ulus-devlet, meşruiyetini bir ulusun belli bir coğrafi sınır içindeki egemenliğinden alan devlet şeklidir. Devlet politik ve jeopolitik bir varlık, ulus ise kültürel ve/veya etnik bir varlıktır. Ulus-devlet kavramı ise bu ikisini belli bir coğrafyada örtüştürür ve böylelikle kendisinden önce gelen devlet yapılarıyla büyük ölçüde farklılaşır. Tarihteki diğer devletlerden farklı olarak, ulus-devlet modelinde devleti oluşturan tüm vatandaşların ortak bir dil, ortak bir kültür ve ortak değerleri paylaşması esastır. Ayrıca ulus devlet kavramı her milletin kendi kaderini tayin ve otonomi hakkına sahip olduğu fikrini içerir. Bu özelliğiyle dünyadaki birçok milliyetçi harekete ilham kaynağı olmuştur” (http://Wikipedia.org).  

Ulus-devlet konusunda devletin ulusu meydana getirdiği ya da ulusun devleti meydana getirdiği konusu, Batı’da ulus-devlet kavramını “ikircikli” bir hale sokmuştur. Bu ikircikli açıklamaya göre ulus-devlet, 15. ve 18.yüzyıllar sürecinde Avrupa’da ilk gençlik dönemini oluşturmuştur (Braudel, 1993: 493). Batı Avrupa’da 18.yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl sürecinde ise modern dönemin ortaya çıkmasına bağlı olarak olgun, sistematiği kurulmuş bir “ulus-devlet” yapısı görülmeye başlanmıştır (Aboul-El Haj, 2000: 31).

Bu nedenledir ki, milliyetçilik ve ulus kavramlarının çok tartışılır olmasının temelinde, bunların tarihsel süreç içerisinde hangisinin daha önce kavramsallaştığı sorunu önem taşımaktadır. Ancak genel bir kanaate göre günümüz dünyasında ulus-devletler en önde gelen siyasal birim olarak kabul edilmektedir. Buna göre hâkim Batı paradigmasına göre milliyetçiliğin de, “insanlığın bir ulus-devletler dünyası içinde örgütlenmesini kabul eden bir doktrindir” görüşü, bu konuda temel kabulü oluşturmakta olduğu söylenebilir. Buna bağlı olarak bu kavramların ulustan uluslaşmaya geçmesinin Batı’daki sanayileşme ve kapitalizmin gelişmesi ile eşgüdüm içerisinde bulunduğu belirtilir(Aydın 1993: 60). Böylece modern dönemde kavramsallaştığı görülen bu unsurların, Batı’daki sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel değişmeye bağlı olarak O’nun kültür, zihniyet dünyası ve medeniyet anlayışına göre maddi veya pozitivist içerikli bir tanımlama çerçevesinde ele alındığı anlaşılmaktadır.

Bundan dolayı dünyada genel hatlarıyla iki farklı ulus-devlet biçimi göze çarpmaktadır. Bu ulus-devlet modellerinin ilki Batı pozitivist içerikli zihniyete göre kurgulanmıştır. Batı toplumunun gelişim çizgisinde, feodal toplum yapısından ulusal devletlere doğru gelişen bir çizgide ulus-devlet, kapitalizm ve endüstrileşme ekseninde merkezi materyalist yapıdır. İkincisi ise Batı dışındaki çevre ülkelerin özgün gelişim dinamiklerini bir yana bırakarak, Batılı değerlere göre “eklemleştirilmiş” bir yapay ulus-devlet tipidir (Aydın, 1993: 17).  Bu ulus-devlet tipini inşa eden insan tipoloji ise homo-economicus insan tipidir[2].

Bu homo-economicus insan tipi,  Batı Avrupa medeniyetinin iki asli unsurundan birisi olan Germenliğin zihniyeti biçiminde kandaş bireylerden türetilmiş ırkçılık ve kavimcilik olarak yaşamasına karşın;  diğer unsur olan İngiltere’de ise bu insan tipi, “İngiliz kavimciliği” potasında kibirle bezenmiştir. Bu anlamda İngiliz kavimciliğinin ürettiği homo-economicius’cu kibir anlayışına göre İngilizler, fethettikleri bölgelere, ülkelere ya da yörelere kendi gelenek, görenek, adetlerini, tavırlarını asla taviz vermeyen bir üslup ile dayatarak, buralarda kültürel soykırımı sistematik olarak uygulamışlardır (Duralı, 2010: 143). Böylece Batı ulus-devlet yapısının oluşumunun ulus-devlet tipini inşa eden homo-economicus insan tipolojisi marifetiyle Batı’ya has bir model olduğu açıkça görülmektedir.

 

  1. MİLLİYETÇİLİK, ULUS-DEVLET VE MODERNLEŞME İLE İLGİLİ MUKAYESELİ TEORİK GÖRÜŞLER

Liberal-kapitalist merkezli milliyetçi ilkelerin, dünyadaki son iki yüz yıllık siyasal gelişmelerin temel çatısını belirlediğini ifade etmek mümkündür (Kerestecioğlu, 2007: 309). Buna göre modernleşme söylemi, Batı dışı toplumların tıpkı Batı gibi kalkınabilmesi için, O’nun gelişmek için öngördüğü ilkelerini taviz olarak uygulamayı dayatır. Bu ilkeleri uygulamak akılcılık, bu ilkeleri kendi sistematiğine göre uygulamamak ise irrasyonalliktir. Böylece modernleşme söylemi pozitivist, liberal-kapitalist zihniyetin ürettiği bilgilerle, Batı dışı toplumları kendisine göre tasarımlandırmış olmaktadır. Bu modernleşmeci kanuna karşı duran iki ana öğe bulunmaktadır. Bunlardan birincisi din, ikincimilliyetçiliktir. Din, modernleşmeci söyleme göre çağ dışıdır. Bu olgunun Batı dışı toplumlarda toplumsal birliği sağlaması başta bürokrasi,jakobenizmle bir ölçüde kontrol edile gelmiştir.  Milliyetçilik ise teorik olarak “her toplumun milliyetçiliği ayrı olamaz” görüşünü yaygınlaştırmakla, kendi milliyetçilik anlayışının (Batı) dünya ölçeğinde hâkimiyetinin kontrolü sağlanmak istenmektedir. Bu konuda liberal literatür şöyle demektedir: “Milliyetçilik her zaman bir “söylem koalisyonu” olmuş; liberalizm, faşizm ya da sosyalizm gibi farklı ideolojilerin her birine eklemlenmekte zorluk çekmemiştir. Hangi ideoloji ile ittifak yaptığına bağlı olarak, milliyetçi ilkelerde farklılaşmıştır. Dolayısıyla tek bir milliyetçilik yoktur, milliyetçilikler vardır”. (Kerestecioğlu 2007: 310)

Ancak böyle düşünülmesi durumunda milliyetçilik teorisinin oluşturulamayacağını mı söylemek gerekir. Bir başka ifade ile her milliyetçiliği kendi özgüllüğü içinde mi kavramak gerekir. Modernleşmeci sosyal bilim anlayışı, bu soruya “hayır” demeyi gerekli görmektedir. Ona göre milliyetçiliğin farklı görünümleri altında genel bir anlamı ve özellikleri vardır. Bu genel anlamı kavramak için, milliyetçi söylemin ortaya çıktığı toplumsal koşullarla olan ilişkisine bakmak, yani bir toplumsal gerçeklik ya da olgu olarak milliyetçilikle, bir söylem olan milliyetçiliği birlikte değerlendirmek gerekmektedir. Bu yaklaşım millet ya da milliyetçiliğin ne olduğunu sormaz, milliyetçiliğin nasıl ortaya çıktığını ve hangi sorunlara, ihtiyaçlara cevap verdiğini tartışır” (Kerestecioğlu 2007:310).

Liberal literatür başka toplumların özgün milliyetçilik kurgusunu oluşturmayı engelleme adına süreci kontrolde tutmak için herkesin bir milliyetçiliği olabileceği görüşünü reddeden bir tutuma girmesine karşın, kendisi ile ilgili değerlendirmelerde ise ayırımcı bir tutum taşır. Giddens,  “Ulus Devlet ve Şiddet” adlı kitabında, batılı ortamda ulus-devletin gelişiminin bir yorumunu yapmaktadır.  Giddens bu çalışmasında, “her ne zaman ulus-devletten söz etmiş isem, okuyucu bundan Batılı ulus-devlet’i hatta çoğunlukla Avrupalı ulus-devleti anlamalıdır” (Giddens, 2005: 13)şeklinde bir beyanda bulunarak, hakim paradigma çerçevesinde bir milliyetçiliğin bilim olabileceğini, bunun dışında ise toplumların, milletlerin özgünlüklerin milliyetçilik teorisinin bilimdışı kabul edilerek, Batı milliyetçilik zihniyetinin dışına çıkılmamasının sağlanması yoluna gidildiği söylenebilir. 

 

2.1. Modernleşme Kavramı ve Ekonomi (Maddi) Merkezli Milliyetçiliğin Temelleri

Türkçe’ye “çağdaşlaşma” olarak geçen “modernleşme”, Batı’nın liberalist-kapitalist zihniyet potasında sistemleşmiş olan teknolojik(madde) gelişmeyi ifade eder. Ancak Türkçe’ye çağdaşlaşma olarak çevrilip kullanılması, modernleşmeyi batılılaşma, Batı’lı gibi olma, ya da ileri olan Batı’nın kültürel gelişim dinamiklerini paylaşma anlamında kullanılmayı örtülü olarak ifade etmektedir. Buna göre, liberal-kapitalist materyalizme dayalı Batı modernleşmesinden kastedilenesasında batılılaşmadır (Aydın, 1993: 19). Bu noktada kısaca modernleşme kuramlarının neyi ifade ettiğini belirtmek gerekli görülmektedir.

Modernleşme kuramı, Batı’da din merkezli geleneksel toplumdan çıkıp, bunun yerine maddi alanda teknoloji-ekonomi ilişkisi ve soyut düşünce alanında ise salt akıl-dünya ilişkisi üzerine kurulu bir zihniyet geçişini ifade eden Batı’daki “değişim” üzerine kurulmuştur. Yani bu değişimin temelinde maddi olan şeylerin açıklanmasının bulunduğu ifade edilebilinir.

Yukarıda da ele alındığı gibi modern Batı’nın temel önder kurumu ekonomi olduğundan, ekonomik gücü de sağlayan en önemli unsurlardan olan teknoloji parametresi, ekonomi-teknoloji ekseninde toplumun kültürel,siyasal değişimine yol açmıştır.

Modernleşme kavramının niyet ve mahiyetini anlamak açısından verilen tanımlardan birisinde“bütün gelişmekte olan toplumların, Batı toplumlarına benzer aşamalardan geçecekleri anlayışından hareketle oluşturulmuş bir kavram” şeklinde açıklanmıştır. Batı’da ekonominin temel kurum olması ve toplumsal, siyasal, kültürel tüm kavramların ekonomiye göre biçimlendirilmesi; modernleşme kuramı ile de az gelişmiş ülkelere sermaye, teknolojik yardımlar ve kurumsal ideolojik katkıların yapılması, Batı’nın taklit edilmesi ve Batı’ya karşı bağımlı olunması sonucunu ortaya çıkarmış olduğu söylenebilir(Aydın 1993: 22). Bu durum, ekonomi merkezli(maddeci)yani liberal-kapitalist değerlerin korunması adına bunları koruyan materyalistik modernleşmeci sosyal bilimlerin kültürel, siyasal dilinin ve anlayışının geliştirilmesine neden olmuştur.

İşte pozitivizmle başlayan yeni Batı döneminde Batı’nın önder kurumu olan ekonomik gücü korumak adına geliştirilen sosyal bilimlerdeki pek çok kavram, ekonomik gücü ve bu güce sahip olanların, toplum üzerindeki tahakkümlerini artırıcı bir mahiyet taşımaktadır. Bu noktadan hareketle, modernleşmeci ekonomik (maddeci) imparatorluğun hegemonluğunu koruması adına pek çok liberal düşünceye yönelik kavramlar yeni zihniyeti geliştirmiştir. Bu kavramlar ve onlara dayalı yeni zihniyet (modernleşmeci zihniyet) ile Batı’nın, Batı dışı dünyaya başta yüksek yatırım, tasarruf oranları sağlayan ekonomi olmak üzere,özgürlük, eşitlik, insan hakları, sivil toplum, siyasal katılım; sosyal alanlarda refah devleti ve yüksek sosyal göstergeler sunma ve kültürel anlamda da gelişme kavramına bağlı olarak kültürünü benimsemeci değer nakli sonucu, kalkınma ve açık toplum gibi liberal retoriğini, masumane görüntüsü veren bir tarzda kullanmış olduğu söylenebilir (Bayraktutan, 1996: 16). Böylece esasta modernleşme, gelişme kavramı yolu ile düalist toplum tipleri ayırımını güçlendirmiştir. Buradan hareketle de Batı dışı toplumlar için modernleşmek demek, tarıma dayalı yoksul toplumların sanayileşmiş toplumların gelişme düzeyine doğru ilerlemek için, başta onların ekonomi ve kültür anlayışlarını benimseme seyrini yaşaması olarak belirtilir. Bu ilerleme seyri ise, Batı’nın teknolojisini ve sosyal düşüncesini benimseyerek sağlanabilmektedir.

Buna göre modernleşmenin temelinin ekonomi merkezli olduğu, bunun araçlarının ise ilerlemeye bağlı olarak teknolojik determinizm olduğu söylenebilir. Başta ulus, ulus-devlet ve milliyetçilik anlayışlarının da bunun sosyal düşünce anlayışına göre kurgulanmış olduğu dikkatlerden kaçmaması gereken bir gerçekliktir. Ancak bütün bu modernleşmeci paradigmanın genel söylemi, gelişme ya da kalkınma biçiminde takdim edilmiştir.

Bu konuda modernleşme kuramcısı olan Apter, modernleşmeyi şu şekilde açıklamaktadır: “ gelişme, modernleşme ve sanayileşme… Her durumda birbirleriyle ilişkili olan bu olgular, genel bir temele yerleştirilebilir. Böylece Batı toplumunun kendine has/özgün sosyo-kültürel yapılarının niteliksel karakteristik özelliklerini oluşturan kurumların ve bu kurumların işleyişini sağlayan rasyonalizm, laiklik, demokrasi, özgür girişimcilik ve bireycilik, insan hakları, çoğulculuk gibi kavramların, Batı’da anlaşılıp ve uygulamaya konulduğu gibi gerçekleşmemesi yani ‘iktibas edilmemesi’ durumunda sanayileşmenin geliştirilip sürdürülmesinin mümkün olmadığını temellendirmektedir”.

Bunun karşı durumu olan liberal-kapitalist sanayileşmenin sağlanması, millet olmanın ya da ona ilerlemenin ölçütü olarak kabul edilmektedir (Aydın,1993: 23-24).Böylece teknolojinin “ileri karmaşık bir örgütlenme” yapısı oluşturması, buna ilaveten liberal-kapitalist model, ulus-devlet ve ulus-devlet milliyetçiliğinin hep pozitivist sosyal düşünceye dayalı modernleşmeci zihniyetin sosyo-kültürel örgütlenmesine göre kavramlaştırılmış ve kurumsallaşmış olduğu söylenebilir.

Pozitivist düşünceye bağlı olarak Batı medeniyetindeki sosyali ifade eden kavramların kökeninin,  “teknolojik” ve “ekonomik” merkezli, modernleşmeci değişme zihniyetinin de buna bağlı olarak ekonomi merkezli bir milliyetçilik tanımını ve ulus-devlet anlayışını ortaya çıkardığı ifade edilebilir. Bu nokta, farklılığı veya mukayese yapmanın ana ayrıştırıcı merkezi olmak özelliği taşıması yanında, modernleşmenin, içinde Batı dışı toplumlar üzerinde yıkıcı/bağımlılaştırıcı etkisine de dikkat çekilmekte olduğunun işaretlerini verebilmektedir (Bayraktutan, 1996: 16). 

Türk sosyal düşünce anlayışındaki milliyet, milliyetçilik ve ulus-devlet gibi kavramların, pozitivist düşüncenin modernleşmeci ekonomi-teknoloji ilişki setine göre “olan” üzerinden kurgulanması halinde (ki günümüzde bu yöntem baskın olarak kullanılmaktadır), milleti uluslaştırmanın, milliyetçiliğe de ırk merkezli ideoloji olarak bakmanın (kan/maddi ele almayı) meşrulaştırılmasının yanında, bütüncül Türk sosyal düşüncesine ve onun milliyetçilik anlayışına da ters bir bakışın hâkim kılınmasının sağlamayı güçlendirdiği söylenebilir.  Bu yolla da modernleşmeci “taklit”çiliğin gelişimi ve “zihniyet bağımlılığının” sürekliliği sağlanabilmiş olunmaktadır.

 

2.2.        Batı’da Ekonomi-Ulus-Devlet; Özgün Kültürümüzde Din-Vatan Bütünleşmesine Dayalı Farklı Milliyetçilik Zihniyetleri

Batı açısından milliyetçilik,19. Yüzyılda ulus-devleti Grek, Roma, Yahudi ve Germenler, Keltler, Slavlar, modern Avrupa kavimleri ile ABD’deki kuzey Avrupa ırklarının (Töton’ların) bir sentezi olarak, maddi değerleri toplumsal merkeze alma üzerine kurulmuştur (Kösemihal 1995:60). Buna göre günümüz Batı ulus-devlet milliyetçiliği, ekonomi yani maddi değerler üzerine kurulmuş ve maddi olarak ölçülebilen sınır kavramı içerisindeki bir coğrafyayı ve “sayısal demografi”yi ifade etmektedir. İnsan unsuru açısından da onun maddi varlığından hareket ederek, ancak materyalist bir açıklama gücüne sahip olduğu söylenebilir. Bu konu üzerine çalışmış Hobsbawm milliyetçiliği, kendi “millet”ine ait olmayan herkesi, başka bir deyişle insan ırkının ezici çoğunluğunu kendi etki alanının dışında bırakması olarak değerlendirdiği söylenebilir. Hobsbawn’ın “milliyetçilik, kendi başına ya geçmişin gerçek örf ve adetlerine düşmandır ya da onların yıkıntıları üzerinde yükselir” (Smhit 2002:3) ifadesiyle de, onu maddi kültür merkezli bir yaklaşımla ele aldığı belirtilebilinir.

Milliyetçilik, Batı’da çoğunlukla Fransız ihtilalinden başlatılarak sekülerleşme, kapitalizm, bürokrasi, endüstriyalizm, kitle haberleşme ağının yaygınlaşmasına bağlı modernist gelişmelere dayalı olarak, Batı Avrupa’da 19. ve 20. yüzyıl sürecinde ortaya çıkan oldukça yeni bir radikal ve yapısal değişim özelliği taşımaktadır (Gellner, 1998: 19). Bu milliyetçilik daha önce de vurgulandığı üzere, Batı’da ekonomi olgusu üzerine gelişen milliyetçiliktir. Hobsbawm’a göre bu milliyetçilik, gücünü ve anlamını yalnızca milletin modern devletle (liberalist-kapitalist devletle) birleşmesinden almakta olduğuna ve milliyetçiliğin gücünü, kapsamını belirleyen unsurun ise devlet olduğuna dikkat çekerek, Batı’da milliyetçiliğin, ulus-devletin ideolojisi olduğunu belirtir (Shmit 2002: 34).

Bu çerçevede ulus-devlet anlayışına dayalı milliyetçiliğin, Batı medeniyetinin materyalist değerlerine dayalı, pozitivizm, sermaye ve emperyalizm ana bileşenleri üzerine kurgulandığı anlaşılmaktadır. Buna karşın Türkiye’nin özgün kültürel değerlerinden kaynaklanan milliyetçilik anlayışı ise Batı’daki bu üç ana unsura göre şekillenmediğinden, farklı bir açıklamaya muhtaçtır.  Bu farklılığı belirgin olarak “ideoloji” ve “idrak” kavramlarının zihniyet analizinde bulmak gerekir. Buna göre, Batı’da ulus-devlet milliyetçiliği; pozitivizm, sekülerlik, materyalistik sosyal düşüncesi temelinden hareketle bir ideoloji olarak belirtilirken, Türk toplumunun özgün Türk sosyo-kültürel yapının dini değerler merkezli açıklanan milliyetçilik anlayışının  “idrak” yönü belirleyiclik taşıdığından(Bilgiseven 1992:28), her iki toplum yapısının farklı milliyetçilik anlayışlarına sahip olduğu söylenebilir.

Bu mukayeseli izaha göre “idrak ve ideoloji” üzerinden hareket eden farklı milliyetçilik açıklamaları, Batı medeniyeti ile medeniyetimizin arasındaki farklı milliyetçilik anlayışını açıkça ortaya koymaktadır. Bu anlamda “Batı’da ulus-devlet milliyetçiliğinin bir ideoloji haline gelmiş olması sonucu Batı’lı anlamda “milliyetçilik”, toplumun kendi kaderini kendisinin belirlemesi (egemenlik) ilkesi olmaktan, yönetici sınıfın özendirdiği bir ulusal emperyalizme dönüşmüştür. Buna göre Türkiye’deki milliyetçilik, ulus-devletlerde olduğu gibi “etnik temel üzerine tanımlanmış bir milliyetçili”ği içermektedir. Bu açıklamaya göre Batı ulus-devlet milliyetçiliği, ideolojik bir kurgu ile tepeden inmeci, toplum mühendisliğine dayalı jakoben bir görünüm olup, bu yönüyle de kültür merkezli adalet, dayanışma ve “ben içinde biz” duygularıyla donatılmış insan-toplum-devlet  ideal yapısıyla idrak merkezli Türk milliyetçiliği, Batı ulus-devlet milliyetçiliğinden farklı bir insan, sosyal organizasyon, toplumsal tabakalaşma sistemini ve etniklik anlayışını ortaya koymaktadır” (Şimşek, 2010: 183).

Böylece milliyetçilik farklılaşmalarının oluşmasına temel teşkil eden ideoloji ve idrak kavramlarının en önemli tezahürü, Batı’daki milliyetçiliğin ulus-devlet yapısının ideolojisini, ekonomi-devlet ilişkisi üzerine kurmada; Türk toplumunda ise “idrak” anlayışına dayalı milliyetçiliğin din ve vatan bütünleşmesini “birlikte” ele almasında görülmektedir. Çünkü Batı medeniyetinin sosyal düşünce anlayışına göre oluşan milliyetçilik, materyalist temeller üzerine örneğin ekonomi, sanayi, güç, kara parçası gibi insanın duyu organları ile gördüğü şeylerin sistematiğini veren “insan = madde” ilişkisinin ideolojisi üzerine inşa edilmiştir.Gellner ideolojisi oldukça zayıf bir temel üzerine kurulmuş bu milliyetçiliği, Batı’da görülen maddeci kültür temelli sanayi toplumuna özgü bir olgu olarak değerlendirerek, onu“siyasal ve kültürel birimin çakışmasını öngören ilke” olarak tanımlamıştır (Kerestecioğlu, 2007: 313). Yine “insan = madde” merkezli Batı milliyetçilik anlayışına yönelik açıklamalara Hobsbawm da, milletlerin “politik, teknik, idari koşullar ve ihtiyaçlar çerçevesinde analiz edilmesi gerekir” görüşüyle katkı sağlamıştır. Bu yaklaşıma göre, Batı milliyetçilik anlayışına dinamizm kazandıran pozitivizm, liberal-kapitalist sermaye, teknoloji, homo economicius zihniyetine sahip, öncesinde burjuva olan birey ve emperyalist faaliyetleri bünyesinde barındıran modern devlettir. Bu sistem içinde ideoloji, modern devletin gereklerine salt maddi yönden cevap verebilmeyi ifade etmektedir. Bu modern medeniyetin milliyetçilik,ideoloji ilişkisine göre milliyetçilik, iktidarı ele geçirmeye çalışan ve bunu milliyetçi iddialara dayanarak meşrulaştıran bir siyasal hareket ve ideolojidir. Bundan dolayı söz konusu milliyetçilik iddiaları, materyalist merkezli bir zihin dokusu ile oluşmuş olduğundan onlar, kendine özgün bir milletin varlığına ve o milletin değerlerinin korunmasının iddiasına dayanmakta olduğu söylenebilir (Kerestecioğlu, 2007: 314). Bunun için özellikle 19.yüzyıl sürecinde bir yandan A.Gabineau ile “üstün ırk nazariyesi”, öte yandan pozitivizmin rasyonellik düşüncesi, modernleşme kuramı ve emperyalizm ilişkisi ekseninde, Batı dışı dünyanın Batı’lı değerleri benimsemesi sağlanmıştır.  Bu durum, Batı dışı dünyanın kaynaklarının kontrolünün sağlanmasına yönelik liberal teorinin bilimselliği tabanında, sözde meşruiyet kazandırıcı bir milliyetçilik anlayışını ortaya çıkardığı söylenebilir. Sonuç olarak, Batı milliyetçiliğinin “insan = madde” formülasyona göre “ekonomi = seküler devlet” ilişkisiyle sonuçlanabilecek her şeyi, bu amaç için kullanabilecek bir ideolojik mahiyet taşıdığı söylenebilir.

Zihniyet kökenleri itibariyle özgün Türk-İslam medeniyetinin milliyetçilik anlayışının da temelleri “madde ve mana” birlikteliğine dayalı bir “idrak” anlayışı ile ortaya çıkmaktadır. Nitekim Batı’nın pozitivist felsefe kökenli “insan = madde” ilişkisi tek boyutlu, sadece maddi faktörlere dayalı yetersiz bir milliyetçilik ve milli devleti açıklamakta olduğu ifade edilebilir. Bu noktada Batı’nın yetersizliğini nasıl iddia edebiliyoruz? Bu iddiayı, Türk-İslam sisteminin bütüncül yöntemindeki “insan = madde + mana” sistemleşmesinin iki boyutluluğu ve gerçeği kapsayıcı geniş görüş açısına göre açıklamak mümkün görülmektedir. Bunu Batı sistemine göre onu da kapsayacak ve ondan daha geniş kapsamlı bir bilimsel yöntem olan “Fark (maddi) + Cem (mana) = Tevhit” formülü ile izah etmek mümkündür. A.K.Bilgiseven, “Fark (maddi) + Cem (mana) = Tevhit” formülünün, bütün bilimlerin temelinde yer alan bir ana kanun (temel tabiat kanunu) niteliğinde olup, ilahi bilgi menşeli, bütüncül metodolojik bir mahiyeti belirtmektedir (Bilgiseven, 1990: 13). Bu ana kanuna göre günümüzde fizik ve sosyal bilimlerin tasdik ettikleri gibi “Fark + Cem = Birlik” mesajı, Kur’anda yer alan kainata ait bütün ilmi gerçeklerin ve tabiat kanunlarının temelinde tek bir noktadan fışkıran olayın (Big Bang patlamasının) yer aldığından hareketle (Bilgiseven, 1990: 14);

“Fark (maddi) + Cem (mana)”,  ya da “ben” içinde “biz”

 toplum modelini içerir. Bu modele göre  “Ben” ; farkı  /madde/beden)ı,

Biz ise Cemi/mana/ruh oluşturmaktadır.Ben egoizmi, bireyselliği temsil etmektedir. Biz ise diğergamlığı, toplumculuğu geliştirmeyi temsil etmektedir.  Bütüncül metod yolu ile insanın ben içinden harektle biz duygusuna yükselerek sosyal ilişkilerini buna göre kurabilen bir milliyetçilik anlayışını ortaya çıkardığı söylenebilir. Türk–İslam sisteminde bu milliyetçilik anlayışının “ideoloji” değil de bir “idrak”ten ibaret olduğu böylece bilimsel olarak anlaşılmış olduğu söylenebilir. Bu temel kanundan hareket ederek idrak merkezli milliyetçiliğin,  ideolojik milliyetçiliğe göre, bakış açısının oldukça farklı olduğu dikkati çekmektedir. Bu anlamda modern Batı toplum düşüncesi, “19.yüzyılın ilk dönemlerinden başlayarak din ile liberal kültürün çatışması üzerinde doğmuş olduğundan, Türkiye’de İslam kültürü ile milli kimlik oluşumu arasında birebir güçlü bir ilişki bulunduğundan, Batı liberal mahreçli ulus-devlet kavramı ile kültür merkezli Türk milliyetçiliği arasında çok ciddi dünya kavrayışı,  sosyal, siyasal ve kültürel olana dair farklı kavramsal ve zihniyet bakış açısı bulunmaktadır”(Şimşek, 2010: 180). Bu bakış açısından hareketle “örneğin, Türkiye’nin özellikle doğu ve güney doğusunda görülen terör hareketi, Batı ulus-devlet milliyetçiliğine göre “etnik” lik taşırken, özgün Türk kültür milliyetçiliğine göre etniklik taşımamaktadır. Çünkü bu anlayışa göre etnikliğin oluşması için din farkı, yaşam tarzı farkı, geleneklerde, göreneklerde, dilde ve sosyal hayatın her düzleminde tamamen farklılığın olması gerekmektedir. Buna göre sorunun terör sorunu olarak görülüp etniklik olarak görülmemesi gerekir. Yine aynı şekilde ekonomik, sosyal ve siyasal tedbirlerin de bu mantığa göre ele alınıp çözümlenmesinin amaçlanması gerekmektedir. Bu sorun liberalist mahreçli ulus-devlet milliyetçiliği kavrayışı bağlamında ele alındığında ise,  sorun etnik olarak tanımlanabilir. Bu durumda da ulus-devlet milliyetçiliği anlayışına göre çözüm yollarının etnisite, azınlıklar, siyasal bağımsızlık, özerlik, otonomi gibi kültür milliyetçiliği çözüm yollarından farklılaşan anlamları ifade eden sorunlar ve bunlara yönelik yıpratıcı reçetelerin uygulamaya konmasının gerekliliği ortaya çıkabilir(Şimşek, 2010: 180). Böylece modern milliyetçiliğin ortaya çıkardığı “felsefi,  aydın tipolojisi, devlet algısı, bürokrat mantığı, bilime bakış türü, güç-ekonomi-elit ilişkisi ve liberal insan tipi ile Türk kültür milliyetçiliğinin ortaya koyduğu bu parametrelerin zihinsel ve kültürel açılımı, birbirlerine karşı oldukça” farklı özellikleri bulunduğu ifade edilebilir.  Dolayısıyla “günümüzde dünya ölçeğinde yerli grupların kendi kültürel özlerine dönüş adına bir “ecdad” fenomenini yaşarlarken, Türk kültür milliyetçiliği olgusu ise,  modernleşme söyleminin etkisiyle liberalleştirilme sürecine sokulmaktadır. Bu durum ise suyun tersine akıtılmak isteğinin bir amaç olarak belirmekte olduğunu düşündürtmektedir” (Şimşek, 2010: 180).

Somut olarak ortaya çıkan bu milliyetçilik farklılaşmasının en önemli göstergelerinden birisi de seküler olan modern Batı’da “insan = madde” pozitivist metod modelinden hareketle,  “insan = ekonomi/ırk” merkezli ulus-devlet milliyetçilik ilişkisini ortaya çıkarmakta olduğudur.

Türk-İslam medeniyetinde kendi bütüncül modeli olan “insan = madde + mana” genel formülü bu konuya aktarıldığında ise,  “insan = vatan (madde) + din (mana)” ilişki sistematiğinin ürettiği bir kültür milliyetçiliği anlayışına sahip olduğu noktasına ulaşılmakta olduğu sonucuna ulaşılabilir. BöyleceTürk-İslam medeniyetinin bütüncül ana formülü çerçevesinde milliyetçiliğin, din ile yakın bir ilişkisinin bulunduğu ortaya çıkmaktadır[3].  

Türk-İslam milliyetçiliğinin insan zihniyetinin “vatan+din” formülüne göre şekillenmesinin pratik sonucunu, “alp-eren” tiplemesinde de görmekteyiz. Buna göre Alp (yiğit/maddi) – eren (ermiş, dost olmuş ruhani güç kazanmış/mana) özelliklerinin birleşmesiyle, Anadolu fetih hareketleri gelişmiştir. Mevlana, Ahmet Yesevi ve kolonizatör Türk dervişleri, Taptuk Emre, Hacı Bektaşı Veli gibi “Fark+Cem” yönüyle eğitilmiş insanlar vasıtasıyla, “vatan yapıcı din anlayışı” (Ülgen, 2004: 304) ile Anadolu’da Müslüman bir Türk devleti kurulmuştur. Böylece Türk-İslam medeniyetinin din olgusu- kültür milliyetçiliği yaklaşımı ile coğrafyadan vatana geçişte onun bütüncül/tevhitçi yönüne dikkat çekilmektedir. Bu yönüyle İslam’ın ilay-ı kelimetullah anlayışının, din-vatan bütüncüllüğünün kültür milliyetçiliği uygulaması, yeryüzünde adalet merkezli hâkimiyet kurucu unsur olarak işlerlik kazanabilmiştir.  

Modern Batı milliyetçiliğinde ise Eski Yunan, aydınlanma ve pozitivizm ile oluşan dünya görüşüne göre sekülerleşme, sanayileşme, üstün beyaz insan olan homo-economicius insan inşası ve onun egoist menfaatleri gibi sırf “fark”dan hareket eden materyalist zihniyet, modern dönemde din-milliyetçilik bağını bizzat kendisi, kendi sisteminden koparmıştır. Bu kopuşta, aydınlanma öncesi süreçten gelen teslis inancına dayalı Hıristiyan metafiziğinin yetersizliğinin de bir ölçüde etken olduğu belirtilebilir. Buna göre modernleşme sürecinde Batı’da dinin dışlandığı “fark” unsurunun hakim olduğu materyalist bir milliyetçilik, ulus-devlet şeklinde oluşmuştur. Bu etkinin Türkiye’de dinin sadece ibadetin formelleştirilmesi (maddi görüntü/biçimsellik boyutunda kalması) ile sınırlanmasına yol açtığı söylenebilir. Bundan dolayı Türkiye’de değişme ve kalkınmayı ele alma sorunu, sadece modernist “olan”ın bilgisine pozitivist bilim ve teknolojiyi eklemek ile kalmamıştır. Bunlardan oluşan soruna bir de  sanayileşmenin ortaya çıkardığı  maddi cepheli yaklaşım da ilave edilmiştir. Böylece kalkınma ve değişme konusuna sadece maddi yaklaşılmış olunmakatdır.  Bu durum ise Türkiye’de bütüncül kültür boyutunun sorunları çözümleyici gücü dikkatlerden kaçırılmaya çalışılarak, özgün kalkınma ve değişmeyi özgün kültür metodu ile analiz etme ve onu yönetmeden uzak durulmasının sağlandığı da gözlemlenir olmuştıur (Özakpınar, 2002: 208).

Dinin sosyal hayattan dışlanıp sadece ibadete konu edilmeyi sağlayan, onu formel olarak camiye hapseden bu modernleşmeci milliyetçilik anlayışı, özellikle Türkiye’de meşruti rejimleri reddetme üzerine kurulu, 1876’dan bu yana anayasacı akımın takipçisi olan ve laik bir içerik taşıyan ulus-devlet ‘ideolojisi üzerine kurulan Cumhuriyet sisteminde tatbik sahasına geçirilmiş olduğu söylenebilir(Aydın 1993.16).

Modernleşmeci pozitivist içerikli milliyetçilik, “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak” görüşü ile Ziya Gökalp ve “Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük” şeklinde formüle edilen “Üç tarz-ı Siyaset”’ anlayışı ile Yusuf Akçura’nın öncülüğünde temsil edilmiştir. Bu noktada Osmanlı Yahudisi olan ve Kemalizm’in de mucidi olan Moiz Kohen (http://www.millicozum.com) ile, Türk Yurdu dergisinde yazılar yazan Yusuf Akçura’nın kalem arkadaşı (http:// www.derinkulis.com) Yahudi asıllı ve asıl adı Alexander Israel Helphand olan Parvus Efendi’nin de, bu tür bir milliyetçilik anlayışının Türkiye’de yerleşmesinde önemli katkıları bulunmuştur.   

Ulus-devlet milliyetçiliğinin Türkiye’deki önemli teorisyeni Parvus Efendi, “İttihat ve Terakki’yi, daha sonra da Türk Milliyetçiliği’nin kurucularını doktrine etmektedir.

Ziya Gökalp, Yusuf Akçura ve Tekin Alp (Moiz Kohen)’e teorik ağabeylik yapıyor olması (http://www.entelektüel.s4bizhat.com), O’nun Müslüman bir ülke ve İslam medeniyetine dayalı bütüncül zihniyete sahip olan Türkiye’de, etnik ırkçılığa dayalı ulus-devlet milliyetçiliğinin çatışmacıvepozitivist zihniyetinin oluşmasına yaptığı katkıyı ortaya çıkarmaktadır. Buna göre,Batı’ya yetişme adına modernleşmeci ulus-devlet milliyetçiliği, tepeden aşağıya dayatmacı bir yöntemle Türkiye’yi kapitalist dünya sistemi içinde onunla bütünleşmeye zorlayarak, milliyetçilik ile din arasındaki mesafenin de özellikle ve öncelikle oluşması sağlanmıştır. Gerek Pavrus Efendi, gerekse Türkçülüğü öne çıkararak Türkiye’de milliyetçilik ile İslam arasındaki mesafenin oluşmasını sağlayarak onların “birlik” şuuru içinde buluşmalarını engellemek için fikir geliştiren Moiz Kohen, bu projede temel rol oynar gözükmektedir. Bunlara ilaveten böyle bir milliyetçiliğin Türkiye’de hâkim olmasına sosyolojik kuruculuk yapan Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura’nın da katkılarının bulunduğu söylenebilir (Aydın1993:18).

Milliyetçilik noktası da dahil olmak üzere bütün bu etkilerinTürkiye’deki değişmeyi başarısızlığa götüren unsurları temelde iki başlıkta özetlemek mümkündür. Bunları; “Batı medeniyetinin pozitivist tavrı, onu yanlış anlayan münevverin geleneksel kültüre cephe alması ve halktan kopması” ve “mecburi kültür değişmeleri de değiştirme teşebbüslerinin ters neticeler vermesine yol açma” şeklinde gelişmesi olarak belirtmek mümkündür (Güngör, 1995: 37). 

Sonuç olarak, Ziya Gökalp’in modernleşmeci pozitivist sosyolojinin Durkheim’ci sosyolojik çizgiye bağlılığı neticesinde, bu sistemin insan-madde ilişkisindeki hatalı kurgusu ve onun tek boyutluluk yetersizliğinden dolayı ortaya çıkan sorunları da sosyolojisine taşımıştır (Sezen, 1990: 113). Ziya Gökalp, bu hataları ayrı bir sosyo-kültürel sistem olan Türkiye’nin toplum yapısı kurgusunda devam ettirmiştir. “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak” tezi ile Z. Gökalp, Türk’ün “Türkleştikçe milli birliği daha çok kuvvetlenir” anlayışına dayalı (Gökalp, 1992: 62) ırkı (insan=madde) merkeze alan yaklaşımı benimsemiştir. Öte yandan tezindeki İslam’ı kelime olarak reddetmeden kullanmış fakat içerik itibariyle pozitivizm etkisiyle dünyevileşmiş bir İslam’ın formel bir inanç sistemine dönüşmesine, seküler pozitivist bir Türk toplumu ve onun ulus- devlet milliyetçilik anlayışının teorik oluşumuna katkı sağlamıştır.

Yusuf Akçura’nın milliyetçilik anlayışı ise “başlı başına dinin düzenleyiciliğinden kopuş” olarak değerlendirilecek bir mahiyet taşımaktadır. Bu anlamda Türklük, Akçura’nın milliyetçilik kavrayışında ana harekât noktasını oluşturmaktadır. Burada da ırk merkezli milliyetçilik yaklaşımının benimsenip, dinin ötelenmesi söz konusu olmaktadır. Bu noktada Akçura, “Üç Tarz-ı Siyaset”de; zamanımız tarihinde görülen umumi cereyanın ırklar olduğunu, dinlerin din olmak bakımından gittikçe siyasi ehemmiyetlerini ve kuvvetlerini kaybettiklerini belirtmektedir (Akçura, 2005: 60). Yine Türklüğün birleşmesi için, “Hıristiyanlıkta da olduğu gibi içinde milletlerin doğmasını kabul edecek şekilde” İslam, “değişmelidir” (Akçura, 2005: 60) diyen Akçura’nın, millet-din farklılaşmasından hareketle, Türk milliyetçiliğinin Batı materyalist ulus-devlet modeline göre kurgulanmasına yönelik arzusu ve teorik eylem içinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Buna göre Türk milliyetçiliğinin, Batı medeniyetinin “olan” üzerinden pozitivist bir çerçevede ele alındığı görülmektedir. Yine Akçura bu görüşlerini milliyetçilikve Batı pozitivist değerler manzumesini laiklikle eklemleştirerek, laiklik-modern milliyetçilik etkileşimi üzerinden Cumhuriyet dönemi Türk milliyetçilik hareketini de, Batı’lı temellere bağlı olarak açıklamaktadır.  Bu çerçevede dinin, ırkın hizmetine sokulmasına yarayan protestan temelli bir yoruma güncellik sağlamakta olduğu görülür. Din ile milletin arasını bir bütün olarak görmeden uzaklaşan, bunların arasını açan birbirlerinden ayıran bir zihniyetle Akçura konuyu şöyle değerlendirmektedir: “… dinler ancak ırklarla birleşerek, ırklara yardımcı ve hatta hizmet edici olarak, siyasi ve ictimai ehemmmiyetlerini muhafaza edibiliyorlar” (Akçura, 2005: 60) diyerek, milliyetlerin temelini modern Batı düşüncesinde olduğu gibi din dışı bir çerçevede ele alarak, ırkın emrine girmiş böylece dünyevileşmiş din anlayışını, ulus-devlet milliyetçiliğinin temel kabulü olarak sunmuştur.

 

  1. 1980 SONRASINDA TÜRK MİLLİYETÇİLİK HAREKETİNİN ZİHNİYET TEMELLERİ

Son dönemde özellikle modern toplumlarda ortaya çıkan yapısal sorunlar, sosyoloji biliminin ilgi alanı içerisinde “toplumsal hareketler” konusunu öne çıkarmıştır. “Toplumda yeni bir hayat tarzını, yeni bir modeli oluşturmak için eylemde bulunan kollektif bir davranış biçimi olarak da tanımlanan toplumsal hareketler, bu yönüyle gündelik hayat içerisinde ortaya çıkan sosyal sorunları, rahatsızlıkları ifade ederek, bunların çözümüne yönelik yeni bakış açılarının gelişmesine de katkı sağlamaktadır (Türkdoğan, 1997: 11).

Modern Batı medeniyeti, bir yandan Eski Yunan’dan gelen materyalist özelliği ve buna bağlı olarak gelişen onun menfaatçiliği ve çıkarcılık niteliğini bünyesine taşımış (Kafesoğlu:1985:177), diğer yandan da sosyal düşünüşünü “düalite” üzerine kurmasına bağlı olarak sanayileşmiş liberal-kapitalist toplumda meydana gelen “ben ve öteki” çatışmasını, homo-econimicius beyaz ırk özelliğine sahip liberal-kapitalist bireyin egoizmi gibi özellikleri ortaya çıkarmıştır. Bu özelikler ve bunlara bağlı burada anılmayan diğer özellikler, modern Batı toplumunda gençlik olayları, karşıt-kültür çatışmaları, yeni sol, yeni sağ akımları, ultra liberal ideolojileri, Amerikan Nazi Partisi, Milli Gençlik İttifakları(NYA), Özgürlük İçin Gençlik Eylemleri(YAF), Barış Eylemler, Medeni Haklar, John Birch Toplulukları, Yeni Faşist Hıristiyan Birlikleri, Yeşilciler, İra, Bask, El-Fetih Örgütleri, Zen, Yoga, Mooni, Krishna vb.  gibi pek çok eylemleri, yoğun bir şekilde sosyolojinin ilgi alanına dahil etmiştir (Türkdoğan 1997:11).

Türkiye özelinde toplumsal hareketler bağlamında özellikle Türk sağının milliyetçilik anlayışı Türk-İslam Sentezi ekseninde ele alınacak ve Türkiye’de Batılılaşmanın Türk geleneksel kesimde (sağ siyasal örgütlenmede) modern Batı’yı temsil eden kesime göre nasıl bir toplumsal hareket algısı ile ortaya konulduğuna yönelik gelişmeler boyutunda değerlendirilecektir.

3.1. Türkiye’de Liberalizm ve Kapitalizm Etkisine Bağlı Olarak Sekülerleştirilmiş Milliyetçilik Hareketi

Türkiye’de değerlerin muhafazası adına gelişen Türk milliyetçilik hareketi, söylem itibariyle metafaziki kurgudan hareket etmektedir. Pratik sosyal süreçte ise özellikle 1980 sonrasında Türkiye’nin öncesine göre daha ileri bir liberal-kapitalist sürece geçmesine bağlı olarak, Akçura’nın pozitivizmin dualiter ayırımcılık modelinden hareketle “din (mana) – vatan (madde)”, “din (mana) – millet (madde)” ayırımına dayalı seküler, protestan temelli nitelikler taşıyan milliyetçilik merkezli bir sosyal hareketi ortaya çıkardığı söylenebilir.

Türk-İslam Sentezi yani Türk-İslam kültür terkibi, “İslami sağ ve ırkçı sağ olarak bilinen iki Türk sağ kanadının bir araya getirilmesine bağlı olarak, bu ayırımı ortadan kaldırma adına 1970‘lerde geliştirilen politik bir kuram” olarak belirtilir (http://www.turkcebilgi.com).

Türk-İslam Sentezi, 12 Eylül yönetiminin sonrasında kurulan Anavatan Partisi’nin iktidarı sürecinde milli kültürün, İslam ve Türklük gibi iki ana bileşenine dayalı olarak, yabancı ve emperyalist kültüre karşı yeni milli kültür politikasının bir savunma aracı şeklinde, Türk-İslam sentezi modeli olarak kabul ediliyordu.  Bu model, Türkler için en uygun dinin İslam olup, “İslam olmadan Türklerin kimliklerini korumalarının mümkün olamayacağı kabulünü içermekteydi”.  Tarihsel süreç içerisinde ekonomik ve toplumsal gelişmeler doğrultusunda evrilen materyalist ve pozitivist kültür anlayışı reddedilmiş ve “değişmeyen bir kültürel “öz”ün bulunduğu ve bunun her zaman korunması gerektiği savunulmuştur. Öyle ki, bu işlevi devlet yerine getirecek ve “milli kültür” devlet eliyle yaygınlaşacaktı” (http://www.turkcebilgi.com).

“Türk İslam Sentezi”kitap çalışması ile İ.Kafesoğlu,  İslamiyet’in tek bir olan yaratıcı “Allah” inancının, eski Türk inanç anlayışında bulunduğuna dikkat çekerek, Türklerin tevhit akidesine dayalı İslamiyet’e girmeleriyle yeni bir dine değil; kendi kadim inanç özeliklerini taşıyan “sağlam, kitabi ve inandırıcı bir sisteme” girmiş olduklarına inandıklarını belirtmektedir. Böylece Kafesoğlu, Eski Türk Tanrı inancı ile İslami inançlar arasındaki benzerliğe dikkat çekmektedir (Kafesoğlu, 1985: 160).

Buna göre Tek bir Allah inancı, Allah kainatın yaratıcısıdır (İdi), Allah Kainatın Efendisidir (Çalap), Allah Kaadir’i Mutlaktır (Ugan), Allah kadimdir, ezeldir (Bayat), Allah ebedidir (Türk kozmogonosi), Allah huzurunda herkes eşittir (Türk kozmogolojisi), Türklerde put ve putculuk yoktur, Türklerde ruhban kesimi bulunmaz, Türklerde ruh ölmez, o sonsuzdur,..  gibi İslamiyet ve eski Türk inancı arasında oldukça güçlü özdeşliği ifade edebilen yakınlıkların bulunması ve Türklerin bu yeni dinin değerlerini sosyal ve manevi hayatlarının bütün yönlerinde kullanmaya başlamaları, Türk-İslam Sentezini (terkibi) ortaya çıkarmıştır (Kafesoğlu, 1985: 161-162). Bu yönüyle Türk-İslam Sentezi, Türk’ün İslam’da, İslam’ın da kendisini fedakârca (malından ve canından vazgeçebilen bir zihniyetle) temsil eden Türk’te bütünleştirmesi yoluyla, Türk milliyetçiliğinin İslam dini ile ilay-ı kelimetullah için fedakârlık içinde bulunan Türk’ün terkibini birleştiren bir mahiyetine dikkat çekilmiştir. 

Türk-İslam Sentezine dayalı hareket, devlet eliyle İslam ve Türklük gibi bütüncül kültürel öze dayalı bir mahiyet taşımaktadır. Ancak buna rağmen, Türkiye Cumhuriyeti’nde ekonominin hâkim kurumluğu önderliğinde özellikle 24 Ocak kararları, ihracata dayalı sanayileşme ve liberal-kapitalizmin bir üst seviyeye geçmesi gibi politikaları benimsemiştir. Bunların başta iktisadi hayata ve giderek gelişen sosyal ve kültürel hayata, Batıcı modern zihniyetin yönlendirici etkisi bağlamında uygulamaya sokulduğu görülmüştür.  Bu noktada Türk-İslam Sentezci hareketin,  “Fark + Cem”, “vatan + din”, “milliyet + din” gibi bütüncül yönü; Türkiye Cumhuriyeti’nin lâik, seküler, jakoben veliberal-kapitalist zihniyet kurgusunun “insan = madde” tek boyutlu pozitivist bileşeni karşısında sistemsel bir tenakuzluk yaşamıştır. Buna bağlı olarak her ne kadar yürütme kurumu ideal söylem olarak onu geliştirse de, pozitivist jakoben devlet zihniyeti, Türk İslam Sentezine dayalı sosyal hareketin nihai amacına oldukça ters bir mahiyet taşıdığından, Türk İslam Sentezi hareketinin ancak nispi ve geçici bir başarısından söz etmek mümkün olabilmektedir. Bu yönüyle Türk-İslam Sentezi “ulusçu din” politikalarını üretebilen bir çerçeveye sahip sosyal hareket olma özelliği taşımıştır (Aydın, 2006: 190). Bu hareket ağırlıklı olarak bir aydın hareketi olduğundan, özellikle 1985-1995 döneminde söyleminin bütüncül ilkelerden esinleniyor gözükmesi fakat diğer yandan da pozitivizmden dolayı “uluscu din” formatına sahip olması, onun halk ile güçlü bir buluşmayı gerçekleştirmesini engellemiştir. Ancak ortaya koyduğu anti-Batı’cı tabirleri tartışmaya açarak (lâik-anti-lâik gibi), bunların toplumun bilinçlenmesine ilerleyen süreçlerde katkı sağlamış olduğu da söylenebilir.

Batılılaşma hareketi bağlamında ise Türk siyasal hayatında partilerin, Osmanlı’nın son yüzyılındaki Batı etkisine maruz kalınarak “iki genel sosyolojik eğilim”e göre biçimlendiği söylenebilir. Bunlardan ilkini Batı pozitivizminin savunucularından olan Comte-Durkheim ekolüne bağlı olarak gelişen merkeziyetçi-devletçi eğilim oluşturmaktadır. İttihat ve Terakki Partisi ile ve daha sonrasında CHP’nin, bu çizginin bir nihai ürünü olarak ortaya çıktığı söylenebilir. İkincisi ise yine Batı medeniyetinin pozitivist değerlerine göre biçimlenmiş kapitalizmin sistemleşmesi üzerine kurulu Le Play ekolünün temsilcisi olan Prens Sabahattin’in Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Partisi’dir. Cumhuriyet dönemindeki Demokrat Parti’nin fikri çizgisi ise bu etkiden beslenmiştir (Aydın 2006:188). Böylece hem Batıcı mahiyette hem de geleneği temsil eden ve adları değişik de olsa her iki partinin de temelde Batının zihniyet temeline dayalı bir merkeziyetçilikte örtüşmekte olduğu anlaşılmaktadır. Bundan dolayı bu genel zemin üzerine kurulan Türk sağı ve ona dayalı sosyal hareketlerinin, pozitivizmin sosyal düşünüş tabanı üzerine kurulmuş olduğu ifade edilebilir. Bunlardan sağı temsil edenler muhafazakâr nitelikli olarak görülse de, zihniyet sınırlarının arka planının Batı merkezli “insan = madde” tek boyutluluğuna dayanmakta olduğu söylenebilir. Bu nedenle de sekülerleştirilmiş bir milliyetçilik ya da geleneği temsil etme özelliği taşıdıkları belirtilebilir. Bu durum birbirlerinden oldukça farklı eksenler olarak görülmesine rağmen, Türkiye’deki sağ ve sol hareketler esasında, sosyal düşünceyi sistemleştiren ana parametre (pozitivist sosyal düşünce) açısından birbirlerinden çok da farklılık taşımadıkları görülmektedir.   

Türkiye’de nüfusun yaklaşık yüzde yetmişinin milli manevi bütünsellikten hareket eden bir tabloya sahip olduğu bilinmektedir. Bunlar gelenekçi, milliyetçi, muhafazakâr ve merkez sağ partiler olup pozitivist düşünceden hareket eden sağ liberal değerlerleri taşımaktadır (http://ankarameydani.com). Bundan dolayı İ.Küçükömer, “Düzenin Yabancılaşması” adlı eserinde, bir milletin siyasi şekli ve faaliyetinin ancak ve ancak tarihi ile mazisi ile ve tabi olduğu sosyal ve siyasi metodoloji ile ortaya çıkmakta olduğuna dikkat çekmektedir. Bu anlamda İ. Küçükömer, Türkiye’de temelde iki akımın olduğunu belirtmektedir. Bunlardan birincisi, başta M.Akif olmak üzere “Doğucu-İslamcı” ekol, diğeri de “Batı’cı–lâik” akım’dır.

İ.Küçükömer’in analizinde birbirlerine karşı olan bu kesimlerin her ikisinin de hem Osmanlı’nın son döneminde hem de Cumhuriyet sürecinde sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik alanlar başta olmak üzere, toplum için bir kurtuluş yolu oluşturamadığının altı çizilmektedir (Küçükömer, 2002: 13). Buradan da anlaşılacağı üzere, Türkiye’de bir yandan Batılılaşma diğer yandan da Batılı olmayan ama değerlerini Batı pozitivizm anlayışına göre kurgulama içine giren geleneği temsil eden sosyal hareketlerin başarısızlığının da önemli ölçüde (tam olmasa da oldukça önemli bir etken olma vasfına) buna bağlı olarak ortaya çıktığı söylenebilir.

Türkiye’de Comte-Durkheim ekolü ekseninde gelişen merkeziyetçi-devletçi İttihat Terakki’ci eğilimin, laikliği bir kurtuluş ilkesi olarak kabul ederek, Batı’nın askeri, siyasi ve eğitim zihniyetini ve diğer kültür kurumlarını merkezlerine alarak, Batılılaşmacı hareketi geliştirme mücadelesi içine girmiş olduğu belirtilebilir. Öyle ki bu kesim, aydın olarak gözükse de,  sistemin tabiatı gereği (beyaz adamlık, homo economicusluk, ben ve düşman olunan “öteki” gibi zihniyetten hareketle) jakoben ve seçkincilik üzerine kurulu bir anlayışa sahip olduğundan, Türk toplumunun genel tabanı ile daima bir farklılaşma/ayrışma içinde bulunmuştur (Küçükömer, 2002: 14-15). Dolayısıyla bu kesimin, halk adına halka karşı bir pozisyon içine giren toplumsal hareketler geliştirmiş olduğu görülmüştür.

Bu hareketin Türkiye’de uzunca bir süre devlet aygıtına ve bürokrasiye hâkimiyeti olmuşsa da, toplum üzerine bir takım dayatmalarla teknokratik açıdan etkinlik taşımasına rağmen, günümüzde önemli ölçüde başarısızlığının ortaya çıkmasında iki temel etkenin rol oynadığı söylenebilir. Bunlardan ilki, partileşme yolu ile bu Batılılaşmacı hareketin Türkiye’de çeşitli zamanlarda iktidarda ve muhalefet pozisyonlarında bulunma durumlarında savundukları Batıcı görüşleri, Türkiye’nin özgün sosyal, siyasal ve kültürel yapısından apayrı bir sistem olan Batı’nın tarihi gelişimine de uygun düşmemiştir. Dolayısıyla bu hareket, Batı medeniyeti açısından Batı’nın “çıkarlarına aracı olmak durumuna düşmüş bir akım niteliğinde” olduğundan, ondan ancak “Batı gelişmesi içinde sözde bir akım” olarak söz edilebilir (Küçükömer, 2002: 15). Buna göre Türkiye’de Batı’yı örnek alan Batı’cıların ortaya koymuş oldukları Batılılaşma hareketi, Batı’ya dahi ters düştüğünden hem felsefi, hem sosyo-politik hem sosyo-ekonomik hem de sosyo-kültürel alanlardaki uygulamaları da başarısızlık içinde bulunduğunu düşündürebilir. 

Batılılaşmacı kesimin başarısızlığının ikinci nedeninin iç faktörlere dayandığı söylenebilir. Türk toplumunun İslami değerlere dayanması, uzunca bir süre önder kurumunun din olması ve buna dayalı geleneği taşıması nedeniyle, toplumun önemli bir kesimi tevhitçi sosyal düşünüş dünyasına bağlıdır. Medeniyet anlayışından gündelik yaşantısına kadar geniş yelpazede hissedilen bu etki, aktif olarak da görülmektedir. (Buna göre Türkiye gibi sosyolojik genişliğe sahip bir topluma kendi medeniyet, kültür, ahlak ve zihniyet dünyasının dışında kalarak bunlardan tamamen farklı sosyal düşünüş merkezli bir kurguyu dayatmak, özgün değerlere yönelik sosyal hareketin başarısızlığına da temel teşkil etmekte olduğu söylenebilir.

Diğer taraftan Batı’cı kesimin devlet aygıtını, bürokrasiyi ve hâkim pozitivist, liberal-kapitalist sosyal düşünüşünü başta üniversite vasıtasıyla topluma sosyal mühendislik yoluyla egemen kılmasının çeşitli etkileri ortaya çıkmıştır. Bu etkilerin ilki, “Doğucu-İslamcı” olarak bilinen milliyetçi ve muhafazakâr kesimin toplumcu düşüncelerinin, Türkiye’de gerçek bir sosyal harekete dönüşüp Türk toplumunda bunun etkin kılınmasını engellemeyi başarmasıdır. Buna ilaveten ikinci bir faktör olarak Jakoben Batı’cı kesim, devlet ve bürokratik elitizmin iktidar alanını, kendilerince meşrulaştıran pozitivist sosyal düşünüş fikrine göre biçimlendirmişlerdir. Böylece Türkiye’de mevcut jakoben yapıyı temelde reddedebilme potansiyeli taşıyabilecek (örneğin Türk-İslam düşüncesi, Özgün Türk milliyetçiliği, “din ve vatan” bütünleşmesini sağlayacak gerçek bir İslam anlayışının aktifliğinin oluşumuna yönelik)  karşı bir sosyal hareketin gelişimine daimi olarak karşı çıkılarak bu engellenmiştir. Bu Batı’cı-lâik (laisizmci)-seküler kesimin özgün milliyetçilik ve “din-vatan” bütünleşmesinin engellemesi, Türkiye’nin kapitalizmin kıskacına girmesine neden olduğu gibi aynı zamanda da “Türkiye kapitalist olmadan da Batıllılaşamaz” fikrinin temel kabul görülmesine yola açmıştır (Küçükömer, 2002: 15). Nitekim kapitalizmin “haklı olan değil, güçlü olan kazanır” (http://özgunsosyaldusunce.com) anlayışına göre Batı’cı kesimin kapitalizm tercihi, onların “hükmedici iktidar”ını sağlayıcı temel faktör olmuştur.

Üçüncü bir faktör olarak Batıcı-laisizmci-seküler kesimin jakoben dayatmalarına bağlı olarak, Türk milliyetçiliği ve muhafazakar bütüncüllüğünün zımni olarak bir yol ayırımına itilmekle karşı karşıya bırakıldığı anlaşılmaktadır. Buna göre milliyetçi ve muhafazakârlık bütünselci hareket, ya pozitivizmin etkisinde kalarak sekülerleştirilmiş milliyetçilik ve din anlayışının kabulü ekseninde şekilci, silik (light) İslamcılaştırılmış bir yöntemle var olabilecek ya da yine Batı sosyal düşünce metodolojisindeki “ben ve öteki” düalitesine dayalı olarak milliyetçilik ile din kesimlerinin arası ayrıştırılacaktır. Böylece Türk milliyetçiliği, modernleşmeci ulus-devlet milliyetçiliği eksenine oturtularak, özünden uzaklaştırılarak fonksiyonsuz hale getirilmiş olunacaktır. İslam dini açısından ise “din–vatan” bütünleşmecilik bileşkesinin bozulması ile de sanki İslam’da milliyetçiliğin ırkçılıkmış gibi değerlendirildiği düşündürülerek, din ile milliyetçiliğin arasında bir düşmanlık oluşturulmasının sağlanmak istendiği gözlemlenmektedir. Bu düşmanlığa göre de özündeki kapsayıcılık dinamizminden uzaklaştırılmış seküler İslam anlayışına dayalı muhafazakârlığın gelişmesi muhtemelen sağlanacaktır. Buna göre ırkçılık özelliği bulunmayan özgün Türk kültür milliyetçiliği ile İslam’ın arası açılarak fakat görünüşte de hem milliyetçilik hem de İslam, toplum bazında sosyal bir hareketle temsil ediliyormuş demokratik intibaı uyandırılarak, özgürlükçü bir sosyal yapıya dikkat çekilmiş olunmaktadır.

Bu takip edilen yöntem vasıtasıyla Türkiye’de milliyetçi muhafazakâr bütünselci hareketin başarılı olmasının uzunca bir dönem engellendiği söylenebilir. Bu noktada giderek pozitivist liberal değerleri benimseyen zihniyet kurgusunun, protestan temelli mahiyet taşıyan Türk milliyetçilik ve muhafazakâr dünyanın oluşmasını sağlamada başarılı olduğu, Türk milliyetçi ve muhafazakâr dünyanın çağa uygun teori geliştirmedeki yetersizliğinden anlamak mümkün gözükmektedir. Buna karşın Batıcı jakoben kesimin de “hükmedici iktidar alanı”  ile kendi güvenlik şemsiyesini oluşturduğu gözlemlenmiştir. Ancak bu kesimin her ne kadar Türk milliyetçi-muhafazakâr bütünselci özgün sosyal hareketini “hükmedici iktidar” yoluyla engellemiş olsa da, Türk toplumunun “sosyal firaseti”, “zaman” ve “değişme arzu ve isteği” yeni bir kavrayış ve sosyal eylem biçimiyle, pozitivist-sekülerist merkezli milliyetçilik ve din anlayışını ve onun sosyal hareketine karşı mesafeli bir sürece girmiş olduğu da söylenebilir.   

Sonuç

Batı medeniyetinin,modern zamanlarda ortaya çıkardığı ulus-devlet anlayışı; kapitalizm, endüstrileşme, teknoloji, ırk, kimlik, homo-economicius burjuva insan tipolojisinin inşası ve savaş ile sınır ilişkisi ekseninde maddi değerlerin mücadelesi bağlı olarak gelişmiş pozitivist içerikli bir yapıyı ifade etmektedir.

Batı’da materyalist pozitivist düşünce temeli, la-dini bir sosyal dünya tasarımı, Batı Avrupa’nın sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik özelliklerinin üretmiş olduğu liberal-kapitalizm ve sanayileşme, sömürü ve sömürü zihniyetine dayalı elitist yapı, homo-economicus insan tipolojisi ve buna dayalı burjuva kültürü, teknolojik gelişme gibi faktörler hep Batı’da ulus-devlet yapısı ve onun organizasyonel kurumsal şemasını oluşturmuştur. Oysa Türk sosyo-kültürel sisteminin özgün temelinde bu anılan unsurların hiç birisi özellikle de zihniyet temelli yönünü, ne kültür sisteminde ne devlet biçiminde ne de toplum yapısında görmek mümkündür. Buna göre, Batı ulus-devlet yapısına göre bambaşka bir model özelliği taşıyan Türkiye’nin modernleşme ve batılılaşma adına bu modele dayalı devletin kurumsal teşkilatlanmasını yapması durumunda, eğitim sistemini, sanayi zihniyetini, siyasal anlayışını, etnikliğe bakışını vs. buna göre kurgulaması halinde, İngiliz ya da Amerikan askerinin Türkiye’yi doğrudan işgal etmesine gerek kalmadan, bağımlılığı artırıcı bir devlet biçimlenmesini savunur olma sıkıntısı içine düşürebilir. Bunu Türkiye uzunca bir zamandan bu yana fark edemediğinden, yaşadığı sorunların bu Batı’cı ulus-devlet kavrayışının toplam etkisine bağlı olarak ortaya çıktığı söylenebilir. Böylece 21.yüzyılda Türkiye, lider ülke, bölgesel güç, dünya devleti olma ihtimallerinden en az birisi için kendine özgü  “Yeni bir milliyetçilik modeli mi?” (olması gereken), yoksa mevcut Batı’nın modernleşme ile ortaya çıkardığı materyalist (olan) ulus-devlet milliyetçiliğini ortaya koyup uygulana gelen modele mi devam edecek? Mevcut model Türkiye’de sınıflı bir seçkinciliği, jakobenizmi, elitizimi, ekonomik anlamda IMF ve Dünya Bankasına bağımlılığı, insan tipolojisi açısından Batı’lı liberal-kapitalist değerlere dayalı sözde özgür ama zihni bağımlılık taşıyan, işbitirici, egoist, çıkarcı (oportünist) aydın tipini, kültürel konuda 1974’de “vatanımızın savunması için Kıbrıs’a beni savaşa götürün” diyerek askerlik şubelerine koşan doğu ve güney doğulu insanımızı etnik hale dönüştürerek, kardeş birliğini bozucu tesirlerin ortaya çıkmasına, halkın liberal ekonomiye bağımlı kılınması sağlanarak muhafazakâr kesimlerin seküleristleştirilmesi yoluyla toplumun aşırı maddecileşmesi ve dünyevileşmesinin sağlanmış olduğu söylenebilir.

Türkiye’de Batı’lı sosyal bilim etkisine bağlı olarak pozitivist ulus-devlet milliyetçiliğini meşrulaştıran yoğun dayatmaya bağlı olarak, milliyetçilik dendiğinde halk tabanında ırkçılık olarak Batı’daki uygulama biçimi hatırlanır olmuş, bu da Türk toplumunun milli+manevi birliğinin din-vatan bütünselliğinin sağlanmasının önünü tıkayıcı bir neticeyi ortaya çıkarmıştır. Bu yönüyle Türk toplumu, bütünleştirici milliyetçilik anlayışını gerçek yönünü yani Hucurat suresi 13.ayetinden hareketle din-vatan bütünselliğini aynı anda sağlamayı ifade eder biçimdeki anlayıştan uzaklaşmıştır.

 Türkiye’de Batı merkezli sosyal düşünce sistemine dayalı farklı eksenli sosyal hareketlerin, Türk toplumunun sosyo-kültürel özüne uygun bir kurgudan oluşmadığı söylenebilir. Buna göre Türkiye’deki hem milliyetçi-muhafazakâr sosyal hareketler hem de laik-seküler jakoben sosyal hareketlerin başarısızlığından söz edilebilir. Çünkü laik-seküler sosyal hareketler toplumun özüne uygun olmadığı için kabul görmemektedir.  Milliyetçi muhafazakar sosyal hareketler ise bir yandan jakoben kesimin baskısına maruz kaldığından öte yandan da içi boşaltılmış şekli bir niteliğe büründürüldüğünden bununda toplumdaki yeterince güçlü karşılığı oluşmamaktadır. Böylece bu sosyal hareketlerle oyalanan, zaman kaydeden, geri bırakılan bir yapının varlığının korunmuş olduğu algısının hakimiyetini koruduğu gözükmektedir.

 

KAYNAKÇA

 

Aboul El Haj, Rıfa’at Ali(2000), Modern Devletin Doğası, 16. Yüzyıldan 18. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu, Ankara,  Çev.: Oktay Özer-Canan Şahin,İmge Kitapevi. 

Akçura, Yusuf(2005), Üç Tarz-ı Siyaset, Ankara,  Lotus Yayınları,

Aydın,Suavi(1993), Modernleşme ve Milliyetçilik,  Ankara,Gündoğan Yayınları,

Aydın,Mustafa(2000), Kurumlar Sosyolojisi, Ankara, Vadi Yayınları.

Aydın, Mustafa(2006.), “Siyasetin Sosyolojisi, bir sosyal kurum olarak siyaset”, İstanbul, Açılım Kitap.

Bayraktutan, Yusuf (1996),  Türk Fikir Tarihinde Modernleşme, Milliyetçilik ve Türk Ocakları, Ankara, Kültür Bakanlığı Başvuru kitapları,

Bilgiseven, A. Kurtkan (1990.), Türkiye’de Sosyal Çözülme Tehlikeleri, İstanbul, Filiz kitapevi,

Braudel,Fernand(1993.), Maddi Uygarlık, Ekonomi ve Kapitalizm, 15-18. Yüzyıl, Ankara, (Çev.: M.Ali Kılıçbay), Gece Yayınları,  Cilt: 1,2,

Duralı, Ş.Teoman (2010),  Çağdaş Küresel Medeniyet, Anlamı/Gelişimi/Konumu, İstanbul, Dergah Yayınları.

Erkal, Mustafa(1993), Sosyoloji, İstanbul,  Der yayınları, ilaveli 5.Baskı,

Eröz, Mehmet (1997),Türk Kültürü Araştırmalar, İstanbul, Kutlu Yayınları.

Eröz, Mehmet(1987), Atatürk, Milliyetçilik, Doğu Anadolu, İstanbul, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı.

Fichter Joseph(2004.) Sosyoloji nedir?,çev. Nilgün Çelebi, Ankara,7.baskı,Anı Yayınları.

Gellner,Ernest(1998),  Milliyetçiliğe Bakmak, İstanbul, İletişim Yayınları. 

Giddens,Anthony(2005.), Ulus-Devlet ve Şiddet, Çev: C.Atay, İstanbul, DevinYayınları.

Gökalp, Ziya (1992.), Türkleşmek, İslamlaşmak, Muassırlaşmak, İstanbul, Toker Yayınları,  Sadeleştiren:Y.Toker, 2.Baskı,

Güngör, Erol(1995),  Türk Kültürü ve Milliyetçilik, İstanbul, ÖtükenYayınları, 10.Baskı

Johnson,Amber Lynn(2004),   Why Not to Expect a “World State”,Cross-Cultural Research, Vol: 38, No:2, Sage Publication,  P:119-132. 

İzzetbegoviç,Ali(Tarihsiz),  Doğu ve Batı Arasında İslam, Çev:Salih Şaban, İstanbul,  Nehir Yayınları.

Kafesoğlu, İbrahim(1985), Türk-İslam Sentezi, İstanbul, Aydınlar Ocağı Yayınları.

Kerestecioğlu, İ.Özkan (2007),  Milliyetçilik,”Uyuyan Güzeli Uyandıran Prens”ten Frenkeştayn’ın Canavarına,

19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler, Der: H.Birsen Örs,  İstanbul, Bilgi   Üniversitesi Yayınları, s:307-350.

Kösemihal, N. Şazi (1995), Sosyoloji Tarihi, İstanbul, Remzi Kitapevi. 

Küçükömer, İdris (2002), Düzenin Yabancılaşması, “Batılılaşma”, İstanbul, Bağlam Yayınları.                         

Opello W, /Rosow, Jr.(2004), “The Nation-State and Global Order:A Historiacal Introduction to Contemporary Politics”, Boulder CO 80301, USA.Second  Edi.,Lynne Rienner Publishers.

Özkırımlı, Umut (2008),  Milliyetçilik Kuramları, Eleştirel Bir Bakış, Ankara, Doğubatı Yayınları.

Özakpınar, Yılmaz(2002), İnsan Düşüncesinin Boyutları, İstanbul, Ötüken Yayınları.

Sezen, Yümni(1990) ;Sosyolojide ve Din Sosyolojisinde Temel Bilgiler Ve Tartışmalar, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları No:39, İstanbul.

Smith, Anthony D. (2002), Küreselleşme Çağında Milliyetçilik, Türkçesi; Derya Kömürcü, İstanbul, Everst Yayınları.

Şimşek, Osman (2010),Türk Milliyetçiliği Düşüncesinin Kültürel Tıkanıklık Noktaları   (Ulus-Devlet Milliyetçiliği- Kültür Milliyetçiliği Farklılaşması),  Ankara, Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi,Yıl:14, s:3, s.175-186.

Şimşek, Osman (2009),“Modern Girişimcilik Zihniyeti ve Sanayi –Kültür Bağlamında Türk    Girişimciliğinin, Sosyo-Kültürel Temelleri(Ahilik-Tasavvuf  Modellemesi)”, Uluslar arası International Davraz Kongresi, 24-27  Eylül 2009, Isparta, Yeni   Küresel Diyalog, Süleyman Demirel Üniversitesi, s.1138-1160.

Marmara Üni. İlahiyat Fakültesi Vakfı  Yay. No: 39, İstanbul, 1990.

Tamçelik, Soyalp (2008), “Kıbrıs’ta Türklerle Rumların Toplumsal Çatışma Düzlemi Ve Bununla İlgili Ahlaki Ve Mantıksal Değerleri”,  Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmalar Enistitüsü, Ankara, H.Ü.Hastaneleri Basımevi, s.285-320.

Türkdoğan, Orhan (1997),  Sosyal Hareketlerin Sosyolojisi,  İstanbul, Birleşik Yayıncılık.

Ülken,Hilmi Ziya(2004), Türk Tefekkür Tarihi, İstanbul, Ülken Yayınları. http.// www.kuranmeali.org, Elmalılı H. Yazır 

-http:// tdkterim.gov.tr

”http:// www.entelektüel.s4bizhat.com

http:// www.derinkulis.com

http:// www.millicozum.com

http://Wikipedia.org   

(http://www.turkcebilgi.com).

”(http:// www.sosyoloji.com.tr).

(http://ankarameydani.com).

(http://ozgunsosyaldusunce.com).

———————————————-  

[1] Göktürkler arasında ulus, “boy” veya “uruk” çapında heyetlerin halkını ifade ediyordu. Kaşgarlı Mahmut’un yazdığına göre ulus, Çiğil Türklerinde “köy”, Argu Türkleri’nde “şehir” manasına geliyordu. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan Bey bir mektubunda, Akkoyunlu Boyu’ndan, Bayındır Ulusu’ndan olduğunu yazıyordu. Altınordu Hakanlığı’nda “ulusbeyi”, “beylerbeyi” demekti. Osmanlı imparatorluğunda boy beylerine, “ulusbeyi” denirdi. Yine Osmanlılar döneminde Türkmenler arasında “Boz-Ulus”, “Kara-Ulus” adını alan, boyların birleşmesiyle meydana gelen teşekküller vardı ( Eröz  1977. 199).

[2] Bu insan tipi, “tarihte eşine asla rastlamadığımız, şeytana dahi pabucunu ters giydirebilecek derecede kıvrak zekalı, kavrayışı kuvvetli, vasi ufuklu, bilgiç, aklı fikri geçimi ile kazancına takılı, şehirli yeni beşer tipi”dir. Bu yeni beşer tipi, fütursuzdur, ataktır, söz hokkabazı, kavram canbazı- yani “bilgiç” (Fr sophistiqué)- kulağının arkasına dek kire, pasa batmış olmakla birlikte, kılığını, kıyafetini ve istifini bozmayan, feleğin çemberinden geçmiş, cinsiyeti inhiraf etmiş- ‘kadınsı erkek’ (‘she-man’) yahut ‘erkeksi kadın’ (‘he- woman’)- özellikle İngiliz olan, kuzeyli beyaz adamdır. Bu beyaz adam, kendini yeryüzünün ve tekmil servetinin maliki beyaz ve kuzeyli olmayan insanların efendisi, hamisi ve velisi ilan etmiştir. “Dünyayı sırtlamış beyaz adamın yükü ne kadar da manidardır” (Duralı 2010 149).

[3] Bu noktada İslam’ın milliyetçilik anlayışını ortaya koyan son derece önemli sosyolojik mahiyetli bir ayeti bulunmaktadır: Hucurat suresinin 13.ayeti. Bu ayete göre “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, herşeyden haberdar olandır” denilmektedir (http.// www.kuranmeali.org,Elmalılı H.Yazır). Bu ayet,  son 200 yüzyıldır dünyada birbirinden farklı milli devletlerin ortaya çıkması yani  artık modernleşme sürecinin bir realite olarak yaşandığı  zamanımızdaki gelişmelere bağlı olarak  yorum yapıldığında; Yüce Allah (C:C.)’nun her bir milleti yani  modelimizde “Fark” unsuruna karşılık gelen bir mahiyetle Türk’ü, Rus’u, İngiliz’i Arab’ı … kendisi yaratmıştır. Allah’ın bu ayrı ayrı milletleri yaratma gerçeği, onları farklı kültürlerle/ırklarla meydana getirmesi, Kendisi’nin yaratma gücünü, kudretini göstermesi için maddi akıl sahibi ve düşünce gücünü geliştirmiş insanların bu “fark”lılıklardan ibret almasına vurgu yapıldığı söylenebilir. Burada İslam’ın, ayrı ayrı millet gerçeğinin varlığına yönelik kabulüne dikkat çekilmiş olabilmektedir. Buna göre İslam, farklı olarak yaratılmış millet gerçeğini  “fark” açısından ele alarak, bu ayrılıkları bizzat Allah’ın yarattığına vurgu yapmaktadır. Yani bu farklılık ilahidir. Herkesin bu ya da şu milletten olması/doğması kendinden menkul bir şey değildir.  Hucurat suresi 13.ayetinde, bu anlamda İslam’ın yaratılıştan üstün millet, üstün ırk ya da modernleşmeye sürecinde beliren pozitivist felsefe üzerine kurulu ulus-devlet milliyetçiliğini kabul etmediğini belirtilmiş olmaktadır. Çünkü biyolojik olarak hiç kimse kendi ırkını seçemediğinden, Allah tarafından şu ya da bu millet şemsiyesi altında doğması kendi elinde ve iradesinde olan bir şey olmadığından, insanın kendisine ait olmayan bir şeyle kendisinin üstünlüğünün iddiasında bulunması irrasyonel bir mahiyeti ifade etmiş olmaktadır. Buna göre üstün ırka dayalı ulus-devlet yapısını ancak ideolojik bir çerçevede bilim dışı bir yaklaşımla ortaya konulma durumu söz konusu olabilir.

Ayette “birbirlerinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık”  beyanı sosyoloji dilinde, sosyoloji biliminin varlık konusu olan toplumların birbirleriyle sosyal etkileşime girip kendi farklı yaratılmışlıklarını idrak edip, buradan hareketle Allah’ın bütün kültürleri ve milletleri yaratma gücüne duyulan hayranlığın anlaşılmasını bir anlamda öne çıkarmakta olduğunu düşündürmektedir. Yoksa üstün ırk nazariyesi ve modern Batı milliyetçilik anlayışına göre “ben” ve “öteki” çatışmasının çıkması için değil, bunun tam tersi olarak böyle bir çatışmanın önlenmesini Hucurat Suresi 13.ayetinin bütüncül milliyetçilik anlayışı ile sağlanabilme gücüne dikkat çekilmekte olduğu söylenebilir. Buna göre sonuçta; toplumların, milletlerin kültürel izafiliklerinin, sosyolojik farklılıklarının bizzat kaynağının Allah olduğu anlaşılmaktadır.

“Üstün millet fikri” ile “millet fikri” birbirinden farklı şeylerdir. Bu açıdan ayete göre Allah, ayrı milletleri kendisinin yarattığını beyan ederek bir “millet gerçeği”ne zimni vurgu yapılmış olduğunu anlamaktayız. Yine ayette bu farklı milletler halinde yaratılmanın sebebinin ise farklı dile, kültüre, örfe adete, sembollere, coğrafyaya sahip bu milletlerin hepsinin topyekun kültürlerini de Allah’ın yarattığı, O’nu bilgisi dâhilinde dünyada faaliyete geçildiğine vurgu yapılarak, her farklı gözüken bu unsurların Allah’da bir araya geldiği yani ”Cem” olduğunun söylendiği anlaşılmaktadır. Böylece farklı yaratılmış milletler olmasına rağmen bu farklılıkların sosyal etkileşime geçerek,  farklı milletleri “Cem” haline dönüştürüp,  güçlü bir “birlik” olunması beklenmektedir. Bu yönüyle din-vatan birlikteliği Türk-İslam medeniyetinin kendine has milli kimliğinin, milliyetçilik anlayışının, manevi emirlere bağlı olarak oluşturulması gerektiği yönünü ortaya çıkarmaktadır. İşte bu milliyetçilik idrak merkezli bir milliyetçilik olmakla birlikte, sömürü olmaksızın sosyal etkileşime girerek daha büyük bir toplum/millet olmanın ilahi bir yönünün bulunduğu söylenebilir.

———————————————————————-

*Bu Makale Toplumsal Hareketler Kitabı 45-86 sayfalarında yayınlanmıştır. Nobel Yayınevi, Editör Gülcan Işık, 2012, ANKARA 

Yazar
Osman ŞİMŞEK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen