Ziya Gökalp: Yeni Türkiye’nin Hedefleri


 
 
Ziya GÖKALP

Ziya GÖKALP’tan Sadeleştiren: Cavit Orhan TÜTENGİL

I

Irklar Arasında Eşitlik

Yeni Türkiye’nin hangi atılımlarla harekete geldiğini, hangi ülkülerle kanatlandığını, hangi amaçlara doğru gitti­ğini herkes birbirine soruyor. Bunu soranlar yalnız Türkler değildir. Bütün Müslümanlar, bütün eski dünyalılar ve yeni dünyalılar da bu soruları soruyorlar. Biz burada bu sorulara aklımız yettiği kadar cevap vermeye çalışacağız.

Yeni Türkiye’yi harekete getiren atılım, devrim ruhudur. Yeni Türkiye’nin ülküleri, çağdaş bir ulus, çağdaş bir devlet haline geçmektir. Yeni Türkiye’nin amaçları da kültür ala­nında Türkçülük, siyaset alanında halkçılıktır.

Şimdilik siyaset sorunu herkesi daha çok ilgilendirdiğin­den burada ilkin halkçılığı çözümlemeye ve açıklamaya çalı­şacağız. Demokrasi kelimesinin Türkçe karşılığı olan halkçı­lık en çağdaş ve en gelişmiş bir hükümet tarzıdır. [*]

Halkçılık hükümetinin mümkün olabilmesi için her şey­den önce insanların birbirine eşit olabilmesi şarttır. İnsanlar doğuştan karakterleriyle birbirinden derin bir surette ayrıl­mış bulunurlarsa, bunlardan oluşan toplum doğaldır ki (de­mokrasi) mahiyetini alamaz. Biyoloji bilimine dayanan bazı yazarlar, organik kalıtımın toplumsal olayları da kapsayan genel bir yasa olduğunu ileri sürerek, aşağı katlarda bulu­nan ırkların, yükselmek için ne kadar çalışırlarsa çalışsın­lar yukarı katlardaki ırklara asla eşit olamayacaklarını id­dia etmektedirler. Söz gelimi siyah ve kırmızı ırklar ne ka­dar çalışsalar sarı ırka ve sarı ırk da ne kadar çalışsa beyaz ırka yetişemezmiş. Bunun gibi kadın cinsinin de ne kadar çalışsa erkek cinsine yetişmesine olanak yokmuş. Hatta, aynı ırkın içindeki uluslar ve aynı ulusa bağlı kastlar ve sınıflar da, ne kadar çalışsalar birbirine asla eşit olamazlarmış. Bu olanaksızlığın ortak nedeni de organik kalıtımın bütün bu nesil örneklerinde egemen olması imiş.

Demek ki biyoloji bilimi, güçlü silahlarla donanmış ol­duğu halde eşitçiliğin önüne çıkıyor, gerek eşitçiliğe gerek halkçılığa bilim yönünden olanak olmadığını ilan ediyor.

Fakat, ilk adımda böyle bir sonuca vardık diye üzülme­yelim. Bakalım bu iddia doğrudan doğruya biyoloji bilimin­den mi çıkıyor, yoksa onun adına lüzumsuz olarak konuşan ve uzman olmayan kişilerin dayanaksız sözleri mi? Eğer bi­yoloji bilimi bizzat eşitçiliğe karşı değilse, onun adına söy­lenen boş sözlerin hiç bir değeri olamaz.

Doğrudan doğruya biyoloji bilimine başvurursak görü – rüz ki, bu bilimin uzmanları organik kalıtım bakımından iki okula ayrılmışlardır: Bunlardan birincisine (Yeni Darwinci- ler), İkincisine (Yeni Lamarkçılar) adları verilir.

Yeni Darwinciler, sonradan kazanılan niteliklerin kah – tımla geçmesini, hatta olağan organik olaylar hakkında bile kabul etmiyorlar. Ünlü biyoloji bilgini Weissmann bu hare­ketin öncüsüdür. Weissmann’la yandaşları, iddialarını birçok olgularla temellendiriyorlar. Bu olgulardan herkesçe bilinen­leri şunlardır:

İnsanların ortaya ilk çıkışından beri kızların bekârlığı her kuşakta bozulmaktadır. Eğer sonradan kazanılan nitelik­ler kalıtımla geçmiş olsaydı, artık kızların bekârlık zarından yoksun olarak doğmaları gerekirdi. îbranilerle Müslümanlar- da uzun bir zamandan beri sünnet töreni yapılmaktadır. Hal­buki bugün Yahudi ve Müslüman çocukları sünnetli olarak dünyaya gelmiyorlar.

Yeni Darwincilerin sonradan edinilen niteliklerin kalıtı­mını kesinlikle kabul etmemelerine karşılık Yeni Lamarkçılar da aksine bütün sonradan edinilen niteliklerin bir kuşak­tan öbürüne geçişine inanırlar. Bunlar da iddialarını öteki­ler gibi olgularla ispata çalışıyorlar. İki tarafın da ortaya ko­yacağı olgular geçerlidir. Birbirinin karşıtı olan bu olguların da çatışması gösteriyor ki, sonradan elde edilen niteliklerin hepsi kalıtımla geçer demek doğru olmadığı gibi, hiç biri ka­lıtımla geçmez demek de doğru değildir. Bu iki sıra olguların karşılaştırılmasından çıkan bilimsel sonuç şudur : Durmuş oturmuş olan değişmeler kalıtımla geçer, oturmamış olan de­ğişmeler kalıtımla geçmez. Basit değişmeler organizmada yerleşebilen olaylardır. Halbuki karmaşık değişmeler ise kararlı ve sürekli olması mümkün olmayan olaylardır. O halde bu sonucu şöylece anlatabiliriz : Basit değişmeler kalıtımla geç­tiği halde, karmaşık değişmeler geçmez.

Şimdi de hangi olayların daha çok karmaşık olduğunu arayalım: Ruhsal olaylar, organik olaylara oranla daha çok karmaşıktır. Çünkü, her ruhsal olay birçok organik olayla­rın bileşiminden meydana gelir. Toplumsal olaylar da ruh­sal olaylara oranla daha çok karmaşıktır. Çünkü her top­lumsal olay birçok ruhsal olayların bileşiminden doğar. Bu suretle insana ilişkin olaylar arasında en çok karmaşık olan­ların toplumsal olaylar olduğu meydana çıkıyor. O halde, karmaşık olayların kalıtımla geçmedikleri kuralına göre, bü­tün toplumsal olayların organik kalıtımla geçmediği genel bir yasa olarak kabul edilmek gerekir. Gerçekten de objek­tif sosyolojinin kurucusu olan Durkheim toplumsal olayla­rın organik kalıtımla geçmediğini ve bütün insanların toplumdışı olarak dünyaya gelip toplumsal karakterleri, içinde yaşadıkları toplumdan eğitim aracılığıyle aldıklarını ispat et­miştir.

Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki ırklar arasında aşıl­maz uçurumlar yoktur. Eşitliği olanaksız görenlerin aşağı ırklardan saydıkları zenciler, Amerika’da gerek bilgice ve ge­rek iktisatça yükselerek Yankee’lere eşit oldular. Orta düzeydeki ırklardan sayılan Japonlar Rusları, Türkler de İngi­lizlerle Yunanlıları yenmekle Avrupalılardan hiç bir bakıma geri olmadıklarını ispat etmediler mi?

Amerika Hintlileri vaktiyle Meksika ve Peru uygarlıkla­rını yarattıkları gibi, Mısırlılar, Asurlular, Çinliler, Türkler, Moğollar, Araplar da yüksek uygarlıklar ve kültürler yarat­tılar. Bu yücelmeleri gösterenler Avrupalılardan çok önce uy­garlaşmışlardı. Bunlar, uygar bir hayat yaşarlarken, Avrupalılar henüz aşiret döneminden kurtulamamışlardı. Bugün bile Avrupa ırkından birçok kavimler ilkel bir hayat yaşa­maktadırlar: Efganlar, Bülûclar ilah., gibi.

Bu olgular gösteriyor ki her ırk, uygarlığın en yüksek aşamalarına yükselebilir. Yükselme ve uygarlaşma Avrupa ırkına özgü değildir. Avrupa ırkına mensup nice kavimler bu­gün uygarlıkça geri bulundukları halde, Avrupa ırkından ol­mayan ve yabancı bilginler tarafından aşağı ırklardan sayı­lan bazı uluslar da Avrupalılar derecesine yükselmişlerdir. O halde, «ırklar arasında geçilmez bir uçurum vardır, ırklar birbirine eşit olamaz, aşağı ırklar, üstün ırkların mandası altına girmelidir» biçimindeki sözler hep bilime aykırıdır.

Gerçek ve yansız bilimin bize, halkçılığa dair öğrettiği ilk hakikat (ırkların eşitliği) dir. O halde halkçılığın birinci ilkesi «ırkların eşitliği» olmalıdır.

II

Ulusların Eşitliği

Halkçılığın birinci ilkesi ırkların eşitliği olduğu gibi, ikin­ci ilkesi de ulusların eşitliğidir. Gustave Le Bon, uluslara ta­rihsel ırklar adını veriyor. Çünkü Le Bon’a göre, toplumsal olaylar- da kalıtsaldır. Yüzyıllarca aynı ülkede birlikte yaşa­yan insanlar, birbiriyle karıştıklarından hepsinin eğilimle­rini birleştiren bir soy oluşur. İşte bu soya, Gustave Le Bon, «tarihsel ırk» adını veriyor.

ışl
Bir ülkenin ahalisi aslında başka başka kavimlere men­sup olsalar bile, aralarında aynı yaşam biçimi devam eder ve başka ülkelerin halklarıyle o kadar çok karışmazlarsa, uzun bir süre sonra, ortak bir harsa malik olarak bir tek ulus ha­line girerler. Anglosakson kavmi, onbirinci yüzyıldan beri, öbür ülke insanlarıyle karışmadan kendi içlerinde yaşadık­ları için birbiriyle tamamen kaynaşan başka başka kavimle- rin birleşmesinden husule gelmiştir. Angıl’ların, Sakson’ların, Norman’ların özel harsları kaynaşarak ortak Anglosakson harsını doğurdular. Anglosaksonlar, ancak hars birliğine sa­hip olduktan sonradır ki İskoçya’yı, Galler bölgesini ve İr­landa’yı fethederek yabancı kavimlerle karıştılar. Fakat, ulu­sal harsları son derece güçlü ve biteviye oluştuğu için, sonra­ki bu karışmalardan zarar görmediler.

Gustave Le Bon, toplumsal olayları psikoloji ve biyoloji yönünden incelemeye çalıştığı için, her ulusun özel psikoloji ve kişiliğinin toplumsal duygularıyla, ülkülerinin toplamı olan ulusal harsından ibaret olduğunu anlayamamış ve bu ulusal kişiliği «ırk ruhu» adını verdiği kalıtımsal eğilimlerin toplamı saymıştır. Anglosaksonlar, salt kültür karışımları so­nucu olarak, ortak ve güçlü bir harsa malik olmuşken, Le Bon bu durumu, soyca karışmaların ürünü olan ırk ruhunun gücü biçiminde görüyor. Le Bon, ulusal kişiliklerin oluşma­sını açıklamakta düştüğü yanlışa, bu kişiliklerin yok olması­nı açıklarken de düşmüştür. Bu yazara göre, bir ülkede çe­şitli ırklar yan yana geldikleri zaman, birbiriyle karışmaları sonucu olarak ilk zamanlarda ırkî ruhları eriyip yok olma­ya başlar. Çünkü, uluslarda, çeşitli kalıtımlar birbirini yok ettiği için, ne babanın, ne de ananın ırkî ruhu çocuğa geç­mez. Oysa, bir toplumun eriyip yok olmasının nedeni, deği­şik harsların çatışmasından meydana gelen harssızlık halin­den ibarettir. Sözgelimi, İstanbul’da Tanzimat’tan beri Rum, Ermeni, Yahudi, Fransız, İngiliz, Alman harsları içinde ya­şayan bazı Türk ailelerinde, Türk harsı erimeye başlayarak harssız bir sınıf türedi. Bunlarda bozulan, soyla ilgili nitelik­ler değil, ulusal harsa esas olan duygular ve ülkülerdir. Bu eriyip yok olmanın nedeni de, yabancı harslara daha çok değer verilmesi ve ulusal harsın beğenilmeyerek ihmal edil­mesidir. Oysa Japonlar, Avrupa’nın yalnız uygarlığını ala­rak harslarını taklit etmedikleri ve kendi ulusal harslarını korumaya ve yükseltmeye çalıştıkları için, toplumsal çökün­tü hastalığına karşı bağışık kaldılar.

Toplumsal soysuzlaşma, biyolojik soysuzlaşmadan büsbü­tün başkadır. Toplumsal soysuzlaşmanın organik olaylarla hiç bir bağlantısı yoktur. Fizyolojistler ve biyolojistler, top­lumsal soysuzlarda «organik soysuzlaşma» nın hiç bir izini ve belirtisini göremezler. Çünkü «toplumsal soysuzlaşma» hars- sızlıktan ibarettir. Ulusal harsını yitiren her kişi ya da top­luluk soysuzdur.

Görülüyor ki ulusların ırklarla, organik kalıtımla ve or­ganik soysuzlaşmayla hiç bir ilgisi yoktur. Her ulus, özel bir harsı olan bir zümre demektir. Kendine özgü harsı olmayan bir zümre, hiç bir zaman ulus olamaz. O halde, uluslar ara­sındaki uygarlık değişikliklerini, toplumsal eşitsizlikleri, ırkî ruhta ve organik kalıtımda değil, başka yönlerde aramak gerekir.

Ulusların toplumsal düzeyini etkileyen ilk neden mor­folojiktir yani toplumsal yapıya ve biçimlere aittir. Örneğin, toplumsal oylumu küçük olan bir toplum ilkel örgüt olan klana benzer zümrelerden kurtulamaz. Bir toplumun yükse­lip gelişmesi, toplumsal işbölümünden doğan meslek zümre­lerinin, klan gibi ve yersel toplulukların yerini almasıyle mey­dana gelir. Toplumsal oylumun, toplumsal yoğunluğun ve toplumsal hareketliliğin azlığı ise, bu değişmelerin olmasına engeldir. Avustralya’da, Kuzey Amerika’da, Afrika’da ve As­ya’daki ilkel aşiretleri inceleyelim: İlk bakışta bunlarda gö­receğimiz özellik, toplumun nüfusça azlığı, yoğunluk ve ka­rışmada eksikliğidir. Bir de, Avrupa’daki uluslara göz gez­direlim: Bunlarda da ilk bakışta göreceğimiz özellik, nüfu­sun çokluğu, yoğunluğun ve karışmanın olağanüstülüğüdür. İşte, ilkel toplumların uygarlıkça geri kalmaları, AvrupalI ulusların uygarlıkta son derece ileride bulunmaları bu yapı­sal nedenlerin sonuçlarıdır.

Şimdi de bu yapısal olayların nedenlerini arayalım: Ni­çin bazı yerlerdeki toplumlar küçük kaldıkları halde, başka yerlerde toplumlar bu denli büyüyebiliyor? Bunun nedenini de coğrafî alanda buluruz. «Çöl» ile «dağ», toplumların kü­çük kalmalarını ve toplumlar çoğalarak büyüdükçe ayrı top- lumlara bölünmeleri sonucunu verir. Tevrat’ta yazıldığına göre, Hazreti İbrahim’in obası, kardeşinin-oğlu Lut’un oba- sıyle birlikte konup göçerdi. Bir gün Hazreti İbrahim Lut’a dedi ki: «Çölün suları ve çayırları ancak bir obayı yaşatacak haldedir. İki oba birlikte konup göçtüğümüz için, suyun ve çayırın yetersizliğinden ötürü, çobanlarımız arasında kavga­lar çıkıyor. Onun için, birbirimize yakın olmakla birlikte ay­rı yerlerde konup göçelim». Bu söylenti de gösteriyor ki çöl­de suların ve çayırların yetersizliği, dağlarda ekilen tarlala­rın azlığı, bu yerlerde yaşayanların küçük topluluklar ha­linde yani klanlar ve aşiretler olarak kalmalarını sonuçlan­dırmaktadır.

Ovalarda, ırmak ve deniz kenarlarında ise, toplum so­nuna kadar büyüyebilir. Yoğunluk ve karışma da son dere­ce ileri gidebilir. O halde toplumsal gelişme ve gelişmeme­nin nedeni de biyolojik ve psikolojik değil toplumsaldır.

Toplumsal ilerlemenin ikinci nedeni de kamusal görüş­lerdir. Aşiret kendi kendini aşiret halinde gördüğü için o halde kalmak ister. Bir ulus ise, kendisini dıştaki ulusdaşlarıyle aynı cinsten gördüğü için onlarla birleşip büyük bir toplum olmak ister. Görülüyor ki bu neden de ötekiler gibi toplumsaldır. O halde ırklar arasındaki ayrımlar gibi ulus­lar arasındaki ayrımlar da toplumsaldır. O halde ırklar ara­sındaki ayrımlar gibi uluslar arasındaki ayrımlar da top­lumsal nedenlerin sonuçlarıdır. Bu ayrımları eski toplum­sal nedenler doğurduğu gibi, yeni toplumsal nedenler de bu ayrımları kaldırabilir. İşte halkçılık ülküsü bugün şu rolü oynamaktadır.

III

Kadınla Erkeğin Eşitliği

Bazı yazarlar biyoloji bilimine dayanarak kadının uzvi­yetçe erkekten aşağı olduğunu ve bundan ötürü hiç bir va­kit toplumsal yeteneklerce, erkeğe eşit olamayacağını savun­dular. Bunlara göre kadın boyca erkekten daha kısa, ağır­lıkça daha hafif, kandaki kırmızı kürecikler bakımından da­ha yoksuldur. Bundan başka, kadının âdet görme, gebelik, lo­ğusalık, emzirme dönemleri olduğu için, erkekten daha çok organik fonksiyonlara bağlıdır. Bir bakıma, bu sözler gerçe­ğe uygundur. Fakat, bu gibi organik durumların toplumsal yeteneklerle ne ilgisi var? Erkekler arasında da kısa boylu­lar yok mudur? Kısa boylu erkekler arasında, uzun boylu­lardan daha çok toplumsal yetenekler gösterenlerin var ol­duğunu görmüyor muyuz? Erkekler arasında da kilosu az ya da kırmızı kürecikler bakımından yoksul olanlar var.

Organik fonksiyonlar itibariyle de erkekler sanıldığı ka­dar serbest değildirler. Bekâr erkekler arasında intiharın çok olmasına karşı evlenmemiş kadınlarda intiharın gayet az ol­ması, erkeğin kadından daha çok evlenmeye muhtaç olduğu­nu gösteriyor. Erkeğin birkaç eş ve kadın istemesi ve bun­larla da yetinmeyerek hovardalığa kapılması, organik bir gö­reve bağlılığın sonuçları değil midir? Güney ülkelerinde deli­kanlılar öğrenim dönemini bitirmeden erinleşirler. Erinleşen gençler artık öğrenime bütün dikkat ve özenlerini veremez­ler. Çünkü, çok okumak ve çok düşünmek ancak ruhun ra­hat ve huzur halinde bulunması ile kabildir. Erinleşen bir gencin ruhu ise sevda tutkularıyle, aşk hülyalarıyle doludur. Böyle ruhlar için artık kitaplarla ve soyut düşüncelerle uğ­raşmak olanağı kalmaz. İşte, bu nedenledir ki güneyli genç­ler, belli bir yaşa geldikleri andan itibaren, öğrenimi bir ya­na bırakırlar. Kuzey uluslarında ise, erinleşme geç olduğu için, gençler, yirmi hatta yirmibeş yaşma kadar, bir sakin döneme ve öğrenim mevsimine maliktirler.

Bu olgular gösteriyor ki, bazı hususlarda kadınlar orga­nik fonksiyonlara bağlı iseler, başka yönlerde de erkekler or­ganik faaliyetlerin tutsağıdırlar.

O halde, erkekle kadını toplum hayatında birbirinden ayıran ve kadını hukukça aşağı bir düzeye düşüren neden nedir? Bu neden salt toplumsaldır: İlkel toplumlarda bazı şeyler «kutlu» yani mukaddestir. Kutlu olan bir şey tekin değildir, kendisine yaklaşanları çarpar. Bu gibi tekin olma­yan ve çarpan şeylere ilkel toplumlar «tabu» derler. Eski Araplar tabuya «haram» derlerdi. Haram saygın olduğu için yasak olan şey demekti. Örneğin «Eşhürü Hürüm» saygın aylar oldukları için, içlerinde kan davası ve akm yasak olan (zilkade, zilhicce, muharrem ve recep) aylarıdır. «Beytül- harem» de içinde her zaman kan davası ve akm yasak bulu­nan Mekke vadisidir.

Eski kavimlerde «tabu» sayılan şeyler gözlerden gizlenir­di. Kimse onlara bakamazdı. Hatta, insanlar güneşle ve top­rakla sürekli bir temasta bulundukları için «tabu» olan şey­ler, güneşe çıkarılamaz ve toprağa konulamazdı. Örneğin, es­ki Peru hükümdarları ile Hazer hakanları ve Japon mika­doları «tabu» oldukları için, insanlara görünemezler, güne­şe arz olunamazlar, toprağa ayak basamazlardı. Eski kavim­lerde tapmakların «harem = sanctuaire» bölümü ile kutsal emanetler ve türbeler de bu durumda idi.

İlkel toplumlarda kadın da «tabu» sayılmıştı. Özellikle aybaşı ve loğusalık zamanlarında, kadınlar tabu olurlardı. Bu zamanlarda, kadmlar, kendi klanlarından olan erkekle­re görünmezler, onlarla aynı tencereden, aynı kaptan yemek yemezlerdi. Güneşle temas edemezler, toprağa ayak basamaz­lardı. Erkeklerin yattığı odalardan uzak, altı otla ve saman­la yükseltilmiş karanlık kulübelerde yaşarlar, ayrı tencereler­de pişmiş yemekler yerlerdi. Bunların hizmetine âdetten ke­silmiş bir kocakarı bakardı.

Durkheim’a göre ilkel toplumlarda kadınların «tabu» olması [nm nedeni] âdet ve loğusalık zamanlarında kendile­rinden kan gelmesi idi. İlk toplumlarda klanlar anaerkil ol­duğu için, «totem» lerin kanı, kadınlarda varsaydırdı. «To­tem» ve özellikle kan «tabu» olduğu için bunların yüzünden kadınlar da tabu oldular. İşte kadının tabu olmasıdır ki onu toplum içinde hem «saygın» bir yere çıkardı, hem de Peru,

Hazer, Japon hükümdarları gibi kapalı ve «görülmesi haram» bir duruma soktu. İlkel toplumlarda görülen değişik örtü­nüp bürünme biçimleri (harem, mahremlik ve namahremlik) kuralları hep bu «tabu» inancının sonuçları olduğu gibi, ka­dının hukukça ve yetkice erkekten aşağı bir duruma düşmesi de erkeklere ait görevlerin kadınlar için «haram» sayılmasın­dan ileri gelmişti.

Görülüyor ki kadınları toplum içinde erkeklerden gerek karışıp görüşme yönünden, gerek hukukça ve yetkice ayıran neden, organik ve ruhsal değildir, tamamiyle toplumsaldır. Toplumsal nedenleri koyan toplum olduğu için, onları kaldı­rabilmek gücü de o toplumda mevcuttur. Demek ki, kadınla erkek arasındaki eşitsizlikler toplumsal nedenlerden doğdu­ğu için, toplumsal devrimlerle değişebilir. Fakat, bu ayrılık­lar organik nedenlerden ileri gelmiş olsaydı, toplum tarafın­dan değiştirilmesine imkân olmayacaktı.

Yukarıki açıklamalardan anlaşıldı ki soyların ve ulus­ların eşitliğine olduğu gibi, kadınla erkeğin eşitliğine de bi­yoloji biliminin hiç bir itirazı yoktur. Biyolojik gelişme, top­lumsal gelişmeye toplum yönünden eşit yetenekte bir takım ırklar ve yarısı erkek yarısı kadın olmak üzere birçok birey­ler vermiştir.

Gerek ırklara ve uluslara, gerek kadınlarla erkeklere ay­rı yetenekler veren organik nedenler değil, toplumsal neden­lerdir. Fakat bir takım toplumsal nedenler eski zamanlarda da, bu ayrılıkları doğurduğu gibi bugünkü günde de başka türlü toplumsal nedenler ırkların, ulusların, ve kadınla er­keğin eşitliğini doğurmak üzeredir. Toplumsal gelişmenin es­ki aşamalarındaki o ayrılıklar ve eşitsizlikler ne denli doğal idiyse bugünkü yaklaşmalar ve eşitleşmeler de o derece nor­maldir. O halde, halkçılığın birinci ilkesi ırkların eşitliği, ikinci ilkesi ulusların eşitliği olduğu gibi, üçüncü ilkesi de kadınla erkeğin eşitliğidir.

IV

Kastların ve Sınıfların Eşitliği

Eski toplumlarda kastlar arasında da bir eşitsizlik var­dı. Bugün hâlâ Hindistan’da kast düzeni yürürlüktedir. Bu düzenin temeli, sanat ve mesleklerin kalıtımsal olmasıdır.

Kast düzeninin kuvvetle geçerli olduğu Hindistan ülkesinde bir Brehmen’in oğlu ancak Brehmen, askerin oğlu ancak as­ker, tüccarın oğlu ancak tüccar, demircinin oğlu ancak de­mirci, çiftçinin oğlu ancak çiftçi olabilir. Örnekleri daha ço­ğaltalım, terzinin oğlu ancak terzi olabilir. Kunduracının oğ­lu ancak kunduracı olabilir. Çalgıcının oğlu ancak çalgıcı ola­bilir.

Kast düzeninin bir kuralı da, çeşitli kastlara mensup bi­reyler arasında birlikte yemek yemenin ve evlenmenin ya­sak bulunmasıdır. Bundan başka, kastlar arasında eşitlik yoktur. Belirli bir dereceler sırası vardır. Örneğin, Hindu’­larda en yüksek sınıfı Brehmen kastı vücuda getirir. Ondan sonra asker sınıfı, daha sonra tüccar sımfı ve en sonunda çiftçi sımfı gelir. Bu dört ana kasttan sonra, birçok ikincil kastlar vardır ki bunlar arasında da dereceler sırası mev­cuttur.

Bazı yazarlar, işbölümünün kalıtımsal olmasını, biyolo­jiye dayanan bir yararlı kural olmak üzere ileri sürmektedir­ler. Sözde, bir meslek, böyle babadan çocuklara geçerek aynı soydan gelen bireyler arasında sürüp giderse kazanılan be­ceriler, kalıtımsal bir yetenek ve istidat halinde çocuklara geçermiş. Oysa, ünlü sosyologlardan Bougle’nin kastlar hak­kında yaptığı incelemeler sonucunda, Hindistan’da kast dü­zeninin tekniklerde beceri yönünden hiç bir üstünlük mey­dana getirmediği kanıtlandı. Bu gerçeğin kanıtlanması, top­lumsal olayların organik kalıtımla geçmediğine yeni bir ka­nıt oluşturdu.

Feodal toplumlarda da senyörler, yani beyler «serf» adı­nı verdikleri köylü sınıfını, kendilerine eşit tanımazlar, hat­ta bu kanıyı köylülere de vermiş olduklarından, hiç bir köy­lü kendisinde feodal beylere eşit olmak olanağını göremez. Bazı yazarlar, bu ayrılığı da biyoloji bilimine dayandırarak, köylülerin aşağı bir ırka, beylerin yüksek bir ırka mensup olduklarını, bundan ötürü, bu eşitsizliğin normal ve yararlı olduğunu ileri sürmektedirler. Bugünkü yansız bilim, biyo­lojiye dayandırılmak istenilen bu kuramların da temelsiz ol­duğunu kanıtlayarak, ırklar, cinsler ve uluslar arasındaki eşitsizlikler gibi kastlar ve sınıflar arasındaki eşitsizliklerin de organik kalıtımla hiç bir ilgisi olmadığını ortaya koydu.

O halde bu eşitsizlikleri nasıl açıklayabileceğiz? Bu so­runun cevabını bize bugünkü sosyoloji bilimi veriyor.

Sosyoloji bize objektif kanıtlarla ispatlayarak gösteriyor ki her toplum, kamusal vicdanın etkisiyle bütün zümreleri ve hatta bütün eşyayı mistik bir sınıflandırma içine alarak bir dereceler sırası meydana getirir. Örneğin, eski Yunanlı­lar, Romalılar ve bugünkü Çinliler, kendilerinin dışında olan toplumlara «barbar» adını verdikleri gibi, eski Araplar da Arap olmayanlara «acem» adını vermişlerdir. Eski Türkler de, Türkçe konuşmayan kavimlere «sümlim» ve Türk töre­sine bağlı olmayan kavimlere «tat» adını verirlerdi. Irklar arasındaki bu eşitsizliğin kaynağı, aslında dinden doğan bu kamusal değer yargılarından ileri gelmiştir.

Erkek cinsi ile kadın cinsini birbirinden ayıran etken de, yine dinsel değer yargılarıdır. Örneğin, Çinlilerde maddî ve manevî bütün eşya, «yang» ve «yen» adları ile iki büyük bölüme ayrılmıştır. Gündüz, nur, iyilik gibi uğurlu şeyler «yang» sınıfına, karanlık, fenalık gibi uğursuz şeyler de «yen» sınıfına sokulmuşlardır. Fakat sınıflandırmanın tam olması için erkekle kadımn da bu iki kadroya yerleştirilmesi gerektiğinden erkek «yang» sınıfına ve kadın ise «yen» sını­fına sokularak, erkekle kadın arasında korkunç bir eşitsizlik meydana getirilmiştir. Çin’de kadınların hukuk yönünden erkekten çok aşağı bir yerde bulunmaları, işte bu dinsel sı­nıflandırmanın sonuçlarıdır.

Eski Türklerde de «yang» ve «yen» tasnifine benzer bir «ak» ve «kara» sınıflandırması vardı. Türkçede «ak» yang’- m ve «kara» ise yen’in karşılıklarıdır. Fakat, eski Türkler, erkekle kadım bu sınıflandırmaya sokmadılar. Eski Türkler, ulusal hars gereği olarak, kendilerine özgü başka bir sınıf­landırma daha buldular. Bu sınıflandırma maddî ve mane­vî bütün eşyanın «sağ» ve «sol» adlarıyle iki eşit bölüme ay­rılmasıdır. «Yang» ile «yen» birbirine karşıt ve çatışan şey­leri ayırdığı halde, «sağ» ve «sol» sınıflandırması da birbiri­nin gereği ve tamamlayıcısı olan şeyleri gösteriyordu. Örne­ğin «kadın» sol sınıfına, «erkek» sağ sınıfına sokulmuştu. Türk İli’nin sağ kolu sol koluna nasıl eşit ise, erkek sınıfı da kadın sınıfına öylece eşit idi. İşte eski Türk toplumunda er­kekle kadın arasındaki hukuk eşitliği de dinsel bir nitelikte bulunan «sağ-sol» sınıflamasının bir sonucundan başka bir şey değildir.

Eski Türklerde kastlar da «ak» ve «kara» sınıflandırma­sından doğmuştu. Fakat, bu «ak-kara» sınıflaması Çinlilerin «yang-yen» sınıflaması gibi kesin değildi. Bir ulus yenilgiye ve esirliğe düşünce kendi isteğiyle «kara» adını alırdı. Çün­kü, bu ad ona her zaman yıkım içinde bulunduğunu ve kur­tulmaya çalışması gerektiğini hatırlatırdı. O ulus, ne zaman bağımsızlık ve özgürlüğüne yeniden kavuşursa, tekrar «ak» adını alırdı. Örneğin, Mahmut Kaşgaıî’ye göre, «Bulak» Türkleri bir zaman Kıpçaklara esir olmuşlar ve «Kara Bulak» adını almışlardır. Bir süre sonra özgürlük ve bağımsızlıkla­rını geri alınca, adlarını «Ak Bulak» biçiminde değiştirmiş­lerdir. Yenik düşen hanların «Kara Han» adını almaları da geçiciydi. Bunlar da düşmandan öçlerini aldıktan sonra, ar­tık gereksiz kalan bu adı bırakırlardı.

Bundan başka, eski Türklerde, «Kara Kemikler»den olan bir kişi, büyük bir hizmet yapınca, «Tarhan» rütbesini ala­rak «Ak Kemikler» sınıfına geçebilirdi. Eski Türk mitoloji­sinde önemli bir rolü olan «Doğal Aşk Gecesi» nde, «Altun Işık»m bir görünmesi, «Ak Kemik» ve hatta «Kara Kemik» sınıfından olan birini «Altun Kemik» sınıfına çıkarabilirdi.

Görülüyor ki eski Türklerde toplumun dinsel görüşleri, birinden ötekine geçilmesi mümkün olmayan gerçek kastları oluşturmamıştı. Başka toplumlarda ise, kastları oluşturan doğrudan doğruya dinsel inançlardı, yani toplumun kendisiydi.

O halde ırklar, uluslar ve cinsler arasındaki eşitsizlikler gibi, kastlar ve sınıflar arasındaki eşitsizlikleri ortadan kal­dıracak etken de, yine ancak toplumların kamusal görüşle­ridir. Çünkü, ancak bir şeyi yapan o şeyi bozabilir. Eğer o ayrılıkları vücuda getiren yaşamsal gelişme olsaydı, bir gün onları değiştiremeyecektik. «Yaşamsal yasalar böyle gerekti­riyor» diyerek o eşitsizlikleri kabul etmek zorunda kalacak­tık. Zira, yaşamsal gelişmeyi geri döndürmek elimizde değil­dir. Bugün, bir kadını erkek yapmak, bir sürüngeni kuş ha­line sokmak nasıl olanaksızsa, organik kalıtıma dayanan ay­rılıkları değiştirmek de o denli olanaksız olacaktır. Fakat, çok şükür ki, bu ayrılıkları meydana getiren organik kalı­tımlar ve organik teşekküller değildir. Biz, bugün bir zen­cinin ne rengini, ne de kemiklerinin biçimini değiştirebili­riz. Zira, bu özellikleri meydana getiren organik bir geliş­medir. Fakat, zencilerin hukuka ve ahlâka değgin görüşle­rini değiştirebiliriz. Onlara da eşitlik, özgürlük ülkülerini tel­kin edebiliriz. Demek ki toplumun meydana getirdiği ayrı­lıkları, yine toplum yok edebilir.

V

Ulusların Sevişmesi

Bazı emperyalist yazarlar Darwin’in «Yaşamak için sa­vaşım» varsayımını, toplumsal yaşama uygulayarak, uluslar arasında da, böyle bir yasanın yürürlükte olduğunu ileri sür­müşlerdir. Örneğin, Alman müelliflerinden General von Bern- hardi «İngiltere, Almanya’nın Uydusu» adlı yapıtında şöyle yazıyor: ((Doğanın herhangi alanına bakarsak, gelişimin en temelli yasasının savaş olduğunu görürüz. Geçmiş yüzyıllar­da bilinen bu gerçek, son zamanlarda Charles Darwin tara­fından inandırıcı bir biçimde kanıtlandı. Bu müellif meyda­na koydu ki doğa, varlık içinde savaşım ve en güçlünün hak­kı yasalarıyle yönetilmektedir ve bu savaşım, görünüşteki sertliği içinde, güçsüzleri ve zararlı varlıkları ortadan kaldı­rarak, ayıklanma meydana getirmektedir.»

Eğer bu gibi yazarların sandıkları gibi, uluslar arasında her vakit bir düşmanlık ve savaş hali doğal bir yasa olarak var ise, halkçılık ülküsünün bir gerçek olabilmesine artık olanak yok demektir. Çünkü, halkçılık ülküsünün bir ilkesi de, emperyalizmin ve bundan doğan savaşın yeryüzünden kalkması ve ulusların kardeş gibi birbiriyle sevişmesi ve yar­dımlaşmasıdır. Arap ozanlarından Mütenebbi bir şiirinde: Mesaibi kavmun inde kavmin fevaidün diyor ki «Bir kavmin yıkımları, başka kavim için yararları gerektirir» anlamınadır. Eğer toplumsal gerçek bu dizedeki yargıdan ibaretse, halkçılığa olanak kalabilir mi? Halkçılık, esirliği, köleliği, feodalizmi, emperyalizmi, zorbalığı, şoveniz­mi, bağnazlığı, özetle özgürlük ve eşitliğe aykırı ne kadar ku­rum varsa hepsini ortadan kaldırmaya çalışan bir ülküdür. Bu ülkünün meydana gelebilmesi için, doğal olarak ulusların birbirine dost olması şarttır. Eğer Darwin kuramı sosyoloji alanında da geçerli bir yasa ise, eğer Mütenebbi’nin dediği gibi, bir ulusun yıkımları öteki uluslar için yararları gerek­tiriyorsa, artık emperyalizmin ve öbür esirlik biçimlerinin ortadan kalkmasma olanak düşünülebilir mi?

Bu sorunu araştırmak için önce biyoloji bilimine baş­vuralım: Hayvanlar ve bitkiler dünyasında yaşamak için sa­vaşım kuramı, gerçekten tam olarak kanıtlanmış bir doğa yasası niteliğinde midir? Darwin’in en büyük savunucusu olan Huxley’e göre, türlerin ortaya çıkışını açıklayacak en us­sal varsayım Darwin’in «Hayat için savaşım ve ayıklanma» kuramıdır. Fakat, bu kuram asla bir doğa yasası niteliğine sa­hip değildir; yalnız, bir sınıf olayları açıklayabilen ussal bir varsayımdan ibarettir. Başka biyolojistlerin, Darwinizm hakkındaki düşüncesi de, çoğunlukla Huxley’in düşüncesi gibidir.

Demek ki öncelikle Danvinizmi, biyoloji alanında bile doğal bir yasa saymak doğru olamıyor. Yalnız, türlerin doğ­ması hakkında ortaya konulan varsayımların en akla uygu­nu sayılabiliyor. Bununla birlikte tutalım ki biyoloji alanın­da doğal bir yasa olduğu bütünüyle kanıtlanmış olsun! Böy­le olsa bile sosyoloji alanında hiç bir uygulama yeri bulamaz. Çünkü, toplumsal hayatın yasaları ruhsal hayatın yasaları­na uymadığı gibi, ruhsal hayatın yasaları da organik haya­tın yasalarına uygun değildir. Hayat sözcüğünün ortak ol­duğuna bakıp da organik, ruhsal ve toplumsal hayatları bir­birinin aynı saymak yanlıştır. Organik hayatın olayları bi­linçsizdir. Organik olaylar uzayın içinde, ruhsal olaylar bi­lincin içinde, toplumsal olaylar da vicdanın içinde geçerler. Hayatsız olaylardan hayatlı olayların çıkması nasıl açıklan­maya muhtaçsa, bilinçsiz olaylardan bilinçli olayların doğ­ması ve vicdansız olaylardan vicdanlı olayların oluşması da, aynı derecede açıklanmaya muhtaçtır. Hayat, bilinç, vicdan adlarını [taşıyan] bu üç gerçeğin kendi karşıtlarından doğ­maları, şöyle açıklanıyor: Birtakım öğelerin birleşmesinden oluşan bir bütün, onu oluşturan parçalarda bulunmayan özel­liklere sahip olabilir. Sözgelimi, «su» oksijen ile hidrojen gaz­larının kimyasal bileşiminden meydana gelmiştir. «Su»da bu­lunan fiziksel ve kimyasal özellikler onu oluşturan «oksijen» ile «hidrojen»de yoktur. Hayatsız öğelerden hayatlı bir mad­denin doğması da aynı biçimde olmuştur. «Protoplasma» ha­yattı bir maddedir. Fakat bunu oluşturan «azot, karbon, hid­rojen ve oksijen» öğelerinde hayata benzer hiç bir özellik yok­tur.

Biyolojik olayların bireşiminden «bilinç»in yani «birey­sel ruh» un doğması da aynı biçimde olmuştur. Ruhsal olay­ların bireşiminden «vicdan» m yani «kamusal ruh» un mey­dana gelmesi de aynı biçimde açıklanmaktadır. Her bireşim, her bileşim yeni ve özgün bir gerçek meydana getirmektedir. Bu gerçeklerden herbirisi, kendinden önce var olup bileşimi­ne giren gerçekten daha bileşik ve bu nedenle de daha ge­lişmiştir. Örneğin, hayatlı madde, hayatsız maddeden daha bileşik ve bu nedenle de daha gelişmiştir. Bilinçli hayvanlar, bilinçsiz bitkilerden daha bileşik ve daha gelişmiştir. Vic­danlı insanlar da vicdansız hayvanlardan daha bileşik ve da­ha gelişmiştir.

İnsan, dünyaya geldiği zaman, vicdandan yoksundur, fa­kat bilinçten yoksun değildir. İnsan dinsel, aktöresel, estetik ilah., vicdanları toplumsal hayattan alır. İnsanı insan ya­pan bir yandan vicdan sahibi olması, öbür yandan akıl sa­hibi bulunmasıdır. İnsanı hayvanlardan ayıran vicdanla akıl­dır. Vicdanla akıl, insana ruhsal bir özgürlük sağladığı gi­bi, toplumsal bir sorumluluk da yükler. Oysa hayvanlarda ne ruhsal bir özgürlük vardır, ne de toplumsal bir sorumluluk mevcuttur. Hayvan içgüdülerle yönetilir. Bilinçli otomatlar­dan ibarettir. İnsanı bu suretle hayvanlardan ayıran nedir? İnsanın toplumsal bir hayat yaşamasıdır. Toplumsal hayat, insanları özel harslara sahip kılarak, birbirine benzemez ulus­lar haline getirmiştir. Aynı uygarlığa mensup ulusların hars yönünden birbirinden ayrı olmaları, uluslararası bir işbölümü niteliğindedir. Her ulus, ayrı bir hars yaratarak uluslararası topluluğa sunar.

Birtakım dinsel, aktöresel, estetik çeşnilerin ve lezzetle­rin toplamı olan her hars, başka ulusların da bakıp hoşla­nacağı güzel bir çiçek bahçesi gibidir. Bu bahçelerden herbirinde biçimleri, renkleri, kokuları ötekilerinde bulunmayan eşsiz çiçekler vardır. Çiçek meraklıları başkalarının bahçe­lerinde bulunan nadide çiçekleri görmek ve koklamak iste­dikleri gibi, uluslar da birbirinin özgün harslarından zevk almak isterler. O halde bir ulusun yokolması, birçok güzel­likleri içeren özgün bir harsın ortadan kalkması demektir. Örneğin, vaktiyle Alman ulusu varolmasaydı, Leibnitz’lerden,

Kant’lardan, Goethe’lerden, Schiller’lerden, Wagner’lerden bütün dünya hoşlanabilecek miydi? İngiliz, Fransız, İtalyan, Rus ulusları ve Türk, Arap, İran ve Efgan gibi Müslüman uluslar da bütün dünya için, birer güzel hars bahçesidir. Hint, Çin, Japon gibi uluslar da, özgün harslara sahip birer güzel maneviyat âlemidir.

Özel harsları bir yana bırakalım. Uluslar arasında eko­nomik, bilimsel ve uygar dayanışmalar, değiş tokuşlar da yok mudur? O halde, uluslar birbirine aslında düşman de­ğildir, aksine dostturlar. Ulusları birbirine düşman yapan bağnaz papazlarla, emperyalistler ve kapitalistlerdir. Bunlar ortadan çekilirlerse, uluslar birbirini kardeş gibi sevecekler­dir.

VI

Yapay Eşitsizliklerin Kaldırılması ve Doğal Eşitsizliklerin Onların Yerine Konulması
İnsanlar arasındaki eşitsizlikleri inceleyiniz. Göreceksiniz ki bunlann çoğu yapay eşitsizliklerdir, doğal eşitsizlikler de­ğillerdir. Bir esirin efendisine, bir yarıcının ağasına, bir iş­çinin patronuna, eğitim görmemiş bir cahilin bilgili bir ki­şiye eşit olmaması doğal eşitsizlikler midir? Yoksa, insanla­rın yapay olarak ortaya koydukları esirlik, serilik, mülkiyet, miras gibi toplumsal kurumların sonuçları mıdır? Kuşkusuz bunlar doğal eşitsizlikler yani organik oluşmalardan ve do­ğuştan yeteneklerden meydana gelmiş ayrılıklar değildir. Eğer bu eşitsizlikler organik yeteneklere ve soydan gelen is­tidatlara dayanmış olsaydı, onları gidermek mümkün olma­yacaktı. Fakat madem ki bu eşitsizlikleri meydana getiren toplumdur; onları gidermek gücü de toplumda olmak gere­kir.

Halkçılığın en büyük görevi bu yapay eşitsizlikleri or­tadan kaldırmaktır. İnsanlar dünyaya gelir gelmez eşit hak­lara sahip olmalıdırlar. Hiç bir çocuk, dünyaya esir olarak ya da serf olarak gelmemelidir. Hiç bir çocuk, hayatının ilk çağ­larında sütsüz ya da bakımsız, ikinci döneminde okulsuz ve öğrenimsiz kalmamalıdır. Kimbilir yoksul çocuklar arasında ileride birer dâhi olmak yeteneğinde nice istidatlı kişiler var­dır. İyi beslenmemek, öğrenim ve eğitim görmemek yüzün­den, toplum bunların verimli dehâlarından yoksun kalıyor. Oysa zenginlerin çocukları arasında da yeteneksiz, aptal, tembel olanlar çoktur. Bunlar kuvvetli besinlerle beslenerek, düzenli okullarda öğrenim ve eğitim görerek toplumun yö­netici sınıfları arasında önemli yerleri alıyorlar. Zeki birey­leri çiftçilik eden ve aptal bireyleri en önemli kurumlarm ba­şına geçen bir toplum hiç uygarlıkta ve düzen içinde yükse­lebilir mi?

O halde, halkçılığın en temelli koşulu, çocukları eşit ko­şullar altında bulundurmak, beslenmelerine, öğretim ve eği­timlerine benzer özenleri göstererek her birinin özel istidat­larından toplumu yararlandırmaktır. Fakat bu amaca ulaş­mak için, bolşevik, komünist ve hatta sadece kollektivist ve sosyalist olmaya gerek yoktur. İleride göreceğimiz gibi halk­çılık, bireysel mülkiyet kuralını ortadan kaldırmadan bu so­nuca erişebilir.

Burada şöyle bir karşı görüş ortaya konabilir: «Yapay eşitsizlikleri ortadan kaldırabilirsiniz, fakat bunlardan başka bir de doğal eşitsizlikler var, bunları da ortadan kaldırmak için elinizde bir güç var mıdır?»

Aslında, yapay eşitsizlikler ortadan kaldırılınca, doğal eşitsizlikler yine meydanda kalacaktır. Ve bu doğal eşitsiz­lik öğretim ve eğitim aracılığıyle bir ölçüde azaltılabilmek- le birlikte, bütünüyle giderilmesi de olanaksızdır.

Fakat, toplumun görevi, yalnız kendi eseri olan eşitsiz­likleri ortadan kaldırmaktır; toplumsal adalet, bütün bireyle­rin toplum tarafından aynı özenlere ve korunmalara erişmiş olması demektir. Toplum, yalnız kendi eylemlerinden sorum­ludur. Doğanın eşit olmayan insanlar meydana getirmek bi­çimindeki adaletsizliğinden sorumlu değildir. Bununla birlik­te toplum, anadan doğma körleri, sağır ve dilsizleri iyileştir­me ya da eğitim ve öğretim araçlarıyle, normal insanlara yaklaştırmaya çalışmıyor mu? Bir organı eksik olanlara ya­pay organ takmıyor mu? Bununla birlikte toplum doğal eşit­sizliklere bütünüyle son vermek gücüne sahip değildir, öy­leyse, bir takım doğal eşitsizliklerin, halkçılık döneminde de mevcut kalması zorunludur.

Doğrusunu isterseniz halkçılığın amacı, körü körüne bir eşitçilik değildir. Gerçek eşitçilik, bütün bireylere aynı işle­mi yapmak değildir. Çünkü, böyle bir davranış, gerçek ada­lete aykırıdır. Tam adalet, herkese lâyık olduğu yeri vermek­tir. Topluma büyük hizmetleri geçen bir kişiyle, çok küçük bir hizmet yapan ya da işgörmeye gücü yettiği halde tembel­lik nedeniyle hiç bir yararı dokunmayan başka bir kişiye toplum tarafından aynı değerin verilmesi, gerçek adalete uy­gun olabilir mi? Bir toplumun devamı ve yükselmesi, her bi­reye yaptığı hizmetle orantılı ödüller vermesine bağlıdır. Zo­runlu olarak hiç bir iş göremeyen kötürümler ve sakatlar bu kuralın dışındadır. Çocuklar da henüz hizmet edecek bir ya­şa gelmemişlerdir. Fakat toplum içinde yaşayan her birey mutlaka, toplum için yararlı bir biçimde herhangi bir işle uğraşmaya borçludur. Ve her bireyin toplumsal değeri, yap­tığı toplumsal hizmetle ölçülmelidir.

Demek ki gerçek eşitçilik, her hizmete eşit bedelini ver­mek demektir. Yoksa, aptal olarak yaratılmış ya da özgür iradesiyle tembelliği alışkanlık edinmiş olan bireylere, ancak en zeki ve en bilgili, en çalışkan ve en özverili insanların lâ­yık oldukları yerleri vermek değildir. Şu kadar var ki, her birey çalışabilmek için toplumsal gürlüklerden eşit derecede payını almış olmalıdır. Bir insan yavrusu dünyaya geldiği za­man bir hayvan yavrusu gibi yalnız doğanın bağışlarına ka­vuşmakla kalmaz. Toplumun üç türlü nimetine de erişir:
Bunlardan birincisi siyasal haklardır. Seçmek ve seçil­mek hakları, kişilerin elinde onları en yüksek katlara kadar çıkarabilecek toplumsal güçlerdir.

İkincisi eğitimsel gürlüklerdir. Her ulusun içinde din, ak­töre, güzel sanatlar, felsefe, bilim gibi şeylerden oluşmak üze­re bir ulusal hars mevcuttur. Bu ulusal harstan nasip alan­lar, toplum içinde yüksek bir yer elde ederler.

Üçüncüsü ekonomik gereçler ve tekniklerdir. Bu gereç­lerle tekniklere sahip olanlar, büyük servetleri kazanabilir­ler.

İşte dünyaya gelen bütün insan yavruları, toplum tara­fından bu üç bölüm toplumsal güçlerle aynı derecede dona­tılmalıdırlar. Bir sınıfa bunlardan birtakımını verip de, öbür­lerine vermemek toplumsal uyumu bozar.

Sözgelimi, kızlarımıza yardımcı ve yüksek öğrenimleri vermekte tereddüt etmiyoruz. Bunlara Avrupa’nın, Amerika’­nın ve Avustralya’nın birçok yerlerinde kadınların uygar ve siyasal haklar bakımından erkeklere eşit bir dereceye ulaş­tıklarını öğretiyoruz. Sonra, bunları siyasal haklardan bütü­nüyle yoksun ve yurttaşlık haklarmca da erkekten çok aşa­ğı bir derecede bırakıyoruz. Bu iki türlü davranış arasında büyük bir mantıksızlık yok mudur?

Yine örneğin, bütün köylüler gibi bir karış tarlası bile olmayan yarıcı ve çiftçi köylülere de ulusal meclise seçmek ve seçilmek gibi siyasal egemenlik haklarını vermişiz. Oysa tarlaları olmayan bu zavallılar bir köy ağasımn esiridirler. Bazı yerlerde bunlar evlerini bulundukları köyden başka kö­ye taşımak hakkından bile yoksundurlar. Çünkü, köy ağası onları bitmez tükenmez bir borç ile süresiz olarak kendi kö­yüne bağlamıştır. Ekonomik yönden sıradan bir bireyin esi­ri olan bu yüz binlerce köylünün, siyasal yönden egemenlik haklarına sahip olmasından ne çıkar?

Toplumun görevi bu üç gücü birlikte olarak bireylerine dağıtmaktır.

Toplum, bireylerine bu nimetleri eşit olarak dağıttıktan sonradır ki onlara toplumsal hizmetleriyle orantılı işlemde bulunmak hakkına sahip olabilir. Bununla birlikte, insanlar arasında doğal eşitsizliklerin bulunması da, aslında zararlı değildir. Belki, tam tersine yararlıdır da. Bazı insanların el- işlerine, bazılarının fikir işlerine, bazılarının da beğeni işle­rine yetenekli olması, toplumsal işbölümünün oluşmasına ya­rarlı bir hazırlık değil midir? Bir toplumda bütün bireyler ozan olsalar, o toplum yaşayabilir mi? Bir ulusun bütün va­tandaşları yalnız elişlerine yetenekli olsa, o ulus düşünsel ve estetik alanlarda yükselebilir mi? Bütün bireyleri yalnız ma­tematik bilimlere istidatlı olan bir kavim ulusal bir hars ya­pabilir mi?

Görülüyor ki doğal eşitsizlikler, zararlı değil, birçok du­rumlarda yararlıdır. Toplumsal eşitsizlikler de, eski çağlarda, yararlı roller oynamışlardır. Fakat, özellikle eşitlik ülküsünün egemen bulunduğu bu halkçılık çağında, artık toplumsal eşit­sizliklerin sürüp gitmesi uygun görülemez. Doğal eşitsizlikler denildiği zaman bundan amaçlanan anlam «organik eşitsiz- lik»lerdir. Yapay eşitsizliklerden anlaşılan anlam da, toplum­sal eşitsizliklerdir. Gerçi toplumsal eşitsizlikler de «toplum­sal yönden-doğal» nedenlerin sonuçlan olduğu için, «toplum­sal yönden-doğal» bir niteliktedir. Fakat bunlar organik eşit­sizliklere oranla, toplum tarafından kolayca değiştirilebile­ceği için halk tarafından «yapay» nitelikte görülmüşlerdir. Bu nedenle biz de bunlara yapay eşitsizlikler demekte bir sa­kınca görmedik.

Halkçılık çağı, toplumlarm siyasal gelişmede ulaştıkları en son ve en yüksek aşamadır. Bu aşamada toplumsal eşit­sizliklerin giderilmesi en temel koşuldur. Fakat, toplumsal eşitsizliklerin giderilmesi, bütün insanların aynı yeteneklerle donatılması demek değildir. Toplumsal eşitsizliklerin gideril­mesinden doğacak büyük bir yarar da, doğal eşitsizliklerin yani anadan doğuşla gelen yeteneklerin tümden egemen ol­masıdır. O halde halkçılığın amaçlarından biri de «yapay eşit­sizliklerin kaldırılması ve doğal eşitsizliklerin onların yeri­ne konulması» dır.

VII

İnsanlar özgürdürler

Geçen makalelerimizde biyoloji bilimine dayanarak in­sanlar arasında eşitliğin mümkün olmayacağına dair ileri sürülen savların temelsiz olduğunu ortaya koyduk. Şimdi de psikoloji bilimine dayanarak insanların özgür olmadıklarını ileri süren kuramcıların görüşlerini tartışacağız.

Bunlar diyorlar ki: «İnsanların siyasal özgürlüğe ve vic­dan özgürlüğüne sahip olabilmeleri için, ilk önce ruhsal öz­gürlüğe sahip olmaları gerekir. Oysa, insanlar da öbür hay­vanlar gibi ruhen esirdirler. İnsanlarda organizmalarından doğan birtakım duygular, istekler, heyecanlar vardır ki insan­lar hiç bir vakit bunların zorbalığından kurtulamazlar. Ör­neğin açlık, susuzluk, uyku ihtiyacı, cinsel gereksinme gibi eğilimler insanların ruhunda birer zorlayan emredici gibidir. İnsanların bu iç zorbaların esirliği altında bulundukça, ger­çekten özgür olmaları mümkün müdür?»

Bu yargılama ilk bakışta olgulara dayalı görünürse de, başka olgularla karşılaştırılınca, eksik bir tümevarımdan iba­ret olduğu meydana çıkar. Gerçekte insan, açlık, susuzluk, ilh.. gibi bir takım organik zorlamaların etkisi altındadır. Fakat üç ay oruç tutanları, kırk gün çile çekenleri, intihar amacıyle aylarca yemek yemeyenleri görmüyor muyuz? Bu olguları gördükten sonra, artık «insanlar açlığın, susuzluğun tutsağıdırlar» demeye nasıl dilimiz varabilir?

Geceleri hiç uyumayan bir köşeye çekilmiş dindarlar, hasta çocuklarını bekleyen anneler, geceleri çalışan işçilerle yürüyen kervancılar uyku baskınına üstünlük sağlamıyorlar mı?

Bekârlığını koruyan yaşlı kızlarla, dünya evine girme­miş erkekler az mı görülmüştür?

İsteklerine egemen olan bu insanlar gibi, heyecanlarına karşı egemen bulunan insanlar da vardır. Stoisyen feylesof­larda, dünyadan elini eteğini çeken Budistlerde, İbrahim Edhem gibi evliyalarda sekinetin yani heyecansızlığm en yük­sek derecelerini görüyoruz.
Bu olgular gösteriyor ki, insanda organik eğilimlerden başka, toplumsal eğilimler de vardır. Bu toplumsal eğilimler «ülküler» le «kavram» lardır. İnsan, dinsel, aktöresel, estetik ülküleriyle organik düşkünlüklerini yenebilir. Ussal kavram- larıyle, iç dünyasına akla uygun bir yön verebilir. İşte insa­nın da bu iki türlü toplumsal eğilimler sayesinde istekleri­ne ve heyecanlarına buyruk ve egemen olmasma «irade» adı verilir.

İrade insanın arzu ettiği şeyi yapmaması ile ortaya çı­kar. İnsanın arzu ettiği şeyi yapmamasına «olumsuz irade», arzu etmediği şeyi yapmasına [da] «olumlu irade» adlarım verebiliriz. Örneğin açken bir şey yememek olumsuz bir ira­deyi, yaşamayı arzu ederken vatan aşkı ile savaşa gitmek olumlu bir iradeyi gösterir.

İrade, ya bir ülkünün, ya da bir kavramın organik eği­limlere üstünlüğüdür. Eğer irade, ülküden doğmuşsa ona «coşkulu irade» diyebiliriz. Çünkü ülkülü insanlar istekleri­ne ve heyecanlarına hiç bir çaba harcamaksızın yalnız coş­kuyla yani «enthousiasme» ile üstünlük elde ederler.

Eğer, aksine, ussal kavramlardan doğmuşsa, ona «çabalı irade» diyebiliriz. Çünkü, isteklerine ve heyecanlarma yalnız ussal kavramları ile üstün gelenler, büyük bir çaba harca­maya mecburdurlar.

İnsandaki ruhsal özgürlüğün birinci aşaması olan ((ira­de» bu suretle meydana gelir. Fakat, insan, bazen bir işi ya­pacağı zaman, iki ya da daha çok ülkünün etkisi altında da kalabilir. O zaman, bu ülkülerden hangisini ötekine üstün tutmak gerektiği hakkında ruhsal danışma yapmaya lü­zum hasıl olur. Bu içten konuşma sonucunda bir ülkü öte­kilere üstün tutulur ki bu duruma da «ihtiyâr» adı verilir. İşte, ruhsal özgürlüğün ikinci aşaması da bu ihtiyâr duru­mundan ibarettir.

«İrade» yalın olduğu halde, «ihtiyar» bileşiktir. Çünkü ihtiyâr çeşitli ülkülerin yani değişik iradelerin çatışmasın­dan çıkan sonucudur.
Tarihte gördüğümüz kahramanlardan bazısı irade sahi­bi, bazısı da ihtiyâr sahibidir. İrade sahipleri yalnız bir he­def görebilirler, yalnız bir amaç için çalışabilirler.

Son derece bileşik ve karmaşık olan gerçek, bire indirge­me kuralına bağlı olmadığından, bu gibilerin uğraşmaları çoğunlukla kısır kalmaya mahkûmdur. Çok kere de büyük zararlara neden olur.

İhtiyâr sahiplerine gelince, bunlar ilk önce bütün gerçek­leri gözönüne alırlar. Sonra da bütün ülküleri ve bütün us­sal kavramları karşılaştırarak, uzun yargılamaların ve dü­şünmelerin sonucundadır ki yapacakları işe karar verirler.

Görülüyor ki insanlarda «irade» ve «ihtiyâr» adlarıyle iki aşamalı bir ruhsal özgürlük vardır. İnsanı ruh bakımın­dan özgür yapan, bir yandan ülkülere, öte yandan akla sa­hip olmasıdır. Ülküleri kavrayan ruhsal yetimize «vicdan» adı verilir. Demek ki insanı ruhsal özgürlüğe sahip kılan «vicdan» ile «akıl»dır. İnsan, toplumdan aldığı bu iki ruh­sal yeti sayesindedir ki ruhunun organik eğilimlerine üstün gelerek, organlarına karşı tamamiyle bağımsız bir duruma geçer.

Demek ki insan dünyaya gelirken, ruhsal bir özgürlük gücünü taşıyarak gelmez. Bu gücü, yaşadığı kamusal hayat oranında kazandığı hars ve tehzib derecesinde toplumdan alır. O halde, insanın ruhsal özgürlüğü sonuna değin artabilir. İrade ve ihtiyar yetileri sonuna değin kuvvetlenebilir. Bü – yük kahramanlan ve dâhileri vücuda getiren, işte iç özgür­lüğün bu yüksek dereceleridir.

Özetlersek, insanlar özgür oldukları halde doğmazlar ise de, özgürlüğe yetenekli olarak dünyaya gelirler. Toplum on­lara önce, ruhsal bir özgürlük verir, sonra da, [onları] siyasal ve toplumsal özgürlüklere eriştirir.

————————————————————————–
Ziya Gökalp, Yeni Türkiye’nin Hedefleri, Sosyoloji Konferansları, Sayı: 15, 1977, Sf: 121-144

[*] Ziya Gökalp’ın «Yeni Türkiye’nin Hedefleri» genel başlığını taşıyan bu yazıları, Ankara’da yayımlanan «Yeni Türkiye» gazetesinin, aşağıda numara ve tarihleri belirtilen sayılarında başyazı olarak çıkmıştır: I., (43), 1 temmuz 1923: II., (44), 2 temmuz 1923; III., (45), 3 temmuz 1923; IV., (46) 4 temmuz 1923; V., (47), 5 temmuz 1923; VI., (48), 6 temmuz 1923; VII., (51), 9 temmuz 1923.
Yazar
Ziya GÖKALP

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen