Dünden Bugüne Milliyetçilik: Küresel Dünyada Yükselen Sesler

Nationalism Through the Ages: Rising Voices in the Global World

Dr. Senem Sönmez SELÇUK[i]
  

Öz

Milliyetçiliğin, etkin bir ideoloji olarak tarih sahnesin­de belirişi, Batılı toplumların ulus-devlet olma süreci ile eşzamanlıdır. İki yüzyıldır toplumlararası ilişkilerde ve uluslararası sistemde varlığını hissettiren milliyetçilik, ulus-devletin kültürel ve politik bütünlüğü için önemli bir aidiyet kimliği olarak biçimlenmiş; farklı formlarıy­la (nasyonal sosyalizm, faşizm, mikro milliyetçilikler, vs.) sosyo-ekonomik, kültürel ve siyasal yapıların dö­nüşümünde oldukça etkin bir rol üstlenmiştir. Birçok düşünür, gerek endüstrileşme, gerek küreselleşmenin tektipleştirici etkisi ve gerekse ulus-devletleri aşındırıcı uluslararası oluşumların gelişimi nedeniyle, 21. yüzyıl­da bir ideoloji olarak milliyetçiliğin yıldızının giderek söneceği konusunda fikir birliğine varmıştır. Ancak kendini çağlara uyarlayabilme becerisi ile milliyetçilik, “postmodern” çağda da varlığını sürdürebilmiştir. Kapi­talizmin geçirdiği yapısal dönüşüm süreçlerinde, milli­yetçilik birbirinden farklı ve hatta birbirine karşıt ideo­lojilere eklemlenerek şekillenmiş, dönüşmüş ancak yine de var olmaya devam etmiştir. Çalışmada, kaçınılmaz olarak solup gideceği düşünülen milliyetçiliğin, küre­selleşme süreci ve kapitalizmin politik-ekonomik dö­nüşümü ile birlikte yeniden yükselişi tartışılmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Milliyetçilik, Kapitalizm,Yeniden Yapılanma, Ulus-devlet, Küreselleşme

Abstract

The emergence of nationalism in the scene of history as an ascendant ideology is synchronical with the western societies’ process of becoming nation-states. As an active agent of the relationships among socie­ties and international system since two centuries, na tionalism took shape as an important identity of be­longing for the cultural and political integrity of the nation-state, and took on a quite active role about the transformation of socio-economic, cultural and politi­cal structures with its different forms (such as national socialism, fascism, micro nationalism, etc.). Many of the thinkers had a consensus about the issue that nationa­lism as an ideology will fade away due to both industri­alization, the homogenizing effect of globalization and the improvement of the international formings that are eroding the nation-states. But with the ability of adap­tation to different eras, nationalism could survive in the “postmodern” era. During the structural transfor­mation processes of capitalism, nationalism took shape and transformed by articulating to different and even opponent ideologies, but it still continued to exist. The revival of the nationalist ideology with the process of globalization and the politic-economic transformation of capitalism -although it was thought that it would ine­vitably wither away- is the main argument of the study.

Keywords: Nationalism, Capitalism, Restructuring, Nation-state, Globalization.

Giriş
Milliyetçiliğin ortaya çıkışı[1] , kökeni, türleri[2] ve mo­dern bir kavram olup olmadığı konusunda tartışma­lar, çok farklı argümanlar ve oldukça geniş bir lite­ratür bulunmaktadır. Peki ama milliyetçiliği tanım­lamak neden böylesine zor görünmektedir? Bu soru Balibar’dan bir alıntı yapılarak yanıtlanacak olursa; “öncelikle bu kavram hiçbir zaman tek başına işlev görmez, her zaman hem en önemli hem de en zayıf halkası olduğu bir zincirin içinde yer alır. Bu zincir sürekli olarak (…) zenginleşmiştir: yurttaşlık, yurt­severlik, popülizm, etnizm, etnosantrizm, yabancı düşmanlığı, şovenizm, emperyalizm, jingoizm..” (Ba­libar, 2000, s.62).

Milliyetçilik, kendini çağlara, siyasal rejimlere, eko­nomik ve toplumsal yapılara uyarlayabilen ve bu ne­denle de yer ve zamana göre farklılaşabilen oldukça dayanıklı bir ideolojidir.[3] Yapısal koşullara, yere ve za­mana göre belli olguları temel alarak varlığını büyük öl çüde sürdürebilen milliyetçiliği Smith şu şekilde tanım­lamaktadır: “Milliyetçilik bukalemunvaridir, rengini bağlamından alır. Bu sonsuz kere yönlendirilebilir, şekil verilmeye ziyadesiyle müsait inanç, hissiyat ve sembol­lerden mürekkep dokuyu anlamak yalnızca her bir öz­gül durum içinde mümkündür..” (Smith, 2004, s.129).

Milliyetçi hareketlerin toplumsal bileşimi, tarihsel kon­jonktüre bağlı olarak hem son derece değişkendir ve hem de sınıfları yatay keser. Taraftarları arasında en­telektüellerin, akademisyenlerin, tacir ve sanayicilerin yanı sıra, işçiler, köylüler, subaylar ve hatta aristokratlar da bulunabilir (Smith, 2004, s.186, 187). Milliyetçiliğin sınıfsal yapıları ve sınıf çatışmalarını göz ardı edebil­mesinin ardında yatan temel neden, milleti aynı toprak üzerinde yaşayan içsel olarak bütünleşmiş bir topluluk olarak görmesidir. Hem toprak hem de kültür, milliyetçi ideoloji tarafından -toplumsal konumlar, sınıfsal yapılar ve ekonomik farklılıklar açısından değil de- ulusal ola­rak tanımlanmaktadır. Bu türden bütüncül bir anlayış, milliyetçilere, elde etmek istedikleri amaçların bütün toplumun amaçları olduğu iddiasında bulunmalarına olanak sağlamaktadır. Böylece, milliyetçilerin hedefleri, toplumun ortak çıkarı haline gelmekte; toprak sahipleri ve köylüler, sermaye sahipleri ve işçiler gibi toplumsal sınıfların belirli amaçları ulusal amaç ve hedeflerin ger­çekleşmesi amacıyla önemsiz kabul edilebilmektedir.

Modern çağda çeşitli gruplara hitap edebilecek söy­lemlerin geliştirilmesi zorunlu hale gelmiştir. Bunu en iyi yapan ideoloji de milliyetçiliktir. Bir tür el çabuklu­ğu ile, mantıksal olarak çelişen toplulukları bir araya getirmeye çalışmaktadır. Milliyetçilik, modern çağın hemen başlangıcında “canlı bir tohum ve büyük bir ya­nılgı olarak apansız belirdi. Ulusal Devlet’in dini haline gelen ulusçuluk, geçen yüzyıl boyunca zehirleme gü­cünün en yüksek noktasına ulaştı” (Paz, 2000, s.189).

“Milliyetçilik çağı” olarak anılacak olan 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın ilk yarısında, milliyetçilik başta Avrupa olmak üzere, dünyanın dört bir kö­şesinde etkili olmuş ve pek çok bölgede haritaların yeniden çizilmesine yol açmıştır. Ancak birçok dü­şünür, gerek endüstrileşme, gerek küreselleşmenin tektipleştirici etkisi ve gerekse ulus-devletleri aşındı­rıcı uluslararası oluşumların gelişimi nedeniyle, 21. yüzyılda bir ideoloji olarak milliyetçiliğin yıldızının giderek söneceği konusunda fikir birliğine varmıştır. Ne var ki kendini çağlara uyarlayabilen milliyetçilik, bir kez daha bu becerisini göstermiş ve “postmodern” çağda da varlığını sürdürebilmiştir. Bu çalışma, so­lup gitmesi beklenen milliyetçiliğin, kapitalizmin politik-ekonomik dönüşümü ve küreselleşme süre­ciyle birlikte yeniden dirilişini tartışmayı hedefle­mektedir. Bu doğrultuda öncelikle milliyetçiliğin doğuşu incelenecek ve milliyetçiliğin solup gitmesi beklentisini yaratacak nedenlere değinilecek; sonra­sında ise küreselleşmenin tektipleştirici etkisine bir tepki olarak milliyetçiliğin yükselişi tartışılacaktır.

Milliyetçiliğin Doğuşu

Uluslararası politikada 18. yüzyılın ikinci yarısında, Fransız Devrimi sırasında gelişmiş ve yayılmış olan mil­liyetçilik hareketi, tarihin belli bir döneminde toplumsal ve entelektüel öğelerin ortaya çıkardığı bir olgudur ve siyasal, ekonomik, entelektüel açıdan uzun bir biriki­min sonucudur. Modernist bakış açısına göre, milletler ve milliyetçilik oldukça yeni bir fenomendir; milliyetçi fikirlerin, motif ve sembollerin ilk olarak ortaya çıktığı yer, 17. yüzyıl sonu – 18. yüzyıl başları Batı Avrupası’dır (Smith, 2004, s.137) ve milliyetçilik endüstrileşme, kapi­talizm, merkezi devletlerin kurulması, bürokrasi, kent­leşme, kitle iletişimi ve laikleşme gibi devrimci modern güçlerin ürünüdür (Smith, 2002, s.34). Milliyetçilik, endüstrileşmenin ve sosyo-ekonomik modernitenin sü­reçlerinden bağımsız düşünülemez, çünkü eski çağlarda milliyetçiliğin ortaya çıkmasını sağlayacak toplumsal, siyasal ve ekonomik koşullar bulunmamaktadır. Mo­dern çağda oluşan bu koşullar milliyetçiliği, milliyetçilik de milletleri yaratmıştır.[4]

Anderson’a göre milliyetçilik bilinçli olarak benim­senen siyasal ideolojilerle değil, kendisinden önce gelen geniş kültürel sistemlerle ilişkilendirilmelidir. Bu anlamda en önemli iki kültürel sistem din ve ha­nedanlıktır (Anderson, 2009, s.26). On altıncı yüzyıla kadar dünyaya egemen olan bu iki sistem, on yedin­ci yüzyıldan itibaren gerilemeye başlamıştır. Milletin ihtiyaç duyduğu tarihsel ve coğrafi yeri sağlayan, işte bu gerilemedir. “Aydınlanma çağı, dünyevi akılcılık çağı, beraberinde, kendi modern karanlığını da” ge­tirmiştir (2009, s.25).

Milliyetçiliğin kökeninde halk egemenliği fikri yat­maktadır. Batıda Ortaçağ sonlarına doğru, kapalı ve içine dönük ekonomik yaşamın coğrafi keşifler nede­niyle kırılması, kapitalizmin gelişmesine paralel ola­rak para ekonomisinin yaygınlaşması, aklın giderek özgürleşmesi, evrenin ve toplumun doğası hakkında- ki fikirlerin laikleşmesi ile bir uyanış başlamış, soy­lulara ve rahiplere oranla geleneklerine daha az bağ­lı yeni bir sınıf -burjuva sınıfı- oluşmuş; bu uyanış geleneksel ekonomik ilişkilerin ve yaşantının değişi­mine neden olmuştur. Bu gelişmeler neticesinde 17. yüzyılda Aydınlanma Çağı[5] açılmış ve hükümdarların tanrısal egemenliği tartışılmaya başlanmış; egemen­liğin kaynağının tanrısal değil dünyevi olduğu, bu nedenle de bütün yurttaşların devlet gücü üzerinde hakkı olduğu yolunda görüşler belirmeye başlamıştır.

Aydınlanma tarafından yayılan felsefi ve bilimsel fi­kirlerin etkisi altında, dinsel inancın entelektüel an­lamda sürdürülmesi gitgide zorlaşmaktadır. Aşkın ve kişileştirilmiş bir Tanrı’ya olan inancın yitirilmesi[6] ve mutlu bir dünyevi kader inancının kazanılması, toplumu yapısal dönüşümüne hazırlamıştır (Gellner, 2007, s.20). Batı Avrupada 18. yüzyıl, yalnızca “milli ölüm korkusuna çözüm sunmaktaydı. Dinin önemini yitirmesi ile, ölümlülüğü sürekliliğe çevirecek, rast­lantıya anlam katacak başka bir çözüme gereksinim duyulmaktaydı. Hiçbir şey bu amaca milletten daha uygun değildi, çünkü milletler ezeli bir geçmişten gelmekte ve sonsuz bir geleceğe doğru ilerlemekteydi. Anderson’un ifadesi ile: “Milliyetçiliğin büyüsü, rast­lantıyı yazgıya dönüştürmesidir.” (2009, s.25). Bu ne­denle 18. yüzyılda ulus kavramı, “insan hayatında en yüksek birey-üstü güdü olarak, dinin yerine aday ol­muştur. Ulus, otoritesini vahiyden değil, akıldan” al­maktadır (Horkheimer, 2005, s.66).

Tom Nairn milletleri ve milliyetçiliği toplumların ge­lişim sürecinde zorunlu bir aşama olarak gören görü­şü eleştirerek, milliyetçiliğin köklerinin toplumların iç dinamiklerinde değil, dünyanın genel tarihsel ge­lişim sürecinde aranması gerektiğini dile getirmek­tedir (Aktaran, Özkırımlı, 2008, s.111). Nairne göre milliyetçilik, Fransız ve Sanayi devrimlerinden bu­güne uzanan dönemde, dünyaya egemen olan politik ekonominin bazı nitelikleri tarafından belirlenmek­tedir (Nairn, 1981, s.320). Milliyetçilik, kapitalizmin dünyayı hızla etkisi altına almasının tarihsel-toplum- sal bedelidir. Milliyetçiliği doğuran kapitalist ekono­minin, 18. yüzyıldan bu yana eşit olmayan, ‘dengesiz kalkınmasıdır. Bu ‘dengesiz kalkınma’ (uneven deve­lopment), sanayileşmiş merkez (core) ülkelerin, geri kalmış çevre (periphery) ülkeler üstünde üstünlük kurmasıyla sonuçlanmıştır. Geri kalmış ülkelerdeki seçkinler, halklarının kalkınma beklentisini karşı­layabilmek için, işleri kendi üstlerine almışlardır ve milliyetçilik de bu sürecin itici gücü olmuştur (1981, s.325). Gelişmiş ülkelerin yarattığı baskı geri kalmış toplumlarda tepki olarak milliyetçiliği doğururken; uzun vadede, milliyetçilik dünya siyasetinin yeni nor­mu haline gelince, süreç diyalektik olarak gelişmiş ül­keleri de etkisi altına almaktadır (1981, s.326).

“Milliyetçilik çağı”[7] olarak anılacak 19. yüzyıl boyun­ca, milliyetçilik daha çok ahlaki ve felsefi boyutları ile tartışılmıştır. Bu yüzyıl düşünürlerinin ortak özelli­ği, farklı iki kampta -milliyetçiliğe sempati ile bakan ‘partizan yaklaşım[8] ve milliyetçiliğe karşı çıkan ‘eleş­tirel’ yaklaşım[9] – yer alsalar da, genel olarak milliyet­çiliğin doğallığını sorgulamadan kabullenmeleri ve onu toplumsal yaşamın vazgeçilmez bir parçası ola­rak algılamalarıdır (Özkırımlı, 2008, s.42).

Genellikle tarihçiler “Batının eski ve devamlılığı olan milletlerinin gelişimini, milletlerin Doğu Avrupa, Asya, Latin Amerika ve Afrika’daki daha düşünül­müş yaratımından” ayırmaktadırlar (Smith, 2004, s.158). Smith de bu tezi destekleyerek Batı Avrupa ve dışındaki milletlerin oluşum süreçlerini birbirinden ayırmaktadır. 18. yüzyılda Batı Avrupa’da milliyet­çiliğin doğuşundan önce, milletlerin ideoloji, dil ve hissiyat olarak elverişli bir durumda olduğunu belir­ten Smith, Batı dışında ise milletlerin milliyetçiliğin yayılmasını takiben oluştuklarını ifade etmektedir. “Batı Avrupa’da milletlerin biçimlenmesi büyük bö­lümüyle planlanmamış bir gelişimdi. Batı dışında ise genellikle milliyetçi amaç ve hareketlerin sonucuydu­lar. Batı milletleri neredeyse tesadüfen vardı; dünya­nın öteki yerlerinde ise milletler tasarlanarak yaratıl­dılar.” (2004, s.158, 159). Bu nedenle de Smithe göre, Batılı olmayan milletlerle karşılaştırıldıklarında, Ba­tılı milletlerin doğuşu milliyetçilik düşüncesine çok az şey borçludur.

Fransız Devrimi sonrasında Batıda ortaya çıkan, va­tandaşlığa dayanan ve siyasal yönü ağır basan milli­yetçiliği Renan, “sivil milliyetçilik” olarak tanımla­maktadır. Buna karşılık, Doğu’da ortaya çıkan ve et­nik unsurların belirgin olduğu milliyetçiliği ise “etnik milliyetçilik” olarak adlandırmaktadır. Söz konusu ayrım farklı isimlendirmelerle yaygın olarak kullanıl­mıştır.[10] Örneğin, Marx ve Engels’in “Avrupalı-Av- rupalı olmayan milliyetçilik” ayrımı, Hans Kohn’un geliştirdiği “Batılı-isteğe bağlı milliyetçilik ile Doğu- lu-organik milliyetçilik” ayrımı, bu klasik ayrımı ifa­de etmektedir (Altuntaş, 2004/05, s.179; Dieckhoff ve Jaffrelot, 2010, s.13).

Sivil milliyetçilik, milliyetçiliğin Avrupa’da ilk ortaya çıktığı şekli olan klasik liberal milliyetçiliği ifade eder. Bu milliyetçilik, vatandaş ile devlet arasında hak ve ödevle­re dayanan bir anlaşmanın yanı sıra sadakat, bağlılık gibi duygusal boyutu da kapsamaktadır. Belirli bir toprak ve bu topraklarda yaşayanların güvenlik ve hakları teme­linde tanımlanan sivil milliyetçiliğin ölçütleri arasında ortak köken, dil ya da ortak tarih yer almamaktadır. Bu nedenle de kültürel olarak nötr, siyasal olarak ise kapsayıcıdır. [11] Fransız Devrimi’nden miras alınan demokratik ve evrensel değerlere bağlı olan bu milliyetçilik hareket­leri, özgürlük ve kurtuluş hareketlerine katkıda bulunan ilerici bir öğreti olarak da değerlendirilmektedir.

Bir milleti tanımlamanın etnik-dilsel kriteri fiilen çok geç başat hale gelmiştir. 19. yüzyılın ilk yarısında, Al­man ve İtalyan liberal orta sınıflarının gözünde, dil birleşik bir ulus devletin yaratılmasında temel önem­de bir argüman sağlarken[12]  ; bu durum henüz her yer de geçerli değildi. Polonya ya da Belçika’nın politik bağımsızlık iddiaları dile dayanmadığı gibi, aslında çeşitli Balkan halklarının Osmanlı İmparatorluğuna karşı -bir takım bağımsız devletler doğuran- isyan­ları da dile dayanmıyordu. Aynı şekilde Britanya’daki İrlanda hareketinin de dile dayandığı söylenemezdi (Hobsbawm, 2006, s.127, 128).

20. yüzyılda en çok konuşulan milliyetçilik türü olan etnik milliyetçilik, temelde milliyetçiliğin olumsuz bo­yutunu belirtmekte ve bir önyargıyı ifade etmektedir. Etnik milliyetçilik, tarihsel olmayan milletlerin ço­ğalmasıyla ve ortak köken (soy), dil, din gibi unsurla­rın millet olmanın giderek belirleyici ölçütleri haline gelmesiyle ortaya çıkmıştır ve ayrılıkçı bir nitelik ta­şımaktadır. Tarih, kültür ve ırk gibi kavramlar üze­rinden otoriter ve dışlayıcı bir yapıya dönüşen; ırkçı, yabancı düşmanı ve faşist yaklaşımlarla kışkırtılabilen; ve hatta şiddetin çeşitli biçimlerine başvurabilen bu milliyetçilik hareketleri milliyetçiliğin karanlık yüzü­nü ortaya koymaktadır.

Nairn, milliyetçiliği iyi ve kötü olmak üzere ikiye ayırmanın doğru olmadığını ifade etmektedir. Her milliyetçilik bağrında iyilik ve kötülük tohumlarını birlikte taşımaktadır; çünkü hem ilericilik, hem ge­ricilik milliyetçiliğin genetik yapısına işlenmiştir. Bu nedenle Nairn, milliyetçiliği iki yüzü olan eski Roma tanrısı Janus’a benzetmektedir (Nairn, 1981, s.317- 351; Nairn, 1997, s.71-73). Bir yüzü ileriye, diğer yüzü geriye bakan Janus’un heykeli, geçmiş yüzyıllar­da şatoların giriş kapılarını süslemekteydi. Milliyet­çilik de modern çağın giriş kapısında durmakta ve bu kapıdan geçmeye, ilerlemeye çalışan insanoğlunu, umutsuzca geçmişe bakmak zorunda bırakmaktadır (Özkırımlı, 2008, s.114).

1880-1914 dönemi milliyetçilikleri, üç önemli nokta­da kendinden önceki dönemin milliyetçiliklerinden farklılaşmaktadır. Bu farklardan ilki, liberal çağda milliyetçiliğin temelinde yer alan “eşik ilkesi”nin[13]terk edilmesidir. Bundan böyle kendisini “millet” sa­yan her halk topluluğu, son analizde kendi toprakla­rında ayrı bir egemen bağımsız devlet kurma hakkı anlamına gelen “kendi kaderini tayin hakkına” sahip olduğunu iddia etmektedir. İkinci olarak ve bu “tarih­sel olamayan” milletlerin çoğalmasının sonucunda, etnik köken ile dil, potansiyel millet olmanın merkezi -giderek belirleyici, hatta tek kriteri haline gelmiştir. Ama bunun yanında, sayıları gün geçtikçe artan ve iddialı hale gelen devlet dışı milli hareketlerden zi­yade, yerleşik ulus devletler içindeki milli duyguları etkileyen üçüncü bir değişiklik söz konusudur: Millet ve bayrağın hızla politik sağa doğru kayması (Hobs- bawm, 2006, s.126).

1880 sonrası dönemde milliyetçilik, alt orta katman­lar arasında, liberalizmle ve solla ilişkilendirilen bir kavramdan, sağcı [14]-hatta radikal sağcı- bir şovenist, emperyalist ve yabancı düşmanı bir harekete doğru dönüşüm geçirmiştir. Yerli milliyetçilik belirli bölge­lerde – Fransa, İtalya ve Almanya’daki gibi – sağcı ha­reketlerin yükselişi biçimine ya da daha genel olarak, politik yabancı düşmanlığı (ya da ifadesini antisemi- tizmde bulan ırkçılık [15]) biçimine bürünmüştür. İlk defa kavramsal olarak Batılı olmayan bir dünyada ço­ğalan milliyetçi hareketlerle karşılaşılması da yine bu döneme rastlamaktadır. 1914’lere gelindiğinde 1870 yılına kıyasla, milliyetçi hareketlerin sayısında çok ciddi bir artış olduğu görülmektedir. Örneğin, Ermeniler, Gürcüler, Litvanyalılar ve diğer Baltık halkları, Yahudiler, Balkanlarda Makedonyalılar ve Arnavutlar,
 
Basklar, Katalanlar ve Galliler arasında ve hatta Os­manlı İmparatorluğunda Araplar arasında milliyetçi hareketlerin yükselişine tanık olunmuştur. Bu hare­ketlerin çoğu artık dilsel ve/veya etnik unsuru öne çıkarmaktadır. Milliyetçiliğin, 1870’lerden 1914e ka­dar hızla yükselmesi şaşırtıcı değildir; bu durum hem toplumsal hem de politik değişimlerin ürünüdür.[16]

İki savaş arası dönem, yani 1918-1950 yılları milli­yetçiliğin zafer kazandığı ve zirveye çıktığı dönemdir. Birinci Dünya Savaşı’nın milliyetçiliğin yükselişine katkıda bulunmasının nedeni, ortaya çıkardığı ide­olojik ve siyasal ihtiraslardır. Özellikle de mağlup veya savaşla güçsüzleşmiş devletlerde ve de mağlubi­yetin intikamını almak isteyen vatandaşlar arasında ön plana çıkan milliyetçilik, bu ihtirasların en başta gelenidir (Hassner, 2010, s.275). Avrupa’da iki savaş arasındaki milliyetçiliğin baskın yönü, yerleşik ulus devletlerin ve onların irredentalarının milliyetçiliği­dir. Savaşan ülkelerdeki milliyetçilik, kuşkusuz savaş­la birlikte iyice güçlenmiştir.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Versailles Barış Antlaşması’nın ve beraberinde gelen antlaşmaların Avrupa’ya dayattığı model, Wilsoncu ilkenin, yani devlet sınırlarının milliyet ve dil sınırları ile uyumlu kılınması ilkesinin de etkisi altında, fiili ulus devletler modelidir. Hobsbawm’ın ifadesi ile; “Her halükarda, bu süreçten önce ya da ondan itibaren, Avrupa’da ya da başka bir yerde, politik haritayı milliyet doğrultu­sunda yeniden çizmeye yönelik aynı ölçüde sistemli bir girişim asla görülmemiştir.” (Hobsbawm, 2006, s.160). Ancak, çözüm işe yaramamıştır; halkların fiili dağılımı göz önüne alındığında, eski imparatorlukla­rın yıkıntıları üzerinde kurulan yeni devletlerin çoğu, kaçınılmaz olarak, (Çekoslovakya, Polonya, Roman­ya ve Yugoslavya örneklerinde olduğu gibi) yerlerini aldıkları eski “milletler hapishaneleri” kadar çok mil­letli yapıdadır. “Asıl değişim, devletlerin artık ortala­ma olarak çok daha küçülmeleri ve devletler içindeki ‘ezilen halklar’a artık ‘ezilen azınlıklar’ denilmesi”dir (2006, s.161). Her birinde etnik köken ve dil itiba­riyle ayrı bir homojen halkın yaşadığı, kendi içinde uyumlu teritoryal devletlere bölünmüş bir kıta yarat­ma çalışmasının mantıksal sonucu, azınlıkların kit­le halinde kovulması ya da imha edilmesi olmuştur. Avrupa’da haritanın milli temelde yeniden çizilmesi, milliyetçiliği özgürleştirici ve birleştirici [17] içeriğin­den yoksun bırakmaktadır.

1990’larda milliyetçilik yeniden ön plana çıkmıştır. 1990 sonrasında milliyetçilik, kâh dayatılan bölün­melerin ötesinde bir birlik arayışı, kâh emperyalist parçalanmaya karşı bir şiddet ya da emperyalist kü­reselleşmeye karşı bir tepki olarak ortaya çıkmaktadır (Hassner, 2010, s.279). Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında kurulan yeni devletler; Yugoslavya içinde Sırp, Hırvat ve Boşnaklar arasındaki kanlı savaş ve sonrasında gelen dağılma; Çekoslovakya’nın daha ba­rışçı bir şekilde Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak ikiye ayrılışı; Avrupa Birliği’ne karşı Avrupa’nın çeşitli bölgesinde (Norveç’in halkoylaması ile birliğe girme­yi reddetmesi ya da ortak para birimi kullanılmasına tepki ile yaklaşan ülkeler örneğinde olduğu gibi) yük­selen milliyetçi tepkiler ve daha birçok örnek 1990’lar sonrasında yaşanan gelişmelerdir.

Her milletin bir devleti, aynı şekilde de her devletin bir milleti olması gerektiğine değinen milliyetçilik tanımları, millet ile devlet arasında tam bir uyum ve türdeşliği öne çıkaran mutlak bir örtüşmeyi ima etmektedir. Ancak bu türden bir örtüşme, tarihsel gerçeklik açısından mevcut olmadığına göre; millet ile devlet arasında arzu edilen o ‘mükemmel uyumu’ yaratmak üzere, tasarlanmış fiili “milletleştirme poli­tikaları” devreye girmiştir. İnsanları ortak bir kalıba uydurmak için toplumsal farklılıkların törpülendiği veya silindiği örnekleri anlatırken, “Avrupa tarihi bir milli türdeşleştirme sürecidir.” diyor John Hall (Hall, 2008, s.20). Milli türdeşleştirme nadiren ılımlı bir şe­kilde gerçekleşirken; sıklıkla süreç, nüfus transferi ve hatta çok daha yoğun şiddet içererek, etnik temizlik gibi olgulara varabilmektedir. [18]

“Milliyetçiliğin Solup Gitmesi Kaçınılmazdı!”

19. ve 20. yüzyılların önemli bir özelliği etnik duygu­ların belirginliğidir. Gene de, Hobsbawm’a göre, gü­nümüzde “milliyetçilik ne kadar kaçınılmaz olursa ol­sun, artık Fransız Devrimi ile İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen emperyalist sömürgeciliğin sona erişi arası çağdaki gücüne sahip değildir.” (Hobsbawm, 2006, s.201). Yaşanan aidiyet açlığı ve “kimlik poli­tikaları”, “milletler ile milliyetçiliğin üçüncü bin yıla hazırlanan karşı konulmaz bir güç olduğu yanılsama­sını yaratırlar.” (2006, s.210). Bu yüzden de, “milletler ve milliyetçilik olduğundan daha etkili ve daha yay­gın görünmektedir” (2006, s.211).

Hobsbawm ve daha birçok düşünüre göre, yaklaşık 190 devlet içinde herhalde en fazla bir düzine devle­tin kendi yurttaşlarının gerçek anlamda tek bir dinsel ya da etnik grup duygusuyla özdeşleştiklerini iddia edebileceği günümüz dünyasında, homojenliğin sağ­lanmasını öngören milliyetçilik, yalnızca istenilmeyen bir şey olarak kalmamakta, aynı zamanda büyük öl­çüde kendi kendini yok eden bir niteliğe bürünmekte­dir (Hobsbawm, 2006, s.220, 221).

19. ve 20. yüzyıl tarihi denince akla gelen ilk isimlerden biri olan Hobsbawm’a göre yirmi birinci yüzyılın tarihi;

“ağırlıkla milletüstü ve milletaltı bir tarih olacak, ama milletaltı düzey bile (mini-milliyetçilik giysisini giysin giymesin) işlerlikli bir birim olarak eski ulus devletin gerilemesini yansıtacaktır. “Ulus devletler” ile “millet­ler” ya da etnik/dilsel gruplar, esas olarak, yeryüzünün milletlerüstü temelde yeniden yapılanmasının önünde geri çekilen, ona direnen, adapte olan, özümsenen ya da yerini kaybeden gruplar olarak görülecektir. Mil­letler ile milliyetçiliğin bu tarihte yeri olacaktır, ama ikincil düzeyde ve genellikle oldukça ufak rollerle.” (Hobsbawm, 2006, s.226).

Batılı liberal toplumsal düşünce ile Marksizm -bu noktada birleşerek- milliyetçiliğin politik gücünü azımsamışlar ve endüstrileşme ile birlikte milliyet­çiliğin solup gideceğini kaçınılmaz görmüşlerdir. Gellner’ın ifadesiyle “ne kadar çok endüstrileşme, o kadar az milliyetçilik” (Gellner, 2007, s.62) her iki gö­rüşün de gelecek beklentileri arasındadır.

Milliyetçiliğin gücünü yitireceği beklentisini doğuran varsayımları şöyle sıralanabilir:

Endüstri öncesi karmaşık uygarlıklar (Marksist ter­minoloji ile: feodal, köle ve Asya tipi toplumlar), bü­yük bir kültürel farklılığın eşlik ettiği ve hatta olum- ladığı, karmaşık bir işbölümüne sahiptirler. Dilsel, gastronomisel (yemek yeme ve pişirmeye ilişkin), ritüel ve doktriner farklılıklar çok yaygındır. İnsan­lar kimliklerini sosyal durumlarının bu özgüllüğü ile ifade ederler (Gellner, 2007, s.59). Örtüşen kültürel özelliklerin tanımladığı etnik grup, kendine ayrıca politik bir sınır da istediği zaman, etnisite politikle­şir ve milliyetçiliği doğurur. Bu politik birim içinde sayıları çoğalan yabancılar pek hoş karşılanmazlar, yönetici olmaları ise hiç hoş karşılanmaz.

Endüstri öncesi uygarlıklar için şu hipotez öne sürü­lebilir: kültürel ve etnik farklılıklar bakımından zen­gindirler, ancak politik milliyetçiliğe pek sık rastlan­maz. Bu toplumlarda, politik birimin kültürel bakım­dan homojen olması ya da her bir kültürün kendine ait bir politik birime sahip olması zorunluluğuna çok seyrek rağbet edilmiş ve bu durum çok seyrek biçim­de uygulamaya geçirilmiştir. Tam tersine, o dönemin koşullarında topluluğun farklı katmanlarının kültürel ve etnik ayrışması tamamen işlevsel olup, bu ayrışma­ya çok az karşı çıkılmıştır.

Endüstrileşme, ifadesini ve meşruluğunu kültürel farklılıktan alan toplumsal ayrışmayı yok eder. Marx ve Engels, kapitalizmin emeği, sahibinin kimliğine ve sosyal durumuna hiçbir referans olmaksızın, sadece arz ve talep koşullarıyla alınıp satılan bir mala dönüş­türdüğü gerçeğine vurgu yaparlar. [19] Emeğin, bu eme­ği icra eden kişinin toplumsal kimliğinden tamamen koparılması, Marksizmin ‘yabancılaşma’ nosyonu­nun da önemli bir öğesidir (Gellner, 2007, s.60).

 
“Endüstriyel toplumun iş koşulları, kültürel farklılık­ları yaşatan ve barındıran sosyal yapıları çözmekte ve erozyona uğratmaktadır. Kültürel farklılıklar, endüst­riyel üretimin buldozeri tarafından dümdüz edilecek­tir” (Gellner, 2007, s.61). Etnisite, birbiriyle çakışan ve birbirini harekete geçiren kültürel farklılıklardan ibarettir. Öyle ki bu farklılıklar, onlara sahip olan biz- lerin kültürümüzü ayırt etmemizi ve başka farklılıkla­ra sahip olanlara, yani rakip kültürlere karşı olmamızı sağlar. Kendisini görünür kılan ve özünü teşkil eden bu kültürel farklılıklar silindikçe, etnisite de kuruyup gidecektir. Gellner’ın ifadesi ile “milliyetçiliğin solup gitmesi kaçımlmaz”dır (2007, s.62).

Peki Ama Ters Giden Neydi? Neyi Gözardı Ettik?

Endüstriyel toplum için tasarlanan gelecek kurgusu, 20. ve 21. yüzyılların politik gerçekliklerini yansıt­mamaktadır. Solup gitmesi beklenen milliyetçilik, büyümüş ve giderek önem kazanmıştır. Peki ama ters giden ve göz ardı edilen nedir?

Gelişmelere daha yakından bakıldığında görülen o dur ki, küreselleşme, çok uluslu şirketler, kapitalist ulus ötesi sınıflar, bölgesel güç blokları, kitle tüketimi vb. gelişmeler soğuk savaş döneminin son bulmasıyla ortaya çıkan yeni siyasal koşullarla da birleşince mil­liyetçilik yeni boyutlar kazanmıştır. 19. yüzyıl bilim adamları, din ve etnisite gibi bağlılıkların modernleş­me ile birlikte zamanla zayıflayacağı, sonra da orta­dan kalkacağı görüşünü paylaşmıştır. Oysa, zamanla iki olgunun da özellikle milliyetçiliğin bir unsuru ola­rak önemi gittikçe arttırmıştır.

“Modern endüstriyel dünya, insanlık tarihinde ilk kez, yüksek, yazılı ve eğitimle aktarılan kültürün bir azınlığın tekelinde olmadığı bir dünyadır. Bu kültür, toplumun ezici bir çoğunluğunun yaygın mülkiyeti haline gelmiştir” (Gellner, 2007, s.66). Modern toplu­mun üyesi, kültürel kalıtımını, vatandaşlık ahlakını, iş becerisini yaygın bir eğitim sisteminden geçmesine borçludur. Bu sistem, standartlaşmış bir dilsel araç vasıtasıyla, kültürel bağlamca değil, ders kitaplarınca içerilen bilgiyi aktarır. Günümüzde modern insan, modern endüstriyel dünya için belirtilen gerekli ye­teneklere ve söz konusu kültürün kendine dair imge­si ile uyumlu kişisel niteliklere sahip olduğu ölçüde sistem içinde var olabilecektir. Modern toplumun bu becerilerden yoksun bir üyesi çaresizdir ve ken­dini toplumsal tabakanın en alt seviyelerinde bulur. Bu koşullar altında modern insan, “yalnızca endüst­rileşmez; bir Alman, bir Rus ya da bir Japon olarak endüstrileşir. (…) Modern endüstriyel (..) kültür renksiz değildir, karakterini belirleyen etnik renklere sahiptir” (2007, s.68).

Milliyetçilik, yalnızca sömürü altında yaşayan az gelişmiş toplumlarda değil; bazen daha az şiddetli biçimlerde olmakla birlikte, bazı en ileri sanayi top- lumlarında -Fransa, Kanada (Quebec) [20], Katalonya ve ABDde- da hala oldukça kuvvetli ve dirençli bir biçimde gelişmeye devam etmektedir. Devrimler ge­leneği, gelişmiş ekonomisi, son derece merkezi dev­leti, profesyonel bürokrasisi ve küresel ekonominin kalbindeki tamamen modernleşmiş toplum özel­likleri sergileyen iyi eğitilmiş ve varlıklı nüfusuyla Fransada bile, ideolojiler gelip geçici olmuştur, ama milliyetçilik ve güçlü bir milli kimlik duygusu hep sa­bit ve etkili olmuştur (Smith, 2002, s.43).
Ticari duvarların yıkıldığı, metalar ve emeğin kıtalar arasında serbestçe hareket edebildiği yeni uluslararası işbölümü sistemine paralel olarak solması beklenen milliyetçilik, tarih sahnesindeki iniş-çıkışlarına rağ­men, nasıl olup da kendini küllerinden tekrar di­riltmekte ve varlığını sürdürmektedir? İkinci Dünya Savaşı sonrasında uykuya dalan milliyetçilik – meta- forik bir anlatımla bir nevi uyuyan güzel gibi – nasıl olup da tekrar uyanmıştır?

Kapitalizmin Politik-Ekonomik Dönüşümü

Kapitalizmin 1970’lerde başlayan ve devam ettiği var­sayılan yeniden yapılanması, zaman ve mekân boyut­larında yenilik ya da değişmeyi de kapsamış görün­mektedir. Sözü edilen bu kapsamlı değişim -üretim, tüketim ve bölüşüm süreçleri ile- sadece ekonomik alanda sınırlı kalmamış; değişimin etkileri politik, jeopolitik, kültürel, vb alanlara da sıçramıştır.[21] Ka­pitalizmin yeniden yapılanması, refah devletinin mar­jinalleşmesi ya da işlev değiştirmesi[22], özelleştirme, deregülasyon, küreselleşme, ulus devletin giderek aşınması gibi öğeleri de kapsamaktadır. “Görüldüğü üzere, yeniden yapılanma süreci önemli ölçekte siyasal alanda gerçekleşmektedir” (Şaylan, 2002, s.134, 135).

Kapitalizmin yeni bir aşamaya girmesine yol açan belli değişiklikler, Jameson’a göre sermayenin yoğun biçimde uluslararasılaşması, teknolojik devrim ve siyasal güç olarak ulusal devletin aşılmasıdır. Meta- laşma süreci ve kapitalist değişim, daha önce örneği görülmemiş ölçüde, yaşamın her alanını, bilgi üretim ve akışını, bilinç ve yaşam düzeylerini kökten etkile­miştir. Kapitalizmin bu yeni aşamasında, toplumsal formasyon ile birlikte birey de yeni bir oluşuma ma­ruz kalmıştır. Ortalama insanın algılama, öğrenme ve bilme süreçleri büyük ölçüde etkinliği olağanüstü ar­tan görsel medya ve kitle iletişim araçları tarafından belirlenmeye başlamıştır. Büyük ölçüde tekelleşen medya ise, hızla ulus ötesi hale gelen sermaye tara­fından denetlenmekte; ve bu süreçte, zaman ve uzay değişkenlerini aşan yeni bir ideolojik yorum dünya ölçeğinde egemen hale gelmektedir. İşte postmoder- nizm, bu oluşumun kültürel çerçevesi olarak günde­me gelmiştir (Jameson, 1990).e

Günümüz dünyası, teknolojik bir devrimin belirledi­ği ve yönlendirdiği büyük bir evrensel dönüşüm yaşamaktadır.[23] Teknolojik devrimin en belirgin olarak ortaya çıktığı alan bilişim, iletişim ve ulaşım olarak nitelendirilebilir. Artık dünyanın hiçbir yeri bir baş­ka yerine uzak ve yabancı değildir. Etkin ve merke­zileşmiş iletişim ağları[24] ile kültürlerarası etkileşim yoğunlaşmış; en azından tüketim ve eğlence norm­ları açısından evrensel bir kültür ortaya çıkmıştır.[25] Ulaşım alanındaki teknolojik sıçrama ise toplumlar ve toplumsal aktiviteler arasındaki fiziksel uzaklığı önemli ölçüde azaltmıştır. Bu dünya ölçeğindeki bü­tünleşme, “küreselleşme” terimi ile ifade edilmektedir. Kapitalizmin yeni ve evrensel bunalımı bu defa ser­mayenin yoğunlaşması ile aşılmaya çalışılmaktadır ve Şaylan’a göre “tüketim toplumu ve küreselleşme yoğunlaşmış sermayenin dünyayı bütünleştirme aks­larıdır” (Şaylan, 1995, s.102).

 
 
Aslında kapitalizm, Braudel ve Wallerstein’in da be­lirttikleri gibi, tarih sahnesine çıktığı andan itibaren bir dünya sistemidir; dünyayı bir ekonomik bütün olarak görüp algılamaktadır.[26] O halde, bu açıdan ba­kıldığında, yerkürenin gittikçe daha fazla parçasının kapitalist pazar ağına çekilmesi olarak tanımlanabi­len küreselleşme, elbette ki yeni bir olgu değildir[27], sadece yeni bir terimdir[28]. Yeniden yapılanma süre­ci içinde, zaten kapitalizmin başlangıcından beri var olan küreselleşmenin hız ve derinlik kazandığı ileri sürülebilmektedir. Bu oluşum içinde ulusal devletin[29] işlevini kaybettiği; hatta yeniden yapılanma için bir engel oluşturduğu ciddi bir biçimde tartışılmaktadır. “Güçlü bir küresel etken olarak “sermayenin küresel­leşmesi” olarak tanımlayabileceğimiz ekonomik kü­reselleşme “sınırsız bir küresel pazar” yaratarak ulus- devletlerin otoritesini sarsarken; kültürel küreselleş­me de “alternatif moderniteleri”[30] ve kültürel kimlik tanımlamalarını beraberinde getiren yerel tepkiler doğurarak ulusal kalkınma kavramını sorunsallaştır- maktadır.” (Özbudun ve Keyman, 2003, s.303).

Ulus-devlet, çok sayıda ekonomik-toplumsal-siyasal işlevi yerine getirmekte ve bu işlevleri yerine getire­bildiği için de varlığını sürdürmektedir. Diğer ülke saldırıları karşısında vatandaşlarına güvenlik; içeride bireylerin, toplumsal sınıfların ya da etnik-dinsel alt grupların birbirleri karşısında hukuksal eşitlik, adalet ve güvenliğinin sağlanması; ekonomik yaşamı yü­rüten mübadeleleri ve hesapları kolaylaştırmak için para arzını ve para kuramlarını düzenlemek; mak- ro-istikrarı sağlamak; gerekli hukuksal çerçeveyi yü­rürlükte tutmak; sosyal devlet kimliğini benimsediği ölçüde vatandaşlarının çalışma olanaklarını ve asgari refahını, eğitim-kültür ve sağlık düzeyinin yükselme­sini güvence altına almak ulus-devletin küreselleşme sürecine kadar başlıca işlevleri olmuştur.

Ulus-devlet, kapitalizmin meta üretiminin gerektirdi­ği pazarın genişlemesi ve homojen bir üretim – tüke­tim ortamının yaratılması gereği olarak şekillenmiş­tir. Millet olgusu da, bu alt yapısal dinamiğin üst yapı­sal meşruluğunu sağlamak üzere oluşturulmuştur. Bu anlamda bir yapıştırıcı nitelik kazanan millet olgusu, devletle birlikte kapitalizmin evriminde ve gelişimin­de de etkin bir rol üstlenmiştir. Bu süreçte millet, sı- nıflararası denge kurma işlevi üstlenmiş, “aynı toprak üzerinde yaşayan içsel olarak bütünleşmiş bir toplu­luk” şeklindeki millet tanımlaması ile sınıflararası uz­laşmaz çelişkilerin varlığının göz ardı edilebilmesini sağlamış, bütüncül bir anlayış doğrultusunda sınıfsal mücadele ve kapitalizmin belli koşullarda uzlaşımını gerçekleştirmiş.

Milliyetçilik ve ulusal kimlik, çok uzun bir süre kapi­talist dönüşümün temel parametreleri arasında sayıl­mıştır. Kapitalizm ve kapitalist bütünleşik pazar için ulus-devlet ve ulusal kimlik olmazsa olmaz koşullar olarak kabul edilmiştir. Nitekim, tarıma dayalı feodal ekonomik ve toplumsal sistemin bireylerinin ulusal bilince, yurttaşlık hak ve görevlerine ulaştığı düşü­nülemez. O halde “modern ve ulusal yurttaşlığın, batı kapitalizminin gelişmesine paralel bir tarihi vardır” (Sarıbay, 1992, s.92). Ulus ve ulus-devlet oluşumu sü­recinde tebadan yurttaşa, yerelden ulusa, dinsellikten laikliğe, feodal toplumdan kapitalist topluma doğru bir dönüşüm yaşanmaktadır.

Kapitalizm çağında, beş yüz yıldır ülkeler arası mal ve sermaye hareketlerinin artışını sürükleyen, kâr güdüsüdür. O halde, küreselleşmenin itici gücü, yani onu sürükleyen de yine kâr güdüsü olacaktır. Bu güdü ile hareket eden şirketler, teknolojinin verdiği yeni imkânlardan yararlanarak ticaret ve yatırım faa­liyetlerini genişletmeye ve yaymaya çalışmaktadırlar. Şirketlerin ticaret ve yatırımı azami serbesti içinde yapabilmesi için, ülkeler arasında sermaye ve mal ha­reketlerinin önündeki eskiden kalma tüm engellerin (kalkınmacı ve sosyal politikaların, iktisadi milliyet­çilik eğilimlerinin) ortadan kalkması gerekir (Somel, 2002, s.200, 201). Bu şartlarda ulus-devletler, egemen sınırlarını aşan ekonomik, militar ve sosyal yapılara daha fazla bağlı hale gelmektedirler.

Kapitalist dünya düzeninin 1970’lerde karşı karşıya kaldığı son bunalım ve buna bağlı olarak ortaya çı­kan yeniden yapılanma süreci, neoliberal politikalar doğrultusunda yeni bir devlet çözümlemesini gün­deme getirmiştir. Neoliberalizmin geliştirdiği bu yeni çözümlemenin temel kavramı, “minimal devleftir.[31] Bu tanımlama, siyaset ile ekonomi arasında kesin bir ayrımın getirilmesini, yani farklı bir ifade ile ekono­minin siyasetin dışına itilmesini öngörmektedir. Bu­nun nedeni, küresel sermayenin güçlü bir ulus-devlet istememesidir. “Bir zamanlar ulus-devletlerin yara­tılmasında vazgeçilmez bir yapı malzemesi olan ser­maye, şimdi ulus-devletleri zor durumda bırakarak yıkılışını hazırlamaktadır” (Latouche, 1993, s.114). Küreselleşme sürecinde ulus-devletin iktidar alanı sürekli daralırken; onun yerine uluslararası sermaye­nin egemenliği yoğunluk ve genişlik kazanmaktadır.

Küreselleşme kuramcılarına göre, teknoloji ve ileti­şimdeki ilerlemeler farklı nüfuslar arasındaki temas­ları o kadar yoğunlaştırmıştır ki; zaman ve mekânı, yerellik algısını dönüştürerek, insan topluluklarını birbirine yaklaştırmıştır (Hutchinson, 2008, s.80). Bu düşünürlere göre, Anderson’un bahsettiği “matbaa kapitalizmi” nasıl ulusları yarattıysa, “elektronik kapi­talizm” de günümüzde ulus-ötesi oluşumları doğura­cak; ulusal inşaya ön ayak olmuş iletişimsel süreçlerin aynısı, yarın ulus-devletin yok oluşuna yol açacaktır (Dieckhoff ve Jaffrelot, 2010b, s.337).
 
Tepki: Yükselen Alt-Kimlikler Karşı Tepki: Yükselen Milliyetçilik

Küreselleşme ile ulus devlet arasında bir gerilim olduğu açıktır. Günümüzde ulus devletler artık bir takım işlev­lerini kaybetmektedir; buna karşılık ise özellikle de kü­resel düzeyde bir takım yeni işlevler üstlenmektedir. Bir anlamda küreselleşme süreci ulus devleti kendi çıkar­ları doğrultusunda dönüşüme uğratarak yeni işlevler yüklemektedir. Öngörüler/gelecek tahminleri ulusun ve ulus devletin ortadan kalkacağı yönünde gelişmekte­dir, buna karşılık bir ideoloji olarak ulusçuluğun (mil­liyetçiliğin) giderek güçlendiği gözlemlenebilmektedir.

Küreselleşme, toplumsal ve özellikle de ekonomik alanda ulus-devleti adeta işlevsizleştirmektedir. Bu sü­reçte ulus-devletin işlevleri azaldıkça, farklı toplumsal kesimleri bir arada tutan yapıştırıcı işlevi de azalmak­tadır. Yoksullaşma ve marjinalleşme karşısında artan dayanışma ihtiyacı, alt-kimlikleri ön plana çıkarmak­tadır. Ulusal pazarın yerini uluslararası pazara bırak­tığı bir ortamda, ulus-devlet vatandaşlarının refahını sağlayacak temel işlevlerini yerine getiremediği; tam aksine uluslararası sermayenin çıkarına, onun işlerini yerine getiren bir ‘büroya dönüştüğü ölçüde; toplum içindeki farklı etnik-dinsel kimlikler için artık bu dev­lete bağlı olmanın da bir nedeni kalmamaktadır. Etnik kimlik, radikalleşerek etnik milliyetçiliğe sarkıp politik argümanlar geliştirerek bölgesel ve ulusal düzeyde bü­yük kaoslara yol açmaktadır. Bu noktada Kurubaş, mil­liyetçiliğin “çelişkili çifte karakterine” ve işlevine dikkat çekmektedir. Milliyetçilik bir yandan kurulu ulus-dev- letin ideolojisi olarak birleştirici bir işlev üstlenirken, öte yandan ulus-devlet kurmak isteyen etnik grupların ideolojisi olarak parçalayıcı bir işlev görmektedir (Ku­rubaş, 2008, s.24). Günümüzde, hem merkez hem de çevredeki birçok toplumda dinsel ve etnik alt-kimlikler, kimi zaman dağılma veya ayrılma ile sonuçlanan hu­zursuzluk ve iç çatışmalara neden olmaktadır.[32]

Bu noktada, postmodernizmin farklılıkları ve “öteki’ni yücelten tutumunun, küreselleşme üzerinrindeki etkisine değinmek gerekmektedir. Bütüncül yaklaşımlara karşı olan postmodernizm, çoğulculuğu ve farklılığı önemli bir değer olarak ortaya koymak­tadır. Postmodernitenin farklılıkları tektipleştirmeyi reddeden tutumu, modernitenin savunduğu homo­jenliğin önemli sonucu olan “ulus” esaslı toplumsal yapılanma biçimini tehdit eder boyuttadır. Bu yapı­sıyla, küreselleşmeci söylemlerin düşünsel altyapısını oluşturan postmodernizm, ulus fikri karşısında, etnik topluluklara, çoğulcu yapılara ve ulus-üstü kimliklere sıcak bakmaktadır.

Küreselleşmeyle beraber ulusal kimliğin zayıflaması, bu toplumsal kimliğin dağılması anlamına gelmekte­dir. Postmodernliğin kültürel dünyasında çoğullaşan kimlikler karşısında ulusal kimliklerin geleneksel yapılandırıcı ve birleştirici güçleri tükenmektedir. Ulu­sal kimlikler geçmişteki bütünleştirici anlama artık sahip değildir. Nihayetinde kimlik, değişen yeni post­modern toplum koşullarında yeniden inşa olmakta, oluşmakta ve icat edilmektedir (Hall, 1998, s.63-69). Yeni küresel kamusal alan içinde ortaya çıkan yeni kimlikler, en yaygın biçimleriyle kadın, din, çevre, in­san hakları ve etnisite etrafında oluşmaktadır.

Alt-kimliklerin yükselişine bir karşı tepki olarak kar­şımıza çıkan olgu ise, yükselen milliyetçilikler, yaban­cı düşmanlığı ve ırkçılıktır.[33] Batıdaki birçok ülkede yaşanan toplumsal ve ekonomik değişim, farklı kül­türden topluluklara karşı kuşku ile bakmayı, ve hatta daha da öteye giderek yabancı düşmanlığı ve ırkçılığı, yeniden gündeme getirmiştir. İtalya ve Avusturyada sağ partilerin yükselişi ve iktidara gelmesi, Almanya ve Belçika’da yabancılara karşı katliamların yaşanma­sı, ABD’de ise zenciler ve çekik gözlülerin yanı sıra Müslümanlara yönelik tepkilerin yükselmesi son de­rece çarpıcıdır. Bu bağlamda, klasik ulus milliyetçiliği ve etnik milliyetçilik karşılıklı bir etkileşim içinde bir­birlerini tetikleyerek çeşitli sorunlara yol açmaktadır.

Ulus-devlet bir yandan bireyleri geleneksel cemaat bağlarından koparmayı amaçlarken; diğer yandan da ulusun tanımında ‘geleneksel’ bir kimliğe atıfta bulunmaktadır. Ulus-devletin ortaya çıktığı ilk gün­den beri var olan bu temel gerilim, son yıllarda ulusal sınırları zayıflatan ve geçirgenleştiren ‘küreselleşme’ yönündeki eğilimlerle giderek daha da derinleşmek­tedir. Bir yandan daha önceden var olup da bu za­mana dek bastırılmış azınlık kimliklerinin yeniden ortaya çıkması; öte yandan ulus-ötesi kitlesel göçler, bugüne kadar bütünlüklü oldukları öne sürülen ulu­sal topluluklar içinde farklı kültürel kimliklere sahip çok sayıda alt cemaatin oluşmasına yol açmıştır (Gülalp, 2007, s.12). “Her tür farklılık ve çeşitliliği içeren merkezî ulus-devletlerin güçlü kültürel kurumlarca üretilen ve korunan kültürleri ve ulusal kimlikleriyle birlikte zayıflamasının, daha küçük milliyetçiliklere eşi görülmemiş bir fırsat sunduğu aşikârdır” (Hall, 1993, s.55).

Kültürel küreselleşmenin[34] “bir tüketim kültürü” ya­ratarak, toplumları homojenize etme etkisinin dışın­da ve ona tamamen ters olan ikinci etkisi, mikro-mil- liyetçilik akımlarını ve yerel kültürleri güçlendirme sidir. O halde küreselleşme süreci hem kültürel ho­mojenleşme, hem de kültürel farklılaşma süreçlerini içermektedir. Appaduari’nin de belirttiği gibi, günü­müz küresel karşılıklı ilişkiler içinde temel sorunlar­dan biri “kültürel homojenlik ile kültürel heterojen­lik arasındaki gerilim”dir (Appaduari, 1990, s.295). Toplumların türdeşleşmesi, paradoksal bir biçimde yerelleşmeyi de beraberinde getirmektedir. Türdeş­leşmeye duyulan tepkinin etkisiyle, birçok toplumda batılı kültürel kodların reddedilişi ve batı tarzı hayata direniş neticesinde, yerel kültürel değerlere daha sıkı sarılma eğilimi giderek güçlenmektedir. Günümüzde milliyetçi ve dini değerlerdeki yükselişin başlıca se­bebi olarak, türdeşleştirici kültürel baskılar gösteril­mektedir. Özellikle Amerikan hegemonyasının, din ya da milliyetçiliğe militan bir tutumla sığınmayı art­tırdığı söylenebilir (Berger, 2003, s.10, 18).

Günümüzde ulus-devlet ve milli kimlik farklılıkları erozyona uğramaya başlamıştır; ancak ulus-devletle- rin birdenbire tarih sahnesinden silineceğini zannet­mek büyük bir yanılgı olur. “Küreselleşmeyle birlikte ulus devletler çağı geriledikçe, ulusal kimliğin saldır­gan ırkçılık tarafından yönlendirilen çok savunmacı ve çok tehlikeli bir biçimine dönülmektedir” (Hall, 1998, s.47). Kültürel anlamda küreselleşme (globa­lization) ile yerelleşme (localization) arasında ciddi bir çekişme olduğu bir gerçektir. Küreselleşme, bir taraftan birçok kurulu topluluğun dağılmasına ve yok olmasına neden olurken; diğer taraftan yerel bağlılık­ların ve kimliklerin güçlenmesine yol açmıştır. Ay­rılıkçı etnik hareketler, köktendinci hareketler ya da aşırı sağın yeni hareketleri, küreselleşmeye karşı bir tepki ve yerele dönüş olarak yorumlanabilir.

O halde, siyasal-sosyal hayatı dönüştürücü etkisi ile milliyetçiliği bitireceği beklentisi yaratan küreselleş­me, tam aksine, hem milliyetçiliğin homojenleştrici yapısını çözerek mikro-milliyetçilere yol açmakta, hem de bütünlüğün kaybından kaygı duyan milletin milliyetçi karşıtlığını arttırmaktadır. Küreselleşmenin ulusal düşünce, değer ve kurumlar üzerinde yarattığı değişim, milliyetçiliğin küreselleşme karşıtı bir tutu­ma yönelmesine yol açmaktadır. Özellikle klasik mo­dern milliyetçilik, liberal ve demokratik içeriklerini kaybederek; dar, katı, tepkici ve komplocu teoriler­den beslenen bir niteliğe bürünmektedir. Küresel po­litik güçlerin manipülasyon tutumlarını öne sürerek siyaset üreten milliyetçi hareketler (radikal milliyet­çilik) “işgal ve kurtuluş” söylemini yeniden inşa et­mektedir. Tarih yeniden, hem de daha seküler ve katı milliyetçilik tonlarıyla yazılmaktadır.

Değişimin hızının ve etkilerinin inanılmaz boyutlara vardığı günümüzde, bu süreci yaşayan bireyler için gelecek birçok açıdan büyük belirsizlik ve güvensiz­likler içermektedir. İnsanları güvensizlik ve ümitsiz­liğe iten, korku ve risk yaratan gelişmelerin başında; ulusal ve evrensel düzeyde ekonomik adaletsizliğin (gelir dağılımında dengesizliğin) giderek artması, ge­niş kapsamlı ekonomik krizlerin görülmesi, hizmet sektörünün ön plana geçişine paralel olarak çoğu iş alanının ve mesleğin geleceğini görememesi, sosyal devlet anlayışının terk edilmesi, kültürel anlamda milli kimlik ve değerler aşınırken insanların belirsiz­lik ve güvensizliği yenmek için buralara sığınmaya ça­lışmalarının yol açtığı kimlik sorunları gösterilebilir (Koray, 2004). Değişimin hızı ve belirsizliği nedeniyle artan güvensizlik algılamasının, (otorite, aile, din ve ulus gibi) toplumsal değer ve kurumlara daha sıkı sarılma eğilimi ile birlikte muhafazakârlığın yükse­lişine katkıda bulunduğu söylenebilir. Milliyetçilik, toplumsal ve ekonomik nedenler yanında, bireylerin iç dünyalarının toplumsal yapı karşısındaki beklenti­lerine bir cevap olma potansiyeli taşımaktadır. Hızla değişen toplumsal yapı karşısında bireyin yalnızlaş­ması ve güçlü bir “sığınak” araması, bu ihtiyaca cevap verebilecek olan milliyetçi ideolojinin güçlenerek ya­yılmasının yolunu açmıştır.

Milliyetçiliğin doğuşuna sahne olan 18. yüzyıl, Batı Avrupada dinsel düşünce çağının kapandığı, seküler/ dünyevi düşünce tarzının benimsendiği bir çağdır. Bu döneme kadar, dinsel düşüncenin içinde barındırdığı kaderci anlayış, insanların bu dünyada çektiği sıkıntı­lar karşısında, ‘öteki dünyada bu sıkıntıların sona ere­ceği müjdesini vererek onlar için bir bakıma yatıştırı­cı olmaktaydı. Bu düşüncenin ortadan kalkması ya da zayıflaması insan bilincinde bir boşluk yaratmış, eko­nomik ve doğuştan gelen eşitsizlikler ile her alanda yaşanan sömürü karşısında birey, gelecek umudu için sığınacağı yeni bir güç keşfetmiştir. Bir Alman, İtal­yan ya da Türk olmanın gücünü keşfeden birey, din­sel anlayışın aşınması ile bilincinde açılan bu boşluğu milliyetçilik ile doldurmuştur (Uzun, 2003, s.146).

Günümüzde, “biz” olan grupları, kendilerine yabancı ve tehditkar “onlar”a karşı etnik/dilsel bir kimlik ta­kınmaya götüren duyguların gücü yadsınamaz. Bu duygular, yabancı düşmanlığının dünyada en yaygın kitle ideolojisi haline geldiği yirminci yüzyıl sonunda özellikle çok güçlüdür.[35] İster hayali ister gerçek teh­ditlere karşı, savunma tepkilerini körükleyen şey, yir­minci yüzyılın üçüncü çeyreğinin karakteristiği olan aşırı hızlı, temel ve eşine rastlanmadık sosyo-ekono- mik dönüşümler ile milletlerarası nüfus hareketleri­nin çalışmasıdır (Hobsbawm, 2006, s. 202, 203).

Özellikle çağımızdaki aidiyet açlığı ve kimlik poli­tikasında ifade edilen keder ve yönsüzlük, insanları yeni arayışlara yönlendirmektedir. Günümüzde daha geniş ve daha güçlü aidiyetlere ihtiyaç duyulmakta­dır. Bu durum ‘ötekine duyulan korku ve öfkeden kaynaklanmaktadır. Çünkü ‘öteki’ çok yakında yaşa­maktadır; söz konusu yakınlık ise kitle iletişimindeki gelişmelerden ve uluslararası göçlerden kaynaklan­maktadır. Söz konusu göçler, kentlere kozmopolit bir yapı kazandırmış ve bu kozmopolit yapı kimlikler arasındaki sürtüşmeyi arttırmıştır.

Etnik ve komünal grupların, eski ya da yeni sanayi ülkelerine göç etmeleri farklı sorunlar yaratmaktadır. Buralara göç edenler, güvensizlik ve nostalji duygu­sundan, karşılıklı yardım uğruna, kendileri gibi in­sanlara dışarıda gösterilen düşmanlığa tepkiden ve özellikle mümkün olduğu yerlerde güçlü bir örgütle- yici niteliği olan seçim politikası aracılığıyla “mem­leketlileri” ya da “hemşerileri”nin olduğu gruplara yakınlaşmaktadır. Bu tür etnik kimlik hareketleri, sık sık zayıflık ve korkudan kaynaklanan tepkiler, mo­dern dünya devletlerini kendilerinden uzak tutmaya yönelik barikatlar dikme girişimleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Madalyonun diğer yüzüne bakıldığında ise, eskiden daha türdeş olan kültürlerin göç, konuk işçiler ve mülteci dalgaları nedeniyle karışmasının, yerli halk ve kültürlerin güçlü etnik tepkilerde bulun­malarına da yol açabildiği görülmektedir.

Göçmenlere yönelik savaş “Atlantik’in bir tarafında (ABDde) ırksal, öbür tarafında (Avrupada) ise din­sel” bir nitelik kazanmaktadır (Özyurt, 2005, s.218).
İslam’ın camiler, başörtüleri ve çarşaflar ile giderek artan görünürlülüğü, batı Avrupa toplumlarmdaki bazı gruplarda endişe ve hoşnutsuzluk yaratmaktadır. Bununla birlikte 11 Eylül terör saldırıları sonrasında, Müslümanların terörist olarak algılanması nedeniyle, Amerika’da da Müslümanlara karşı hoşgörüsüzlük ve ayrımcı politikalar son derece artmıştır.[36] Avrupa’da birçok ülkede, yabancı düşmanlığı, ırkçılık gibi ne­gatif milliyetçilik unsurlarını içinde barındıran aşırı sağ partilerin milliyetçi sloganlarında, ülkelerinde yaşanan birçok olumsuzluktan göçmenleri sorum­lu tuttukları ve özellikle de Müslüman göçmenleri Avrupa’nın günah keçisi yaptıkları görülmektedir.[37]

Küreselleşmenin, dünya ekonomisini birleştirmede gösterdiği başarıyı, farklı toplulukları homojenleştirmede, yani tektipleştirmede de yakaladığını söylemek pek de mümkün değildir (Noi, 2007, s.77). Postmo­dern küresel çağda, yapılan araştırmalar ve seçim so­nuçları göz önüne alındığında, dünyanın birçok ye­rinde milliyetçiliğin ve milliyetçiliğe verilen desteğin yükselen bir eğilim içerisinde olduğu görülmektedir. Bu yeni milliyetçiliğin, ya da milliyetçiliğin aşırı şekli olarak tanımlanan yeni-ırkçılığın, tikelci ve farklılıkçı politikaların bir ürünü olduğu ileri sürülebilir. Çünkü günümüzde farklılıklar daha görünür ve daha arzula­nır bir hal almakta; ancak bu farklılıklar, toplum içeri­sinde “öteki”lerin inşasına ve sonrasında, farklı olan bu “öteki”lerin dışlanmasına ─farklılıkların ötekileştirilme─ sine- neden olmaktadır (Sönmez-Selçuk, 2011, s.322).

Böylece, milliyetçilik 20. yüzyılda etnisitenin ortak soy düşüncesinde yoğunlaşırken, 21. yüzyılla birlikte özel­likle ‘ötekinin vurgulandığı bir kimlik düşüncesine kaymıştır. Doğu – Batı karşılaşmasında ‘öteki’, din ek­seninde konumlanmaya başlamıştır. Batı medeniyeti­ni Hıristiyanlık, Doğu medeniyetini ise İslam, Budizm ve Hinduizm oluşturmaktadır. Ancak, Batı karşısında en geniş grubu Müslümanlar oluşturmaktadır. Böyle­ce, Batı (Hıristiyanlık) ile Doğu’nun (İslam) karşı kar­şıya gelmesi pratiği ile karşılaşılmıştır. Günümüzde, İslam küresel düzeyde bir milliyetçilik anlayışının ara­cı olma yolundadır. ‘Batı karşısında İslam’ düşüncesi, hem Batı devletlerinde hem de Müslüman devletlerde güncel bir düşünce haline gelmektedir. Ancak, İslam bir inanç sistemi, itikat ya da iman olmanın ötesine geçerek cemaat anlayışını öne çıkarmakta, bütünleşti­rici ve mobilize edici bir unsur olarak işlevsellik kaza­nıp sembolik bir sosyal kimlik aracı olarak karşımıza çıkmaktadır (Altuntaş, 2004/05, s.183). İslam ülkele­rinde, Batı karşısında tepkisel olarak doğan milliyet­çilik bağlamında artan terör kullanımı bir İslam kor­kusu yaratmakta; buna karşılık Batı’da da milliyetçilik tepkisel olarak artmaktadır.

“Millet ile milliyetçiliğin çağrısı evrenseldir” diyen Smith’e göre: “İster övülsün, ister yerilsin, millet, aşıl­makta olduğuna dair hiçbir emare göstermemektedir, ve milliyetçilik popüler tahrip gücünden ve önemin­den bir şey kaybedecek gibi görünmüyor.” (Smith, 2004, s.260). Ulusun yerine bir meşruiyet temelinin belirmemesi; vatandaşlığın, siyasal katılmanın ve ver­gilendirmenin mekânının hala ulus-devlet olması; -ABD ve Avrupa da dâhil olmak üzere- dünya ge­nelinde milliyetçiliğin yükselişi ve milliyetçi tutum­ların birçok ülkenin dış politikasına yansımaya baş­laması, bu öngörüyü desteklemektedir. Her ne kadar ulus-devletin, eski işlevlerinin bir kısmını kaybettiği ve eski gücünün aşındığına dair yoğun tartışmalar ve bazı emareler bulunsa da; ulus-devlet günümüzde, uluslararası olarak tanınmış tek siyasal birlik yapısı olmaya devam etmektedir. Daha uzun vadeli bir ta­rihsel bakış açısı ile bakan Hutchinson, ticaret ve ile­tişimin küreselleşmesinin aslında milliyetçilikleri teş­vik ettiğini ve millet oluşumuna katkıda bulunduğu­nu belirterek, “küreselleşmenin etnik kimlik ve millet oluşumunu aşındırmaktansa canlandıracağını” iddia etmektedir (Hutchinson, 2008, s.78). Schnapper’in ifadesi ile “ulus, kolektif kimliğin ve tarihi süreklili­ğin ayrıcalıklı mekânlardan biri olmayı sürdürüyor.” (Schnapper, 1995, s.198). “Modern çağda, doğal top­lulukları parçalayan, ezen ve yapay kurallar dayatan, kapitalizmdir. Kapitalist devletlerin, bunun peşinden yurtseverlikle ilgili duyguları kendi formlarında ve çıkarlarında harekete geçirmede başarılı olmaları, acı bir ironidir.” (Hall, 1993, s.56).

Sonuç Yerine

20. yüzyıl sonunda, küreselleşme ve artan yerel ha­reketler geriliminde ulus devlet ile birlikte milliyetçi­liğin de sonunun geldiği söylemi sıkça tekrarlanarak dile getirilmiştir. Ancak milliyetçilik, kapitalizmin ya­şadığı yeni süreçler, küreselleşme, medya ve iletişim teknolojisindeki gelişmelerle birlikte farklı boyutlar kazanıp varlığını sürdürmektedir. Artık, sınırları belli bir ulus devleti temel alan milliyetçilik -demokrasi, çok kültürlülük, yönetişim gibi- düşünsel gelişme­lerin etkisi altında siyasal boyutta önemli değişimler yaşamaktadır.

Ulus olmanın/oluşturmanın bilinci şeklinde ifade edi­lebilen milliyetçilik, dünya toplumlarının ulus-öncesi toplumsal oluşumlardan, ulus olma aşamasına varma sürecinin hem bir ürünü, hem de ideolojik aracıdır. Toplumlar uluslaştıktan sonra, zaman içinde yeni özellikler kazanmışlar, yapısal değişikliklere uğramış­lardır. Uluslar ve ulusal devletler, hala bireylerin birer toplumsal varlık haline geldikleri (toplumsallaştıkları) ana siyasal/kültürel yapılar olma özelliğini sürdürmek­tedir. Bu bağlamda milliyetçilik de hem ideolojik, hem de duygusal alanda etkinliğini devam ettirmektedir.

Tarih sahnesinde var olmaya başladığı andan itibaren günümüze kadar geçen süreçte, modern devletin te­mel söylemi, hukuksal düzenlemelerle sınıf çatışma­larını en aza indirmeye çalışmak ve bütün yurttaşla­rın siyasal süreçlere katılımın sağlamak olmuştur. Bu söylem doğrultusunda devlet, bütün sınıfları milli­yetçilik ideolojisiyle birleştirme amacını gütmektedir. Evrensel ve eşit yurttaşlık hakları ise, devletin sürek­liliğini sağlamakta olan kapitalist ilişkilerin milliyetçi ideoloji ile meşrulaştırılmasını kolaylaştırmaktadır.

Toplumsal güçlerin, devletin güç kullanma tekeli­ni ayrımsız uyguladığına ve laik yasalar aracılığıyla kamu yararının ve ulusal çıkarların korunduğuna duydukları inanç, devlet ile toplum arasındaki ilişki­lerin yine milliyetçilikle meşrulaştırılarak sürdürül­mesini sağlamaktadır. Herkese eşit olarak uygulanan kuralların varlığı, ulusal birlik, toprak bütünlüğü ve devletin yönetsel gücüne aidiyetiyle belirlenen (dilsel, dinsel ve eğitsel birliğin gelişimi ve ortak tarih bilinci­nin yaratılması ile güçlenen) ulusal kimlik düşünce­sini geliştirmiştir. Böylece, tarihsel gelişim sürecinde ve günümüzde, milliyetçi ideoloji ile belirlenen ulusal kimlik ve ulusal egemenlik, devletin yaptırım gücü altında kapitalist ilişkilerin yeniden üretilmesini sağ­layan ve eşit yasalarla toplumda devletin meşruluğu anlayışını yerleştiren modern devletin en önemli iki temel unsurunu oluşturmaktadır. Kapitalist üretim ilişkileri ve sınıf çatışmaları var olduğu sürece de, bu gerçeklik değişime uğrayacak gibi görünmemektedir; yani ister övülsün ister yerilsin, milliyetçilik önemin­den bir şey kaybetmeyecek ve kapitalist ilişkilerin yeniden üretilmesinde meşrulaştırıcı işlevini yerine getirmeye devam edecektir.

Millet, aşılmakta olduğuna dair hiçbir emare gös­termemektedir. Aşağılanmış halklar için bir gurur kaynağı, eşitlikçi bir motif ve demokrasi ile uygarlığa katılmanın ya da kavuşmanın kabul edilmiş tarzı olan milliyetçilik, popüler tahrip gücünden ve öneminden bir şey kaybedecek gibi görünmemektedir.

Kaynakça

Altuntaş, N. (2004/05). “Yıldızı Sönmeyen Bir İdeolo­ji: Milliyetçilik”. Doğu-Batı 30: 173-190.
Anderson, B. (2009). Hayali Cemaatler – Milliyetçili­ğin Kökenleri ve Yayılması. İstanbul: MetisYayınları.
Appaduari, A. (1990). “Disjuncture and Difference in the Global Cultural Economy” Global Culture. (Ed.) Mike Featherstone. London: Sage Publicati­ons, 295-310.
Balibar, E. (2000). “Irkçılık ve Milliyetçilik” Irk Ulus Sınıf – Belirsiz Kimlikler. E. Balibar – I. Wallerstein. içinde. İstanbul: Metis Yayınları, 50-87.
Balibar, E. ve Wallerstein, I. (2000). Irk Ulus Sınıf – Belirsiz Kimlikler. İstanbul: Metis Yayınları.
Belek, İ. (1999). “Postkapitalist” Paradigmalar. İstan­bul: Sorun Yayınları.
Belek, İ. (2004). Esnek Üretim Derin Sömürü. İstanbul: NK Yayınları.
Berger, P. L. (2003). “Küreselleşmenin Kültürel Dina­mikleri”. Bir Küre Bin Bir Küreselleşme. (Der.) Peter L. Berger ve Samuel P. Huntington. içinde. İstan­bul: Kitap Yayınevi, 9-26.
Boztemur, R. (2006). “Tarihsel Açıdan Millet ve Mil­liyetçilik: Ulus-Devletin Kapitalist Üretim Tarzıyla Birlikte Gelişimi”, Doğu-Batı 38: 161-179.
Dieckhoff, A. ve Jaffrelot, C. (2010). “Giriş” Milliyet­çiliği Yeniden Düşünmek – Kuramlar ve Uygulama­lar. (Haz.) Alain Dieckhoff ve Christophe Jaffrelot. içinde. İstanbul: İletişim Yayınları, 9-19.
Dieckhoff, A. ve Jaffrelot, C. (2010b). “Küreselleşen ve Bölgeselleşen Dünyada milliyetçiliğin Direnişi”. Milliyetçiliği Yeniden Düşünmek – Kuramlar ve Uy­gulamalar. (Haz.) Alain Dieckhoff ve Christophe Jaffrelot. içinde. İstanbul: İletişim Yayınları, 335-356.
Donnan, H. ve Wilson, T. M. (2002). Sınırlar – Kimlik, Ulus ve Devletin Uçları. Ankara: Ütopya Yayınları.
Erdoğan, İ. (1995). Dünyanın Çarpık Düzeni – Ulus­lararası İletişim. İstanbul: Kaynak Yayınları.
EU-MIDIS (2009). “European Union Minorities and Discrimination Survey”. European Union Agency for Fundamental Rights.
EurActiv. (23.12.2009). “Fransa’da ‘ulusal kimlik’ tartış­ması başlatan Sarkozye aydınlardan ırkçılık tepkisi”.
EurActiv (02.09.2009). “Avrupa’nın orta yerinde dil ya­sağı Slovakya- Macaristan arasında krize neden oldu”.
Eurobarometer (2000). “Attitudes Towards Minority Groups in the European Union”. European Monito­ring Centre on Racism and Xenophobia.
Frank, A. G. (2003). Dünya Sistemi. Ankara: İmge Ki- tabevi Yayınları.
Geertz, C. (1994). “Primordial and Civic Ties”. Nati­onalism. (Ed.) A. Smith – J. Hutchinson, Oxford: Oxford University Press, 29-34.
Gellner, E. (2007). Milliyetçiliğe Bakmak. İstanbul: İle­tişim Yayınları.
Gönlübol, M. (2000). Uluslararası Politika (İlkeler, Kavramlar, Kurumlar). Ankara: Siyasal Kitabevi.
Gülalp, H. (2007). “Giriş: Milliyete Karşı Vatandaşlık”. Vatandaşlık ve Etnik Çatışma – Ulus Devletin Sor­gulanması. (Haz.) Haldun Gülalp. içinde. İstanbul: Metis Yayınları, 11-34.
Hall, J. A. (2008). “Milletleri Türdeşleştirmenin Ko­şulları”. 21. Yüzyılda Milliyetçilik. (Der.) Umut Öz- kırımlı. içinde. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 15-34.
Hall, S. (1993). “Melez Şahsiyetlerimiz”. Birikim. 1993 / 45-46. İstanbul: Birikim Yayınları, 54-57.
Hall, S. (1998). “Yerel ve Küresel: Küreselleşme ve Etniklik”, Kültür, Küreselleşme ve Dünya Sistemi. (Der.) A. King. içinde. Ankara: Bilim ve Sanat Ya­yınları, 39-63.
Harvey, D. (2003). Postmodernliğin Durumu. İstan­bul: Metis Yayınları.
Hassner, P. (2010). “Uluslararası İlişkilerde Milliyet­çilik ve Şiddet”. Milliyetçiliği Yeniden Düşünmek – Kuramlar ve Uygulamalar. (Haz.) Alain Dieckhoff ve Christophe Jaffrelot. içinde. İstanbul: İletişim Yayınları, 261-288.
Hirst, P ve Thompson, G. (2003). Küreselleşme Sorgu­lanıyor. Ankara: Dost Yayınevi.
Hobsbawm, E. (2006). Milletler ve Milliyetçilik. İstan­bul: Ayrıntı Yayınları.
Horkheimer, M. (2005). Akıl Tutulması. İstanbul: Me­tis Yayınları.
Hutchinson, J. (2008). “Milliyetçilik, Globalizm ve Medeniyetler Çatışması”. 21. Yüzyılda Milliyetçilik. (Der.) Umut Özkırımlı. içinde. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 77-100.
Jameson, F. (1990). “Postmodernizm ya da Geç Ka­pitalizmin Kültürel Mantığı”. Postmodernizm – Ja­meson, Lyotard, Habermas. (Haz.) Necmi Zekâ. içinde. İstanbul: Kıyı Yayınları, 59-116.
Kalaycı, H. (2006/07). “Batılı Demokrasilerde Ayrı­lıkçı Milliyetçilik: Quebec Milliyetçiliği”, Doğu-Batı 39: 9-30.
Karakaş, M. (2006). “Türkçülük ve Türk Milliyetçili­ği”, Doğu-Batı 38: 57-76.
Kazgan, G. (2005). Küreselleşme ve Ulus-Devlet – Yeni Ekonomik Düzen. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversi­tesi Yayınları.
Kedourie, E. (1994). Nationalism. Oxford: Blackwell Publishers.
Keyman, F. (2000). Küreselleşme, Devlet, Kimlik/Fark- lılık: Uluslararası İlişkiler Kuramını Yeniden Düşün­mek. İstanbul: Alfa Yayınları.
Keyman, F. (2002). “Kapitalizm-Oryantalizm Eksenin­de Küreselleşmeyi Anlamak: 11 Eylül, Modernite, Kalkınma ve Öteki Sorunsalı”. Doğu-Batı 18: 27-53.
Koray, M. (2004). “Küreselleşme Süreci ve Ulus-Dev- let, Ekonomi, Siyaset Tartışmaları”. http://www. stratejik.yildiz.edu.tr/makale1.htm. (Erişim Tarihi: 11/11/2004).
Kurubaş, E. (2008). “Etnik Sorunlar: Ulus-Devlet ve Et­nik Gruplar Arasındaki İlişki” Doğu-Batı 44: 11-41.
Latouche, S. (1993). Dünyanın Batılılaşması. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Lenin, V. İ. (2006). “Sosyalist Devrim ve Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”. Marksizm ve Ulusal Sorun. V.İ. Lenin – J.V Stalin. içinde. İstanbul: Ev­rensel Basım Yayın, 127-143.
Nairn, T. (1981). The Break-up of Britain. London: Verso.
Nairn, T. (1997). Faces of Nationalism: Janus Revisited. London: Verso.
Noi, A. Ü. (2007). Avrupa’da Yükselen Milliyetçilik. İs­tanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık.
Oran, B. (1992). “Milliyetçilik Nedir, Ne Değildir, Na­sıl İncelenir?” Birikim 45/46.
Özbudun, E. ve Keyman, F. (2003). “Türkiye’de Kül­türel Küreselleşme”. Bir Küre Bin Bir Küreselleşme – Çağdaş Dünyada Kültürel Çeşitlilik. (Der.) P. Berger ve S. P. Huntington. içinde. İstanbul: Kitap Yayıne­vi, 303-326.
Özer, A. (2007). “11 Eylül, Bölünen Dünya, Hunting­ton ve Çatışma” Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi 4 (2): 1-23.
Özkırımlı, U. (2008). Milliyetçilik Kuramları: Eleştirel Bir Bakış. Ankara: Doğu Batı Yayınları.
Özyurt, C. (2005). Küreselleşme Sürecinde Kimlik ve Farklılaşma. İstanbul: Açılım Kitap.
Paz, O. (2000). “Şiir ve Modernite”. Modernite Versus Postmodernite. (Der.) Mehmet Küçük. içinde. An­kara: Vadi Yayınları, 184-203.
Radikal. (27.10.2009). “Fransa 2.5 ay milli kimliğini tartışacak”.
Radikal. (05.01.2010). “Müslüman yolcuya ayrımcılık”.
Radikal. (05.03.2010). “Slovakyada milliyetçi reform”
Sabbagh, D. (2010). “Milliyetçilik ve Çokkültürlülük” Milliyetçiliği Yeniden Düşünmek – Kuramlar ve Uy­gulamalar. (Haz.) Alain Dieckhoff ve Christophe Jaffrelot. içinde. İstanbul: İletişim Yayınları, 131-147.
Sarıbay, A. Y. (1992). Siyasal Sosyoloji. Ankara: Gün- doğan Yayınları.
Schnapper, D. (1995). Yurttaşlar Cemaati: Modern Ulus Fikrine Dair. İstanbul: Kesit Yayıncılık.
Smith, A. D. (2002). Küreselleşme Çağında Milliyetçi­lik. İstanbul: Everest Yayınları.
Smith, A. D. (2004). Milli Kimlik. İstanbul: İletişim Yayınları.
Somel, C. (2002). “Az Gelişmişlik Perspektifinden Kü­reselleşme”. Doğu-Batı 18: 199-208
Sönmez-Selçuk, S. (2011). Küresel Dönüşümün Kim­lik Boyutu: “Öteki”nin İnşası. (Yayınlanmamış Doktora Tezi). Dokuz Eylül Üniversitesi.
Şaylan, G. (1995). Değişim Küreselleşme ve Devletin Yeni İşlevi. Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.
Şaylan, G. (2002). Postmodernizm. Ankara: İmge Ki­tabevi Yayınları.
Tözüm, H. (2002). “Küreselleşme: Gerçek Mi, Seçe­nek Mi?” Doğu-Batı 18: 147-167.
Uzun, T. (2003). “Ulus, Milliyetçilik ve Kimlik Üzeri­ne Bir Değerlendirme” Doğu-Batı 23: 131-154.
Wallerstein, I. (2002). Tarihsel Kapitalizm. İstanbul: Metis Yayınları.
Wallerstein, I. (2004). Modern Dünya-Sistemi (Cilt I). İstanbul: Bakış Yayınları.
Yıldırım, E. (2006). “Küreselleşen Dünyada Milliyet­çilik” Doğu-Batı 38: 181-199.
——————————————————————————————–
Kaynak:

Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt/Vol.: 12 – Sayı/No: 3 (117-136)


[1] Milliyetçilik bir kavram olarak ilk kez 1774 yılında Johann Gott­fried Herder tarafından kullanılmıştır. 17. yüzyılda İngiltere’de, 18. yüzyılda ABD ve Fransa’da, 19. yüzyılda Almanya’da halkın siyasal katılımının giderek yaygınlaşması milliyetçiliğin ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur.
Milliyetçiliğin ilk ne zaman ve nerede ortaya çıktığı araştırma­cıdan araştırmacıya değişmektedir. Milliyetçilik, Greenfeld ve Hastingse göre İngiltere’de, Altere göre Fransa’da, Breuilly ve Kedourie’ye göreyse Almanya’da doğmuştur. Tüm bu araştırma­ları birleştiren nokta, milliyetçiliğin ilk olarak Avrupa’da ortaya çıktığı görüşüdür. Anderson ise milliyetçiliğin doğum yeri ola­rak Latin Amerika’daki bağımsızlık hareketlerini göstermekte­dir (Özkırımlı, 2008, s.193).
[2] Milliyetçilik üzerine çalışanların, milliyetçilikleri çeşitli sınıflan­dırmalara tabi tuttukları görülmektedir. Örneğin; Louis Snyder, milliyetçilikleri dönemlere ayırmıştır. Bu dönemler, 1815-1871 ‘birleştirici milliyetçilik, 1817-1900 ‘dağıtıcı’ milliyetçilik, 1900­1945 ‘saldırgan milliyetçilik ve 1945-? ‘modern milliyetçilik olarak adlandırmıştır. Carlton Hayes, milliyetçilikleri ‘hüma­nist’, ‘geleneksel’, ‘jakoben, ‘liberal’, ‘birleştirici’ ve ‘iktisadi’ milli­yetçilik olarak adlandırmaktadır. Hans Kohn’un geliştirdiği ikili tipoloji ise, ‘Batılı-isteğe bağlı milliyetçilik ve ‘Doğulu-organik milliyetçiliktir. Kohn’un ayrımından yararlanan Smith ise “toprağa bağlı (teritoryal) milliyetçilikler” ve “etnik milliyetçilikler”den söz etmektedir. Milliyetçiliğin ortaya çıktığı toplumsal yapı göz önüne alındığında ise, ‘azgelişmiş ülke milliyetçiliği’, ‘Batı tipi’ veya ‘modern milliyetçilik’ olarak adlandırılmaktadır (Uzun, 2003, s.140; Özkırımlı, 2008, s.60, 61).
[3] Batı’da ilk ortaya çıktığı dönemde etnik, dini, kültürel vb. özel­liklerden çok, vatandaşlığa dayanan ve ulus-devletle vatandaşı arasındaki bağı ifade eden klasik liberal milliyetçilik, 20. yüzyılda temelde ortak soy düşüncesine dayanan etnik unsurları öne çıka­rarak etnik milliyetçilik şeklini almıştır. Günümüzde ise, özellikle İslam ülkelerinde dinin etkin olduğu bir milliyetçilikle karşılaşıl­maktadır. Diğer ideolojilerle olan ilişkileri dikkate alınacak olur­sa, erken dönem Batı milliyetçiliklerinin, Fransız Devrimi’nin etkisiyle liberal özlemler içinde ve ilerici bir hareket olduğu söylenebilir. Buna karşılık, 20. yüzyılın ilk yarısında milliyetçilik, çoğunlukla otoriter, anti-demokratik ve faşist eğilimler taşıyan tutucu ideolojilere eklemlenerek şekillenmiştir. Almanya’da Nas­yonal Sosyalizm, İtalya’da Faşizm ve İspanya’da Frankoculuk bu durumun somut örnekleridir. Meşrulaştırdığı ulusal niteliklere ve eklemlendiği düşüncelere göre de sağcı ya da solcu, ilerici ya da gerici, ılımlı ya da aşırı milliyetçiliklerden söz edilebilir.
 
[4] Milliyetçilik kuramları içerisinde üç farklı yaklaşımdan söz edi­lebilir; modernist yaklaşım, ilkçi yaklaşım ve etno-sembolcü yaklaşım. Modernist yaklaşımı benimseyen çalışmaların or­tak noktası, milletler ve milliyetçiliğin modern çağa, yani son birkaç yüzyıla, ait yapılar olduğu görüşüdür. Modernistlere göre, modernleşme sürecinin yol açtığı çatışmalar ile milliyetçi duyguların uyanışı arasında bir ilişki bulunmaktadır. Esasen, “modern milletin ve onunla bağlantılı her şeyin temel karak­teristiği, modernliğidir” (Hobsbawm, 2006, s.29). Modernist yaklaşım öncüleri arasında Karl Deutsch, Tom Nairn, Eric Hobsbawm, Ernest Gellner ve Benedict Anderson sayılabilir. İlkçi yaklaşıma (primordialism) dayalı milliyetçilik kuramları ise, etnik kimliklerin ve onu oluşturan din, dil, kan bağı gibi nesnel öğelerin ‘verili’ (given) olduğu ve nesilden nesile fazla değişikliğe uğramadan aktarıldığı düşüncesini ileri sürmekte­dir. Primordial bağlılıkların tanımı Clifford Geertz tarafından yapılmıştır. Geertz’e göre primordial bağlılıklar; temelde birinci dereceden yakınlık ve akraba bağlantıları, ancak bunların öte­sinde belirli bir dinsel topluluk içinde doğmuş olmak, belirli bir dili ve hatta bir dilin diyalektini konuşmak ve belirli sosyal uygulamaları takip etmekten kaynaklanan sosyal varoluşun “verilerinden -veya daha doğrusu kültür bu tür konularda ka­çınılmaz olarak işin içine girdiği için doğruluğu kabul edilmiş “verilerden- kaynaklanan bağlılıklar şeklinde tanımlanmıştır (Geertz, 1994, s.30). İlkçi yaklaşım içerisinde yer alan doğalcı bakış açsısı milletler ve etnik gruplar arasında bir ayrım yap­mayarak, milliyetçiliği her dönemde insanlığın temel niteliği kabul etmektedir (Smith, 2002, s.29; Özkırımlı, 2008, s.85). İlkçi yaklaşım içerisinde ‘eskilcilik – kadimcilik’ (perennialism) olarak adlandırılan bir diğer bakış açısına göre ise milliyetçi­liğin olmadığı bir çağ yoktur ve milliyetçiliğin ilk örnekleri antik çağlara, Eski Mısır’a ve Sümerler’e kadar geri götürüle- bilir (Smith, 2002, s. 339). Milliyetçilik çözümlemelerinde et­nik geçmişe ağırlık veren kuramcılardan oluşan etno-sembolcü (ethno-symbolist) yaklaşım ise, modernizmin hegemonyasına bir tepki olarak doğmuş ve temel savlarını modernizm eleştiri­sinden yola çıkarak geliştirmiştir. İlkçiliği reddeden, modernist açıklamaları ise yetersiz bulan John Armstrong, Anthony D. Smith ve John Hutchinson gibi düşünürler, bu iki yaklaşımdan hareketle bir senteze ulaşmaya çalışmaktadır (Özkırımlı, 2008, s.209). Milliyetçilik çözümlemeleri büyük ölçüde benzerlik gösteren etno-sembolcü düşünürlere göre, milletlerin gelişim süreci, etnik geçmişleri de göz önünde bulundurularak, geniş bir zaman dilimi içinde ele alınmalıdır. Çünkü bugünün millet­leri modern öncesi dönemin etnik topluluklarının devamıdır ve etnik kültürlerin gölgesi altında şekillenmektedir.
[5] Aydınlanma filozoflarına göre akıl insan olmanın, akılcılık da bireysel ve toplumsal ilerlemenin başlıca gereğidir. Aydınlan­manın etkili düşünürleri arasında olan Jean Jacques Rousseau “Emile” adlı eserinde Tanrının algılanmasını dahi “Tanrının insanlara aklın kavrayamayacağı doğruları gösterme inancı yok­tur.” diyerek açıklamaktadır. Aydınlanma filozofları, akılcılıktan hareketle bireylerin eşit ve özgür olmaları, mutlak yönetimlere ve tanrısal egemenliğin sahibi monarklara karşı çıkma hakkı, halkı özgürlüğün dayanağı olarak görme gibi çeşitli demokratik düşünceleri ileri sürmüşlerdir (Afşar, 2002, s.270-296).
[6] Bu yeni fikirler, Protestan Reformu ile yakından bağlantı için­ de gelişmiştir. Bunun yanı sıra, bireylerin kutsal metinleri kendi başına okuması ve üzerinde düşünmesi de, bireyin hem skolâstik, hem de seküler ilişkiler alanındaki hiyerarşiden ba­ğımsızlaşma fikrini teşvik etmiştir. Kilise geleneğinden Protes­tan kopuş, kralların tanrısal hakları gibi diğer konulara karşı da bir şüphecilik doğurmuştur. Reformasyonun tetiklediği savaşlar ulusal kimliklere dönüşen kültürel farklılıkların, siyasal güçle kümelenmesine yol açmıştır
[7] Kedourie’ye göre milliyetçilik 19. yüzyılın başlarında, Avrupada üretilmiş bir doktrindir (Kedourie, 1994, s.1). “Halk yığınları­nın ortak bir siyasal forum içinde birleşmeleri süreci” (Gönlü- bol, 2000, s.321) olan milliyetçilik, ilk belirtilerini Fransız Dev­rimi ile vermiş, tüm Avrupa devletlerine yayılmış ve 19. yüzyıl Avrupasının en belirgin özelliklerinden biri olmuştur.
 
 [8]Milliyetçiliğe sempati ile yaklaşanlar arasında çoğunluğu tarih­ çiler oluşturmaktadır. Milliyetçi tarihçiler, geçmişi tarayarak belirli bir milletin varlığını kanıtlayacak bulguları ortaya çıkar­maya çalışmışlar, gelenek ve görenek gibi milli kültürün temel öğelerini keşfetmişlerdir. Tarihçilerin dışında milliyetçiliği des­tekleyen düşünürler de bulunmaktadır. Örneğin, John Stuart Mill cumhuriyetçi vatandaşlık kavramı ile milliyet düşüncesini birleştirmekte ve özgür siyasal rejimler kurmanın yolunun tür­deş bir ‘milli kimlik’ oluşturmaktan geçtiğini ifade etmektedir (Özkırımlı, 2008, s.43, 44).
 
[9] Milliyetçiliğe karşı çıkan ve onu tarihsel gelişim sürecinde geçici bir evre olarak gören ‘eleştirel yaklaşım’ daha çok Marksist dü­şünürler tarafından benimsenmiştir. Kendi içinde bütünsel bir Marksist milliyetçilik kuramı olmamakla birlikte, farklı düşü­nürler farklı argümanlar geliştirmişlerdir. Örneğin, kimi düşü­nürler milliyetçiliği proletaryayı uluslararası devrim amacında saptıran bir tür ‘yanlış bilinç’ olarak tanımlarken; Lenin ise ezen ve ezilen ülke milliyetçiliği ayrımını gündeme getirerek, emper­yalizmin baskısı altında ezilen halkların kendi kaderini tayin hakkı olduğunu iddia etmiştir (Lenin, 2006, s.127).
 
[10]Sabbagh, klasik “sivil – siyasal” milliyetçilik ve “etnik – kültürel” milliyetçilik ayrımının aslında yanıltıcı olduğunu belirtmektedir. Çünkü her iki türde de, devlet ulusal bir kültürü ve ortak bir dili yaygınlaştırmakta aktif bir rol oynamaktadır. “Sivil milletler” ile “etnik milletleri” ayıran şey, “dile, kültüre ve milli kimliğe yönelik kayıtsızlıktan ziyade, milli kültürün içeriği; kapsamı ve kapsayıcı niteliği; kendi bünyesine entegre etme biçimidir. Başka bir deyişle topluluğa kabul koşullarıdır.” (Sabbagh, 2010, s.139).
[11]“Sivil milliyetçilik paradigmasının ideal tipine daha yakın du­ran ülke örneği, devrim sonrası Fransa’sıdır. Aydınlanmanın özgürleşmeci felsefesinden ilham alan Fransız cumhuriyetçi geleneği, siyasal topluluğa aidiyeti tanımlarken ırk, etnisite, din veya milli köken gibi unsurlara dayanmamaktadır. Tam aksine, “bu türden farklılıkları kasten görmezden gelen ve katı biçimde sınırlandırılmış bir kamusal alan içinde, her tür yerelciliği aşma aracı olarak, atomistik bir vatandaş yorumu ön plana çıkarılır.” (Sabbagh, 2010, s.135).
[12]“Almanların ve İtalyanların gözünde, kendi milli dilleri yalnızca, (…) Fransa’da olduğu gibi bir idari kolaylık ya da devlet çapındaki iletişimi birleştiren bir araç değildi; hatta, jakobenlerin gözünde olduğu gibi, eşitliğin sürekliliğini sağlayıp ancien regimein hiye­rarşisinin canlanmasını önleyerek, özgürlük, bilim ve ilerleme doğrularını herkesin önüne seren devrimci bir araç da değildi. Onların milli dilleri, seçkin bir edebiyat ve evrensel düzeyde bir entelektüel anlatım vasıtası olmaktan da öte, onları Alman ya da İtalyan yapan biricik şeydi. Sonuçta, diyelim İngilizcenin o dilde okuyup yazanlar için taşıdığı anlama kıyasla çok daha koyu bir milli kimlik anlamı taşıyordu.” (Hobsbawm, 2006, s.127).
[13] Sadece yaşama şansı olan milletlerin kendi kaderini çizme hak­kına sahip olmaları esasına dayanan “eşik ilkesfne göre, millet olma iddiasındaki her topluluğa bu hak tanınmamalıdır. Eşik ilkesini belirleyen, ulusun varlığına dair kanıtlardan ziyade siyasal güçtür. Siyasal güç ölçütü olarak da, nüfusun büyük­lüğü ve kaynakların yer aldığı geniş bir toprak parçası iki te­mel kriter olarak ön plana çıkmaktadır. Mesela on dokuzuncu yüzyılda nüfus ve toprak açısından çok küçük bulunduğu için Belçika ve Portekiz’in bağımsız bir devlet olma iddiaları çok yersiz bulunmuştur (Hobsbawm, 2006, s.45-49).
 
[14] Hobsbawma göre; “1914’ten önceki elli yılda ön plana çıkan milliyetçiliğin niteliği ne olursa olsun, bütün türlerinde şöyle ortak bir yan var gibiydi: Yeni proleter sosyalist hareketlerin reddedilmesi. Bunun nedeni yalnızca sosyalist hareketlerin proleter olmaları değil, aynı zamanda bilinçli ve militan bi­çimde enternasyonalist olmaları, en azından milliyetçi olma­malarıydı. Bu yüzden, milliyetçilik ile sosyalizmin çağrılarını karşılıklı olarak birbirlerini dışlayan çağrılar olarak görmek­ten ve birinin ilerlemesini diğerinin gerilemesiyle eşdeğer say­maktan daha mantıklı bir düşünce yok gibidir” (Hobsbawm, 2006, s.148)
[15] Yahudi düşmanlığı (antisemitizm), yaklaşık 1880’lere kadar “ırkçı” (dinsel-kültürel olandan ayrı) bir karakter kazanma­mıştır.
Irkçılık ile milliyetçilik arasındaki bağlar açıkça görülmektedir. “Ariler” ve “Samiler” örneğindeki gibi “ırk” ile dil kolayca karıştırılmaktadır. Bunun yanı sıra, ırkçılığın ırk arılığının önemini ve melezleşmenin korkunçluğunu vurgulaması ile dilsel milliyetçilik biçimlerinin pek çoğunun milli dilin yabancı öğelerden arındırılması gerektiğinde ısrar etmeleri arasında apaçık bir paralellik vardır.
[16] Toplumsal düzeyde, milliyetler olarak cemaatler icat etmenin yepyeni biçimlerinin geliştirilmesine giderek daha geniş bir zemin sunan üç gelişmeden söz edilebilir; 1) modernitenin saldırısına uğrayan geleneksel grupların direnişi, 2) gelişmiş ülkelerin şehirleşen toplumlarında hızla büyüyen yepyeni ve geleneksel olmayan sınıf ve katmanların ortaya çıkışı, 3) yer¬yüzünün her tarafındaki çeşitli halkların göçleri sonucu olu¬şan diasporalar (Hobsbawm, 2006, s.134).
[17] 1914’ten önce karakteristik milli hareketler Habsburg ve Os­manlı İmparatorlukları gibi çok milletli ya da milletlerüstü diye değerlendirilen devletleri veya politik kümelenmeleri he­def alırken, 1919dan sonra Avrupa’da genellikle ulus devletleri hedef almıştır. Dolayısıyla milliyetçilik, hemen hemen tanımı gereği, birleştirici olmaktan ziyade ayrılıkçı nitelik taşımakta­dır.
[18] Milliyetçilik, milletin birliği ve bölünmezliği fikrini teşvik et¬miş, kültürel ve siyasal türdeşlik adına bütün farklılıkların, çoğunlukla da zor kullanılarak, ortadan kaldırılmasını haklı göstermiştir. Bunun sonucunda devlet, millet olmanın aracı haline gelmiş, heterojen bir nüfusun çeşitli etnik kültürleri¬nin zorunlu olarak yerini alacak türdeş bir siyasal kültürü ya¬ratmak adına toplumsal ve siyasal bütünleştirme politikaları uygulamaya koyulmuştur. Burada milliyetçilik kavramı, etnik kökenlerine rücu etmekte ve kültürel farklılıkları, tasarlanan millet ile aşacak bir tekbiçimlilik oluşturmaya çalışmaktadır (Smith, 2004, s.125).
[19]  “Marx, Friedrich Hist’in “Das Nationale System der Politisc­hen Ekonomie” adlı eseri üzeri yazdığı bir makalede şunları söylemiştir: İşçinin milliyeti Fransız, İngiliz ya da Alman değil, emek, bedava kölelik, kendi kendini satmaktır. Onu yöneten hükümet Fransız, İngiliz, ya da Alman hükümetleri değil, ser­mayedir. Doğduğu yerin havası Fransız, İngiliz ya da Alman havası değil, fabrika havasıdır. Ona ait olan toprak Fransa, İngiliz ya da Alman toprağı değil, yerin bir kaç karış altıdır” (Aktaran; Özkırımlı, 2008, s.51).
[20] Liberal demokratik devletlerin de ayrılıkçı hareketlerle karşı karşıya olduğunu göstermesi bakımından Quebec milliyetçili­ği son derece önemlidir. Zengin doğal kaynakları ve kusursuz demokrasisi ile sakin ve çatışmasız bir göçmen ülkesi görünü­mündeki Kanada’nın dünyadaki olumu imajı ve Quebeclilerin dünyanın diğer bölgelerindeki bazı ulusal azınlıklar gibi ciddi bir asimilasyon tehdidi ile karşı karşıya olmaması, Quebec sorununun uluslararası alanda meşruiyet kazanamamasına neden olmuştur. Dünyanın en gelişmiş demokrasilerinden biri olarak kabul edilen Kanada, çokkültürcülüğü resmi bir politika olarak benimsemesine ve Fransızca konuşan Quebec eyaletine birçok ayrıcalık – özerklik tanıyan asimetrik bir fe­deralizm uygulamasına rağmen; Quebec halkını bünyesinde barındırmakta ve özellikle referandumlarla baş gösteren mil­liyetçilik krizini bastırmakta zorluk çekmektedir. Quebec mil­liyetçiliği ile ilgili daha ayrıntılı bir okuma için bkz. (Kalaycı, 2006/07, s.9-30).
[21] Kapitalizmin ileri aşamasını ya da endüstriyel toplumun gelişmiş aşamasını nitelemek için birçok yazar farklı kavramlaştırmalara gitmektedir: Bell ve Piore “post-endüstriyel toplum”, Urry, Lash ve Offe “örgütsüz kapitalizm”, Touraine “programlanmış toplum”, Castells “ağ toplumu” kavramını kullanırken; daha genel olarak “enformasyon toplumu”, “bilgi toplumu” ve “postmodern toplum” gibi kavramlar da farklı düşünürler tarafından kullanılabilmektedir.
[22] Bunalımın nedeni olarak refah devleti uygulamaları veri alındığında yeniden yapılanma, refah devleti ve kumanda ekonomisi alanının pazar ekonomisi lehine daraltılmasını gündeme getirmektedir. Bu doğrultuda, özelleştirme ve deregülasyon (engelleyici kural ve normları ortadan kaldırma) uygulamalarının yanı sıra, ulusal devletin egemenlik alanının daraltılmasıyla karakterize olan küreselleşmenin de, yeniden yapılanma sürecinin bileşenlerinden biri olduğu söylenebilir. Sözü edilen bu bunalımın sosyo-politik yaşamdaki etkisi, “refah devletinin çöküşü” olmuştur. “Küçülen devlet” ve benzer terimlerle ifade edilen bu olgu, devletin rolü ve işlevleri alanında kapsamlı bir değişimi ortaya çıkarmıştır. Refah devletinin marjinalleşmesi ya da devletin işlev değiştirmesi, aynı zamanda toplumsal sınıflar arası güç dengesinin değişmesi anlamına gelmektedir. [1929 ekonomik krizi ve II. Dünya Savaşı sonrası kapitalizmin yeniden yapılanması, sermaye ile örgütlü emek arasındaki uzlaşmaya dayanan bir sosyo-politik yeniden yapılanma olan refah devletinin doğuşu, bunalımı ve çöküşü konusunda daha ayrıntılı bilgi için bkz. (Şaylan,1995, s.45-97; Şaylan, 2002, s.137-156; Kazgan, 2005, s.1-27)].
[23] Teknolojik değişim işgücünün üretimde sermayeyle büyük ölçüde ikamesi olanağını getirmiş; sınai üretim maliyetinde işgücünün payı yarıdan fazla azalarak birçok alanda %15’in dahi altına düşmüştür. Bu süreç vasıfsız-yarı vasıflı işgücünü ikame ederken, aynı zamanda az sayıda ama yüksek vasıflı iş­gücü ihtiyacını arttırmıştır. Bu süreç, dünyanın her yanında köklü değişimlere yol açmaktadır; merkezde vasıfsız kesimde artan işsizlik oranları, özellikle kadın emeğinin istihdamının son derece daralması, vasıfsız emek ücreti ve sosyal hakları üzerindeki baskının giderek artması, yarı-zamanlı ya da geçi­ci işçi çalıştırma, taşeronlaşma, emek pazarının esnekleşmesi, vb. bu sürecin ortaya çıkardığı toplumsal-ekonomik sorunlar­dan sadece bir kaçıdır. Yani yeni teknolojik gelişmeler ile hem emek-sermaye gelirinde, hem de değişik emek kategorileri arsında güçsüzler aleyhine değişim yaşanmaktadır (Kazgan, 2005, s.215-236).
[24]  İletişim alanında yaşanan teknolojik devrim, uluslararası ileti­şim düzeni, bu süreçteki pazar ilişkileri ve medya emperyaliz­mi gibi konular hakkında bkz. (Erdoğan, 1995).
[25] Jameson’a göre kapitalizmin bu yeni aşaması, yeni bir insan psi­kolojisinin oluşumuna yol açmış; ortalama insanın algılama, öğrenme ve bilme süreçleri büyük oranda, etkinliği olağanüstü bir biçimde artan görsel medya tarafından belirlenmeye başla­mıştır. Bu medya, hızla ulus ötesi hale gelen sermaye tarafın­dan denetlenmekte ve bununla birlikte, zaman ve uzam değiş­kenlerini aşan yeni bir ideolojik yorum dünya çapında egemen hale gelmektedir. Postmodernizm, tüm bu oluşumların kül­türel çerçevesi olarak gündeme gelmiştir (Şaylan, 2002, s.39).
[26]  Kapitalizmi her şeyden önce tarihsel bir toplumsal sistem olarak gören ve dünyanın, 16. yüzyıldan beri uluslararası iş­bölümü ile karakterize edilen bir dünya sistemini yaşadığını savunan çalışmalar için bkz. (Wallerstein, 2002; Frank, 2003; Wallerstein, 2004).
[27] Aslında, küreselleşme, dünyamıza yeni giren bir olgu değildir; beş-altı yüzyıllık birikimsel bir sürecin ürünüdür. “Bu sürecin başlangıcı olarak; düşünsel boyutta, on beşinci yüzyılın başla­rında Batının Ortaçağdan çıkışıyla birlikte birey ve insanlık düşüncesinin gelişmesi; coğrafi boyutta, on beşinci yüzyılın sonlarında Yeni Dünyanın keşfi; maddi boyutta ise, on altıncı yüzyılda kapitalist dünya ekonomisinin kurulması alınabilir” (Özyurt, 2005, s.29, 30). 1800’lerin ortalarından 1920’lerin sonlarına kadar benzer bir küreselleşme süreci yaşanmıştır. Hatta, bugünün küreselleşmesinde sermayeye tanınan ancak emeğe tanınmayan serbesti bu ilk küreselleşme devresinde şa­şırtıcı bir biçimde mevcuttur. Bu dönemdeki göç hareketleri çok fazladır. Birinci Dünya Savaşından önce ülkeler, savaş zamanları hariç, seyahat için pasaport talep etmemekteydiler. Söz konusu süreç, I. Dünya Savaşı, 1917 Sovyet Devrimi ve 1929 Büyük Bunalımı ile büyük darbe yemiş ve Soğuk Savaş döneminde tamamen donmuştur (Tözüm, 2002, s.155). Ayrı­ca, henüz XIV. yüzyılın sonlarında uluslararası faaliyette bulu­nan 150 kadar İtalyan bankasının varlığı (Hirst ve Thompson, 2003, s.45), XVII. yüzyıla gelindiğinde dünyanın hemen her yerinde şubeleri bulunan Batılı büyük finans guruplarının dünyayı saran bir finansal ilişkiler ağını kurmuş olmaları, ver­gi toplama güç ve kapasiteleri son derece sınırlı olan birçok Avrupa ülkesinin bu finans kurumlarına borçlu oluşu sınır aşan finansal ilişkilerin çok da yeni olmadığını ortaya koyan örneklerdir.
[28] Küreselleşme teriminin bilimsel literatürdeki kullanımı olduk­ça yenidir. 1960’larda McLuhan, iletişim alanındaki gelişmele­ri değerlendirirken dünyanın “küresel bir köy”e dönüştüğünü söylemiştir; ancak 1980’lere kadar terim dağınık ve sürekli olmayan bir biçimde kullanılmış; gördüğü ilgi iletişim çalış­malarıyla sınırlı kalmıştır. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren küreselleşme terimine ilgi artmış, 1990’larda ise “moda bir deyim” haline gelmiştir (Özyurt, 2005, s.22).
[29] Tarihsel olarak ulus-devleti yaratan unsurlar, kentlerde geli¬şen orta sınıfların ekonomik faaliyet alanlarının sınırlarının çizilmesi, ortak bir siyaset, kültür ve ticaret alanının ortaya çıkması ve milletin bütün bireylerini kapsayacak bir hukuk sisteminin yaratılmasıyla ortaya çıkmışlardır. Bir toplumsal kategori olarak ulusun ve ulus-devletin tarih sahnesine çıkı¬şı, kapitalizmin gelişimi ile eş zamanlılık göstermektedir. Eğer ulusal toplumun ve ulusal devletin tarihsel kategoriler oldu¬ğu, yani tarihsel gelişmenin belli dönemlerinde ortaya çıktığı tezi doğru olarak kabul edilecek olursa – ki Marksist toplum bilimin temel öncüllerinden biri de budur; ulusu ve devleti geçici, belli bir tarihsel döneme özgü formasyonlar olarak ele alır; yapısalcı-işlevci akımın önde gelen temsilcilerinden biri olan Gellner de aynı bakış açısına sahiptir – bu kategorilerin tarihsel gelişmenin belli bir döneminde de ortadan kalkacağı sonucuna varılacaktır (Şaylan, 1995, s.137, 138). Karşıt görü¬şe göre ise; ulus-devlet, vatandaşlık nosyonlarını değişim ve dönüşüme uğratarak, ekonomik faaliyetler üzerindeki devlet kontrollerini azaltarak, devletlik özelliklerini zayıflatıyor gibi görünen süreçleri, kültürel küreselleşme, ekonomik ve politik enternasyonalleşme ve sosyal transnasyonalizm fırtınalarını kısa zaman içinde savuşturacaktır (Donnan ve Wilson, 2002, s.263).
[30]  “Bir yandan ekonomik hayatta tüketim kalıplarının ve yaşam tarzlarının dünya ölçeğinde standartlaşması anlamında McDünyasını yaratan kültürel küreselleşme, öte yandan da geleneklerin yeniden canlanmasına, yerel kimliklerin ortaya çıkmasına ve özgünlük söyleminin yaygınlaşmasına elverişli bir platform oluşturmaktadır. Başka bir deyişle, kültürel kü¬reselleşme hem Batı modernliğin evrenselleşmesini, hem de alternatif modernitelerin ortaya çıkmasını gözlemleyebilece¬ğimiz süreçtir – bunun Türkiye’deki en açık örneği de İslam’ın yükselişidir.” (Özbudun ve Keyman, 2003, s.308).
[31] II. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, sosyal devlet temelli Keynezyen politikaları eleştiren Frederick Hayek ve Milton Friedman tarafından gündeme getirilen ve yetmişli yılların or­talarında yaşanan ekonomik krize kadar pek itibar edilmeyen neoliberalizme göre; güçlü ve ekonomik alanda söz sahibi olan bir devlet, özgürlükler açısından en büyük tehdittir. Bu ne­denle de neoliberal ideolojinin temel siyasal prensibi, iktidar gücünün dağıtıldığı küçük bir devlet düşüncesidir. Toplum­sal politika ve hizmetlerde devlet tek yetkili kurum olmaktan çıkmış; toplumsal yaşamın her alanında kamu kesiminin yanı sıra, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının da yer alması amaçlanmıştır.
Neoliberalizme dayalı ekonomik ve siyasal politikaların, küre­selleşmenin derinleşerek hız kazanmasına katkıda bulunduğu söylenebilir. Neoliberalizmin bir ideoloji olarak serbest piyasa anlayışını meşrulaştıran, sınırlı ve küçük devleti savunan ko­numu, yetmişli yıllarda ekonomide başlayan kapsamlı dönü­şümün gerektirdiği ideolojik altyapıyı doldurmuştur
[32] Örneğin; Yugoslavya, SSCB ve Çekoslovakya’daki huzursuz¬luklar dağılma ile sonuçlanmıştır. İtalya, İspanya, Belçika ve Türkiye ise etnik-dinsel alt-kimliklerin ayrılma talepleri ile mücadele etmektedir. Kuzey İrlanda’da Katolik-Protestan çatışması, İspanyada BASK’ların, Fransa’da Korsikalılar’ın, Belçika’da Flamanların, Türkiye’de ise Kürtler’in sisteme başkaldırısı bu durumun en güncel örnekleridir.
127 ülkede yapılan araştırmalara göre azınlıkların % 75’i politikleşmektedir. 233 etnik grup risk içinde yaşamaktadır. Bu grupların % 12’si çatışma, isyan, protesto ve siyasal örgütlenme içinde bulunmaktadır (Aktaran; Yıldırım, 2006, s.194).
[33]Örneğin Fransa’da Cumhurbaşkanı Sarkozy, Fransa’nın gele­neksel değerlerinin altının çizilmesi hedefiyle, ulusal kimlik üzerine büyük bir tartışma başlatmıştır (Radikal, 27.10.2009). Bu tartışma sol eğilimli siyasetçiler ve aydınlarca, tartışmanın ırkçı söylemin özgürce ifade edildiği bir mecraya dönüşmesi ve göçmen kökenli Fransızlar’ı ülkelerine yabancılaştırması nedeniyle kaygı ile karşılanmaktadır. Böyle bir tartışma, Fran- sadaki azınlıkları ya da göçmen kökenli vatandaşları “ötekileştirmekte” ve Fransa toprakları üzerindeki varlıklarının meşru­iyetini tartışmaya açmaktadır (EurActiv, 23.12.2009).
Avrupa Birliği üyesi Slovakya’da ise 1 Eylül 2009’dan itibaren yürürlüğe giren yasayla, kamusal alanda ve kamu hizmetlerin­de Slovakça dışında dil kullanılmasına büyük kısıtlamalar ge­tirilmekte ve azınlık dillerinin konuşulması yasaklanmaktadır (EurActiv, 02.09.2009). Çekoslovakya’nın bölünmesiyle 1993’te bağımsızlığını kazanıp 2004’te AB üyesi olan Slovakya’da yaşa­nan “milliyetçi reform”, sadece zorunlu Slovak dili uygulama­sı ile sınırlı kalmamıştır. Slovak dilini zorunlu kılan yasanın ardından ilkokul, ortaokul ve hatta üniversitelerde her hafta öğretime milli marş okuyarak başlanması kararlaştırılmıştır. Yeni yasaya göre; her sınıfta bayrak, milli marşın sözleri, ana­yasanın önsözü bulunacak ve ‘vatansever eğitim’ müfredatın bir parçası haline gelecektir. Devlet televizyonu, hükümet, mil­li ve bölgesel parlamentolar her toplantıdan önce milli marşı çalacak; yeni göreve alınan devlet memurları devlete bağlılık yemini edecektir. 15 yaşındakilerin ilk kez kimlik kartı aldık­larında devlete bağılık yemini etmeleri maddesi ise, son daki­kada yasadan çıkarılmıştır (Radikal, 05.03.2010).
[34]  Kültürlerarası etkileşim, küreselleşme ile birlikte kaçınılmaz boyutlara ulaşmıştır. Tüm dünyayı aynı yaşam biçimini pay­laşan, aynı beklentilere sahip olan ve aynı tüketim kalıpları sergileyen “tek bir pazar” haline getiren kültürel küreselleşme, sermayenin küreselleşmesinin sonuçlarından biridir. Kültürle- rarası etkileşim, bir kültürün -Anglo-Amerikan kültürünün- dünyanın birçok bölgesini etki altına alması şeklinde tek yön­lü olarak cereyan etmektedir. Kitle iletişim araçlarının ulusal sınır tanımayan (Hall, 1998, s.47) karşı konulamaz gücü, bu süreçte farklılıkları ortadan kaldırmakta ve toplumları homo­jenize etmekte etkin bir rol üstlenmektedir. Merkez ülkeler, medya tekelleri ile tüm dünyayı tek bir kalıba sokma pahasına, bir örnek tüketim kültürü oluşturmaktadırlar. Küresel tüke­tim kültürü; giyim-kuşam, beslenme tarzı, davranış kalıpla­rı, eğlenme biçimlerini birbirine benzeştirerek, “toplumun McDonaldlaştırılması”na hizmet etmektedir.
[35] Ulus üstü yapıların çoğalmasına bağlı olarak ulus-devletin kaybolan klasik statüsü karşısında, geleneksek vatandaşların geleneksel iktidar tarzlarının erimesi sonucu Habermas’ın bahsettiği “vatan cepheleri” ortaya çıkmaktadır. Vatan cephesi söylemi demokrasiyle, eşitlikle ve evrensellikle çatışan bir mil­liyetçiliği beslemektedir. Yabancılara karşı korku, vatan top­raklarına giren her veriyi tehdit olarak algılama, yabancı işgü­cü ve yabancı sermayeye karşı çıkma, anti-Amerikancılık gibi olgular bu milliyetçiliğin yeni değerleri olmaya başlamaktadır.
[36]  11 Eylül saldırıları, Amerikalılarda çok büyük bir toplumsal travmaya neden olmuştur. Saldırılar iki yönlü psiko-sosyal bir gelişmeye neden olmuştur: Bir yandan, ABD vatandaşları ola­ğanüstü derecede korkmuş, ürkmüş, onurları zedelenmiştir; öte yandan, bu korku ve endişe oranında (bütün büyük felaketlerde olduğu gibi) bir birine kenetlenmiş adeta ilk defa bu oranda ABD milliyetçiliği tetiklenmiştir. Hatta bu saldırı, sıkıntı, saldırganlık ve nefret güdülerini tetiklemiş, bu duygular bir anda yön değiş­tirerek dış gruplara -özellikle Müslümanlara- karşı ön yargılı ayırıma, yeni ve farklı bir ırkçılığa yol açmıştır. Camilere saldı­rılar düzenlenmesi, Müslümanların tecrit edilmesi, Ortadoğu kökenlilerin vize başvurularının ek incelemeye tabi tutulması, Ortadoğu kökenlilerin uçaklardan indirilmesi, bu sosyal tutum ve davranışların örnekleri olarak sayılabilir (Özer, 2007, s.19).
Güvenlik gerekçesi ile Müslümanlara yönelik ayrımcı uygulama­larına bir yenisini daha ekleyen ABD, 4 Ocak 2010 yılı itibariyle biri hariç hepsi Müslüman 14 ülkeden gelen yolculara ‘potan­siyel terörist muamelesi’ yapan bir güvenlik uygulaması başlat­mıştır. Selefi Bush’u anımsatan önlemlere yönelen ABD Başkanı Barack Obama yönetimi, 14 ülkeyi ‘terörü destekleyen ülkeler’ ve ‘ilgili diğer ülkeler’ diye listelemiştir. Bu nedenle de Nijerya, Yemen, Somali, Pakistan, Suudi Arabistan, Suriye, İran, Irak, Afganistan, Sudan, Lübnan, Libya, Cezayir ve Küba’dan doğru- dan-dolaylı gelenler tam vücut taraması ve kapsamlı bagaj ara­masına tabi tutulacaktır. Yolcuların giysi ve çamaşırlarının altın­dan bedenlerinin görülmesiyle silah varsa saptanan tam vücut taraması, insan hakları ihlaline yol açmakla ve insan haklarına aykırı olmakla eleştirilmektedir (Radikal, 05.01.2010).
[37]  Eurobarometre’nin 2000 yılında gerçekleştirdiği “Avrupa Birliğinde Azınlık Gruplarına Karşı Tutumlar (Attitudes To­wards Minority Groups in the European Union)” araştırması, Avrupa’daki Müslüman göçmenlere karşı olan tavır ve tutumu çok net bir biçimde ortaya koymaktadır. Araştırmada yöneltilen sorulardan biri “Avrupa Birliği’nde çalışmak isteyen Müslüman­ların kabul edilip edilmemesfne ilişkindir. Avrupalıların sadece % 17’si Müslümanların herhangi bir sınırlama olmaksızın kabul edilmesi yönünde görüş bildirirken, % 58’i ise Müslümanların ancak sınırlamalar ile kabul edilebileceğini düşünmektedir. Müslümanların hiç kabul edilmemesini düşünenlerin oranı ise % 18’dir (Eurobarometer, 2000, s.30).
Avrupa Birliği Temel Haklar Ajansı (European Union Agency for Fundamental Rights)’nın 2008 yılında, 27 Avrupa Birliği üyesi ülkede yaptığı “AB Azınlıkları ve Ayrımcılık” araştırmasında ırkçılık, ayrımcılık, kökleşmiş dezavantajlar, ırkçı şiddet ve sal­dırıların Avrupa’daki birçok kişi için hayatın bir gerçeği olmaya devam ettiği kaydedilmiştir (EU-MIDIS, 2009).

[i] Dr. Senem Sönmez Selçuk, Yaşar Üniversitesi ÎÎBF Uluslararası Ticaret ve Finansman Bölümü, [email protected]
 
Yazar
Senem SÖNMEZ SELÇUK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen