Demokrasi, Fırsat Eşitliği ve Seçkinler


Prof. Dr. Âmiran KURTKAN BİLGİSEVEN

Demokrasinin ve Cumhuriyet idaresinin, bazı mahzurlarına rağmen, bir siyasî ~ejim olarak diğer rejimlere üstünlüğü fikri, yay­gın bir kanaat haline gelmiştir. Bu kanaat, demokrasinin fayda­larının mahzurlarından ağır basma özelliğinden kaynaklanmaktadır. Tek partili rejimlerde bile çok defa “cumhuriyet” kavramının si­peri altına alınmaya çalışılan “halk hâkimiyeti” iddiasının varlığı, demokrasinin üstünlüğünün genellikle kabul edildiğini gösteren açık bir delildir. Fertlere fırsat eşitliği verme uygulaması ise, ancak de­mokratik garantilerle sağlam bir zemine oturtulabilir ve seçkinlerin kapasitelerini tam manasile kuvveden fiile geçirmelerine yarayabi­lir. Fakat, “demokrasi”, “fırsat eşitliği’’ ve “seçkinler” olmak üzere, bu konferansın konusu içinde ele aldığımız üç kavram arasındaki ilişkileri tam bir açıklıkla ortaya koyabilmemizi güçleştiren husus, bunların herbirinin ifade ettikleri mânânın muhtelif yorumlara tâbi tutulmuş olmasıdır. Bu yorumların farklılığı, söz konusu ettiğimiz kavramlar arasındaki karşılıklı ilişkiye yönelen izahların da farklı olmasına yol açmıştır.

Fin ideal mânâda ele alındığı takdirde, demokrasi, siyaset me­kanizması yardımile, her türlü sömürünün ortadan kalkmasına ya­rayacak şekilde, siyasî hakların ve teşkilâtlanma hürriyetinin kulla­nılmasına imkân veren ve böylece sınıf farklarını az çok etkisiz ha­le getiren bir rejim olarak yorumlanabilir. Gerçi, sınıf farklarının, ideal şartlar atlında bile tamamen ortadan kaldırılabilmesini önleyen sebepler vardır. Bu önleyici sebeplerden en önemli olan iki tanesi­nin üzerinde bilhassa durmamız faydalı olabilir. Bunlardan birin­ cisi “biyolojik kalıtım (hayâtî veraset)” farklılıklarının hiç bir yerde tamamen ortadan kaldırılamayışı ve İkincisi de her memlekette, hiç olmazsa “idare edenler” ve “idare edilenler” şeklinde belirtilebile­cek olan bir tabakalaşma durumunun mutlaka mevcut olmasıdır.

Biyolojik verâset farklılıklarının değişik ferdiyet özelliklerini ortaya koyması, her yeni canlının farklı uzvî özellikler potansiyeli­ne sahip olma şansının bir neticesidir. Ebeveynden intikal eden va­sıfların, kardeşlerden her birinde ortaya koyduğu veraset karışımları değişik bileşimler halindedir ve bazı defa ancak vasat vekâlara, fa­kat bazen de çok üstün zekâ ve kabiliyetlere yol açabilir. Zaten, bi­yolojik faktörün, sosyal değişmeye yol açan dört faktörden biri ola­rak ele alınması da bundan ileri gelmektedir[1]. Eğer biyolojik şart­lar, hep aynı kaliteler bileşimi halinde nesilden nesile intikal et­miş olsaydı vl yeni doğan insanın karakterlerini tayinde mevcut “gen” lerden yarısı tesadüfi şekilde etkisiz kalıp, diğer yarısı kuv­veden fiile geçmiş olmasaydı, biyolojik faktör, cemiyetin kabiliyet deposundaki değişmeleri etkileyemezdi.

Evvelce de ifade ettiğimiz gibi, sosyal sınıf farklarının tama­men ortadan kaldırılmasını önleyici nitelikte olan ikinci sebep, her cemiyette hiç olmazsa “idare edenler” ve “idare edilenler” şeklin­de göze çarpan bir ayırımın mevcut olmasıdır. Bu ayırım, hâkimi­yetin “halk meclislerinde” olduğu ör.e sürülen rejimlerde dahi tam manasile ortadan kalkmış olamaz. Çünkü herkesin nazarî olarak eşit ö’çüde söz sahibi olduğu küçük bir toplantıda bile herhangi bir ka­rar alınacağı zaman yapılan konuşmalarda, mutlaka, söz konusu me­selede bilgi, tecrübe ve kâbiliyet sahibi oldukları meydana çıkan fertler, gittikçe, grubun geri kalanına hâkim olma durumuna geçer­ler. Böylece ferdî seçkinliklerini gösterebilen bu fertler, o küçük grubun fiilî yönlendiricisi veya idarecisi olma statüsüne sahip kılı­nırlar.

Büyük bir topluluk olan cemiyetin idaresinde de azınlık teşkil eden bir “seçkinler” zümresinin varlığına ve faaliyetlerine ihtiyaç duyulacağını inkâr edebilmeye imkân yoktur. Şu halde, siyasî ida­recilerin, bazı ayırt edici vasıflara sahip olmaları gereklidir. İdare edenleri seçkinlerden sayan düşünürler bu hususu dikkate almak­tadırlar. Ancak, her idarecinin mutlaka seçkinlerden sayılamaya­cağı ve seçkinlerin de sadece idarecilerden ibaret olamayacağı hu­susu, bilinen bir gerçektir. Elite teorilerinde genellikle belirtilen husus, seçkinlerin (yani elitler kagetorisinin) idareci olan ve olmayan seçkinler olarak ikiye ayrıldığı gerçeğidir. Diğer taraftan, bazı si­yasî idarecilerin demagog olma özelliğine işaret eden sosyo’oglar, demagojinin, seçkinlik niteliğine sahip olmayan fertlere “seçkin” görüntüsünü bahşeden bir vasıta rolünü oynayabildiğini de belirt­mişlerdir.

Gökalp’e göre, cemiyetin şuurunu billurlaştırabilen fertler ger­çekten seçkin olan liderlerdir. Onlar, siyasî bir mevki’e sahip ol­salar da olmasalar da, halkm temsilcisidirler. Çünkü onlar, halkın hislerini ve düşüncelerini dile getirebilirler. Böyle olduğu için de seçkinlerin adetâ bir “manevî hükümet” teşkil ettiklerini, siyasî liderlerin ise oniara nispetle bir icra organının üyeleri durumunda kaldıklarını ifade edebilmek mümkündür[2]. Gökalp, cemiyet şuuru­nu büyük bir liyakatle billurlaştırabilme kudretinde olan seçkin­lerin dâhi olduklarını öne sürer. Gökalp’e göre, tabiî ve güzel olan fakat teknik bakımdan iptidaî ve kusurlu halde bulunan halk san’atlarmm yarattığı millî hars ile, diğer milletlerin de ulaştıklar en yüksek san’at merhalesinin tekniğini kendi kabiliyet potasında bir­leştirebilen san’atkâr dâhidir.

Burada biz deha kavramını biraz daha derinlemesüıe ele al­mak lüzumunu hissediyoruz. Seçkinler den ne anlamamız gerektiği hususunu ancak bu suretle açıklayabiliriz. Acaba, millî harsa bey­nelmilel ifade tekniklerini mezcetme hususunda kendi sahasında en başarılı olan bir insanı dâhi bir sanatkâr sayabilir miyiz? Yoksa dehânın kendine has ayrı bir sahası mı vardır? Siyasi liderler’in ve âlimlev’in durumu nedir?

Büyük siyasi liderlerin, seçkin âlim ve kâşiflerin mutlaka dâhi olmaları gerekmez. Siyasette, bir takım müesseselerin çizdiği çer­çeveler içinde hareket ederek, belirli gayelere ulaşma başarısını gösterebilen siyaset adamları, sosyal uyum kabiliyetlerini kullandıkları ölçüde seçkin fert olabilirler. Fakat dehâ, alışılmışın öte­sinde, alelâdeliğin üstünde bir fevkalâdeliğin ifadesidir. Buna rağ­men dâhi olan fert, beşerilik vasfı en kuvvetli olan insandır. Çün­kü dehâ, zamansız ve mekânsız, fakat bütün zamanlarda ve me­kânlarda geçerli, hissi, felsefî ve sosyal hakikati yakalamaya mu­vaffak olan ve onu bir ifade kalıbına aktarabilen bir ferdiyet gü­cüdür. Bu aktarma işinde akıl ve bilgi (yani biyoloji ve çevre fak­törleri) rol oynayabilir. Fakat ilham hususunda rol oynayan fak­tör, aklî değil ruhîdir. Ne var ki herhangi bir dâhinin psikolojik du­rumunu incelemekle dehâ’nın izahını yapabilmeye de imkân yok­tur. Çünkü bu izah, sadece rûhî veçhenin incelenmesile anlaşılması mümkün olabilecek tek taraflı bir ameliye olmaktan uzaktır. Onda, ezelî ve ebedî (zamansız ve mekânsız) bir gerçekle temasın izi vardır. Sanki dehâ eninde sonunda bütün insanların mutlaka tak­dir edebileceği ölümsüz hakikat ve güzelliğin ister san’at veya felsefe, ister din parıltısı halinde olsun (arz kabuğunu elverişli nok­talarda delip fışkıran bir lav seli gibi) ancak belirli bir ruh yapı­sına sahip fertlerde açığa çıkan bir taşma ve taşırma halidir. Ger­çi, dâhilerin çoğu başlangıçta pek az kimse tarafından anlaşılmış­lardır. Yunus Kâzım Koni dehâ hakkındaki eski bir yazısında şun­ları öne sürer :

“Cemiyet, dehâ’da mevcudiyetini bozucu bir tehlike sezdiği (böyle bir tehlikeyi vehmettiği) için, ona daima, bilerek bilmeye­rek düşmandır. Hiç bir peygamber kendi yurdunda itibar görmez sözü de bu mânâda doğrudur. Esasen dehâ da, cemiyete karşı (veya daha doğrusu cemiyetin köhnemiş ve bozulmuş müessesele- rine karşı) bir sempati beslemez. Dehâ’nın karakteroloji bakımın­dan istisnasız bir vasfı (köhnemişliğe duyduğu antipatisi itibarile) gayri – İçtimaî olmasıdır. Dehâ, İçtimaî vasatın mahsulü olmak şöy­le dursun, tamamen gayri – İçtimaîdir. Dâhilerin hal tercümelerini gözönüne getirmekle bu fikir tasdik edilir. Her gayri – İçtimaî tip dâhidir veya dâhi olabilir demek istemiyorum. Demek istiyorum ki, dehâ sahipleri bilâ – istisna İçtimaî kayıtlara boyun eğemezler, muvaffakiyete kadar intibaksızlık (uyumsuzluk) içindedirler”. [3]

Yine Köni^ıin aynı makalesinde şu ifadeye de rastlanılmaktadır :

“Dâhi, zaman ve mekân dışındadır. Hâfız Acemlerin, Şekspir Ingilizlerin şairi değildir. Hâfız ve Şekspir sadece şairdir. Hâfızın Acemce, Şekspir’in İngilizce yazmış olmaları, onları beşeri olmak­tan men etmez. Bu sözlerle mililet realitesini inkâr etmek aklımdan bile geçmemektedir. Demek istiyorum ki, Hâfızı okuyan bir kim­senin anlaması için Acem olması kâfi değildir. Bir Acem Hâfız’dan hiç bir şey anlamaz da, bir İngiliz daha iyi anlar. Bu, o İngilizin Acemleşmesi değildir. Bu anlama Hâfızlaşma ile olur”; “Dehâ eseri kâinatın fâmiliğine karşı beşeri bir cevaptır. Bütün bu söy­lediklerimizin neticesi şu ki; Dehâ’yı dehâ’dan başka birşey izah etmez. Dehâ’nın endividüel psikolojisi yapılmalıdır”. [4]

Fakat dâhi’nin ferdî psikolojisini nasıl anlayacağız ve bu yol­dan dehâ’ya nasıl nüfuz edeceğiz Eğer dehâ, matematik kadar zamansız ve mekânsız bir tecrit (bir soyutlama) kudretinin yaıdı- mile her zamanın ve mekânın gerçeklerini derinlemesine tahlil ede­bilen bir ölümsüz kıymet ise, onu ortaya koyan psikolojiyi, ölüm­lülerin psikolojisi ile nasıl kıyaslayabilecek ve anlayabileceğiz? Kö- ni’nin yer yer çok güzel olan makalesindeki düşüncelerin tezatlı yönünü (psikolojinin tamamen dışında olan bir konuyla mate­matik konusuyla ilgili şu cümlelere yansımasından) takip edelim : “Riyazi mevzular da zamanın dışında mevcut değil midir? Dünya daimî bir değişme arzeder. Fakat âlemde hiç değişmeyen ve daima aynı kalan şey, riyazi kıymetler gibi dehâ’nın eseridir”[5].

O halde, dehâ’yı dehâ yapan şeyin ferdî psikoloji vasıtasile anlaşılabileceğini nasıl öne sürebiliriz? Dehâ dediğimiz bu güç (ezelî ve ebedî hakikatleri ve güzellikleri, hissetme, yakalama ve belirtme gücü), muhakkak ki, sadece ferdî psikoloji hali değildir. Bil’akis tıpkı matematikte olduğu gibi, bir soyutlama, her türlü ferdî psikolojiden kendini tecrit edebilme halidir. Yani, bize göre, dehâ’nın ortaya çıkışı, ferdî psikolojinin tamamen yok oluşu deni­lebilecek kadar nisbî mânâda önemsiz kalışıdır. Zamana ve mekâna göre değişmeyen ölümsüz gerçeğin ve güzelliğin insan beynine aksedip, fışkırarak kelime ve eserlerde donuklaşan maddileşmiş bir manevî lav gibi, görünür ve hissedilir hale gelmesine imkân veren psikolojik mahiyette bir muvakkat yok oluş halının, ezelî ve ebedî gerçeğe bir geçit vermesidir ki, dehâ’yı ortaya çıkarır.

Böyle olduğuna göre dehâ’yı biyolojik verasetin de, çevre faktörünün de oluşturmaya yettiğini iddia edebilmeye ünkân yok­tur. Gerçi, meselâ, geri zekâlı anne ve babadan dünya’ya gelmiş ahmak bir ferdin veya sosyalleşmeye dahi imkân bulamayacak ka­dar, çevrenin yetiştirici etkisinden mahrum vaziyette (meselâ doğ­duktan hemen sonra bir hayvan tarafından kaçırılıp, inde) büyü­tülmüş bir kimsenin dehâ seviyesine yükselemiyeceğini kesinlikle ifade edebiliriz. Fakat bu ifademiz, dehânın daha ziyade biyolojik veraset ve çevre faktörleri tarafmdan şekillendirildiği anlamma gel­mez. Biyolojik yapı bakımından elverişli bir verasetten veya çev­renin uygun tesirlerinden mahrum bir ferdin şahsiyet (yani cemi­yet taleplerine asgarî müştereklerde uyan standart tip) haline ge­çemeyeceği ve iyi sosyalleşemeyeceği malûmdur. Hele şahsiyetin ferdiyet haline gelmesinde (yani kültüre katkıda bulunabilecek du­ruma yükselmesinde) yine bu iki faktörün elverişli birleşimlerin­den doğan etkilere ihtiyaç vardır[6]. Bundan ötürü ferdiyet kapasi­tesi normal fertlerden üstün olan alelâde büyük adam’ın gücü dehâ’ya nazaran mahduttur ve bu iki faktörün etkisine önemli öl­çüde tâbidir. Fakat dâhi, öyle bir ferdiyet tabakasında yer alır ki, artık bu seviyede ferdiyetin biyolojik veraset ve çevre faktör­lerinden aldığı etki, ilhama açık ruhî güç faktörüne, (kısaca ruhî faktöre, veya başka bir deyişle ferdî psikolojiden soyutlanarak eze­lî ve ebedî gerçeklere ulaşabilme gücüne) kıyasla, sözü edileme­yecek kadar önemsiz kalmaktadır. Aslında bu üç faktör, yani “bi­yolojik veraset”, “çevrenin yetiştirici etkisi” ve “ilhâma açık ruhî güç” faktörleri, şahsiyetin gelişmesi bakımından bütün insanlar için söz konusudur. Ne var ki, bunların dozu, sonuncusu lehine önemli ölçüde ağırlık kazandığı zaman karşılaştığımız tip dâhi’dir.

Su halde dehâ hakkındaki izahlarımız, “dâhi sayılamayacak bü­yük adamlar”ın, “diğer seçkinler”in ve hatta “alelâde fertler”in, söz konusu edilen üçüncü faktörden hiç etkilenmedikleri şeklinde an­laşılmamalıdır, Aslında bütün fertler tarafından yapılan işlerde, o işi başaranın müsait çevre şartlarının yardımile sadece (az veya çok eğitilmiş) beyin gücü (veya zekâ veraseti) olamayacağını ve olmadığını ve faaliyetlerimizde ruhî’ faktörün önemli bir rol oy­nadığını bir ilim adamımız çok güzel izah ediyor :

“Sherrington, eline, elektrik akımı veren stimülâtörünü (uya­rıcı âletini) aldı ve beynin orasına burasına dokundurdu. Bazı yer­lerden bir takım hareket ve his cevaplan elde etti, “uyarılabilir beyin kabuğu” artık keşfedilmişti. Senelerce uğraşıldı, araştırıldı, daha 1972 yılında ölen Kanadalı büyük âlim Wilder Penfield ve çalışma arkadaşları, Jasper ve diğerleri, bu uyarma tecrübelerini çok ileri götürdüler. Beynin şakak bölgelerinin belli bir kısmının uyarılmasile insanın bir takım geçmiş hatıraları tekrar yaşadığını gösterdiler, buranın bir “hafıza ve hatıra deposu” olarak vazife gördüğünü ispat ettiler. Nihayet beynin içinde, orta yerde, omur­iliğin üst kısımlarına kadar uzanan ağ cismi (retükiler madde) ve bunun uyanıklık hâli ile ilgisi gösterildi. Ama hiç kimseye, hiç bir yerini uyararak meselâ ceketinin düğmesi ilikletilemedi. Beynin eli­mizle, kolumuzla, parmaklarımızla ilgili bölgeleri uyarılmak sure­tiyle parmaklarımıza, elimize, kolumuza maksatsız ve kaba bir takım hareketler yaptırılabilir, ama bir düğmeyi iliklemek veya” bir sigarayı yakmak gibi, gayeye yönelik bir hareketi hiç bir yeri uyararak temin edemeyiz. Burada biz, piyanonun karşısına geç­miş ve piyano çalmasını bilmeyen bir müptediye (bir acemi piya­niste) benziyoruz. İşte bu noktaya gelince, beynin ötesinde “başka bir kuvvet”in tıpkı piyanoyu çalabilmek için bir piyanistin mev­cudiyeti gibi, var olduğunu kabulden başka çare yoktur. Bu halde ve şartta ise beyin her şeyin (her düşüncenin, her fikrin) başlan­gıcı olma sıfatını ve kendi kendine yeter bulunma vasfını kaybe­der. O da bir âlet, bir vasıtadır, tıpkı kendi kendine çalamayan piyano gibidir. Onu harekete geçiren, ona hükmeden (ister bir “enerji”, isterse onun arkasında ve dışında bir “ruh” olsun) bugünkü araştırma metodlarımızla “erişilemeyen” bir kuvveti gör­mezlikten gelemeyiz. Beyin hiç bir zaman kendi kendini aşamaya­cak ve ruh meselesini insanoğlu çözemeyecek, halledemiyecektir”.

“Çünkü beyinle, ondan üstün olan bir kuvveti idrak edemeyiz”’[7]. Tıpkı görme uzvu olan fakat kendi kendisini göremeyen göz gibi, anlama uzvumuz olan beyin de kendi ilhamlarını anlama, kendi muammasını çözme kudretinden yoksundur.

Bundan çıkarılması gereken neticelerden birincisi, dehâ’nm, hiç bir fırsat eşitliği tedbiri ile ve hiç bir demokratik rejim çerçe­vesi içinde, fertlere âdil bir şekilde sağlanması mümkün bir karak- terstk olmadığım kabule mecbur bulunmamızdır. Fırsat eşitliği el­bette çok faydalıdır, ama dehâ’va ulaşmak için yeterli değildir.

ikinci olarak şu hususa işaret edilebilir; son zamanlarda bazı ülkelerde tatbikatına bağlandığını işittiğimiz sun’î dölleme gibi bb yolojik bir tedbir vasıtasiie seçkin kadın ve erkeklerden elde edi­len sperm ve yumurta hücrelerinden yetiştirilen çocuklarla, bir seç­kinler topluluğu meydana getirme gayretlerinin hiç birinde, dehâ’- ya ulaşabilmenin gmantisi mevcut değildir. Bu yoldan belki, bü­yük adamların nispeti oldukça yüksek bir nüfus kategorisi elde edilebilir. Fakat dehâ, beynin mükemmelliğinden daha fazla bir şeydir ve o nda beyni bir vasıta gibi kullandıran ilhâmın insana bahşettiği ruhî güç en önemli ölçüde rol oynayan faktördür. Bu­nun için dehâ, sadece çevre şartlarının ve biyolojik verasetin ıs­lâhı yolile ulaşılabilecek bir hedef değildir. Gerçi biyolojik veraset ve çevre faktörlerinin rolünü tamamen inkâr edebilmeye de imkân yoktur.

Buraya kadar, dehâ ve dâhi hakkında yaptığımız izahlardan büyük adam doktrinini asla müdafaa etmediğimiz herhalde anla­şılmıştır. Çünkü tek sebepli izahların terkedildiği bir sosyoloji ça­ğında tarihin seyrini sadece büyük adamların idare ettiği fikrine katılmamız elbette mümkün değildir. Ayrıca, dâhilerle diğer bü­yük adamları, seçkinler kategorisinin aynı bölümünde mütalâa et­menin de doğru olmadığını belirtmiş bulunuyoruz. Çünkü dehâ’- da ruhî faktör son derece ağır basmaktadır. Dâhi, çok defa de­ğeri sonradan anlaşılan bir fikir adamı da olabilir. Lâkin bu tak­dirde bile tarihe yön veren tek kuvvet olma karakterini taşıyabil­mesi imkânsızdır.

Acaba, seçkinler kategorisinin diğer unsurları hangi tiplerdir ve söz konusu ettiğimiz üç faktör bu tiplerin ortaya çıkışını ne su­retle etkilemektedir?

XX. asır gibi, tekniğin geliştiği, fennî keşiflerin önemli değiş­melere yol açtığı, bu sebeple sosyal stratejinin de öneminin art­tığı bir çağda, tabiî ve sosyal ilim sahalarında yeni buluş ve gö­rüşlerin sahibi olarak ortaya çıkan aydınlar (intelligentsiaJ, mu­hakkak ki seçkinler kategorisinin önemli bir bölümünü teşkil et­mektedirler.

Aydınların üstün bir ferdiyet kapasitesini kuvveden fiilen ge­çirmelerini sağlayan ağırlıklı faktörler, biyolojik veraset ve çevre faktörleridir. İyi bir eğitim imkânı, müsait çevre şartı olarak ka­biliyetin tam mânâsile değerlendirilmesini sağlayabilir. Böylece eğitim sayesinde bilhassa büyük bir potansiyel zekâya sahip fert­lerin kuvve halindeki kabiliyet deposu tamamen fiili zekâ haline getirilir. Fakat elverişsiz bir kabiliyet deposu devralabilmiş olan gençlere iyi çevre şartlarının sağlayabileceği imkânlar, bu biyolo­jik verasetle sınırlıdır. Bundan ötürü “çevreler arasındaki daha te­sirli (daha büyük) farklar, düşük potansiyel kabiliyetlere sahip var­lıklar üzerinde pek az bir tesire sahip olabildiği halde, bunlara daha iyi aksülamelde bulunabilen (daha uyarlı cevaplar verebilen) varlıklar için daha büyük bir ehemmiyet taşır”[8]. Kıt potansiyel ka­biliyete sahip gençlere sağlanacak iyi eğitim ve çevre şartlarına bu gençlerin verecekleri cevap, şartlardaki İslahatın derecesi ölçü­sünde olmayacaktır. Buna karşılık, biyolojik verasetin çok elve­rişli olduğu gençlerde, çevre şartlarmdaki ıslahatın en küçük bir dozu dahi çok önemli semereler verebilecek demektir.

Bu noktada demokrasinin ve fırsat eşitliğinin bilhassa az ge­lişmiş ve gelişmekte olan ülkeler için taşıdığı önem açıkça ortaya çıkmaktadır. Çünkü sosyal sınıf değişkeninin araya girmesile, bi­yolojik verasetin gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde taşıdığı önem farklı olmaktadır. Fırsat eşitliğinden faydalanma imkânları biyo: lojik verasetten ve bu da sosyal sınıf değişkeninden etkilenmekte­dir. Gerçi, eğitimde fırsat eşitliğinin, en gelişmiş ülkelerde bile ancak yakın zamanlarda ele alman bir konu olduğu söylenebilir. Çünkü, sanayi inkılâbından önceki devrede meslekî ve teknik eği­tim, ancak küçük sanayi işletmeleri içinde, ustadan çırağa bilgi nakli suretile vukubulmaktaydı. Bu türlü faaliyetlerde bulunmaya ihtiyacı olmayan yukarı tabakadaki çocuklara verilen okul eğitimi ise, ancak terbiye kurallarını öğretme, konuşma ve yazma hünerini kazandırma gayesine yöneltilmiş bulunan (yani hayatı kazanma bilgilerini vermek gayesini taşımayan) bir eğitimdi. Sanayi inkılâ­bından sonra ortaya çıkan büyük sanayi işletmelerinin bünyesi, (büro personeli, idareciler ve mühendisler gibi) beyaz yakalı ay­dınlara duyulan ihtiyacı çok aşırı bir ölçüde arttırdığı için, orta ve alt tabakalardan yetişecek genç nesillere eğitimde fırsat eşit­liği sağlanması ihtiyacı doğmuştur.

Fakat, fırsat eşitliği tedbirlerinin uygulanmasile meselenin tam bir çözüme ulaşamayacağı hususu daha sonraları idrak edilmeye başlanmıştır. İngiltere’de fırsat eşitliği sağlayan kanunların ve çe­şitli tedbirlerin işlerlik kazanmasını takiben, bazı çevrelerde yapı­lan ayrıntılı araştırmalar, alt tabakaya mensup işçi çocuklarının orta tabaka memur ailelerinden gelen çocuklara nazaran, bir yu­karı eğitim müesseselerine yükseliş imkânlarında çok daha başarı­sız olduklarını ortaya koymuştur[9].

Sorokin de bu hususa işaret etmişti. Sorokin’e göre, yukarı ve orta sınıflarda ebeveynden evlâtlara intikal eden biyolojik va­sıtalar alt tabakaya nazaran çok daha mükemmeldir. Orta ve yu­karı tabakalarda yer alan çocuklar ebeveynlerinden, alt tabaka­daki çocuklara nazaran daha fazla girişkenlik, daha iyi muhakeme, karar verme ve teşkilâtlanma kabiliyeti devralmaktadırlar[10].

Fakat Sorokin’in genel mahiyette olan bu görüşünün, az ge­lişmiş ülkelerin alt tabakaları için hakikatin bir ifadesi olamayacağı muhakkaktır. Çünkü, az gelişmiş (veya gelişmekte olan) ülkelerin alt tabakalarında çevre şartları (milli gelirin yeterince sosyal ada­let sağlanmasına imkân vermeyecek kadar yetersiz olması dolayısile) İslah edilememiştir. Bu sebeple biyolojik vasıflar bakımından elverişli durumda olan pek çok ailenin çocukları, yukarıya doğru hareketlilik kazanamamaktadırlar. Şu halde, az gelişmiş ülkelerde, sosyal yardımlarla çevre şartlarının (ve eğitim imkânlarının) İslah edilmesi neticesinde, kabiliyetleri sayesinde orta tabakaya yükse­lebilecek pek çok fert vardır. Bu durumun ortaya çıkardığı netice, demokrasi ve fırsat eşitliği’nin az gelişmiş ülkeler için taşıdığı öne­min daha da büyük olmasıdır.

Seçkinler kategorisinin önemli bir bölümünü teşkil eden yara­tıcı (yani ibda gücüne sahip) aydınlar, muhakkak ki en elverişli biyoloji ve çevre şartlarının bir araya gelmesinden yararlanarak ferdiyet kapasitelerini kuvveden fiilen çıkarabilen kimselerdir. Fa­kat dehâ sahibi fertlerde olduğu kadar değilse bile, ilim adamları’nda dahi, tabiat sırlarını veya sosyal hayatın genel birer kanun ni­teliğindeki intizamlarını ortaya koyma bakmamdan içe doğma (sezgi) faktörü, yine de bir role sahiptir.

İçe doğma (sezgi, intuition), zihinden anî olarak gelip geçen bir aydınlatıcı fikir olarak tarif edilebilir[11]. Bu fikir, ilim adamına bazı defa, fiilen müşahade edilen realitenin de ötesine geçme im­kânını verebilir[12], ilim adamının, sezgiye hiç müracaat etmeksizin; bulucu veya keşfedici aydın niteliğini kazanabilmesi mümkün de­ğildir. içe doğma (intuition), bazı şartların gerçekleşmesinden teş­vik görür[13]. Bu şartlardan birincisi, zihnin, üzerinde düşündüğü meselede tam mânâsile yoğun bir meşguliyet kurması ve sezgiye hazır hale gelmesidir. Böylece ilim adamı, başka bütün rakip dü­şünceleri asıl hedefi olan düşünce uğruna terkedebilmiş olmalıdır. Zaman itibarile de bu alâkanın kesiksiz olması faydalıdır. Bu arada (okuma, yazma, dinleme gibi) entellektüel temaslar zihnin aynı konuda faaliyetlerini yoğunlaştırmasına yardım edebilir. Bütün bu şartlar ilim adamının müşahade ve tecrübe gibi faaliyetler yanısıra yeni bir fikre ulaşmasında içe doğma faktöründen yararlan­masını sağlayabilirler. Fakat Beveridge’e göre, içe doğan fikirler zihne gelir gelmez, bir daha ele geçmeyecek şekilde hemen kay­bolurlar. Bu sebeple derhal yazı ile tespit edilmeleri lâzımdır. Ay­rıca Beveridge, içe doğmaların çok defa problem üzerinde çalışı­lırken değil, fakat diğer zamanlarda gerçekleştiğini de belirtmek­tedir.

Bu durumda, bazı fertlerin, bütün fikrî yoğunlaşmalarına rağ­men, üstelik kabiliyetli de oldukları halde, içe doğma halini yaşayamayışları, değişik İlmî iştiyak seviyelerinde ifadesini bulan rûhî farklılıklardan başka meyle izah edilecektir? Zihinde parlayıp he­men kaybolan ilhamlar, beynin ürettiği ve bizzat idare ettiği bir güçten kaynaklansaydı, hemen kaybolacak yerde beyin tarafından derhal hafıza deposuna yerleştirilmez miydi?

Ayni şekilde, seçkin kumandanlar da, sadece askerî bilgi zekâ ve kabiliyetlerde değil, fakat bunlara eklenen ve ilhamlara açık elan bir ruhi güçle, olağanüstü askerî stratejileri plânlayabilme kud­retine ulaşmaktadırlar. O halde, sadece dahilerde değil, fakat as­kerî ve sivil hayatın faaliyetlerinde olağanüstü yaratıcılık göstere­bilen ilim adamlarında ve kumandanlarda da biyolojik veraset ve çevire faktörlerinin etkisine ilâveten, hatasız bir sezgiciliğe imkân verecek bir mertebeye yükselişi sağlayan ruhî güç vardır.

San’atkârlara gelince, san’atın alelâdeliğe büsbütün tahammül­süz olduğunu kabul edebiliriz. Fakat, buna rağmen, haberleşme va­sıtalarının son derece yaygınlaşmış olduğu XX. asuda, değişik kül­türlerde parlayan dehâların, az gelişmiş ülkelerdeki, ilhamdan yok­sun takipçileri, yabancı ve fevkalâde olan orijinalin yerli kültüre aktarılan kötü taklitçileri haline gelebilmektedirler. Müzikte, nesir­de, şiirde, dansta ve diğer san’at dallarında yabancılaşmanın aynı zamanda kalitesizleşme ile atbaşı giderek millî kültürü yozlaştırdı­ğı hallerde durum böyledir. Fakat hiç bir kültür, tamamen kendi içine kapalı kalmakla olgunlaşamaz. O halde, seçkin san’atkârlara düşen vazife, kendi kültürünün aslında ve özünde tabiî ve güzel olanı görebilmek ve gerektiğinde yabancı ifade tekniklerinden de yararlanmak suretile, fakat daima kendi ilhamlarına uyarak, kül­türe katkılar yapabilmektir.

Seçkinlerin içinde bilhassa seçkin idareciler kategorisi için Sosyolojide pek çok fikir öne sürülmüştür. Herşeyden evvel idare­cilerin bir hâkim sınıf (hükmedici sınıf) meydana getirmeleri ile “demokrasi” kavramının bağdaşıp bağdaşmayacağı meselesi sözkonusu edilmiştir. Çünkü, demokrasi kavramı esas itibarile fertle­rin eşitliği prensibine dayalı bir kavramdır. Bundan ötürü idareciler azınlığının, çoğunluk üzerindeki hâkimiyetinin, demokratik eşitlik anlayışına zıt düştüğü öne sürülebilir[14]. İkinci olarak da, seçkinler kavramının hiç olmazsa biyolojik kabiliyet potansiyeli itibarile eşit­sizlik temeline dayalı bir kavram olduğu söylenebilir. Bu eşitsizli­ğin de eşitlik rejimi olduğu iddia edilen demokrasi içn yaratabi­leceği mahzurları dikkate almak gerekecektir.

Bu iddialardan birincisine (yani azınlığın çoğunluk üzerinde hâkimiyet kurması iddiasına) verilen cevap genellikle şudur: hü­kümette doğrudan doğruya faal olmayan vatandaşlar, hiç olmazsa belli süreler için kendi arzularını gerçekleştirmeye namzet idareci­leri seçme hakkına sahiptirler. Biyolojik kabiliyet eşitsizliğinin bir hâkim sınıf yaratacağı iddiasına da seçkinler devri daimi (circula­tion of elites) gerçeği öne sürülmek suretile karşı çıkılmaktadır. Seçkinler, bir defa hâkim sınıf  haline geçtikten sonra, kapalı ve istikrarlı bir sosyal sınıfa dönüşmemekte, fakat daima bir deveran­dan (bir sosyal dolaşımdan) etkilenmektedirler. Yukarı tabakada seçkinlerin boşalan yerlerini daha alt tabakalardan yükselen seçkin­ler almakta, gençlerin ihtiyarlığa ve çocukların gençlik dönemine ulaşmaları ve kabiliyetlerini kullanmaları ile bu dolaşım, seçkin­lerin kapalı bir sömürü sınıfı olmalarını da bir ölçüde önleyebil­mektedir. Bu dolaşımın, fırsat eşitliğinin varlığına bağlı olduğu açık bir gerçektir. Mamafih, gelişmiş ülkelerde, fırsat eşitliği ne kadar iyi sağlanmış olursa olsun seçkinler dolaşımının vuku bul­duğu sosyal mesafe (tabakalar arası mesafe), az gelişmiş ülkeler­dekinden daha da kısa olmaya mahkûmdur. Çünkü, gelişmiş ülkelerde hem piramit bizzat yüksekliğini bir ölçüde kaybetmiştir, hem de herhangi bir ülke, ne kadar gelişmiş duruma gelirse, alt tabaka­ya sağlanan sosyal hakların o nispette artması mümkündür. Bu durumda, alt tabakada olup da, biyolojik veraset yolile iyi bir ka­biliyet potansiyeli elde edebilmiş olan fertlerin hemen hepsi (çev­re ve eğitim imkânlarının ıslahı dolayısile) zamanla orta tabakaya yükselmiş olurlar. Böyle olunca, evvelce de işaret etmiş olduğumuz gibi ,alt tabakada hiçbir fırsat eşitliğinin kendilerini “seçkinler dolaşımı’ria dahil edemeyeceği ölçüde kabiliyetsiz kişiler kalır. Hal- buk az gelişmiş ülkelerde fırsat eşitliğinin sağlayabileceği “seçkin­ler dolaşımı”nm mesafesi daha büyüktür ve piramidin tabanından itibaren başlar. Çünkü tabanda bile üstün kabiliyetler vardır. Fa­kat bunlar çevre şartlarının elverişsizliği dolayısile tabanda yer al­maktadırlar.

Böyle olmakla beraber, memleketin kaderine hükmeden lider tiplerinden geleneksel hâkimiyet’e dayanan liderlerin alt tabaka­dan çıkmaları ve seçkinler dolaşımına katılmaları nâdirdir. Bilhas­sa “feodal” bir yapıya sahip olan memleketlerde geleneksel ha­kimiyeti ellerinde tutan liderler daha ziyade yukarı tabakadan ge­len kimselerdir. Hukukî Hakimiyet ve bilhassa karizmatik hâkimiyet ise, fırsat eşitliğinden daha fazla etkilenen lider tiplerini ortaya’ çıkarırlar.

Max Weber’in hukukî, geleneksel ve karizmatik hâkimiyet tip­leri ile birlikte ortaya koyduğu üçlü lider tasnifinden karizmatik lider in vasıfları üzerinde duran Karl Leowenstein, zamanımızda da, karizmatik liderlerin etrafa yaydığı adetâ sihirli bir radiasyo- nun seçimleri etkileyerek düşünceleri şekillendirip reyler haline dö­nüştürebileceğini ifade etmektedir[15]. Fakat, bu etkinin gerçekten karizmatik bir güçden (cemiyeti bağlayıcı, bütünleştirici ve lidere istekle tâbi kılıcı nitelikte bir kudretten) kaynaklandığının garan­tisi nedir? Sosyologların çok defa belirttikleri husus, siyaset ala­nında kitleleri peşinden sürükleyebilen liderlerin bu sihirli etki­sinin bazen demagoji yapabilme kabiliyetlerinden kaynaklandığı hususudur. O halde, “demagoji’ ile “karizma” arasındaki farkı ayırt edebilmek nasıl mümkün olacaktır? Max Weber, “karizmatik hâkimiyet” kavramı ile bilhassa “dehâ”nın büyük ve çarpıcı nitelikteki etkisini ifade etmek istemiştir. Fakat, siyaset sahasında bu tip bir dehâ, gerçekten pek nâdir rastlanan bir olaydır.

Bundan ötürü, “karizma” kavramının, hele siyaset sahasında, sağlam bir ilmi tahlile dayanabilecek nitelikte olup olmadığı hu­susu, önemli bir soru olarak karşımıza çıkmaktadır. Siyasî lider, plebisitle (halk oylaması ile) iş başına gelmişse, ona, plebisit lideri denilmektedir. Plebisitle iktidara gelen liderin (anayasal ve diğer hukukî garanti ve müesseselerin elverişsizliği yüzünden) dikta ida­resine yönelmesi halinde Sezaristik lider tipine döndüğü ifade edilmektedir. Halbuki, karizmatik lider, tamamen farklı bir tiptir Plebisitle iş başma gelse de, gelmese de, onun, resmi liderlik sı­fatından daha kuvvetli olan bir tabiî liderlik sıfatı vardır, insanın değişmez tabiatına, vicdanına ve sosyal hayatm kanunlarına (yani sosyal realitedeki sabit, sebep – netice ilişkilerine) nüfuz edebilen karizmatik lider, siyaset sahasına hâkimse, siyasî felsefesi ile ölümsüzleşerek dehâ seviyesine ulaşabilir. Böylelikle sadece sosyal pi­ramit içerisinde değil, (bizim fikrimizce) zaman boyutu itibarile de bir dolaşım gürüne sahip olabilir, yani sonraki asırlara da etki­sini ulaştırabilir.

Fakat, Lckvenstein, meseleyi, siyaset sosyolojisinden ayrı ka­bul edip, psikolojinin konusuna çekiyor. Ona göre, kaçınılmaz ger­çek, karizma’nın, karizmatik liderin şahsında mevcut olduğu hu­susudur. Yine Lowenstein’e göre, bu kaynak (yani karizma), bunu kendilerine yönelttiği şahıslardan (liderin müstesna kabiliyeti hak­kında) inanç ifade eden bir cevap bir karşılık) doğduğu zaman fiili duruma geçer. Bundan ötürü karizma, kitle ve sosyal psikoloji sa- halarile ilgili bir kavramdır. Böylece, ilk iki lider tipinin siyaset ve sosyoloji ilimlerinin çerçevesi içinde ele alınmaları uygun olsa bile, karizmatik siyaset adamı (Lovvenstein’e göre) ancak sosyal psikoloji ve psikoloji ilimlerinin tahlil anahtarlarile çözülebilecek bir tiptir. Çünkü Lovvenstein, siyasî liderlerdeki karizmanın objek­tif olarak ispatına yarayacak standartlardan ve kriterlerden mahrum olduğumuzu öne sürmekte ve bunu, bizce hiç de uygun olmayan bir misali (Sezar misalini) ele alarak izaha çalışmaktadır[16].

Halbuki bize göre, eğer, kitleleri peşinden sürükleyebilen li­der, takipçilerinden, sırf demagoji yapabilme kabiliyeti ile, bu inanç tutumunu bir cevap olarak alabiliyorsa, mesele hakikaten sosyal psikoloji ve psikoloji ilimlerinin konularını ilgilendirir. Çünkü bu takdirde, çarpık bir ikna (inandırma) kudreti ile kitleden ona ge­len bir cevap mahiyetindeki çarpıtılmış inanç söz konusudur. Fa­kat, lider ile kitle arasındaki sosyal münasebetler sahasının (ki, sosyal münasebetler sosyolojiyi ilgilendirdiğine göre bu saha sosyolo­jiye aittir, işte bu sahanın) tıpkı fizik ve kimya ilimlerinde olduğu gibi bazı sabit ve genel kanunlara sahne olduğu gerçeğini kabul edersek, herşeyden evvel sosyolojinin ilim olma hüviyetini tasdik etmiş oluruz. Ayrıca, bu takdirde, sosyal intizamı çözebilen ve gös­terebilen liderlerin bütünleştirici karizmatik gücünün, psikoloji il­minin değil, sosyolojinin konusuna girdiğini de açıklayabilmiş olu­ruz. Aksine hareket etmekle sadece siyaset sahasında zaman ve me­kân duvarlarını yıkarak her zamanın her türlü cemiyetine nüfuz edebilme kudretine sahip karizmatik liderlerin varlığını inkâr et­mekle kalmayıp, sosyolojinin ilim olma hüviyetine de halel getir­miş olacağınız pek tabiîdir. Çünkü zaten her ilimde, İlmî gerçek, ispat edilmiş imandır. Her sosyal araştırma, bir faraziyeye, yani bir îmâna, bir inanca dayanır. Araştırma bu inancın (bu faraziyenin) doğruluğunu ya tasdik eder, ya da reddeder. Fakat her iki halde de ulaşılan sonuç, müspet veya menfî mânâda, yine bir dü­şüncenin ispatıdır, ilk düşüncemizin araştırma tarafından tekzip edilmesi halinde dahi, bu defa düşüncemizin yanlışlığı hususunda ispat edilmiş bir îmâna sahip oluruz. O halde, sezgiye açık bir rûhî kapasiteye sahip olan siyaset adamının sezgici dehâsı ona bir sosyolog niteliğini de verebilir.

Bu durumda siyasî liderliğin, boş bir îmân yaratma hünerin­den (demagojiden) kaynaklanan tipi ile, gerçek karizmatik lider­lik arasındaki farkı bilmemiz gerekir. San’ata dayanan karizma gü­cü de bir îmân (güzellik îmânı) yaratır. Fakat ideale uygunluk îmânını yaratamaz. Halbuki san’at âleminden farklı olan «iyaset âlemi, reel ile ideal7in birleştirilmesinde veya reel’in ideal’e yakın­laştırılmasında çok daha fazla başarı elde edebilecek karizmatik liderlerin ortaya çıkabilecekleri bir sahadır. San’atta ideal’in zirve­sini, reel br misalle tayin edebilmek mümkün değildir. Meselâ bir bestecinin dâhi sayılabilecek bir müzisyen olduğunu öne sürebili­riz. Fakat onun bir zirve teşkil ettiğini iddia edebilmemiz üç sebep­ten ötürü mümkün değildir.

Önce, sanatın ölçülebilir nitelikte olmaması dolayısile zirveye daha yakın olan san’atçıların kimler oldukları hususu zevklere gö­re fertten ferde bazı değişik görüşlere yol açabilir ve münakaşaya elverişli olan bir husustur. Bundan ötürü sosyoloji ve siyaset ilim­lerindeki ölçme metodlarının san’at sahasında uygulanması müm­kün değildir.

İkinci olarak, (Donald G. MacRac’ın öne sürdüğü bir sebep üzerinde durarak) diyebiliriz ki, her fert, her zaman, mevcut san’atkârların kendisine göre en mükemmel olanının bile san’atına şu veya bu bakımdan ilâvesi mümkün özellikler tahayyül edebilir, Şu halde, san’atta ideal tip’in anahtarı bu tahayyül olmaktadır[17].

Nihayet bize göre, üçüncü bir sebep daha vardır ki, bu da san’attaki ideaVin, insan tarafından tam olarak idrak edilemeyecek kadar hudutsuz bir ifade derinliği içerisinde yer almasıdır. San’at, sonsuz bir kaynağın, sanatkârın ruhî kapasitesi ile hudutlu olan alma isteğine, onun alma gücü ölçüsünde verilmiş bir cevaptır. Bundan ötürü, san’atta ideal’in ne olduğu hiç bir zaman tam mânâsile bilinemez. Bu sebeple de, san’at sahasında herhangi bir su­rette idealin tam olarak gerçekleştiği iddia edilemez.

Halbuki, sosyal hayat ve sosyolojik intizamlar bakımından söz konusu edilebilecek durum farklıdır. Max Weber’in büyüklüğü bu dünyanın bizim dünyamız olduğunu ve bizim anlayışımıza açık bulunduğunu kabul etmiş olmasıdır. O halde, her zaman için, her yerde geçerli olan sosyolojik kanunları arayabilir, bulabilir ve sos­yal münasebetler sahasında bunlara göre bir politika çizebiliriz. Bu politikanın temelinde bir inanç olarak birlik fikri ve onun İlmî ispatı da yer alabilir. Zaten Weber, beşeriyetin ruhî bir vahdet olduğu­nu zımnen kabul etmiştir[18].

O halde, her zaman, her yerde geçerli sosyal kanunları göre­bilen ve karizmatik bir ifade gücü ile gösterebilen liderler, reel ile ideal’in kesişme noktasında yer alan mümkün ,olan en uygun bütünleşmeye fertleri sevkedebilecek liderlerdir. Mümkün olma­yanın (meselâ doğuştan mevcut farklılıklara rağmen tam eşitlik sağlayacak bir düzenin) tahayyül ve izahı ya san’at veya ideoloji kadrosuna girer. Mümkün olanın bilhassa insanlar arasındaki ruhî vahdette ifadesini bulan ideal’den uzak hatta ona ters düşecek şe­kilde uygulanması ise, ya açıktan açığa adaletsizlik, bölücülük ve zulümdür, veya adaletsizliğin, bölücülüğün, zulmün demagoji ile ambalajlanmış bir siyasî tatbikatıdır. Siyasetçi bu iki aşırı uç ara­sında (idealin tam uygulanması sayılmasa bile) mümkün olan en uygun reel – ideal birleşimini sunan sosyal bütünleşme şekillerini denemelidir. Siyaset adamı, en mükemmele gönül vermenin vecdini taşıyacak kadar heyecanlı, fakat, bir sosyolog gibi de gerçekçi olmalıdır. Böylece o, sosyal meselelere devamlı bir alâka ile ken­dini vermenin neticesi olan buluşlara, çare ve ilhamlara açık ol­duğu kadar, reel sosyal münasebetler sahasının sosyolojik gerçek­lerine de vakıf olmak suretile, demagojiden tamamen farklı olan gerçek ikna gücünü kazanabilir ve karizmatik bir lider karakterine bürünebilir.


[1]     Bk. Maclver and Page, Society, Macmillan and Co. Ltd, 1962, cilt III, sf. 514,
[2]     Bk. Uriel Heyd, Ziya Gökalp’in Hayatı ve Eserleri, çeviren Ce­mil Meriç, Sebil Yayınevi, İstanbul 1980, si. 48.
[3]     Bk. Yunus Kâzım Koni, Dehâ Hakkında Bir Deneme, İnsan Dergisi, Cilt I, sayı 6, Başarı Basımevi, İstanbul 1938, sf. 498
[4]     Bk. Yunus Kâzım Koni, Aynı Makale, sf. 499.
[5]     Bk. Koni, aynı makale, sf. 500.
[6]     Şahsiyet ve ferdiyet kavramları için bk. Amiran Kurtkan, Ge­nel Sosyoloji, II. Baskı, İktisat Fak. Neşriyatı, Fakülteler Mat­baası, İstanbul 1976, sf. 142-148.
[7]     Bk. Prof. Dr. Ayhan Songar, Beynimiz ve Sinirlerimiz, Yeni As­ya Yayınları, İlim ve Teknik Serisi, No. 4, İstanbul 1979, sf.
88-90.
[8]     Bk. R.M. Maclver ve Charles H. Page, Cemiyet, Cilt I, çeviren : Amiran Kurtkan (1000 Temel Eser, No. 2), M.E. Basımevi, İs­tanbul 1971, sf. 162-163.
[9]     Bk. Amiran Kurtkan, Sosyolojik Açıdan Eğitim Yolu ile Kal­kınmanın Esasları, İktisat Fakültesi Neşriyatı, Fatih Gençlik Matbaası, II. Baskı, İstanbul 1977, sf. 96.
[10]     Bk. Pitirim A. Sorokin, Social and Cultural Mobility, The Free Press of Glenooe, 1959, sf. 208 ve sonrası.
[11]     Bk. W.I.B. Beweridge, The Art of Scientific Investigation, Mer­cury Books, Londra 1964, sf. 68-72.
[12]     Bk. Adrian D. De Groot, Methedology, Mouton and le Mouten, the Hague, 1969, sf. 125.
[13]     Bk. W-I-B. Beweridge, aynı eser, sf. 80-81,
[14]     Bk. T.B. Bottomore, Elites and Society, Penguin Books, C. Nic- hells and Co. Ldt., Middlesex 1964, sf. 15-16.
[15]     Bk. Karl Loewenstein, Max Weber’s political Ideas in the pers­pective of our Time, Almancadan İngilizceye çevirenler : Richard and Clara Winsten, The University of Massachusetts Press, US.A, 1966, sf. 74-79,
[16]     Bk. Kari Lowenstein, aym eser, sf. 80.
[17]     Bk. Donald M. Macrae, Max Weber, The Viking Press, New York, 1974, sf. 71.
[18]     Bk. Donald Mac Rac, aynı eser, sf. 78.
—————————————————-

Kaynak:
Sosyoloji Konferansları Dergisi, Sayı: 18, 1980, Sf. 51-68 


 
Yazar
Âmiran KURTKAN BİLGİSEVEN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen