III. Selim: Aydınlanmış Hükümdar

Prof.Dr. Kemâl BEYDİLLİ 

Sahip olduğu üstün meziyetleri itibariyle temsil ettiği milletin fevkinde olduğuna daha kendi zamanında işaret edilmiş olan III. Selim’in, aynı dönemlerde Avrupa’da hüküm süren, XVIII. yüzyıl Aydınlanma devrinin önde gelen bazı büyük hükümdarlarıyla entelektüel davranış, incelik, his, düşünce, reformculuk ve devletin yenilenme zaruretini kavrama açısın­dan belirli bir benzerlik içinde olması dikkat çekicidir. Bir başka deyiş­le III. Selim, Avrupa’da yaşanan Aydınlanma döneminin bir ferdidir ve kendisini bu anlamda eğiten ve etkileyen kanalların neler olabileceğinin belirlenmesi, aynı zamanda Osmanlı toplumunun ve siyasasının dışarıya kapalı bir yapı içinde olduğuna dair yerleşik kanıların da sorgulanması anlamına gelecektir.

Muhakkak ki “yenilenme ve yeniden yapılanma” (nizâm-ı cedîd) III. Selim’le özdeşleşen bir kavram olmuştur. Yenilenme zarureti kendinden önceki dönemlerde de açık bir şekilde hissedilip ortaya atılmış olmakla birlikte, bunun Osmanlı modernleşmesini başlatacak boyutlarda ele alı­nışının Selim’in şahsıyla yakından ilgili olduğuna şüphe yoktur. Aydınlan­mış devlet adamı kimliği içinde reformcu bir padişahın, kendi formasyo­nu doğrultusunda çevresini de eğiten ve yönlendiren faaliyetlerle geçen saltanatının en nihayet vardığı dramatik son, büyük reformcular için ka­rakter yumuşaklığının kendilerine, yanlarında yer alanlara ve milletlerine felâket getiren bir zafiyet unsuru olduğunu da gözler önüne sermektedir. Bu bağlamda II. Mahmud’un başarısı amcası III. Selim’in yeterince sahip olamadığı sertlik ve katılıktan kaynaklanmaktaysa; bunun, devletin âdeta tekrar kurucusu sayılan bu büyük hükümdarın, pek çok zaman aynı kade­ri paylaştığı amcasının davranış ve nihayet âkıbetinden aldığı derste yat­makta olduğunu söylemek herhalde yanlış olmayacaktır. Döneminin trajik sonunda III. Selim’in dökülen kanı, Mahmud devrinde yenilenme fikrini canlı tutan ve nihayet vadesi geldiğinde girişilen köklü reformlara büyük bir sertlik katmış olarak geçerlilik kazandıran en önemli etken olmuştur.

Selim, pek uzun sürmeyen, on üç yaşını doldurmadan sona eren mut­lu bir çocukluk geçirdi. Beş yaşındayken yapılan parlak bir merasimle başladığı Kur’an hıfzını (24 Ekim 1766)[1] dört sene içinde itmam etti. Hâ- nedanın uzun seneler sonra dünyaya gelen tek erkek çocuğu olması hase­biyle, tantanalı da geçmesinin beklentisi içinde özellikle kaynaklarda yer verilmesini beklediğimiz sünnetiyle ilgili bir kayda ise rastlanamamakta- dır. Babası III. Mustafa’nın çeşitli kurumlara yaptığı denetim gezilerine iştirak ederek müstakbel bir hükümdar namzedi olarak âdeta tatbikî bir eğitim imkânı buldu ve bunları ileride saygıyla anacağı bir baba hâtırası olarak hâfızasına nakşetti. Babasının vefatı ile (21 Ocak 1774) âniden deği­şen hayatı, kendisine tahsis edilen dairede amcası I. Abdülhamid’in mülâ- yemetiyle pek de kötü şartlar altında geçmedi. Hatta I. Abdülhamid’in, annesi Mihrişah Sultan’ı mevcut uygulamaya aykırı olarak hemen eski saraya göndermediğine ve Selim’in yanında kalmasına müsaade etti­ğine, bu ruhsatın da halk arasında yeni padişah lehinde olumlu akisler yarattığına dair kaynak değeri itibariyle sağlam addedilmesi icap eden, ancak dikkatlerden kaçmış olan bir kayıt göz önüne alındığında[2], baba acısının taze olduğu bir eyyamda anne şefkatinin sıcaklığı ile teselli bul­duğunu söyleyebiliriz. Bununla beraber Selim’in annesiyle olan bu be­raberliğin ne zaman sona erdiğine dair herhangi bir bilgiye rastlanma- maktadır. Genç şehzadenin saray dışına çıkma imkânını bulabildiğine dair kayıtlar mevcut olmamakla beraber, dairesi dışına çıktığı, eğitimi sebebiyle hocalarıyla beraber olduğu, Çuhadar Hüseyin Ağa, Ebûbekir

Râtib Efendi, Safiye Sultanzâde İshak Bey, hekim Lorenzo gibi kişilerle görüştüğü, bunlar vasıtasıyla dünyada olup bitenlerden haberdar olduğu, birçok vesile ile çeşitli hediyeler aldığı ve verdiği bilinmektedir. Selim’in on beş sene kaldığı bu mekânı yazdığı şiirlerinde daha ziyade bilinen tanımlamasını öne çıkartarak “kafes” olarak nitelemesi; şimşirlik olarak da adlandırılan, kendi deyişiyle, “gam ve keder evi” (külbe-i ahzân) olup, “bülbül kafesi gibi gönül kuşunun yuvası” haline gelen (Oldu bülbül gibi mürg-i dilime lâne kafes) bu şehzade mahpesini nasıl algıladığının da bir nişanesidir. Bununla beraber, divan şiirinin mazmunları içinde ifadesini bulan bu serzenişi daha ziyade 1785’te Sadrazam Halil Hamîd Paşa’nın azli ve idamıyla gelişen ve kendisinin tahta çıkartılması söylentisiyle dra­matik boyut kazanan gelişmenin izlerini taşır, bu sebepten ötürü daha sıkı gözetim altında kaldığının ve dairesinden dışarı çıkmasının yasak­lanması gibi olumsuzlukların etkisini aksettirir. Gerçekten de bu dönem­de, dairesinden dışarı çıkması yasaklanmış, beraber büyüdüğü Çuhadar Hüseyin[3] ile ancak daire penceresinden sohbet etme imkânı bulabilmiş, burası da bir müddet sonra, Halil Hamîd Paşa olayında önemli bir rol oynamış olan amcasının adamlarından Tersane Emini Selim Ağa tarafın­dan, böyle bir sohbeti de engellemek amacıyla duvarla kapatılmıştır.[4] Bu dönemde kendisinin zehirlenerek ortadan kaldırılmak istendiği, bununla vazifelendirilen câriyenin gönlünü kaptırmış olması sebebiyle şehzadeye kıyamadığı gibi söylentiler[5], isminin halk arasında masalımsı hikâyelerle muhabbet bulduğunun işaretidir. Ancak bu sıkıntılı dönemin fazla uzun sürmediği, ertesi yıl tekrar hareket serbestisine kavuşmuş olmasından anlaşılmaktadır. Nitekim 1786 senesi içinde Fransa Kralı XVI. Louis ile yazışmaya girişmesi bunun işaretidir.[6] Bu konuda kendisine bizzat Fran­sa elçisi Choiseul Gouffier yardımcı olmuş, mektupları müsvette halinde Ebûbekir Râtib[7] tarafından yazılmış, gözden geçirildikten sonra bizzat

Selim tarafından temize çekilmiş ve İshak Bey[8] vasıtasıyla Fransa’ya gön­derilmiştir. Selim bu mektuplarını “saltanat vârisi” ve “saltanat veliahdı” sıfatlarını kullanmış olarak imzalamıştır. Bu, böyle bir unvanın kendisine mahsus bir imtiyaz olmak üzere ilk defa ve resmen kullanılma halidir. Kralın da kendisine aynı sıfatlarla hitap ettiği görülmektedir: “Azamet- lü haşmetlü şehâmetlü şecâatlü vâris-i serîr-i saltanat-ı Osmânî veliahdı hilâfet-i kâmrânî pâdişah-zâde-i bâ-kemâl-i sütûde-hisâl ulu dostumuz Sultan Selim.” Müstakbel bir hükümdar olarak kralın yazdıklarından, özellikle devletin içinde bulunduğu pek parlak olmayan durumuna de­ğinen satırları sebebiyle memnun kalmadığı ve cinas ve ima dolu cevabî bir mektup kaleme almış olarak mukabele ettiği bilinmektedir. Bu mu­ammanın Fransız okur için ne derecelerde anlaşılır olduğu merak konu­sudur. Bu yazışmaların kendisini Avrupa’daki siyasî havanın, devlete ne gözle bakıldığının acılı da olsa çıplak gerçekleriyle yüzleştirdiği ve bir an önce tahta çıkmak arzusunu daha da güçlendirdiği açıktır.

Kafes hayatının sıkıntıları içinde İlhâmî mahlasını kullanmış olarak düşmanla savaşma azmini dile getiren şiirler yazdı. Kötü gidişatın tahta çıkmasıyla sona ereceğinin infialini nazma döktü. Amcasının imamların­dan Kırımî Kâmil Efendi’den almış olduğu mûsiki derslerinin de yardı­mıyla bu dönemde yeteneğinin mahsulü olan en güzel eserlerini verdi. Hat sanatında yol aldı, talikte ustalaştı. Mûsiki ile irtibatı tahta çıktıktan sonra da devam etti. Hatta arada biraz değişiklik, muhtemelen gülmece de olsun diye, Türkmen çığırtısı dinlemek üzere dışarıdan saraya saz şairle­rini çağırdığı da oldu.[9] Aynı saikle Batı müziğine de meraklandı. Hüküm­darlığı zamanında İstanbul’a gelen çeşitli müzik topluluklarına ilgi gös­terdiği, bunları davet ettiği ve sarayda sahnelenen opera eserlerini temaşa ettiği bilinmektedir.[10] Ayrıca Galata ve Pera’daki elçilikler başta olmak üzere seçkin ailelerin kızlarının, özellikle Hatice Sultan’ın sarayında sergi­ledikleri dans ve müzikli oyunları, söyledikleri şarkıları kafes arkasından seyrettiği, org çalmalarını özellikle istediği, burada duyduğu ve kızların da muhtemelen dans ederek müziğe eşlik ettikleri, “Malboro savaşa gidiyor” (Marlborough s’en va-t-en guerre)[11] adlı parçayı çok beğendiği ve çaldırıp söylettiği, hatta bu yüzden bu şarkının İstanbul’da da bir halk şarkısı gibi yaygınlık kazandığı ve moda olduğu nakledilmektedir.[12]

XVIII. yüzyılın bir reform çağı olduğu ve bütün Avrupa’da önemli yenilenme faaliyetlerine girişildiği bilinmektedir. Mânevî anlamda aklın rehberliğinde zihinsel ve fikrî aydınlanma (rasyonalizm), dinî sahada or­taya çıkan sorgulama ve liberal yaklaşımlar (tolerans/laiklik) ve maddî anlamda üretim usullerindeki asrın son çeyreğinden itibaren kendini daha güçlü bir şekilde hissettirecek olan köklü değişim (sanayi inkılâ­bı) yeni bir dönemin başlamakta olduğunu gözler önüne sermekteydi. Muhafazakâr görüşleriyle iktidarı elinde tutan dönemin hükümdarlarıy­la, devrin gelişmelerinden etkilenerek yetişen genç halefleri arasındaki anlaşmazlık, Prusya ve Avusturya’da babalarla (dolayısıyla annelerle) oğulları karşı karşıya getirmekte olmasının örneklemesine, kırk yıl ka­palı kafes hayatı geçirdikten sonra tahta çıkan amcasının da çağın hâkim ruhundan asla nasiplenmeyen zihniyet itibariyle geleneksel, eylemsel açıdan Kırım krizi ve Rus-Avusturya savaşları sebebiyle olumsuzluklarla geçen saltanatına[13] tepki gösterme cesaretini bulan Şehzade Selim’i de katmak mümkündür. Selim babasına hayrandı ve her fırsatta rahmetli babasını yâdetmesi, onun ne dediği ve nasıl davrandığını örneklemekte olması bunun açık bir belirtisiydi. Reform gerekliliği, ancak çocukluk dö­nemini idrak edebildiği babasından intikal eden bir miras olarak küçük yaşlardan itibaren zihninde yer etti. Babasının kadere teslimiyet içeren ümitsizliğini (Yıkılıptır bu cihân sanma ki bizde düzele – İşimiz kaldı heman merhamet-i lemyezele), sık sık, ölümden gayrı her şeye çare bulu­nabileceğini dile getiren Selim’in genç ruhu için kabul edilir bir davranış şekli olamazdı. Ancak sonunda, reformlarını lânetleyip tahtını terkettiği o meşum an geldiğinde (29 Mayıs 1807), o da kaderine teslim oldu, büyük bir tevekkülle uzletgâhına çekilip, mukadderatının hâtimesini beklemeye koyuldu.

Aydınlanma’yı şahsında temsil eden dönemin en önemli hükümdarla­rından II. Friedrich’in, babası “Asker Kral” olarak şöhret bulan I. Friedri­ch Wilhelm ile (ö. 1740), II. Joseph’in annesi Maria Theresia ile (ö. 1780) olan ilişkileri, Şehzade Selim’in yetişme ve karakter oluşumunun daha iyi kavranmasına yardımcı olabilir. II. Friedrich, çocukluk yaşından çıktığı andan itibaren, fizikî yönden de azametli (2 metreye yakın boyu ve son zamanlarında ondan daha fazla tutan bel genişliğiyle, bir hükümdar ola­rak etkin icraatı ile de böyle bir sıfata hak kazanan) babasının değnekli terbiyesini zayıf vücudunda sıklıkla hisseder olmuştu. İkisi arasındaki münasebeti, Büyük Petro (ö. 1725) ve onun nihayet bir öfke anında ölü­müne sebep olduğu oğlu Alexej arasındaki gelişmeyle kıyaslamak müm­kün olmakla beraber, Asker Kral oğlunu ağır tehditler altında bırakmış olsa da işi bu raddelere kadar getirmedi. Oğlunun aksine ne şiir ne müzik ne de herhangi başka bir bedîî zevki ve uğraşısı olan ve askerlik dışında yalnızca boğazına aşırı düşkünlüğüyle tanınan, entelektüel seviyesi asker, sivil, diplomat davet ettikleriyle bir müddet sonra dumandan göz gözü görmez hale gelinen tütün içme partilerinde (tabakkollegium) olduğu gibi hemzeminde dolaşan kaba saba kralın, küçük ülkesinin bırakacağı tahtının sorumluluğunu taşıyamayacağına inandığı oğlunu istediği şekle sokması pek mümkün olmadı. Ancak genç prensin baba zoruna kendi entelektüel eğilimini katmış olarak yeni bir kimlik edinmiş olduğu da tahta çıkışından hemen sonra gözler önüne serildi ve nihayetinde tarihe “büyük” unvanını hakkıyla edinmiş olarak geçti. Müzik ve felsefeyle olan uğraşısını savaş sırasında, seferdeyken dahi sürdürdü. Yanında kitaplarını ve ayaksız piyano (klavichord), keman ve özellikle tutkun olduğu flütü­nü eksik etmedi. Voltaire dışında, henüz genç bir prens iken babasından habersiz, tıpkı Şehzade Selim gibi o da Fransız devlet adamlarıyla gizlice yazıştı. Tahta çıkar çıkmaz (1740) eski dönemin değerlerini sorgulama­ya başladı, ülkenin çıkarlarının kralınkinden çok daha üstün olduğunu ifade etti. Kendini devletin birinci hizmetkârı (Je suis premier serviteur de’l-état) olarak görmesi, Fransa’da XV Lui’nin (ö. 1715) “devlet benim” (l’état c’est moi) diyen söylemiyle ne kadar ters ise; Selim’in tahta çıkmayı halka hizmet için bir vesile olarak algıladığını dile getiren manzum söz­leri de (Lâyık olursa cihânda bana taht-ı şevket – Eylemek mahz-ı sefâdır bana nâsa hizmet) o derece Friedrich’in zihniyetiyle örtüşmekteydi, zira o da halka hizmeti, onu mutlu etmeyi kendisinin en önde gelen bir ödevi olarak görmekteydi (Und du, geliebtes Volk, Volk, Grund meiner Wünsc­he – O du, das glücklich zu machen ich verpflichtet bin).[14]

I. Mahmud (1730-1754) ve III. Osman’ın (1754-1757) çocukları olmama­ları sebebiyle kırk yıldır hânedanı inkıraz raddelerine getiren halefsizlik Selim’in velâdetiyle sona ermişti (27 Cemâziyelevvel 1175 / 24 Aralık 1761 Perşembe sabaha karşı). 1725 tevellütlü amcası Abdülhamid ve kendisi dışında tahtın erkek vârisi bulunmamaktaydı. Bu şartlar dahilinde gün­ler süren büyük şenliklerle kutlanan doğumu[15] anından itibaren el üs­tünde tutulmuş olması anlaşılır bir şeydir. Altı sene sonra Mehmed ismi verilen bir kardeşinin dünyaya gelmiş olması (10 Ocak 1767), bunun kü­çük yaşta ölmesi sebebiyle (Ekim 1772)[16] tek şehzade olma konumunda bir değişiklik meydana getirmedi. Doğum bolluğu yaşayan Asker Kral’ın (on üç çocuk) ve Franz (ö. 1765) ve Maria Theresia çiftinin (üçü dışında hepsi berhayat olmak kaydıyla yirmi beş sene içinde on altı çocuk), ha­liyle böyle bir kaygıları bulunmamaktaydı. Avusturya hükümdar çiftinin ilk çocukları olan II. Joseph tahtın vârisi olarak yetiştirildi. Friedrich’ten farklı olarak, Selim ile benzeşen bir aile muhabbetini paylaştı. Yetişme çağında Habsburglar’ın bütün mevrus topraklarını (erbländer) dolaştı. İyi bir tahsil görmüş olarak dönemin entelektüel havasını soludu. Koyu bir Katolik terbiyesi aldı, ancak bu durum ileride papalık ile çatışmasına ve kilise reformuna girişmesine engel teşkil etmedi. Babasının ölümün­den sonra annesinin yanında daha ziyade askerî işleri üslenmiş olarak saltanata ortak oldu (1765). Liberal dünya görüşü ve çağın değerleri doğ­rultusunda devletin ıslah zarureti konularında muhafazakâr annesiyle anlaşamıyordu. Avusturya’nın Selim’e de örnek olacak olan “Nizâm-ı Cedîd”i Maria Theresia’nın vefatı (1780) ve Joseph’in nihayet tek başı­na iktidara sahip olmasıyla başladı. Köklü reformlarını sertlikle uygu­lamaya soktu. Ana hedefi imparatorluğu Almanca’nın resmî dil olduğu merkezî bir devlet haline dönüştürmekti. Bu amaçla mahallî hükümetler, özerk idareler ve imtiyazlara karşı çıkması, Habsburglar’a bağlı mevrus topraklar örgüsünün hassas dengesine ağır bir darbe vurdu. İmpara­torluğu, yeknesak ve merkezî bir devlet örgütü kurmayı başarmış olan Fransa örneğindeki “tek kral, tek din, tek kanun” (une roi, une foi, une loi) söyleminden hareketle bütünleştirmeye girişmesi, dinî ve etnik açı­lardan çeşitlilik arzeden devletlerin içine düştüğü bir tuzak oldu. Selim döneminin, âyanların ortadan kaldırılmasını ve mahallî güçlerin dev­re dışı bırakılmasını, dolayısıyla merkezî otoritenin tesisini amaçlayan girişimleri, bu anlamda Joseph’in reformlarıyla benzeşmekteydi. Ancak merkezîleştirme mahallî iktidarların direnişini kaçınılmaz kıldığından, bu her iki devlet için de birer zafiyet unsuru oldu ve başarısızlıkla so­nuçlandı. Joseph de Selim gibi sonunda birçok reformunu durdurmak, iptal etmek zorunda kaldı, gerektiği gibi anlaşılamamış ve takdir edil­mesi tarihin ileriki dönemlerine bırakılmış bir hükümdar olarak hayata hüsranla veda etti (20 Şubat 1790).

II. Joseph, Avrupa genel liberal ayaklanmalarla sarsıldığında (1848), giriştiği reformların kıymeti ve önemi, vaktiyle başarıyla sürdürüleme- miş olmasının yarattığı derin bir nedamet duygusu içinde takdir ve itiba­rı iade edilirken; Selim’in de akim bırakılan ıslahat sahasındaki haklılığı ve kadri, 1821’de başlayan ve yıllarca bastırılamadan devam eden Yunan ayaklanması esnasında askerî perişanlığın tekrar gözler önüne serilmesi ve ayaklanmanın ancak Avrupa tarzında eğitilmiş modern Mısır ordu ve donanmasının müdahalesi neticesinde kısa bir zaman içinde bastı­rılma aşamasına gelmesiyle teslim edildi. Bu gelişmenin İstanbul’da ya­rattığı psikolojik hava, tâlimli askerin gerekliliğine idrak ve vaktiyle bu anlamda girişilen işlerin akamete uğratılmış olmasından duyulan esef,

II. Mahmud’a nihayet Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırmak üzere bekle­diği fırsatı ve ölümcül darbeyi vurmak üzere harekete geçme imkânını verdi (Haziran 1826). Vaktiyle yapılamayan reformların ağır faturası ise 1828-29 savaşında Ruslar’ın Edirne’ye kadar gelmeleri ve Anadolu’da iler­leyen Mehmed Ali Paşa’nın büyük tâvizlerle ancak Kütahya’da durduru- labilen başarılı isyanı (1832) esnasında ödendi.

“İlm-i nücûm”a düşkünlüğünü şahsen derin bilgi ve beceri sahi­bi olacak derecelere getirmiş olan ve “eşref saat” belirlemeden hiçbir işe kalkışmayan babasının[17] cihangir siparişi ile “kıran” vaktinde ana rahmine düşürmeye çalıştığı Selim[18], “sahipkıran” olacağı itikadıyla bu hava ve bu zan içinde büyütüldü. Uğurlu vakitten biraz önce vâki olan doğuma bağlanan umutların sönmemesi için müneccim Yâkub Efendi’nin saatin ibresine müdahale ettiğine dair nakledilen hikâyede­ki gerçek payı[19], Selim’in bu söylem altında yetişmesine engel teşkil et­medi. Tahta çıktığında bütün olumsuzluklara rağmen, 1783’te Ruslar’a terkedilen Kırım’ı geri almadan barışa yanaşmaz tavrı ve hatta bizzat sefere çıkma isteği[20], hezimetle biten son savaşın (9 Ocak 1792, Yaş Antlaşması) akabinde hemen başlattığı Nizâm-ı Cedîd girişimi, kendi­sinin ileride bir cihangir olacağını hep duymuş ve böyle bir söylemle yetiştirilmiş olmasıyla yakından ilgilidir. Oğlunun “vakt-i muhtar”da doğduğuna inanan babasının ölüm döşeğinde, İskender gibi bir fâtih olacağını ifadeyle, kardeşi yerine Selim’in tahta geçirilmesini istediği söylentisi doğruluk derecesi yüksek bir kayıttır.[21] Babasının vefatı aka­binde, amcasının belirli bir zaman için bir arada olmalarına müsaade ettiği annesinden de günün birinde nihayet ayrılmak zorunda kalması acısını daha da arttırmış olmalıdır. Eski Saray’a nakledilen eski hü­kümdar hanımları arasında, çocuklarını padişah sarayında bırakmak zorunda kalanların çektikleri evlât hasreti de herhalde büyük bir ıs­tırap kaynağı olmalıdır. Padişahın izniyle, senede bir iki defa, muhte­melen ancak bayramlarda birbirlerini görme şansını bulabildikleri bir hasretliktir genelde söz konusu olan[22] ve Selim’in de böyle bir imkâ­na daha çok sahip olduğuna dair herhangi bir kayıt mevcut değildir. Tahta çıktığında, aslında kılıç kuşanma merasimine öncelik verilmesi gerekirken, ilk işinin annesini yanına getirmek olması (15 Nisan 1789), böyle bir hasretliğin giderilme isteminin işaretini taşır, müteakip haf­talardaki her cuma selâmlığından sonra sırayla kız kardeşleri Şah, Hatice ve Beyhan sultanları ziyarete gitmesi ise bu duygusallığın aile boyu bir boyut arzettiğine şahadet eder. Kız kardeşleriyle sürdürdüğü sıcak münasebet, onların saraylarına yatıya gidecek derecelerde derin bir muhabbet içinde sonuna kadar devam etmiştir.

Babasının etkisinde kalmış olmasına rağmen Selim’in nücûma itikadı yoktu. Uğurlu güne, “eşref saate, vakt-i muhtara” itibar etmez, ancak bun­lara âdet hükmünde olarak teşrifat gereği uyardı. Tahta çıktığında de­vam eden Rus ve Avusturya savaşının kötü gidişatına engel olmaya çalıştı. Ancak savaşın seyrini değiştirecek ehliyetli kumandanlar bulup, bunları sadrazam olarak tayin etmekte zorlandı. İstihareye yatarak ve kura çeke­rek yaptığı seçimler, bizzat bu şekilde seçilenleri de şaşkınlığa sevketmiş- tir. Savaş zamanında işi şansa bırakmış olması, aydınlanmış hükümdar portresi veren hayat hikâyesinde olumsuz iz bırakmıştır. Oysa camilerde okutulan dualara rağmen düşman karşısında başarılı olunamaması karşı­sında, “Para ile yapılan duadan hayır gelmez” diyecek kadar açık görüşlü ve gerçekçidir.[23] Bütün gücünü ordunun teçhizine ve para yetiştirmeye verir. Bu konuda yeterli destek vermeyen ve ellerindeki kıymetli maden­den yapılmış ev eşyası veya sofra takımlarını sikke kesilmek üzere darp­hâneye teslim etmekten kaçınan, hatta “padişah bizi kara çanaklı yapacak” diyen ulemâyı, bu sözlerinden ötürü gücenmiş olarak ayıplar ve kınar.[24] Prusya ve İsveç ile ittifaka gidilmesinde (1790) bir an için dahi tereddüt etmez ve bunun oluşması için çok uğraşır. İçinde bulunulan şartlar da­hilinde bir an önce barış yapılmasını gerçekçi bir yaklaşımla daha hayırlı gören ordu ricâlinin, hıristiyan bir devletle yapılacak böyle bir ittifakın dinen câiz olmadığı bahanesine sarılmasına, karşı fetvalarla mukabele eder ve bu konudaki muhalefeti ortadan kaldırır.[25] Prusya ile yapılacak ittifakı görüşmek üzere devrin aklı erenlerinden oluşan meşveret mec­lislerinde yer alan Rumeli Kazaskeri Tevfik Efendi’nin, “Prusya dedikleri kangı devlettir?”[26] diye sormasının ortaya çıkardığı dünya ahvaline vâkıf ve iş görebilecek adam kıtlığına (kaht-ı ricâl) delâlet eden acı gerçek, kura ve istihâre ile sadrazam seçmesinden ötürü itham edilen padişahı ibrâ edebilecek açık bir beyan gibidir.

Prusya’nın müdahalesiyle Avusturya’nın barışa yanaşmasından (4 Ağustos 1791, Ziştovi Antlaşması) ümide düşmüş olarak, Rusya ile sa­vaşın zaferle bitirilmesi için herkesi gayrete getirmeye çalışır. Ancak savaşın gerçekleriyle yüz yüze olan ordu ricâli başta Sadrazam Koca Yûsuf Paşa olduğu halde tamamen başka yönde bir karar alır. Bu, Os­manlı tarihinde emsali görülmemiş bir boykot hadisesidir: Bozuk dü­zeni içindeki eğitimsiz ordu zaferden tamamen umudunu kesmiştir, düşmanla mücadeleyi sürdürecek durumda değildir ve bir an önce barış yapılmasını talep etmektedir. Bu karar bütün ordu ve devlet ri- câlinin imzaladığı ortak bir dilekçeyle (mahzar) resmen kendisine bil­dirilir. Bu gelişme karşısında barışa rıza göstermekten başka bir çaresi olmadığını görür.[27]

Selim’in toptan bir yenilenmeye ve yeniden yapılanmaya gidilmesi zaruretini kavratan ve bu konudaki fikirlerine kesinlik kazandıran mu­hakkak ki bu gelişme oldu. Daha ordu dönüş yolundayken yapılması gerekenlere dair raporlar (lâyiha) hazırlanması için emirler verdi. Rus savaşının bitimi, aynı zamanda Selim dönemini simgeleyen Nizâm-ı Cedîd yenilenmesinin de başlangıç tarihi oldu (1792). Avrupa kuram­larının üstünlüğü ve alınmasındaki zaruret daha önceki devirlerde de dile getirilmiş olmakla beraber, Selim şimdi bunu ilk defa açıkça ifade etmekte ve geniş çapta uygulamaya sokmaktaydı. Reformları, düşman­la savaşmaktan kaçmış olan ordu ve devlet ricâliyle yürütmeyi müm­kün görmemiş olduğundan, alışılmışın dışında bir uygulamaya gide­rek, kendisine yakın ve işin gerekliliğini kavramış, bu yolda hayatını feda etmeye hazır bir ekip ile yola çıkmayı daha uygun buldu. Böyle bir karar almasında, kendisine verilen lâyihaların içerik itibariyle genelde zayıf, teşhis ve çözüm getirmekten uzak olması, bazılarının hükümda­rın alaycı kahkahalarına (kahkaha-i istihzâ)[28] yol açacak derecelerde sade dil ve yer yer gülünç önermelerde bulunmaları ve lâyiha sahip­lerinin fikrî zafiyetleri içinde dönemin yaygın azarlanmasıyla “ahmak ve eşek kafalı” olma ithamına[29] hak verdirecek düzeyde olmaları etkili olmuştur. Selim savaşa katılan ordu kumandanlarının hemen hepsini değiştirdi, komuta zincirini (katar) bozdu ve Yeniçeri Ocağı dışından atamalar yaptı. Askerî reformların en önemli ayağı olmak üzere timar- ları denetimden geçirdi ve yararsız olanları tasfiye etti, boşa çıkanlara yenilenme masraflarında kullanılmak üzere el koydu. Ancak yeniliklere karşı çıkan ilk muhalifler de böylece yaratılmış oldu. Avrupa tarzında eğitilmiş ordu (Nizâm-ı Cedîd Ordusu) kurulması ve yeni bir donanma yapılması işini başarıyla sürdürdü. Ordu ve donanmanın ağır masrafla­rını karşılamak üzere müstakil bir defterdarlık ve fon (Nizâm-ı Cedîd Defterdarlığı ve Hazinesi) oluşturdu, yeni vergiler koydu ve kayıpları önledi.[30] Tasarruf edilmesine kendisini örnek göstererek, yerli kumaş­lar imalâtı ve kullanılmasına ve ticaretin gelişmesine önem verdi, bu amaçla hatta devlet adamlarını ve kudreti olanları gemiler edinerek ar­matörlüğe teşvik etti. Dönemi yaşayan d’Ohsson bu şekilde seksen iki gemilik bir ticaret filosu oluştuğunu bildirmektedir[31]. Yabancı devlet limanlarında açılan Osmanlı konsoloslukları (şehbender) dış ticaret­teki etkinliğin göstergesi oldu. Bu tür önlemleriyle Selim’in, dönemin merkantilist ekonomi politikalarıyla temayüz eden Avrupa hükümdar­larından farklı davranmamış olduğu açıktır. Şartlar özellikle askerî sa­hada Selim’i eski ve yeniyi beraberce yaşatmak zorunda bırakmaktaydı. Bu ise bu konuda yapılan harcamaların büyük ölçüde artması demekti. Eski ordu teşkilâtının muhafaza edilmesi, onu ortadan kaldıracak bir kuvvetin mevcut olmaması gibi basit bir sebebe dayanmaktaydı ve bu husus taraflarca da gayet iyi bilinmekteydi. Tehdit algılamasının nihaî safhasında bu iki gücün karşı karşıya geleceği kesindi ve nitekim böyle oldu. Mevcut Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun’un elden geçirilerek geliştirilmesi ve nihayet Hasköy’de humbaracı ve lağımcı ocakları ku­rularak bunların efradına Kara Harp Okulu gibi eğitim veren bir askerî mühendishâne tesisi (1795) ve binası içinde bir matbaa açılması (1797)[32], Levent ve Üsküdar’da büyük kışlalar inşası ve yeni askerî teşkilât için benzerlerinin Anadolu’nun çeşitli yerlerinde de yapımı, tophânenin ta­mamen elden geçirilmesi, yüksek evsafta ve bütün ihtiyacı karşılayacak derecelerde imalât yapan yeni bir baruthânenin açılması, tersanelerin ıslahı ve gelişmiş Avrupa modelleriyle her açıdan boy ölçüşebilecek derecelerde teknik donanımı mükemmel yeni bir donanma inşası[33] (“Sefâin koyacak yer kalmadı tersâne dar oldu”), yenileşme hareketi­nin askerî ağırlıklı olduğu izlenimine geçerlilik vermekteydi. Aslında bu doğru olduğu kadar da kaçınılmazdı ve askerî yenilenmeler genelde Avrupa teknolojisinin aktarılmasının başlıca kaynağını teşkil ediyordu. Ancak ı slahat mülkî idarenin bütün dallarını kucaklamak zorunday­dı. Bozuk bir mülkî idareyle, gerekli yeniliklerin yapılmasında ve yeni kuramların yönetilmesinde başarı kazanılamazdı.[34] Selim’in reform programının bu anlamda çok daha kapsamlı olduğunu kabul etmek için yeterli veriler mevcuttur.

Matbaa Selim’in ağır masraflarını sineye çektiği aydın şahsiyetinin önemli bir meşgalesi oldu. Burayı ziyaret eder, basılacak kitapları belirler, inceler, usta ve zanaatkârları taltifte kusur etmezdi. Askerî kurumları da babası gibi sıklıkla denetimden geçirmekteydi. İzlenimlerini kaleme sarı­larak ilgililere bildirmekte ve gerekli uyarılarda bulunmaktaydı. Bunları çoğu defa eğitici ve öğretici bilgilerle donatırdı. Bu notları bazan ince nüktelerle, alaycı ima ve istihzalarla dolu olabilirdi. Kırk defa yazdığı şe­yin hâlâ anlaşılmamış olmasına kızdığı bir sırada sadrazama, “Bu konu­da yazdıklarımı bir araya getirecek olsam koca bir kitap olurdu” demesi, nükte ve latife sever mizacının bu yanını aksettiren bir örnek olmakla beraber, bu tür ihmallere ve gevşekliklere “siyaseten katl” dahil olmak üzere yeterli sertlikle karşılık vermek gerektiğini kavramış olduğu, sene­ler sonra, kendisini taht ve saltanattan ayrılmak zorunda bırakacak ayak­lanma patladığında dile getirdiği, “Bu işlere sebep benim hilmimdir. Sa- hihen bu haller benim hilmimden neşet ediyor” tarzındaki açık beyanıyla sabittir.[35] Genelde rica, niyaz ve hatta beddua ile iş gördürmeye çalışan, yumuşak huylu, yüzü tutmaz, kimseyi kırmak istemez, hoş görülü, çok bağışlayıcı ve merhametli olma hali[36] yüksek insanî meziyetlerine işaret etmekle beraber, köklü reformlara girişmekte olan bir devlet adamı için yalnız kendisinin değil, kendisiyle yola çıkanların da hayatını tehlikeye sokan ciddi bir zafiyete delâlet eder.[37] Özellikle son dönemlerde sağlam ve istikrarlı bir karakter çizgisi göstermemiştir, “su gibi meyyal” olmakla mâlûl olup, çifte mizaç ve şahsiyet içinde görünür. Nihayet bir hükümdar için en kötü şeylerden biri olmak üzere giderek kendisinden korkulma- maya başlanır ve haşmetini tamamen kaybeder. Selim’in, saltanatının ilk yarısı içinde azimle yürüttüğü icraatıyla kıyaslandığında son dönemle­rinde daha da göze çarpan bu zafiyet hali, özellikle “müceddit” olma id­diasının talep ettiği asabiyet ile bağdaşmaz; bu durumu, artık sıradan bir hükümdar olarak dahi eserlerini ve tahtını ayakta tutmanın en büyük engelini teşkil eder.

Sadrazamın ikinci plana atılmasıyla divanın reform işlerinde birinci derecede söz sahibi olmaktan çıkartması ve kendine yakın bazı isimler­den oluşan bir “iç kabine” veya Prusya elçisi Knobelsdorf’un 25 Eylül 1792 tarihli raporunda sayısının kırk olarak verdiği[38] bir “reform ekibi” teşki­liyle işleri yürütmeye kalkışmasının beklenen sonucu vermediği, icraat içinde ikilik yarattığı ve sadrazamların bu zevat ile (atabek-i saltanat) zıtlaşmasına, otoritenin bölünmesine ve nihayet divanın reform işleri­ne samimi olarak destek vermemesine yol açtığı, bunun dışında bu ekip içinde de hizipler oluşmasının başarı şansını azalttığı ileri sürülmüştür.[39] Bu bir dereceye kadar doğru ve divan üyelerinin genelde yapılması dü­şünülen yenilenmeler sahasında uzmanlıkları olan ayrı bir kadro tara­fından desteklenmesi ve divanın neticede bu kadronun aldığı kararları onaylayan bir kurum haline dönüşmesi, bunun neticesi olarak da eski kadroların giderek birer muhalefet odağı haline gelmesi söz konusu ol­makla beraber, bu gelişmenin Ağustos 1791’deki ordu boykotuna karışmış askerî ve mülkî bütün ricâlin tasfiyesi anlamındaki infial ile ilgisi olduğu da açıktır. Neticede Selim, reformlara inanmış bir ekip ile işe girişti ve hatta aralarında işlerin ters gitmesi anında padişahın kendilerini feda et­meyeceğine dair bir “muahede”nin dahi mevcut olduğu belirtilmiştir.[40] Selim’in reformların yürütülmesini sorumlu ve güçlü bir sadrazamın ellerine tevdi etmesinin daha iyi sonuçlar vereceğine dair yapılan de­ğerlendirmelerin, reform girişimlerinin kötü bir şekilde sona ermesinin etkisi altında alınmış olarak yapılmış olduğu açıktır ve geçerliliği yoktur. Ancak, bu cesamette bir ıslahatın başarılı olması bizzat padişahlar eliyle yürütülmesiyle mümkündür ve daha sonraki dönemde askerî ve mülkî bütün eski kurumların amansız bir şekilde ortadan kaldırılabilmiş ol­masının sebebi, II. Mahmud’un nihayetine kadar işi büyük bir sertlikle yürütmesi ve mutlak gücü bizzat elinde tutması olmuştur.

Elçi izlenimlerine göre, orta boylu, yakışıklı, biraz kilolu, koyu gür sakallı, şehzadeliğinde geçirdiği ağır hastalığın[41] izlerini taşıyan hafiften çiçek bozuğu yüzlü, sakin tavırlı, sevimli ve hayırhah izlenimi veren bir zat[42] olarak tasvir edilen Selim, her şeye rağmen devletin eski güç ve şevketine kavuşması için büyük bir ciddiyet ve istekle çalışan, son dö­nemlerinde artık ipin ucunu kaçırmış gibi bir izlenim vermeye başlamış olsa da, sonuna kadar giriştiği işin sıkıntısını çeken ve bunu sıklıkla dile getiren tek isim olarak kaldı. Kendini milletine adamış ve onun selâmeti için gönderildiğine inanmış, aydınlık zihniyetiyle çağın çılgın yenileşme furyası karşısında belirli bir hayranlık duymuş ve bunu temsil etmekte olan Fransızlar’a muhabbetle bakmıştır, öyle ki İstanbul’da aşırılık gös­teren, ihtilâli yücelten, simgeleriyle gösteri yapan, Pera’da “hürriyet ağa­cı” diken, sair kraliyet elçilerinin şikâyetlerine yol açan Jakobenler’e mü­samaha etmiştir.[43] İhtilâlin fikirlerini takip etmiş, Fransızlar’ın anayasa (Nizâm-ı Cedîd) ilân etmelerine (3 Mayıs 1792) ilgi duyarak bunun bir metnini tedarik edilmesini elçiden istemiştir.[44] Ancak kral ve kraliçe­nin alenen idamlarına bütün diğer hükümdarlar gibi tepki göstermiş ve üzüntüsünü gizlememiştir.

Selim, kendi ifadesiyle de sabit olduğu üzere eski tarz silâhları gayet iyi ve ustalıkla kullanırdı. Bu iddiasını ayrıca sadrazama yazdığı bir hat­tında dile getirmektedir.[45] Kılıç sallamak kadar, uygun rüzgârla 8-900 m. uzağa atış yapacak derecelerde ok atmakta da maharet ve güç sahibiydi.[46] Yeni ateşli silâhların istimalini de bilir, hatta bunu bizzat kendi hedefledi­ği ve fitillediği top atışlarıyla gösteriye sunardı.[47] Savaş bilimiyle (fenn-i harb) ilgili olarak da geniş bir bilgiye sahipti. Fransız generallerinden Vauban’ın eserlerini bu amaçla tercüme ettirmiş ve bastırmıştı.[48] Bunla­rı okur ve okunmasını tavsiye ederdi.[49] Selim çağdaş savaş tekniklerine, usul ve silâhlarına (sanâyi-i harb) olan ilgisini, bu konularda bizzat bir risâle yazacak derecelere getirmiştir. Padişah-müellifin bu risâlesinin üç kısım üzerine tertip edildiği, ikinci kısmının “fişekler” ve üçüncü kısmı­nın “toplar” ile ilgili olduğu, bu risâleyi inceleyen kaptan paşanın, burada sözü edilen fişek ve toplardan donanmadaki gemilerde bulunmadığını beyan ve bunların teminini istemesi vesilesiyle haberdar olmaktayız.[50]

Selim, âdet olduğu üzere şehirde tebdil gezmeyi ihmal etmez, piya­sayı ve fiyatları denetler, asayişe tanıklık eder veya şahsen müdahale ile bunu sağlardı. Saltanatının ilk senelerindeki bu tür gezilerinde sert bir imaj vermeye gayret etmiştir. Bunlardan birinde müslüman kıyafetine bürünmüş olarak yoluna çıkan bir Rum’u hemen anında idam ettirmiştir (11 Ekim 1789).[51] Bu durumda babası dönemindeki tebdil ve teftiş ge­zilerinden epey etkilenmiş olduğu anlaşılıyor. Zira babasının tebdil ge­zintilerindeki icraatını örnekleyen ve yorumlayan dönemin müverrihi, padişahların nasıl davranmaları gerektiğine vurgu yapmaktadır: Padişah sırf haşmet ve vahşet olsun, iyiliği ve kötülüğü şüyû bulup, kendilerinden çekinilsin ve korkulsun diye şehirdeki gezilerinde hiç olmazsa bir “bî- edebi” katl veya başka bir şekilde “te’dib” ve sebepli sebepsiz bir diğerine de olmayacak bir ihsanda bulunarak ihya etmelidir. Böylece herkes “ede­bini takınıp, keremini umar” olacaktır.[52]

Asayişle ilgili durumlarda ise Selim’in bizzat kılıcına sarıldığı dahi nakledilmiştir. Sultanahmet civarında Sokullu Mehmed Paşa Camii yo­kuşunda bir tulumbacının sarkıntılığına uğrayan bir ev kadınını tâcizden kurtarmak üzere müdahale etmesi, tulumbacının bıçağını çekme hamle­sine, belindeki yatağanla cevap vererek, yanındakilerden atik davranıp adamı anında öldürmesi önemli bir kaynakta anlatılan hikâyedir.[53] Bu­nun doğruluğunu “avam tahayyülünün mahsulü” olarak sorgulamanın[54], padişahın tebdil gezilerinde bu tür zaptiye rolünü oynamayı pek sevmiş olduğuna dair başka örnekler de verilebildiğinden geçerliliği olmasa ge­rektir. Nitekim, Üsküdar’da tebdil gezerken kalyoncular çarşısında bazı kalyoncu neferatının ehl-i ırz kadınları kaçırıp tecavüz etmeye yelten­dikleri haberini aldığında, hadise mahalli yakınında bulunması hasebiyle bizzat cezalarını vermek üzere yanındakilerle birlikte hemen o tarafa se- ğirtmesi[55], buna bir delil teşkil eder. Her iki örnekte durumu “kaymakam paşaya bildirmiş olması, olayların saltanatının ilk senelerindeki savaşlar sırasında geçtiğine işaret etmektedir.

Dış ve iç siyasette devri önemli hadiselerle dolu geçti. İçte merkezî idarenin güçlendirilmesi için verdiği uğraş büyük ölçüde akim kaldı. Pazvandoğlu Osman, Tirsiniklioğlu, Tepedelenli, İşkodralı, Canikli, Cez- zâr, Kavalalı gibi güçlü âyanlarla[56] uğraşmak veya uzlaşmak zorunda kal­dı. Bunlar içinde yabancı bir devletle savaşır gibi seferber olduğu, ancak bertaraf edemediği Pazvandoğlu Osman’ın isyanını bastırmaya çalışma­sı yanında (1798)[57]; özellikle Selim’in, “Bizi dünyaya rezil ettiler” dediği Dağlılar olarak bilinen ve 1792 barışından sonra senelerdir Balkanlar’ı kasıp kavuran, hatta soygun amaçlı olarak köy ve kasabalara saldıran eş­kıya çetelerinin ortadan kaldırılması için uğraştı.[58] Vehhâbîler’in Mekke ve Medine gibi kutsal şehirleri ele geçirmeleri, katliam ve talanları, hac ziyaretine engel olmaları (1806-1807), saltanatını sarsacak ve meşruiye­tini zedeleyecek boyutlar arzetti.[59] Sırp isyanları ilk defa bu dönemde ve ileride önemli bir ulusal eyleme dönüşmek üzere ortaya çıktı (1804).[60]

Dış siyasetteki gelişmeler daha vahim neticeler verdi. Fransız İhtilâli 1792’den itibaren genel bir Avrupa savaşı dönemi başlatmış bulunuyordu. Avrupa devletlerinin Fransa ile meşgul olmalarından ötürü, bu gelişme­ler ilk zamanlar girişilen reformlar için uygun şartlar oluşturdu. Dağılan kraliyet piyasaya bol miktarda işsiz kalmış subay ve teknik becerisi olan eğitilmiş insan sunmaktaydı. Selim bunların ordu, donanma ve mühen- dishânelerde istihdam edilmek üzere hizmete alınmasında tereddüt et­medi. Bunlar, gemi inşa mimar ve mühendislerinden, Tersane’de havuz yapımcıları, tâlimli askerlerin eğitmenleri, top döküm ustalarına, kala­fatçı ve burguculardan marangozlara kadar uzanan uzun bir liste teşkil etmekteydi.[61] Selim, bunların temini ve cazip bir ödemede bulunulma­sı işleriyle yakından ilgilendi. Londra (1793), Paris, Berlin ve Viyana’da açılan (1797) dâimî elçiliklerden bu tür işler için de istifade etmeye ça­lıştı. Ancak bir müddet sonra Avrupa’da ihtilâl Fransa’sına karşı verilen mücadele (Koalisyon Savaşları, 1792-1814) Osmanlı dünyasına da sıçradı. General Bonaparte’ın İtalya’yı ele geçirişi kadim Venedik cumhurunun yıkılması ve taksimi (Ekim 1797), Adriyatik’te Fransa ile komşu haline geliş ve nihayet İngiliz-Fransız mücadelesinin bir uzantısı olarak Mısır’a saldırı (2 Temmuz 1798) ve buranın kısa zaman içinde ele geçirilişi, Os­manlı Devleti’ni Rusya’nın da içinde bulunduğu bir ittifaka dahil olarak, 4 Eylül’de savaş ilân ettiği Fransa ile karşı karşıya getirdi. Ocak 1799’da yapılan İngiliz ve Rus ittifaklarının yardımıyla Fransa nihayet 1802’de ba­rış yapmak ve Mısır’ı terketmek zorunda kaldığında, az sayıda dahi olsa savaş mahallerine sevkedilen nizamlı askerin başarıları da gözler önüne serilmiş bulunuyordu.

Mısır’ın işgali Selim’in saltanat ve hilâfeti için olağan üstü bir öneme sahipti. Bu hadiseyi bütün İslâm âlemi içinde meşruiyetinin sorgulana­bileceği bir saldırı olarak algıladı. Bu sebepten ötürü, Fransa’ya yapılan savaş ilânına dair başta yabancı elçilere dağıtılmak üzere hazırlanan “beyannâme”de, Mekke ve Medine’ye (Haremeyn) açılan bir kapı olarak takdim edilen, vergi ve imkânlarının büyük kısmı Haremeyn’e ayrılan Mısır’a karşı yapılan ve devletler arası hukukta emsali olmayan bu “kor­san” saldırısı; bütün İslâm dünyasını ilgilendiren, “millet-i İslâmiyye’nin hareketini mûcib”, Fransa aleyhine gazâ ve cihadın bütün müslümanla- ra “farz-ı ayın” olduğu bir olay olarak gösterilmekteydi. Selim, senelerce devam edecek olsa dahi Mısır’ın kurtarılması için savaşmaktan kaçınıl­mayacağını ve “bir avuç kumundan” dahi asla vazgeçilmeyeceğini açık­ça beyan etmekteydi.[62] Gerçekten de Mısır’ın kurtarılması için, “hıris- tiyanlarla ittifak yaparak hıristiyan saldırısını defetmek” gibi tenkitlere de mâruz kalmış olarak, elinden gelen her şeyi yaptı. Neticede Mısır’ın tahliyesini gerçekleştirdi ve bu münasebetle kendisine “gazi” unvanı ve­rildi.[63] Mısır’ın kurtarılmasını büyük şenliklerle kutladı ve bu vesileyle İstanbul halkı, Avrupa’da her sahada gelişen yeni teknolojilerin farkında olmaktan çok uzak olarak, gizleyemediği hayret nidaları arasında ve ilk defa olmak üzere, şenlikler için havaî fişekler imaline memur olan Mü- hendishâne hocalarından Selim’in yaptığı bir sıcak hava balonu gösteri­sine şahit oldu.[64]

Bu önemli dış gelişmeden de etkilenmiş olarak 1800’lerden itiba­ren iç siyasetin ağırlık noktalarında önemli kaymalar başladı. Ağustos 1791’deki boykot hadisesiyle yaşanan suçluluk ve ezikliğin tesirleri ar­tık ortadan kalkmış bulunuyordu. Muhalefet yavaş yavaş kendini his­settirmekte ve giderek daha yüksek sesle hoşnutsuzluğunu dile getir­mekteydi. Tartışmaların, yapılan yeniliklerden mi, bunların tatbikinde­ki kötü uygulamalardan ve yönetimin dışlayıcı tutumundan mı, yoksa çıkarların zedelenmiş, menfaat kapılarının kapanmış olmasından mı kaynaklandığı sorgulandığında, başlangıçta asıl sebebin gizlendiği ve yalnızca tepkilerin öne çıkartıldığı görülmektedir. Muhaliflerin işin so­nunda Nizâm-ı Cedîd uygulamalarının malî boyutuna vurgu yapmaları ve özellikle Nizâm-ı Cedîd Hazinesi’nin ilgasını talep etmeleri, nihayet bunda başarılı oldukları halde işi saltanat değişikliğine kadar vardırma­ları, hareketin yeniliklere ve bu bağlamda, reformlarla ilgili veya ona atfedilen her türlü olumsuzluğa karşı olduğunu gözler önüne sermiştir. Nizâm-ı Cedîd’in Anadolu’da başarıyla tatbiki ve nihayet Rumeli’ye de teşmil edilmek istenmesi (1805-1806) muhalefetin tavrını kesin bir şe­kilde ortaya koymasında önemli bir etken oldu. Reformların zaruretine işaret eden bazı risâlelerin bu sıralarda ortaya çıkmasının bu gelişmeler­le bağlantılı olduğu açıktır. Nitekim şimdiye kadar yanlışlıkla Sekbanbaşı

Risalesi olarak bilinen, ancak aslında 1805’te on dört ay sürmek üzere reîsülküttâblık vazifesinde de bulunmuş, 1791 boykot hadisesini bizzat görmüş ve yaşamış, dönemin önemli ismi ve resmî tarih yazarı Ahmed Vâsıf Efendi’nin elinden çıkmış olan ve Yeni Askerin Faydaları (Muhas- senât-ı Asker-i Cedîd) ismini vermiş olduğu risâlenin[65] ana konusu ve yazılış sebebinin, artık unutulmaya yüz tutmuş olan o hadisedeki bü­yük ayıbın tekrar gündeme getirilmesi ve Nizâm-ı Cedîd hareketinin gerekliliğinin kanıtı olarak yenilik karşıtlarına tekrar hatırlatılması ve yüzlerine vurulması olduğu tesadüfî değildir.

Bu zorlu anda icraatlarına baştan beri etkili bir şekilde arka çıkmış olan iki şahsiyetin artık yanında bulunmaması Selim için hayatî bir önem arzeder. 16 Ekim 1805’te en büyük dayanaklarından biri olan annesi Mih- rişah Sultan vâde-i zevâline teslim olur. 1792 Martından itibaren on iki seneye yakın kaptanıderyâlık yapan, yeğeni Esmâ Sultan ile evlendirdiği ve bir rivayete göre bizzat kendisinin sütkardeşi olan, beraber büyüdü­ğü, kafes günlerini paylaştığı; Sadrazam Şerif Hasan Paşanın[66] (1791) ve Rumeli’de şekavet ehli Alo Paşanın[67] (1799) katli örneklerinde olduğu gibi, idam fermanlarını gerektiğinde bizzat kendi eliyle infaz edecek de­recelerde sadakat ve iş görme niteliği üstün, yenilenme girişimlerinde kendisinin baş dayanağı ve muîn-i saltanat[68] bir zat olan Küçük Hüseyin Paşa da 7 Aralık 1803’te vefat eder.[69]

Selim, Mart 1805’te belirli bir maaş karşılığında gönüllülerden sağla­nan askerlerden oluşan Nizâm-ı Cedîd ordusunun ağır masraflarını azal­tabilmek amacıyla, tâlimli asker yazılmak üzere zorunlu genel askerlik uygulamasına geçilmesine teşebbüs etti ve Prusya’daki tatbikattan esin­lenmiş olarak yirmi-yirmi beş yaş arası için mecburi askerlik hizmeti getirilmesini öngördü. Ancak, dönemi ele alan çalışmalarda yer bul­mayan bu icraatı daha ilk andan itibaren yeniçeri ve ulemâ tarafından genel bir hoşnutsuzlukla karşılandığından, vazgeçmek zorunda kaldı[70]. Ertesi sene Nizâm-ı Cedîd uygulamalarının Rumeli’ye de teşmiline karar vermesi hükümdarlığının dönüm noktasını teşkil etti. Anadolu’daki as­kerî yenilenme işlerinde başarı kazanmış olan Kadı Abdurrahman Paşa bu işle vazifelendirilmiş olarak emrindeki Nizâm-ı Cedîd kuvvetleri ile yola çıktığında, Silivri, Tekirdağ ve Çorlu’da sert bir direnişle karşılaştı. Nizâm-ı Cedîd’in Rumeli’ye de teşmili, eski durumlarını sürdüremeye­cekleri endişesiyle buradaki âyanların tepkisini çekmiş olarak birleşme­lerine yol açmış ve taraflar arasında silâhlı çatışmalar cereyan etmiştir. Bu gelişmede ise bizzat Sadrazam Hâfız İsmâil Paşanın[71] açık ihaneti, el altından bunlara destek vermesi önemli bir etken olmuştur. Neticede gi­rişim Edirne Vakası olarak bilinen fiyasko ile sonuçlandı ve uygulama iptal edildi. Mülâyemeti sebebiyle sadrazamı sadece azletmek ve sürgüne göndermekle yetinen Selim, yenilik taraftarı olarak bilinen Şeyhülislâm Sâlihzâde Ahmed Efendi’yi de görevden almak zorunda kaldı ve muha­lefeti teskin amacıyla Yeniçeri Ağası İbrâhim Ağa’yı sadârete (14 Ekim 1806), yeniliklere muhalif Topal Atâullah Efendi’yi de meşihata getirdi (14 Kasım 1806). Sadrazamın sefere çıkması (12 Nisan 1807) sebebiyle, yine yeniliklere karşı olan ve Şehzade Mustafa ile de irtibatı bulunan Köse Mûsâ Paşa’nın kaymakamlık makamına getirilmesiyle “Topal ve Köse” şeâmeti tekemmül etmiş oldu. Neticede, Edirne Vak‘ası sonun başlangıcı olmak üzere Selim’in saltanatına ağır bir darbe vurdu ve otoritesini bü­yük ölçüde kaybetmesine yol açtı.

Döneminde devletler arası ilişkiler ve dış meselelerdeki gelişmelerin de kendisine yardımcı olmadığı muhakkaktır: Napolyon’un kendisini “Fransızların imparatoru” olarak ilân etmesi (Notre Dame Katedrali’nde taç giymesi, 2 Aralık 1804) ve bu unvanın diğer devletler tarafından ta­nınmaması Avrupa’da önemli bir sorun oldu. Karşı çıkan devletlerin askerî hezimetleri neticesinde bu önce Prusya tarafından tanındığında (1806), müttefiklerinin tutumlarından hoşnut olmayan Osmanlı Devleti için de uygun bir bahane teşkil etti. Fransa ağırlıklı bir siyasete dönüş, İngiltere ve Rusya ile mevcut, hatta 24 Eylül 1805’te Rusya ile yenilenmiş

bulunan ittifaktan[72] çıkma anlamına gelmekteydi. Osmanlı Devleti’nin Fransa yanında yer almasına, böylece Fransa’nın Şark’ta büyük bir et­kinlik kazanmasına izin verilmek istenmediğinden, neticede bu iki eski müttefikle savaş hali oluştu (22 Aralık 1806). Bu gelişmeler ışığında, üç beş ay sonra Selim’in tahttan indirilme darbesine varacak olan tertiplere, bu iki devletin el altından birinci derecelerde hissedar olduğuna şüphe duyulmaması gerekir.

İngiliz filosunun Çanakkale’den rahatça geçip, İstanbul önlerine ka­dar gelmesi (20 Şubat 1807) Selim’in iktidarından arda kalanı da silip süpürdü ve süratle saltanatının sonunu getirdi. Yüzyıllardır dost dahi olsalar yabancı savaş gemilerinin gelmelerine izin verilmeyen İstanbul, İngiliz filosunun on gün kadar süren ablukası altında dehşet içinde kaldı. Bu durumun, Rus seferine çıkmak üzere mevcuda ilâveten on binlerce askerin toplanmış olduğu şehirde kargaşa yanında kıtlık ve pahalılığa da yol açması, bütün bu tür olumsuzlukları yürütülen ye­nilenmelere ve bunlardan sorumlu devlet adamlarının icraatına bağ­layan yığınların yönlendirilen kızgınlığını daha da arttırdı ve patlama noktasına getirdi. Filonun Yeniçeri Ocağı’nın imhası için bizzat devlet ricâlinin daveti ile geldiğine dair çıkartılan asılsız söylentiler ortalığı daha da karıştırdı.

Fransız elçisi General Sebastiani’nin önerileri ve atılımlarıyla düşman donanmasına karşı binlerce top yerleştirilmiş olarak kıyılarda gerçek­leştirilen savunma hattı İngiliz tehdidini geçersiz kılarken, halkın Fran­sa hayranlığını da arttırmaktaydı. Mart başında İngiliz filosu hiçbir şey başaramadan çekip gitmek zorunda kaldığında, bu hayranlık zaferin coşkulu tezahüratıyla birleşti.[73] Selim Sebastiani’yi özel olarak huzuru­na kabul ederek, Fransa ile mutlak bir eylem birliği içinde olunacağı­na dair güvence verdi. İngiltere ve Rusya’ya karşı yapılacak ortak askerî operasyonlara yeşil ışık yaktı.[74] Sebastiani, Napolyon’a Selim’i takdim ederken abartmamaktaydı: “Haşmetpenâhın Sultan Selim’den daha sa­mimi ve daha fedakâr bir dostu yoktur, onun göstermiş olduğu meta­net dostluğunun hakikat ve katiyetini ispat etmiş oldu”.[75] Kısa bir za­man sonra ordu Napolyon’un da taleplerine uygun olarak[76], Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa idaresinde 12 Nisan 1807’de Rus seferine çıkmak üzere pâyitahtı terkettiğinde, İstanbul’da meydan, Şehzade Mustafa’nın adamlarıyla da iş birliği içinde olan Köse ve Topal ittifakına kaldı. Ordu Edirne’ye vardığında İstanbul’da Selim’e karşı düzenlenen ayaklanmanın hazırlıkları tamamlanmış bulunuyordu. Gündeminde Selim’e karşı ayak­lanmak ve Nizâm-ı Cedîd’i ilga etmek gibi bir şey olmayan ve aksi vârit olmuş olsaydı, bunu bizzat kendilerinin icra edeceğinden şüphe duyul­maması icap eden Sadrazam İbrâhim Paşa, bütün devlet ricâli, sair asker ve ocak halkı hep beraber seferde olduklarından, bu her şeyi ile ikinci elden uygulamaya sokulan bir muammalı darbe oldu. İsyan hazırlanan tezgâh doğrultusunda Boğaz yamakları tarafından başlatıldı (Kabakçı Mustafa İsyanı) ve İngiliz kadar özellikle reformlara karşı olan muhalif hizipleri destekleyen[77] Rus parmağının da hesaba katılması gereken bir gelişme göstererek, dört gün içinde Selim’in tahttan indirilmesiyle fazla kan dökülmeden sonuçlandı (25-29 Mayıs 1807). Ulemânın da desteğini almış olan isyancılar, kaymakam ve şeyhülislâm ikilisinin tanzim ettik­leri on bir kişilik listedeki Nizâm-ı Cedîd erkânının idamlarıyla yetin­diler. Ayaklanmanın ilk günü ise (25 Mayıs Pazartesi) yalnızca yamak­ların yanında bulunan Mahmud Râif Efendi ve Halil Ağa öldürülmüş bulunuyordu.[78]

Selim, ordunun işin içinde olmamasından ötürü rehavete de kapılmış olarak, olayların kendisine önemsizmiş gibi aktarılmasını yeterli gördü. İşin rengi değişmeye başladığında ise, tam bir teslimiyet içinde elinin al­tındaki binlerce eğitilmiş askeri kullanmadan, hatta kumandanların is­yancıları kolaylıkla imha edebileceklerine dair güvence vermelerine rağ­men, “Benim yüzümden kan dökülmesin” deyip[79], bu tür önerilere kulak tıkadı. Hatta, tahtta kalabileceği umuduyla eserini feda etmekten de çe­kinmedi. Reform harcamaları için kurulan ve olağan dışı vergilendirme­lerin kaynağı olarak nefret edilen defterdarlığı (İrâd-ı Cedîd Hazinesi) ilga etti, vaktiyle ahitleşmiş olduklarına (İbrâhim Kethüdâ sıfatıyla mâruf İbrâhim Nesîm, “Gizli Sıtma” lakaplı Tersane Emini Hacı İbrâhim, sır kâ­tibi Ahmed Fâiz) kaçma fırsatını vermiş olmakla beraber[80], listede yer alan sair ricâli talep edildiği gibi cellâda teslim etti. Kaçanlar yakalanarak bin bir hakaret ve eziyetlerle meydanlarda idam edildiler. Her türlü mes­lekten, sınıf ve tabakadan İstanbul halkının neredeyse yarısının yeniçeri defterlerinde kayıtlı olması ve askerî bir hizmet görmeden maaş almaları[81], isyancıların geniş kitlelerce sessizce desteklenmesini sağlamaktaydı. Selim buna rağmen tahtını kurtaramadı, yenilikçiliği, Batıcılığı, dinden çıktığı ve zürriyeti olmaması bahane olarak kullanıldı. Bundan böyle pa­dişahlık yapamayacağı ileri sürüldü ve nihayet tezgâhlandığı gibi Şehza­de Mustafa’nın ismi zikredilmeye başladı. Selim’in tahta çıktıktan sonra Ahmed adını verdiği bir oğlu olmuşsa da bu herhalde doğumdan sonra yaşamamıştı[82] ve çocuğu olmamasından da kaynaklanan bir merhamet ve sevgi ile yeğenlerine karşı gayet yumuşak davranmaktaydı.[83] Hatta Mustafa’nın adamları vasıtasıyla dışarısıyla irtibat içinde aleyhte çalışma­lar yürütmesine bile göz yummakta ve bu gibi faaliyetlerine amcasının vaktiyle kendine davrandığı gibi görmezlikten gelerek bazı uyarılarda bulunmakla yetinmekteydi. Evlâdı olmadığından yeğenlerinin hayatın­dan kuşku duyulması kendini pek ziyade yaralamıştır.[84] Fazla direnme-

İstanbul’a gelmeden düşünülmüş ve bu iş için Silâhdar-ı şehriyârî Esseyyid Abdullah Ağa vazifelendirilmiş bulunuyordu. (Rebîülâhir 1206/ Aralık 1791). Silâhdar Edirne’ye vardığından, kendisine padişahın bir çocuğunun olacağı zannıyla orduya gitmeyerek bir müddet Edirne’de kalması emredilmiş, ancak doğumun aslı çıkmamıştır (İ. Hakkı Uzurçarşılı, “Sultan III. Selim ve Koca Yusuf Paşa”, Belleten, XXXIX/i54 (1975), s. 247, n. 11). Bu durumda doğum havadisinin Şubat-Mart 1792 tarihli olması gerekmekte olup, Edirne’deki bu bekleyişin de Şubat ayı sonlarına kadar (1792) sürdüğü anlaşılıyor. Nitekim 25 Şubat’ta (3 Receb 1206) saraydaki bütün ebeler adı verilmeyen kişinin hamile olmadığına dair ortak bir beyanatta bulunmuşlardır. Rûznâme yazarına göre bu söylentinin sebebi saraya ebe olarak yanaşmış bir Tatar kadının para ko­parmak için böyle bir yalana tevessül ettiği ve böyle bir müjdeye inanmaya çoktan hazır olan hemen herkesi aldattığına dair bir hikâye nakleder. Böyle bir beklenti dahilinde çocuk odası donatılmış, harem dairesi tamamen yenilenip süslenmiş, bundan haremin bütün kadrosu istifade etmiş ve 9809 kese masraf edilmiştir. Oysa “velâdet olmadığı ve hâmile dahi olmadığını, üç dört mâh mu­kaddem şehir ahalisi taraf taraf söyler idi” (Uzunçarşılı, “Üçüncü Sultan Selim Zamanında yazılmış Dış-Ruznâmesinden 1206/1791 ve 1207/1792 Senelerine Ait Vekayi”, Belleten, XXXVII/148 (1973), s. 622-623). 2 Mart’ta (8 Receb 1206) dört aylık (Ekim-Kasım 1791’den beri) heyecanlı bir bekleyişten sonra hayal kırık­lığına uğranılmış olarak yapılan hazırlıklar, donanım ve süslemeler (“harem-i hümâyun donanması”) tamamen kaldırılmıştır (Uzunçarşılı, Rûznâme, s. 624). Selim’in çocuğu olmaması hali böyle bir hikâyeye tekrar konu olmazsa da, ya­kın çevresindekilerin buna teklifsizce değindikleri ve teselli amaçlı sözlerinin kendisini hayıflandırdığı bilinmektedir. Küçük Hüseyin Paşa ile evlendirdiği yeğeni Esma Sultan’ın ağır çeyizi merasimle yola çıkartıldığında, bunu Alay Köşkü’ne gelerek seyreden III. Selim’e Çuhadar Süleyman Ağa’nın, “İnşallah efendimizin dahi nice surlarını temaşa ederiz” demesi üzerine, “Ah olsa da ben görmezsem dahi görmiyeyim” diye karşılık vermesi (Uzunçarşılı, Rûznâme, s. 660), padişahın çocuk özlemi yanında konunun artık herkes tarafından bu haliyle kabul edildiğinin ve konuşulmakta olduğunun da kanıtıdır.

den, belki yılmış, biraz küsmüş ve bıkmış ama muhakkak ki incinmiş bir ruh halinin teslimiyeti içinde kendi hukukunu savunma girişiminde bile bulunmadan tahttan çekildi ve yeğenini eliyle iclâs etti ve on sekiz sene önce terkettiği “kafes”e geri döndü.[85] IV. Mustafa tahtta on dört ay kadar kalabildi. Bu arada amcasını, zehirlemesini teklif ettiği doktor Lorenzo vasıtasıyla ortadan kaldırmaya çalıştı, Lorenzo bunu şiddetle reddederek kaçıp saklandı.[86]

Saltanat değişikliği ve orduda da isyan çıkması neticesinde seferden vazgeçilmesi ve sınırların düşmanın insafına terkedilmesi doğal olarak Rusya’nın işine geldi, Osmanlı tarafından gelecek baskıyı ortadan kaldır­dı ve böylece Fransa’ya karşı eli kuvvetlenmiş oldu. [87]

IV. Mustafa’nın kargaşa ile geçen saltanat döneminin daha ilk hafta­larından itibaren geniş kitleler III. Selim dönemini aramaya ve yapılan işin yanlışlığını hissetmeye başladılar. Böylece bilhassa eski yenilikçi kad­rolardan hayatta kalan bazı önemli ricâlin (Behic, Tahsin, Refik, Ramiz Galib) girişimleriyle kendisinin tekrar tahta çıkartılması yönünde hazır­lıklara girişildi. Ancak, Rumeli’de önemli bir güç olan Alemdar Mustafa Paşa etrafında toplanan Selim taraftarlarının (Rusçuk yâranı) darbe gi­rişimi başarıyla yürütülmüş olmakla beraber, hüsranla sona erdi. Darbe 28 Temmuz 1808’de saraya hücum ile başladı ve öğleden sonra ölüm ka­lım noktasına ulaştı. Alemdar Mustafa, sarayın kapılarını kırıp içeri gir­diğinde Arz Odası’nın Bâbüssaâde’ye bakan kapısı önündeki sofaya bir şilte üzerine konmuş Selim’in cesedi ile karşılaştı ve büyük bir teessüre ve kızgınlığa kapıldı.[88] Öğleden sonra dört sularında Sarayburnu’ndan top sesleri duyulmaya başlandı, bu saltanat değişikliğinin işaretiydi, an­cak İstanbul’un sair halkı gibi Pera’daki elçilikler de kimin tahta çıktığını henüz bilmemekteydiler. Genelde Selim’in tekrar tahtına kavuştuğu zan­nediliyordu.[89] Bir saat kadar sonra münâdîler yeni sultanın II. Mahmud olduğunu ilân ettiler. Selim öldürülmüş, Mahmud zorlukla kaçırılarak kurtarılmıştı (28 Temmuz 1808). Gizli bir elin bir gece öncesine kadar açık olan dairesindeki silâh dolabının kapısını kilitlemiş olmasından ötürü, silâhsız olarak yine de kendini savunmaya teşebbüs etmiş, ancak başla­rında Abdülfettah, Ebe Selim, Nezir ağaların bulunduğu, daha sonraları hepsinin yakalanarak idam edileceği çok sayıda katil ile boğuşmak zo­runda kalmıştı. Ebe Selim hassas yerini sıktığında kaytan atılarak boğul­duğu nakledilmiş;[90] ancak naaşı üzerindeki darp izleri, kanlı bereli hali, sağ şakağının derisi sakalıyla birlikte çenesine kadar sıyrılmış olduğunun tasviri[91], kendisinin kanlı bir şekilde şehit edildiğine işaret etmektedir.[92]

Ertesi gün (29 Temmuz 1808) geniş katılımlı ve esef nidaları arasın­da samimi bir üzüntü içinde geçen bir merasimle babasının Lâleli’de yaptırdığı caminin türbesine ve yanına gömüldü.[93] 13 Ağustos sabahı ise II. Mahmud tebdilen mezarını ziyarete gelerek dua etti, bolca sada­ka dağıttırdı ve amcası adına sebil ve çeşmeler tanzimini emretti.[94] Hak etmediği bir muamele görmüş olarak, kendisinin meziyetleri ve icraatla­rı İstanbul kahvelerinde uzun zaman efsane gibi anlatılmaya devam etti. Alemdar Mustafa’nın katillerinin peşine düşmesi ve onların hepsini bir bir yakalayarak ölümlerle cezalandırması da alkışla karşılandı.[95]

III. Selim geride çoğu İstanbul’da olmak üzere genelde askerî işlevde pek çok eser bıraktı. Eyüp Sultan Camii’ni âdeta yeniden inşa ve türbesi­ni ihya etti. Türbenin şebekelerini som gümüşten döktürdü ve altın avi­zeler taktırdı. Beşiktaş ve Galata mevlevîhânelerini tamir ettirdi. Çeşitli yerlerde çeşmeler yaptırdı. Tophane ve Beyoğlu’nda (Taksim) topçu ve arabacılar için kışla, Nizâm-ı Cedîd askerleri için Levent Çifliği ve Se­limiye kışlalarını, Üsküdar’da kalyoncular, Hasköy’de Humbaracı ve La­ğımcı kışlalarını yaptırdı. Tersanede büyük kuru havuz, Hasköy’de Mü- hendishâne ve matbaa kurdu. Üsküdar Harem İskelesi arkasında Selimi­ye olarak anılacak yeni bir semt oluşturdu, burasını büyük kışla yanında yine adıyla anılan cami, hamam ve sair mütemmim binalar, zâbit evleri, kumaş dokuma imalâthaneleri ve sair iş yerleri inşasıyla mâmur hale ge­tirdi[96], özellikle büyük ve müstakil bir bina yaptırarak Mühendishâne Matbaası’nı buraya taşıdı (1802). Üsküdar sahilinde büyük ambarlar bina ettirdi.

Selim, resim sanatını imparatorluğun tanıtımı, hânedan meşruiyeti ve Avrupa protokolüne iştirak anlamlarında bilinçli olarak kullanan ilk hükümdardır.[97] Bu anlamda Selim kendi resimlerini çoğaltarak, sair hü­kümdarlara hasseten İmparator Napolyon’a hediye etti. Yaptırdığı bina­ların görsel zaptına özen gösterdi. Gerçekten de devrinin önemli gravür üstatları bütün bunları resme döktüler ve genelde Melling gibi ressamla­rın elinden çıkmış olarak şehrin neredeyse tamamı belgesel niteliğinde olmak üzere ebedîleştirildi. Döktürdüğü toplar üzerinde, tuğralarının üst köşelerinde ay-yıldız işaretinin kullanımı dahil olmak üzere, imparator­luk resmî armasının oluşumunda etken oldu ve bunun kendi resimleri­nin derkenar taçlarında, bastırdığı Atlas-ı Kebîr gibi büyük eserlerin lev­ha çerçevelerinde kullanımını temin etti.

III. Selim zamanında Osmanlı Devleti tarihinin hiçbir döneminde gözlenmeyecek bir şekilde Avrupa’nın başta gelen en önemli devletleriyle savaş hali yaşamış ve yine daha önceleri ve sonrasında görülmeyen bir yoğunlukta hemen hemen önde gelen her devletle ittifak antlaşmaları akdetmiştir. Osmanlı Devleti’nin yüzyıllardır komşuluk ilişkileri içinde bulunduğu kadim Venedik (1797) ve Lehistan (1795) cumhurları bu dö­nemde ortadan kalkmıştır. Yine bu dönemde Rusya, Avusturya, Fransa ve İngiltere ile savaşmış; Prusya, İsveç, Sicilyateyn, Rusya, İngiltere ve Fransa ile saldırı ve savunma ittifakları yapmış ve böylece Avrupa devletler câmi- asında resmen yer almış ve Avrupa hukukuna dahil edilmiştir. Avrupa’nın önemli merkezlerinde dâimî elçilikler ve pek çok liman şehrinde kon­soloslukların da açılmış olması bu tür bir kabulün açık bir göstergesi olmuştur.

1789 Mayısında, tahta çıkması münasebetiyle Prusya elçisi Diez, “Bu hükümdar evsaf ve meziyetleri itibariyle milletinin fevkindedir ve mille­tinin müceddidi olması mukadder görünmektedir. Ancak yüzyıldan fazla bir zamandır gerilemekte olan bir devletin yenilenmesi için uzun sene­ler gereklidir” demekteydi.[98] Zaman, Selim’in bütün iyi niyetine rağmen böyle muazzam bir işi uzun seneler enerjiyle sürdürecek ve başarıya erdi­recek karakter sağlamlığından, sebattan ve basîretten mahrum olduğunu gösterdi.[99] Genel kanı, onun giriştiği işin adamı olmadığıdır. Alemdar Mustafa Paşa’nın sarayı basma hadisesinde (28 Temmuz 1808) kendisinin tekrar tahta çıkartılması herhalde büyük bir hata olurdu!

———————————————————-

Kaynak:

Nizâm-ı Kadîm’den Nizâm-ı Cedîd’e III. Selim Dönemi, Ed. Seyfi Kenan, TDV Yayın Matbaacılık ve Ticaret İşletmesi, Ankara© Her hakkı mahfuzdur.İstanbul, Aralık 2010

 


[1]    Ahmed Vâsıf, Târih, İstanbul: Üsküdar Matbaası, 1214/1804, I, 278.

[2]    J. Wilhelm Zinkeisen, Geschichte des Osmanischen Reiches in Europa (GOR),

Gotha 1859, VI, 10. Prusya elçisi Zegelin’in Şubat 1774 tarihli raporu.

[3]    Selim’in hükümdarlığı esnasında da en önemli dayanaklarından biri olacak olan Kaptanıderyâ Küçük Hüseyin Paşa.

[4]    Ahmed Cevdet Paşa, Târih, İstanbul 1309, IV, 270-271.

[5]    Câbî Ömer Efendi, Târih (haz. Mehmed Ali Beyhan), Ankara 2003, I, 9.

[6]    bu yazışmalar için bkz. İ. Hakkı Uzunçarşılı, “Selim IIl’ün Veliaht İken Fransa Kralı Lüi XVI ile Muhabereleri”, TTK Belleten, II/5-6 (1938), s. 191-246.

[7]    hakkında mükemmelen bkz. Fatih Yeşil, III. Selim Döneminde Bir Osmanlı Bü­rokratı Ebûbekir Râtib Efendi (yüksek lisans tezi, 2002), Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

[8]    bkz. Kemal Beydilli, “Şehzade Elçisi Safiyesultanzâde İshak Bey”, İslâm Araştır­maları Dergisi, sy. 3 (1999), s. 73-81.

[9]    III. Selim’in Sır Kâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme (haz. V. Sema Arıkan), Ankara 1993, s. 86, 100.

[10]  “Opera nâm müzahref mülâabe-i Efrencî izhâr eyleyen cend nefer Frenkler temâşa …”, Rûznâme, s. 248.

[11]   Marlborough Dükü lohan Churchill’in (1650-1722) İspanya Veraset savaşları esnasında, muhtemelen Fransa karşısında kazandığı Malplaquet muharebesin­deki zaferini alaya alan sözleriyle temposu neşeli bir Fransız halk müziği.

[12]  Heinrich von Reimers, Reise der russische-kaiserlichen Gesandtschaft an die Othomanische Pforte im Jahre 1793, St. Petersburg 1803, II, 16.

[13]  I. Abdülhamid ile (1725-1789) ilgili şu mükemmel esere bkz. Fikret Sarıcaoğlu, Kendi Kaleminden Bir Padişahın Portresi: Sultan I. Abdülhamid (1774-1789), İs­tanbul 2001.

[14]   Portraet des Genius, Friedrich der Grosse, Hamburg 1967, s. 26. II. Friedrich Fransızca olarak yazmaktaydı.

[15]  Doğumunu halka duyurmak ve bunu gece gündüz donanma, şehrâyin, top atışlarıyla kutlamak üzere topçubaşı ağaya yazılan buyruldu metni için bkz. Ahmet Ünal, Onsekizinci Yüzyıla Ait Bir Buyruldu Mecmuası (yüksek lisans tezi, 2006), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 149-150. Selim’in doğumu münase­betiyle şehirde Rumlar’a ait yanmış bir kilisenin tamiriyle ilgili uzun zamandır bekletilen izin hemen çıkartılmıştır (James Porter, Turkey: Its History and Progress (ed. Georg Larpent), London 1854, I, 354-355).

[16]  Şem‘dânîzâde Fındıklılı Süleyman, Müri’t-tevârîh (haz. Münir Aktepe), İstan­bul 1978-80, II-A, s. 95; III, 90.

[17]  Şem‘dânîzâde, Müri’t-tevârîh, II-B, s. 116.

[18]  Mütercim Asım, Târih, İstanbul 1284, I, 348.

[19]  Cevdet, Târih, VII, 148-149.

[20]  Enver Ziya Karal, Selim III’ün Hatt-ı Hümayunları, Ankara 1942, s. 23.

[21]  Asım, Târih, I, 349.

[22]   Mahmud’un tahta çıktıktan sonra, hayatına kastetmiş olmasına rağmen karde­şi Mustafa’nın annesini (Ayşe Sîneperver) Eski Saray’a göndermeyerek, oğluyla beraber kalmasına izin vermiş olması (Tayyarzâde Mehmed Atâ, Târih, İstan­bul 1293, III, 66), saltanat değişikliğinin kanlı sayfaları içinde ayrı bir incelik taşır gibi görünmekle beraber, bu kararın altında, oğlunun hukukunu etkin bir şekilde savunma cüretini gösteren bu kadının sarayda daha sıkı bir kontrol altında tutulmak istenmesinin yattığı açıktır.

[23]  Karal, Selim III’ün Hatt-ı Hümayunları: Nizâm-ı Cedîd, Ankara 1946, s. 125.

[24]  Karal, Hatt-ı Hümayunlar (1946), s. 125-126.

[25]  Kemal Beydilli, 1790 Osmanlı-Prusya İttifakı, İstanbul 1984, s. 57-60.

[26]   Cevdet, Târih, IV, 191; Beydilli, Osmanlı-Prusya İttifakı, s. 40. Ayrıca ağzı sıkı da olmamasından ötürü Tevfik Efendi, Prusya ile ilgili olarak daha sonra yapılan toplantılara davet edilmemiştir (Ahmed Câvid, Hadîka-i Vekayi [haz. Adnan Baycar], Ankara 1998, s. 40).

[27]  boykot hadisesi anlatımı için bkz. Cevdet, Târih, V, 161-165; Kemal Beydilli, “‘Evraka, Evraka, veya ‘Errare Humanum Est’”, İlmî Araştırmalar, XIX (2000), s. 45-66; Kemal Beydilli, “Sekbanbaşı Risalesi’nin Müellifi Hakkında”, Türk Kül­türü İncelemeleri, sy. 12 (2005), s. 221-224; mahzar metni için bkz. Edib Tarihi (haz. Ali Osman Çınar, 1999), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 242-247.

[28]   Cevdet, Târih, VI, 7; Kemal Beydilli, “Küçük Kaynarca’dan Tanzimat’a Islahat Düşünceleri”, İlmî Araştırmalar, VIII (1999), s. 32.

[29]   Ömer Faik, Nizâmü’l-atik (haz. Ahmet Sarıkkaya, mezuniyet tezi, 1979), İÜ Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, s. 4; Beydilli, “Islahat Düşünceleri”, s. 37; Kahraman Şakul, “Nizâm-ı Cedîd Düşüncesinde Batılılaşma ve İslâmî Mo­dernleşme”, Divân: İlmî Araştırmalar, sy. 19 (2005), s. 129.

[30]  bkz. Yavuz Cezar, Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi: XVIII. Yüzyıldan Tanzimata Mali Tarih, İstanbul 1986.

[31]   Saadet Öner, İsveç Devlet Arşivinde Mahfuz M. d’Ohsson Evrak Tasnifi ve Tah­lili (yüksek lisans tezi, 1999), İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 152.

[32]  bkz. Kemal Beydilli, Türk Bilim ve Matbaacılık Tarihinde Mühendishane, Mü- hendishane Matbaası ve Kütüphanesi (1776-1826), İstanbul 1995.

[33]   bu konuyla ilgili nihayet mükemmel bir çalışma için bkz. Tuncay Zorlu, In­novation and Empire in Turkey: Sultan Selim III and the Modernisation of the Ottoman Navy, London-New York 2008.

[34]   “Bu vecihle her taraftan asâkir-i nizâmiyye tertibi elzem görülüyordu. Lâkin Devlet-i Aliyye’nin ahvâl-i mülkiyyesi dahi muhtel olup, bir bozuk heyet ise bir hey’et-i muntazamayı idare edemeyeceğinden, tanzîm-i askerle beraber umûr-ı mülkiyyenin tanzimi dahi lâzime-i hal ü maslahattan idi”, Cevdet, Târih, VI, 6.

[35]  Cevdet, Târih, VIII, 158.

[36]  bkz. Âsım, Târih, II, 209.

[37]  Sultan Selim’in kendisine karşı tertiplenen isyanda sayıları 13.000’i bulan tâ- limli askerleri kullanmaması ve kan dökülmesinden kaçınmasını tenkit eden Cevdet Paşa da aynı değerlendirmede bulunmaktadır: “Sultan Selîm-i halîm ise çend nefer hâinlerin kanına girmekten ictinap ile hem kendi tahtını hem de nice aziz vücutların hayatını muhataraya bıraktı” (Cevdet, Târih, VIII, 164);

“Şu hale nazaran Sultan Selim bizzat Nizâm-ı Cedîd askerinin başına geçip de derhal isyanı te’dib ile devleti esasından ıslah ve tanzim etmek lazım iken, mutadı olan nezâket ve mulâyemet yolunu tuttu ve bunca emekler sarfıyla vü­cuda getirdiği asâkir-i muallemeyi bir anda mahvetti …” (Târih, VIII, 171).

[38]  Zinkeisen, GOR, VII, 322.

[39]   G. A. Olivier, Türkiye Seyahatnamesi (çev. Oğuz Gökmen), Ankara 1977, I, 180 vd.

[40]  Cevdet, Târih, VII, 164.

[41]   Askerî yenilenmede vazife almak üzere İstanbul’a gelen ve Mühendishâne’de istihkâm dersleri veren Lafitt-Clavé, tutmuş olduğu henüz basılmamış olan günlüğünde (Journal dun officier Francais à Constantinople en 1784-1788 [haz. D. Anoyatis-Pelé]), Şehzade Selim’in hastalığı ile ilgili kayıtlara yer vermiş olarak, bu konuyla ilgili bilinmezlerin aydınlatılmasına katkıda bulunur. Buna göre Selim ağır bir çiçek hastalığı (petite vérole) geçirmektedir. 21 Kasım 1785 tarihli kaydına göre beş gündür hastadır. Bu hastalıktan sarayda yirmi câriye ölmüştür (s. 120). 29 Kasım 1785 tarihli kaydında hastalığın ağır seyrettiğini, durumunun kötü olduğunu ve çıbanlarından cerahat aktığını bildirir (s. 123). 1 Aralık kaydı, kanamasının olduğunu, bunun da durumunun pek iyi olmadı­ğının işaretini taşıdığını bildirmekle beraber, ertesi günkü duyumu sağlık du­rumunun daha iyi olduğuna dairdir (s. 124). Selim 1786 senesi ilk ayları içinde iyileşmiş olmalıdır. Bu hastalık sebebiyle sarayda câriyelerin yanında şehzade ve sultan kızların da vefatı söz konusu olmuştur. Alemşah (ayrıca Journal, s. 166), Mehmed Nusret, Süleyman, Fâtıma bunlar arasındadır (bkz. Sarıcaoğlu, Kendi Kaleminden Bir Padişahın Portresi, s. 16-17). Hastalık Selim’in yüzün­de çiçek bozuğu denilen izler bırakmış olduğu bildirilmektedir. Kapıdağlı tarafından yapılan resimlerinde bu izler göze çarpmamakla beraber, Melling Albümü’ndeki ilk gravür, Selim’in bulutlar arasında doğan bir portresi olup, burada yüzündeki hastalık izleri (çiçek bozuğu) seçilebilmektedir.

[42]  Josef Krauter, Franz Frieherr von Ottenfels, Salzburg 1913, s. 13.

[43]  Zinkeisen, GOR, VII, 318-319.

[44]  Karal, Hatt-ı Hümayunlar (1946), s. 30.

[45]  Karal, Hatt-ı Hümayunlar (1946), s. 58.

[46]  İstanbul’un En Uzun Dört Yılı (1785-1789): Taylesanizâde Hafız Abdullah Efendi Tarihi (haz. Feridun Emecen), İstanbul 2003, s. 383-385; Necati Elgin, Selim III – İlhamî, Konya 1959, s. 48.

[47]   Fatih Yeşil, Nizâm-ı Cedîd’den Yeniçeriliğin Kaldırılışına Osmanlı Kara Ordu­sunda Değişim, 1793-1826 (doktora tezi, 2009), Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 51, n. 23.

[48]  Beydilli, Mühendishane, s. 181-212.

[49]  Karal, Hatt-ı Hümayunlar (1946), s. 57.

[50]  Beydilli, Mühendishane, s. 181.

[51]  “Şevketlü efendimiz tebdil gider iken bir Rum keferesi şâlî biniş ve kakum kürk ve çiçekli kaftan ve entari ve sarı mest papuç ile rü’yet eylediklerinde cellâd edüp salb olunup …” , (Taylesanizâde Tarihi, s. 419).

[52]  Şem‘dânîzâde, Târih, II-A, s. 35.

[53]  Atâ, Târih, III, 92-93.

[54]  Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı Padişahları, İstanbul 1981, s. 335.

[55]  Karal, Hatt-ı Hümayunlar (1946), s. 97.

[56]  Yücel Özkaya, Osmanlı İmparatorluğunda Âyânlık, Ankara 1977. Burada Ali Yaycıoğlu’nun yayımlanmamış doktora tezine önemle işaret edilir: The Provin­cial Challenge: Regionalism, Crisis and Integration in the Late Ottoman Empire (1792-1812), Harvard Üniversitesi, 2008.

[57]  Robert W. Zens, The Ayanlık and Pasvanoğlu Osman Paşa of Vidin in the Age of Ottoman Social Change, 1791-1815 (doktora tezi, 2004), University of Wisconsin-Madison.

[58]  Yücel Özkaya, Osmanlı İmparatorluğunda Dağlı İsyanları (1791-1808), Ankara 1983.

[59]  bkz. Zekeriya Kurşun, Necid ve Ahsa’da Osmanlı Hakimiyeti: Vehhabi Hareketi ve Suud Devleti’nin Ortaya Çıkışı, Ankara 1998.

[60]  Selim Aslantaş, Osmanlıda Sırp İsyanları, İstanbul 2007.

[61]  bkz. Beydilli, Mühendishane, s. 85-92.

[62]  beyânnâmenin Fransızca metninden alıntılar için bkz. Zinkeisen, GOR, VI,

885; Türkçe metin için bkz. Cevdet, Târih, VI, 412; Karal, Fransa-Mısır, s. 96-97.

[63] Bu unvanın hutbelerde ilânını cemaatin sessizce karşılaması, kamuoyunda bunun kabul gördüğünün ifadesini taşır. Oysa 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşı esnasındaki bazı cüzi başarılar vesilesiyle “gazi” unvanı verilen babasına, bu­nun Ayasofya Camii’ndeki selâmlık hutbesindeki zikri esnasında bazı Mevlevî dervişlerinin ayağa fırlayarak, “Yalandır, gazi değildir” diye haykırıp itiraz et­tikleri bilinmektedir (2 Şubat 1771). (Müellifi Mechul Bir Rûzname: Osmanlı-Rus Harbi Esnasında Bir Şahidin Kaleminden İstanbul 1769-1774) (haz. Süleyman Göksu İstanbul 2007, s. 17).

[64]  Beydilli, Mühendishane, s. 53, n. 2.

[65]  bkz. Beydilli, “Sekbanbaşı Risalesi’nin Müellifi Hakkında”, s. 221-224.

[66]  Beydilli, 1790 Osmanlı-Prusya, s. 114; Cevdet, Târih, V, 99-101.

[67]  Cevdet, Târih, VI, 312.

[68]  Zinkeisen, GOR, VII, 343.

[69]   ayrıca bkz. Nejat Göyünç, “Kapudan-ı Derya Küçük Hüseyin Paşa”, Tarih Der­gisi, II (1950-51), s. 35-50.

[70]  Zinkeisen, GOR, VII, 342-343.

[71]  Hakkında bkz. Kemal Beydilli, “İsmâil Paşa, Hâfız”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), XXIII, 116-117.

[72]  Cemal Tukin, Osmanlı İmparatorluğu Devrinde Boğazlar Meselesi, İstanbul 1947, s. 106. Açık ve gizli maddelerden oluşan iki belge halindeki metni için bkz. Gabriel Effendi Noradounghian, Recueil d Actes Internationaux de l’Empire Ottoman, Paris 1900, II, 70-77.

[73]  Stancu Bradisteanu, Die Beziehungen Russlands und Frankreichs zur Türkei in den Jahren 1806 und 1807. Berlin 1912, s. 148-149.

[74]   “Düşmen-i müştereklerimiz olan Ruslar’la İngilizler’i mahv ü berbâd eylemek içün her neye lüzum gösterirse yapacağıma muhibb-i âlîşânım Fransa impa­ratoru hazretlerine yazınız” (bkz. Edouard Driaut, Napolyon’un Şark Siyaseti: Selim-i Sâlis ve Napolyon. Sebastiani ve Gardan [çev. Köprülüzâde Mehmed Fuad], İstanbul 1329/1911, s. 115-116).

[75]  Driaut, Napolyon’un Şark Siyaseti, s. 116; Bradisteanu, aynı eser, s. 149.

[76]  Driaut, Napolyon’un Şark Siyaseti, s. 203.

[77]  Zinkeisen, GOR, VII, 343, 390.

[78]   Bu olayla ilgili gelişmeler ve tartışmalar için bkz. Aysel Danacı Yıldız (haz.), Ubeydullah Kuşmânî Ebubekir Efendi: Asiler ve Gaziler; Kabakçı Mustafa Risa­lesi, İstanbul: Kitap yayınevi, 2007.

[79]  Atâ, Târih, III, 50.

[80]   “Beynimizde muahede vardır, bunların idamından sarfınazar ile bâkisinin tahlîsi mümkün olmadığı surette kayıtları gorüle diye Mûsâ Paşa’ya emr ü is‘âr” (bkz. Cevdet, Târih, VIII, 164; Atâ, Târih, III, 49).

[81]  Krauter, Ottenfels, s. 19.

[82]  geleneksel şenlik ve kutlamalarda bulunulmasıyla ilgili olarak sadrazama yapı­lan bildirim için bkz. Karal, Hattı Hümayunlar (1942), s. 162-163. Bu şehzadenin ne zaman doğduğu ve öldüğü, nereye defnedildiğiyle ilgili bir bilgiye rastlan- mamakta olması, bunun tahta geçen ilk senelerinde kamuoyundaki beklentiye cevap verecek ve yeni padişahın konumunu sağlamlaştıracak bir tertibin eseri olabileceği zannına kuvvet kazandırıyor. Öte yandan hüsranla biten başka bir doğum beklentisiyle ilgili olarak Uzunçarşılı’nın neşrettiği Rûznâme’de bazı ilginç kayıtlar bulunmaktadır. 9 Ocak 1792’de Yaş’ta yapılan antlaşmayla sa­vaşa son vermiş olan Sadrazam Koca Yûsuf Paşa’dan mührün alınması daha

[83]Pek çok kayıtla açık olan bu iyi muamele, ayrıca 1793’te Rus elçilik heyeti ile gel­miş bulunan Reimers tarafından tesbit edilmiş ve bu bilgi seyahatnâmesinde yer almış bulunmaktadır (Reimers, Reise, II, 15).

[84]Halline takaddüm eden günde dahi bu hissiyatından uzaklaşmamış ve Bâbıâli’ye şunları yazmıştı: “Benim zürriyetim yoktur. Şehzadeler benim

[85]  Âsım, Târih, II, 28; Cevdet, Târih, VII, 171.

[86]  Krauter, Ottenfels, s. 23.

[87]  Driaut, Napolyonun Şark Siyaseti, s. 209.

[88]   Cevdet, Târih, VIII, 308; Ottokar Freiherrn von Schlechta-Wssehrd, Die Revo­lutionen von Constantinopel in den Jahren 1807 und 1808, Wien 1882, s. 172 vd.

[89]  Krauter, Ottenfels, s. 24.

[90]  Krauter, Ottenfels, s. 25-26.

[91]   “Sultan Selîm-i şehîdin vücûd-i saidi serâ-pâ kana boyanmış ve âzası hep ya­ralanmış ve berelenmiş ve sağ şakağının derisi lihye-i mübârekesiyle beraber çenesine kadar inmiş …”. (Cevdet, Târih, VII, 308).

[92]   Aysel Danacı-Yıldız, “III. Selim’in Katilleri”, Osmanlı Araştırmaları, XXXI (2008), s. 55-92.

[93]  Atâ, Târih, III, 62.

[94]  Atâ, Târih, III, 72.

[95]   J. Saint-Denys, Révolutions de Constantinople en 1807 et 1808, Paris 1819, II, 192; Zinkeisen, GOR, VII, 562.

[96]  Atâ, Târih, III, 77.

[97]   Günsel Renda, “Selim III’s Portraits and the European Connection”, 10th Inter­national Congress of Turkish Art, Ceneva 17-23 September 1995, s. 567-577.

[98]  Zinkeisen, GOR, VI, 722

[99]  Zinkeisen, GOR, VII, 319. 1793’te İstanbul’a gelen Rus elçilik heyetinden Rei­mers, daha o tarihte Selim’in enerjiden yoksun olmasından ve eylemsizliğinden şikâyet edildiğine dair kayıtlara yer verirken, her şeyi kendi eliyle büyük bir enerji içinde gerçekleştiren ve yaptığı yeniliklerin amansız bir takipçisi olan Büyük Petro ile bir karşılaştırma yapar (bkz. Reimers, Reise, II, 16).

Yazar
Kemâl BEYDİLLİ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen