Ulus Devlet ve Milliyetçiliğin Tarihsel Dayanakları ve Küreselleşmenin Ulus Devlet ve Milliyetçilik Üzerindeki Etkileri

[The Historical Foundations Of The Nation State And Nationalism And The Effects Of Globalization On The Nation State And Nationalism]

kirmizilar.com

Dr. Selim KARYELİOĞLU[i]

ÖZET

Bu araştırmanın amacı, küreselleşme olgusuyla birlikte farklılaşmaya uğrayan milliyetçi söylemin farklılaşma noktalarını ulus devlet olgusuyla bağıntısını göz önünde bulundurarak ortaya koymaktır. “Farklılaşma”, anlamı gereği bir süreci ifade etmekte, doğal olarak bir tarihselliği içermektedir. Buna göre geçmişten günümüze ulus-devlet ve milliyetçiliğin oluşumuna etki eden temel faktörler ve günümüz dünyasını ifade eden total bir kavram olan küreselleşmenin, ulus devlet ve milliyetçiliğin anlam dünyası ve söylemi üzerinde yaptığı etkilerle, bu etkilerin ne tür “farklılaşmalara” neden olduğunun ortaya çıkarılması bu çalışmanın amacını oluşturmaktadır.

Ulus-devlet ve milliyetçiliğin tarihsel gelişimi içerisinde birbirleriyle olan bağı, kültürel, siyasi, ekonomik, birçok yönü olan bir analizi gerektirmektedir. Bu bağlamda, bu olguların, insanların anlam dünyaları, davranışları, kısacası kültürleri ile ilgili önemli bir boyutu vardır. Bu kültürü yaratan araçların en önemlisi, yazılı kültürün gelişmesine ve kitleselleşmesine olanak tanıyan ve bu suretle farklı mekânlarda yaşayan insanlar arasında (önceleri varsayımsal da olsa) ortak bir iletişim alanı yaratarak bu alanda kitlesel bir ideoloji oluşumuna aracılık eden matbaa olmuştur. Bu noktada, Anderson’un açıklamaları oldukça kapsayıcıdır ve bu araca atfettiği önem güçlü bir haklılık payı taşımaktadır. Öte yandan, bireylerin zihin yapılarındaki değişiminde hangi toplumsal kesimler neden ve nasıl diğerlerine göre daha ağırlıklı bir etkiye sahiptirler ki, kitleler bu “azınlık” kabul edilebilecek kesimin yarattığı değerler sistemine tâbi olmuşlardır biçimindeki bir soruya verilecek yanıtta Gramsci’nin görüşleri açıklayıcı özelliktedir. Konunun daha ziyade sosyo-politik yönünü aydınlatmada Gramsci’nin, başta “aydınlar”la ilgili olmak üzere çözümlemeleri konuyla ilgili önemli açılımlar sunmaktadır. Bunun yanı sıra, ulus-devletin ortaya çıkışı, ekonomik etkinliğin her şeyden daha çok “önem” kazandığı bir tarihsel döneme denk gelmektedir. Bu ekonomi, yapısı itibarı ile baştan beri tüm dünya ölçeğinde bir yayılma özelliği taşımaktadır ve günümüzdeki küreselleşme tartışmaları göz önünde bulundurulacak olursa yayıldığı da iddia edilebilir. Bu anlamda, Wallerstein’ in görüşleri konunun bu veçhesine ışık tutmaktadır. Bu çalışmada, birbirinden farklı bakış açılarının ele alınmasından ziyade, ulus devlet ve milliyetçilik konusu, yukarıda ifade edilen isimlerin görüşleri çerçevesinde ele alınmaktadır.

Anahtar kelimeler: ulus devlet, milliyetçilik, küreselleşme, milliyetçi şiddet.

ABSTRACT

The aim of this study is to outline the differing points of the nationalistic discourse that has undergone differentiation through the phenomenon of globalization, taking into account its connection with the concept of the nation state. “Differentiation”, by its definition, signifies a process and naturally occupies a place in history. In accordance with this, the main factors that have affected the formation of the nation-state and of nationalism throughout history and the effects that globalization as a total concept has had on the world of meaning and on the discourse of the nation state and nationalism along with an attempt to uncover the types of differentiations these effects have caused form the bases of this study. The interrelationship between the nation state and nationalism in their historical development requires an analysis with many cultural, political and economic aspects. In this context, it has an important dimension related to people’s world of meanings, their behaviour and in short with their cultures. Probably the most important invention that has created this culture has been the printing press, which has enabled the development of a written culture to emerge and in this way created a common field of communication between people living in different settings (though previously only hypothetically), thus mediating the formation of a mass ideology in this regard. At this point, the significance that Anderson attributes to this medium is strongly justified. On the other hand, Gramsci’s views have the explanatory answers to the question of why and how certain social sectors have more effects on the change in the intellectual make­up of individuals compared with other social sectors so that the masses are subjected to a value system within this sector that could be regarded as a “minority”. In enlightening the socio-political aspect of the subject, the analyses by Gramsci bring forth important openings principally as regards “intellectuals”. Besides, the emergence of the nation-state coincides with a period of history in which economic activity gained more “significance” than anything else. This economy, by its very nature, has had a tendency to spread to the whole world from the very beginning, and should the present discussions of globalization be taken into consideration, it can be claimed to have actually spread. In this sense, Wallerstein’s views throw light on this aspect of the subject. In this study, rather than examining different viewpoints, the subject of the nation-state and nationalism is touched upon within the framework of the figures whose names are given above.

Key Words: nation state, nationalism, globalisation, nationalistic violence.

GİRİŞ

Günümüz dünyasını başta siyaset ve ekonomi olmak üzere, toplumsal alandaki birçok boyutuyla ifade eden “küreselleşme”, ulus devletin işlevlerini dönüştürmekte ve buna bağlı olarak ortaya çıkan ideolojik ve pratik farklılaşma, milliyetçi söylemler üzerinde de etkili olmaktadır. Küreselleşme olgusunun niteliğinin ne olduğu, hangi sosyal gerçeklikleri yansıttığı gibi hususlar, bugün yaygın olarak ele alınmaktadır. Olgu tek bir boyuta sahip olmadığı gibi, tüm dünyayı da aynı biçimde ve oranda etkilememekte, Avrupa merkezli gelişmelerin bir tezahürü olmakla beraber, bugün salt Avrupa’yı değil, dünyanın her yerini etkilemektedir. Genelde durum, iktisadi öğeleri ağırlıklı biçimde vurgulayan sermayenin yaygınlaşması, bir dünya ekonomisine yol açması ile uluslararasılaşma ve uluslararası ekonomik entegrasyona tekabül etmektedir. Bu durumun, bir olgu olarak ulus devlet ve milliyetçilik açısından farklılaştırıcı etkileri olmaktadır. Bir başka deyişle, son yıllarda dünya ölçeğinde meydana gelen ve “küreselleşme” olarak adlandırılan ekonomik ve sosyal değişimler, ulus devletin aşınması ve gücünü yitirmesi, hatta konuyla ilgilenen bazı yazarlara göre tasfiye sürecine girmesi şeklinde ifade edilen, ulus devlet açısından olumsuz nitelikteki atıflara neden olmaktadır. Temelleri daha eskilere dayanmakla birlikte, özellikle 18. yy. sonu ile 19. ve 20. yüzyıllarda egemen bir “model” olarak sunulan ve “Batı” tarafından dünyanın diğer toplumlarına yayılan “ulus-devlet” ve onun ideolojik altyapısı “milliyetçilik”, küreselleşmeci söylemlerin ağırlık kazanması ile birlikte ulaşılması değil, aşılması gereken bir “model”e dönüşmektedir. Bu “modelin” temelini ise (konuyla ilgili farklı yaklaşımların neredeyse tümünün kabul ettiği ana faktör olan) “kapitalizm” olgusu oluşturmaktadır.

Ortaya çıktığı kabul edilen 16. yüzyıldan bu yana, tüm dünyaya yayılma özelliği gösteren, yani “küresel” niteliğe sahip bir sistem olagelen “kapitalizm”, hep kâr dürtüsünün yönlendirdiği ve buna bağlı olarak da sermaye hareketlerinin gerektirdiği “kurallarla” varlığını sürdürmüştür. Kurumsallaşma düzeyi açısından ise, söz konusu sistemi karakterize eden devlet yapısı, ulus devlet modeli biçiminde gelişmiştir. Görece karmaşık bir “bürokratik” mekanizmanın şekillendirdiği, meşruiyetini milliyetçi ideolojinin sağladığı ve bazı toplumlarda farklı uygulamalar olmakla birlikte, siyasal kurgunun en azından ideal bir çerçeve olarak “parlamenter demokrasi”lere dayandığı ve genellikle güçlü ve merkezi bir iktidarın hedeflendiği “ulus-devlet”, dünya üzerinde birbirinden farklı onlarca ülkede, (toplumların birbirinden farklı tarihsel dinamiklerine bağlı olarak) birbirinden farklı biçimlerde hayata geçirilen bir “evrensel proje” olma niteliği kazanmıştır. Bu projenin bu denli yaygınlık kazanması, “Batı Avrupa”nın, dünyanın diğer bölgeleriyle giriştiği önce iktisadi daha sonra da siyasi ve kültürel ilişkilerin yarattığı etkilerle bağlantılıdır. Buna göre, “ulus-devlet” olgusunun dünya ölçeğinde yaygınlaşması bir yandan devletlerarası ilişkiler yoluyla toplumları birbirleriyle bazen zorunlu bazen de “iradi” ilişkiler kurmaya yöneltirken, diğer yanda “kapitalistleşme”nin yaygınlaşmasıyla birlikte uluslar arasındaki iktisadi, siyasi ve askeri “rekabet” de yaygınlık kazanmıştır. Rekabetin gittikçe artması, tüm milliyetçiliklerde ifade edilen, her ulusun “biricikliği” söylemi çerçevesinde ulus-devletlerin kendilerini bir etniklik temelinde, sınırları belirli bir coğrafi mekan içerisinde diğer devletlere karşı “özerk” birimler olarak tasavvur etmeleri ve dayandıkları ideolojik temeli bu tasavvur dâhilinde “bağımsızlık, özgürlük, vatanın kutsallığı” gibi kavramlaştırmalarla ifade etmelerini beraberinde getirmiştir. Bu özerkliğin bir yanı ulus-devlet ve onun yarattığı kültürel alana dayanırken, diğer yanı ise, her ülkenin sermayedar kesiminin, yani burjuvasının uluslararası ölçekte “güç” kazanma amacını yansıtmaktadır. Bunun sonucunda yaşanan savaşlar, işgaller, sömürgecilik ve sonrasında “bağımsızlık” hareketleri gibi bir dizi tarihsel olgu ve olaylara bağlı olarak zaman zaman ulusların bu yapı içerisindeki rolleri değişikliğe uğramıştır.

Günümüzde ise, artık sermayenin birbiriyle rekabeti kadar, birbirine entegrasyonu ve artık herhangi bir ulus devletin tek başına kontrol edemeyeceği kadar (ulusları aşan) devasa boyutlarda iktisadi faaliyetin yürütüldüğü, siyaset ve kültürel öğeler de dahil olmak üzere, hayatın her alanının sermaye hareketlerine ve pazardaki “mübadele ilişkileri”ne konu olduğu bir dünya söz konusudur. Her ulusun en azından coğrafi ve siyasi anlamda kendi “özerk” alanıyla simgelendiği ulus devletler yerine, Avrupa Birliği örneğinde görüldüğü gibi, iktisadi ve siyasi gücün belli bölgesel merkezlerde, toplandığı bir oluşum gerçekleşmektedir. Günümüz dünyasında, sermaye ve pazarlanacak metalar için sınırların büyük oranda ortadan kalktığı, uluslararası kurumların gittikçe “ağırlıklarını” artırdıkları ve sürecin ön plana çıkan aktörleri olarak çokuluslu şirketlerin gerek ekonomiyi gerekse siyaseti belirleyen odaklar olarak gözüktüğü bir tablo söz konusudur. Böylece, geçmişin “meşru” siyasi birimi ulus- devlet, işlev olarak yeni oluşan durumun gereklerini karşılamaktan uzak bir durum sergilemekte, görece “özerk” bir siyasi birim olarak, dayandığı iktisadi, siyasi, kültürel öncülleri yavaş yavaş yitirmektedir. Git gide uluslararası kurumların belirlediği kurallara tabi bir “aracı kurum” yapısı sergileyen ulus devlet, neo liberal iktisat teorisinin, sermayenin önündeki tüm engellerin kaldırılmasını vazeden söylemi aracılığıyla da dolaylı olarak “aşılması gereken bir vaka” kabul edilmektedir. Bir başka deyişle, mal ve sermayenin serbest dolaşımının toplumlar için “yararlı” bir durum olduğunun yaygın biçimde söylemleştirilmesi ve bu söylemin günümüz dünyasında hayatiyet kazanması, gerek iktisadi gerekse siyasal anlamda (belli bir coğrafyayı merkeze alan) sınırlı bir alanı ön gören ulus devlet olgusunu oluşturan kurumsal mekanizmaların aşınmasını, hatta yerini evrensel kurumlara devrederek “ortadan kalkmasını” beraberinde getirmektedir.

Ancak gerek “küreselleşme”ci ideolojinin dolaylı veya doğrudan ortaya koyduğu ulus devleti “işlevsizleştirme” söylemi, gerekse küreselleşmenin dünya ölçeğinde yol açtığı pratik (sosyo­ekonomik) sonuçlar, reaksiyoner bir biçimde, ulus devletin, (milliyetçilik aracılığıyla) sahiplenilmesi gereken başlıca değerlerden biri şeklinde algılanması biçiminde bir sonuca da yol açmaktadır. “Küreselleşme”nin, tüm dünyaya refah ve özgürlük vaat eden söyleminin dünya toplumlarının çoğunun gündelik yaşamında tam tersi sonuçlara yol açması, “milliyetçi” söylemin sık sık gündeme gelen bir politik “değer” olarak algılanmasındaki temel nedenlerden birini oluşturmaktadır. Bu bağlamda, ortaya çıkışından günümüze kadar sürekli bir inşa süreci içerisinde değişerek günümüze kadar gelen “ulus-devlet”in durumu, gelinen noktada “bir özerklik kaybı”nı, fakat belli oranda bu kaybı önlemeye-yeniden kazanmaya yönelik arayış ve çabaları da gündeme getirmektedir. Bu çabalar ise, politik alanda çoğunlukla milliyetçi siyasetlerin (fakat bazen de bu siyasetlerin dışındaki politik yaklaşımların da) ortaya koyduğu söylemlerde gözlenmektedir. Buna göre, ulus-devlet projesiyle sıkı sıkıya bağlı bir ilişkiyi barındıran milliyetçilik, son 15-20 yıldır dünyada meydana gelen sosyoekonomik dönüşümlere bağlı olarak, sosyal ve özellikle de siyasal alanda yeniden hararetli bir biçimde gündeme gelmekte, ulus devlet içindeki “küreselleşme mağdurları”nın ilgi gösterdiği bir söylem olarak karşımıza çıkmaktadır.Geçmişte, ulus devlete karşı yükselen toplumsal muhalefet, bugün küreselleşmeye karşı duyulan tepkiye yerini bırakırken, geçmişte özellikle “sol” siyaset çevreleri (özellikle sosyalist hareketler) tarafından yoğun biçimde eleştirilen “milliyetçi” söylem, bugün muhalif politik aktörlerce kitlelere, var olan olumsuzluklara çözüm üretecek olan temel proje şeklinde sunulmaktadır. Bu sürece nasıl gelindiğine ilişkin nedenlerin ortaya çıkarılması, her şeyden önce konuyla ilgili yaklaşımları tartışmayı ve ulus devlet ve milliyetçiliğin tarihini ele almayı gerektirmektedir.

ULUS DEVLET VE MİLLİYETÇİLİK KAVRAMI ÜZERİNE FAKLI YAKLAŞIMLAR

Ulus devletin, “istikrarlı” bir yapı kazanması yüzyılları kapsayan tarihsel gelişmelerin bir sonucudur. Ancak evrensel ölçekte bir siyasal model haline gelmesi henüz yeni sayılabilecek bir zaman dilimini kapsamaktadır.

«Ulus devlet, özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren küresel ölçekte yaygınlığa ulaşmış bir siyasi yapılanma modelidir. Günümüzde, Birleşmiş Milletler Örgütüne üye devletlerin tamamı ulus-devlet modeline göre, ulus devlet kurgusu esas alınarak yapılanmıştır. Bunun yanında gerek geçmişte gerekse günümüzde siyasi bağımsızlık elde etmek amacıyla hareket eden birçok ulusçu akım da, bir ulus-devlet kurma hedefine yönelmiştir. Bu nedenle, her genellemenin kaçınılmaz olarak içereceği yanılma payından çekinmeksizin, 18. yüzyılın sonlarından günümüze kadar, oluşturulması için mücadele edilen siyasi örgütlenme modeli ulus-devlet olmuştur denilebilir”. (Erözden, 1997, s. 8)

Günümüzde dünyanın geldiği noktada, devletlerarası ilişkilerde ve toplumda yaygın siyasi kültürün halen ulus devleti meşru ve işlevsel gören bir yaklaşım içinde olması, ulus devletin her şeye rağmen hâla baskın siyasi birim olduğu anlamına gelmektedir. (Meyer&Boli&Thomas&Ramirez, 1997, s. 11)

Kavram olarak ise, “ulus”un Arapça kaynaklı “millet” sözcüğünden geldiği kabul edilmekle birlikte, kelimenin etimolojisi hakkında farklı görüşler bulunmaktadır. Bernard Lewis, millet sözcüğünün Aramice’den geldiğini ve “bir söz” anlamına gelen “milla” kökenine dayandığını belirtmekte ve “bir kutsal kitabı kabul eden insan topluluğu”nu ifade ettiğini söylemektedir. Etimolojisindeki dinsel anlam doğrultusunda millet sözcüğü daha çok aynı dine inanan insan topluluklarını ifade ederken, Moğolca kökenden gelen ve “nation” sözcüğü karşılığında kullanılan “ulus” sözcüğü daha çok, farklı bir etnik topluluğu belirtmektedir. Ulus olmanın, oluşturmanın bilinci ve dünya toplumlarının, ulus öncesi toplumsal oluşumlardan/yapılardan, ulus olma aşamasına varma sürecinin hem bir ürünü hem de ideolojik aracı olarak tanımlanabilecek olan “milliyetçilik” ise bir kavram olarak ilk kez 1774 yılında Johann Gottfried Herders tarafından kullanılmıştır. (Uzun, 2003, s.132-143)

Bu modelin oluşum sürecinin açıklanmasında temel alınan hareket noktaları ve kavramların tanımlanması farklılıklar içermekle beraber, ulus devletin bugünün dünyasının (hâlâ) önde gelen siyasi birimi, milliyetçiliğin ise insanlığın bir ulus-devletler dünyası içinde örgütlenmesi gereğini kabul eden bir doktrin olduğu, farklı yaklaşımların genel olarak üzerinde uzlaştıkları temel noktalardır. Aynı şekilde “ulus” kavramının ifade ettiği nesnel olguya doğru ilerleyen yolun (yani uluslaşmanın) sanayileşmeyle (veya kapitalistleşmeyle) eşzamanlılığı, yani uluslaşmanın ve dolayısıyla bu süreçle birlikte işleyen milliyetçiliğin “modernleşme” adı verilen olguyla eş zamanlı olduğu, konuyla ilgili farklı yaklaşımların üzerinde uzlaştığı bir diğer husustur. (Aydın, 1993, s.60) Ulus, ulusçuluk ve ulus devlet olguları için farklı tanımlamalar, içerikler ve yönelimler söz konusudur ve her bilimsel disiplin, bu konulara kendi temel sorunsalı çerçevesinde yaklaşmakta ve bu çerçeveye uygun araştırma ve yorum yöntemleri kullanmaktadır. Bu nedenle, ulus-devletin ve milliyetçiliğin dayandığı tarihsel temellere gelindiğinde, konuyla ilgilenen yazarlar arasında özellikle ulus-devletin oluşumuna kaynaklık eden dayanaklar bakımından farklı değerlendirmeler söz konusudur. Buna göre; örneğin, milliyetçilikle ilgili çalışmasında Anderson ulusları “hayali” topluluklar olarak tanımlarken, aynı konuyla ilgilenen Gellner (1994), ulusu, sanayi toplumunun ortaya koyduğu bir kültürel durum olarak kabul etmekte, milliyetçiliği ise siyasal birim ile ulusal birimin çakışması şeklinde tanımlamakta, milliyetçilik sorununun ancak devlete sahip toplumlarda yaşanabileceğine dikkat çekmektedir. Şerif Mardin (2002, s.11) ise, milliyetçiliğin toplumlar açısından toplum ve kültür farklılıklarını “fark etme” bilincine giden bir yanı olduğunu ve ideolojik olarak “etnosantrik” bir davranışsal içeriği barındırdığını ifade etmektedir.

Konunun siyasal-yönetsel boyutuna yoğunlaşan Duverger ise, “ulus” devlet modelinin “parlamenter demokrasi” ve “güçler ayrılığı” aracılığıyla bir ülkedeki “yönetenler ve yönetilenler” arasındaki ayrımın (uygulamada öğle olmasa da) teorik olarak eşitlendiği bir yaşam alanı sunduğunu kabul etmektedir. Burada “yasalar” ve bunların tüm yurttaşlara eşit olarak uygulanma ilkesi, geçmiş tarihsel toplumlara göre “en kapsayıcı” siyasi katılımcılığa en azından teorik olarak olanak tanıyan bir durum yaratmaktadır. Bu siyasal süreç, ulus devlet modelinin tarihsel gelişimine bağlı olarak ilk kez 17. yüzyılda İngiltere ve daha sonra Fransa ve ABD’de ortaya çıkmış ve gelişerek günümüzdeki “temsili demokrasi” yapısını ortaya çıkarmıştır. Fakat modelin toplumsal farklılıklara bağlı olarak farklı ülkelerde (parlementer demokrasinin olmadığı) farklı biçimleri görülmektedir. Ancak yinede, en azından Batılı anlamda, ulus devlet modeliyle parlamenter demokrasi arasında bir ilişkiden söz edilebilir. (Duverger,1986) Eriksen ise, ulus devletin daha ziyade yurttaşlıkla ilgili bağıntısına dikkat çekmekte, yurttaşlık bilincinin siyasi ve ekonomik sistemle kurulan geniş bir ilişki ağıyla ilgili olduğunu, bu bilincin ise milliyetçilik aracılığıyla inşa edildiğini ifade etmektedir. (Eriksen, 1991, s.5)

Ulus oluşumunun tarih içinde uzun sayılabilecek bir süreci içerdiğini belirten Sarıbay da, dünyanın diğer yerlerine model teşkil eden Batı’da bu sürecin dört genel aşamadan oluştuğunu belirtmektedir.

Bunlar:

1-On beşinci yüzyıldan Fransız Devriminin yapıldığı on sekizinci yüzyıla kadar olan ve seçkinler düzeyinde ekonomik, siyasal ve kültürel bütünleşmenin gerçekleştiği devletin oluşumu aşaması.

2-Kitlelerin asker ocağı, okul, yeni kitle iletişimi gibi merkez seçkinleriyle kenar arasında teması sağlayan kanallar sayesinde artan oranda sisteme dâhil olduğu ve yeni kimlik (ulus) duygularının oluştuğu aşama.

3- Toplum üyelerinin siyasal sistemin işleyişinde tebâlıktan aktif yurttaş kavramına geçtikleri, muhalefete tanınan güvencenin kurumsallaşıp temsil organları üyeleri seçiminde daha geniş seçmen kitlesine hak tanındığı, siyasal partilerin örgütlenip çıkarların ifadesi ve birleştirilmesi işlevi gördükleri endüstriyel ve ulusal devrimlerin başarıldığı siyasal yurttaşlığın yerleştiği aşama.

4-Kamu refahını sağlamaya yönelik hizmetlerin genişletilip ulusal çapta ekonomik koşulları düzenlemeye yönelik politikaların uygulandığı, devletin idari aygıtlarının genişlediği sosyal yurttaşlığın yerleştiği aşamadır. (Sarıbay, 1998)

Bununla birlikte, konuyla ilgilenen yazarlar, çalışmalarında konuyu farklı açılardan ele alırlarken, konunun bir boyutunu diğerlerinden daha fazla vurgulama eğilimi gösterebilmektedirler. Örneğin Wallerstein konunun daha ziyade dünya çapındaki ekonomik boyutuna vurgu yaparken, Gramsci konunun daha çok siyasi yönüne ağırlık vermektedir vb.

Konuyla ilgili farklı bakış açılarının fazlalığına rağmen, temel olarak ulus-devlet ve milliyetçilik konusunda üç temel nokta göze çarpmaktadır: kültür, ekonomi, siyaset ve/veya iktidar. Konuyla ilgili çözümlemelerde her ne kadar Batı ve Doğu ülkeleri arasında ulus devlet ve milliyetçi ideolojilerdeki farklılıklar ifade edilmekte ise de, son çözümlemede, ulus olma “standartları” Batı Avrupa’nın gelişmiş ulusları tarafından konulmuştur. Ayrıca, bu standartlar, toplumsal ve entelektüel kökenleri itibarıyla genel olarak Avrupalı olan “insan, ahlak ve toplum” hakkında bir fikirler dizisine dayanmaktadır. Bu fikirlerin yaşam bulmamış olduğu “doğulu” toplumlarda ise, bu fikirleri gerçekleştirme, bir “ideal” hedef kabul edilmektedir. Dolayısıyla Doğu açısından ulus ve milliyetçilik Batı’ya bir tepkiyi ve ret etmeyi içermesi anlamında düşmanca olmakla birlikte, Batılı bir modelin standart olarak kabul edilmesi anlamında taklitçidir. (Chatterjee, 1989)

ULUS DEVLET KAVRAMININ TARİHSEL SÜRECİ VE MİLLİYETÇİ SÖYLEMLE EKLEMLENMESİ

Milliyetçilik ve ulus-devletle ilgili çalışmalarda konuyla ilgili farklı bakış açıları söz konusudur. Ancak, konu üzerinde çalışan tüm yazarların üzerinde yoğunlaştıkları birbiriyle bağlantılı üç ana nokta dikkat çekmektedir: kültürel faktörler, siyasi ve ideolojik faktörler ve ekonomi. Kültür, matbaanın icadı ile ortaya çıkan gazete ve roman gibi yazılı kaynakların dünyayı algılama biçiminde ve insanların günlük yaşam pratiğinde yarattığı sonuçları, siyaset (tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar) bürokratik bir devlet yapısını, ekonomi ise, konuyla ilgilenen bütün yazarların üzerinde hemfikir oldukları üzere “kapitalizm”i içermektedir. Bu üç öğe, ulus devletin oluşumuna ve milliyetçiliğin ortaya çıkışına kaynaklık eden noktaların anlaşılmasını sağlayan temel parametreler olarak dikkat çekmektedir. Bu parametrelerden “kültür”ün ulus devlet ve milliyetçilik üzerindeki etkilerinin tarihsel arka planının açıklanmasında Anderson’un çalışmaları oldukça açıklayıcıdır.

Anderson’a göre, matbaanın icadının, ulus devlet ve milliyetçiliğin anlam dünyasının oluşmasında oldukça önemli bir etkisi vardır. Bu icat, gazete, roman gibi yazılı kaynakların toplumsal yaygınlık kazanmasına ve bu yayılmanın sıradan insanların anlam dünyası üzerinde “kolektif” etkiler yaratmasına neden olmuştur. Belli tarzda bir düşünme biçiminin yarattığı bir anlam dünyası ve zihniyet yapısı milliyetçi düşünceye kaynaklık etmiş, ulusun bir düşünce sistematiği içerisinde kurgulanmasının önünü açmıştır. (Anderson,1991) Buradaki düşünce sistematiğinin önceki düşünce sistemlerinden (örneğin din gibi) temel farkı, aynı etnik aidiyet çerçevesinde tanımlanan toplumu, bir hiyerarşik yapı olmaktan çok, bir “eşit insanlar” (yurttaşlık algısı) bütünlüğü biçiminde kurgulamasıdır.

Ulusu kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olan “hayal edilmiş” bir cemaat olarak tanımlayan Anderson’a göre, ulus sınırlı olarak hayal edilir, çünkü bir milyardan fazla insanı kapsayan en büyüğünün bile, ötesinde başka uluslara mensup insanların yaşadığı, esnek de olsa sonlu sınırları vardır. Yani, hiçbir ulus kendisini insanlığın tümü ile örtüşüyor olarak hayal etmez. İkinci olarak, ulus egemen olarak hayal edilir, çünkü kavram, Aydınlanma ve Devrim’in (Fransız Devrimi), ilahi olarak buyrulmuş, hiyerarşik hanedanlık mülklerinin meşruiyetini aşındırmakta olduğu bir çağda doğmuştur ve ifadesini egemen devlet kavramında bulmaktadır. Son olarak, ulus bir topluluk, bir cemaat olarak hayal edilir, çünkü her ulusta fiilen geçerli olan eşitsizlik ve sömürü ilişkileri ne olursa olsun, ulus daima derin ve yatay bir yoldaşlık olarak tasarlanır. Son iki yüzyıl boyunca milyonlarca insanın, birbirlerini öldürmekten çok, böylesi sınırlı hayaller uğruna ölmeye razı olmalarını mümkün kılan şey, son kertede bu kardeşliktir. Örneğin meçhul asker veya anıtlar bu hayallerin sembolize edilmesini ifade etmektedir. (Anderson, 1991, s.21-22) İstiklâl marşı ve ulusal bayrağa atfedilen kutsallık da ulusun önemli sembollerindendir.

Ancak, Anderson, ulusun hayal edilebilmesini mümkün kılan etkenler arasında en çok kapitalist yayıncılığın yaygınlaşmasına vurgu yapmaktadır. Matbaanın icadı ve yayılmasıyla birlikte her türlü yayını kısa sürede ve çok sayıda basmayı mümkün kılan kapitalist yayıncılığın gelişmesi, halk dillerinin yaygınlaşması yolunda köklü bir etkiye yol açmıştır ve bu durum ulusal bilincin gelişmesine büyük bir ivme kazandırmıştır. Matbaanın yaygınlaşması ise, kapitalizmin ortaya koyduğu gelişmeler sayesinde mümkün olabilmiştir. Anderson, matbaanın ve kâğıdın yayıncılıkta kullanımının devrimci bir etki yaratabilmesini kapitalizmle olan etkileşimine dayandırmakta, aynı şekilde kapitalizmin, kendi toplumunu söz konusu yayıncılık sayesinde kurabildiğini ifade etmektedir. Bir coğrafya içindeki tüm farklı dillere hitap eden bir yayıncılık, pratik olarak hem çok maliyetli hem de zaman alıcı olacağından, yayıncılık bir ülke içinde başat konumdaki bir halk dili üzerinde yoğunluk kazanmıştır. Böylece, hem yayıncılık bu sayede çok büyük bir gelişim göstererek sermaye birikim aracı haline gelmiş, hem de kullanılan ortak dil (genelde yayın dili) ulusu hayal etmeyi mümkün kılan temel noktalardan birini ortaya çıkarmıştır. Özellikle roman ve günlük gazetenin ortaya çıkışı, sınırlı bir coğrafyada aynı toplum içinde yaşayan insanların “birbirinden haberdar olma” ve aynı kaderi paylaşma algısına dayanan bir tür “kardeşlik” (etnik aidiyet) duygusu ve bu algı dünyasına dayalı bir kültür geliştirmelerine kaynaklık etmiştir. O halde, matbaa, yazılı kültürün kitleselleşmesine ve (bu kültürün öncülüğünü yapan) yeni gelişen bir toplumsal kesimin (burjuvanın) bir kültürel alan yaratmasına olanak tanıyan gelişmeleri beraberinde getirmiştir. Örneğin, bir yazılı eser (özellikle gazete ve roman), bir ülkenin tüm bölgelerine yayılabilme olanağı sayesinde, kitlelere benzer biçimde etkide bulunma, dolayısıyla da, yazılı eserin dayandığı algı ve zihniyet dünyasının toplumsallaşması sonucunu yaratmaktadır. (Anderson, 1991) Bu durum ise, ağırlıklı olarak pragmatik (ortak bir alışveriş ve iletişim dili vb.) nedenlerden ötürü, sınırları belirlenmiş bir coğrafya içerisinde “ortak bir dil” kullanımını gerekli kılmaktadır. Ortak dil, bir ülkede ekonomik (ulusal pazar vb.) ve sosyal ilişkilerin yaygınlaşması için de işlevsel bir öneme sahiptir. Anderson’un, “ulus” fikrinin oluşumu açısından matbaaya atfettiği önem, günümüz dünyası açısından küreselleşme ile iletişim teknolojileri arasında kurulan ilişkiyi çağrıştırmaktadır.

Kuşkusuz, matbaa, ulus fikrinin kitleselleşmesi açısından büyük bir işleve sahiptir. Ancak daha farklı etkenlerin, örneğin siyasal egemenliğin oluşumunun yarattığı etkilerin ulus fikri ve ulus devletin oluşumuna dolayısıyla da milliyetçiliğin gelişimine katkısı konunun anlaşılması açısından açıklanması gereken bir diğer noktadır. Farklı toplumsal kesimler arasındaki ilişkiler ve bu kesimlerden bir tanesi olan “burjuva”nın, neden ve nasıl olup da diğer kesimlere “siyasal üstünlük” sağladığı sorusunun yanıtı konunun siyasi boyutunun anlaşılması açısından yanıtlanmayı gerektirmektedir. Bu konuda Gramsci’nin görüşleri oldukça açıklayıcı niteliktedir. Gramsci de, ulus devlet üzerine çalışmalar yapan hemen tüm yazarlar gibi, ulus devleti kapitalist sürecin bir sonucu olan “burjuva” devleti olarak görmektedir. Ancak onun esas ilgilendiği nokta, nasıl olup ta tarih sahnesine çıkan bir sınıf diğer toplumsal kesimler tarafından da kabul gören bir yaşam alanı yaratabilmekte, iktidarı ele alan sınıf, egemenliğini kurup kendi sınıfsal çıkarlarını sürdürürken, diğer tüm toplumsal kesimlere kendi başatlığını nasıl kabul ettirebilmekte, “toplumsal konsensüs” nasıl sağlanmaktadır? Ulus devlet üzerine çalışan diğer yazarların çoğu gibi, kapitalizmi başat faktör kabul eden Gramsci, uluslaşma sürecinin ekonominin ötesinde bir kültürel ve siyasal derinlik taşıdığı noktasında ısrar ederek bu hususlar üzerine yoğunlaşmaktadır.

Tarihin insanlar tarafından yapıldığı (Marx’tan aldığı bir önerme) kabulüne dayanan ve bu tarihin hangi ideolojik, örgütsel ve kurumsal evrelerden geçtiğini aydınlatmaya çalışan Gramsci, bu bağlamda, siyasal bilim, sivil toplum ve devlet ilişkileri, hegemonya ve iktidarın fethi için savaşım, uzlaşma ve güç uğrakları, etik-politik ve ekonomik-politik, tarih, aydınlar ve siyasal partiler gibi geniş bir anlam ve kavram yelpazesi üzerine yaptığı tartışmalarla bakış açısını şekillendirmektedir. (Texier, 1982) Ona göre, toplumlar üzerine yapılacak çözümlemelerin dayandırılması gereken metodolojik ölçüt, bir toplumsal grubun hegemonyasının (egemenliğinin), (ekonominin yanı sıra) “entelektüel” ve “moral” biçimleri olmalıdır. Bir toplumsal grup, hasım olarak gördüğü diğer toplumsal grupları ortadan kaldırma veya üzerinde baskı kurma yoluyla da olsa iktidarını uygulayabilir. Ancak egemen olma (hegemonya kurma) bir toplumsal uzlaşımı (konsensüs) gerektirmektedir ki, iktidarı ele geçiren grubun “egemen” grup olabilmesi, bu uzlaşmayı sağlama kabiliyetiyle ilgilidir. Bu uzlaşımın sağlanmasında en önemli faktör, “aydınlar”ın toplum üzerindeki etkinliklerinin hegemonyayı amaçlayan sınıf için seferber edilebilmeleridir. Bir başka deyişle, toplumsal onaşma, aydınların egemen sınıfın yararına olacak biçimde diğer toplumsal kesimler üzerindeki entelektüel ve moral faaliyetleriyle sağlanmaktadır. (Gramsci, 1986) Kapitalist toplumda, bilinçliliğin özel ve kamusal tüm kurumların bileşkesi arkasında muhafaza edilmesi çerçevesinde, burjuva değerlerinin ve tanımlarının toplumun kesin değerleri olarak kabul edilmesini sağlayan ve burjuva egemenliğinin ideolojik ve siyasal birliğine aracılık ederek bu egemenliği meşrulaştıran ve evrenselleştiren kesim olan aydınlar, bu “konsensüs”ün sağlanmasında “meşrulaştırma uzmanlarıdırlar”. (Merrington, 1999, s.373) Burada egemen grubun bütün toplumda uyguladığı hegemonya işlevine karşılık düşen, kurumlar bütünlüğü olarak tanımlanan ve “politik toplum”dan farklı ve daha geniş kapsamlı olan “sivil toplum”, politik toplumu elinde bulunduran toplumsal grup tarafından hegemonya altına alınmaktadır. Ekonomiden hukuka, sanattan bilime değin, kolektif ve yaşamın bütün belirtilerinde kendini örtükçe gösteren bir dünya görüşü olan ideoloji, diğer toplumsal katmanları felsefe, din, folklor ve ortak duyu aracılığıyla egemen gruba bağlamaktadır. Bu etkinlikler, egemen sınıfın (Gramsci bazen ilerlemeci sınıf da der) “ideoloji”sini ifade etmektedir. Ancak ilerlemeci sınıfın aydınları, belirli koşullar içinde, öyle bir çekicilikte bulunurlar ki, sonunda öbür toplumsal grupların aydınlarını kendilerine bağımlı duruma getirerek psikolojik nitelikte, teknik-hukuksal, korporatif ve ekonomik bağlarla bütün aydınlar arasında bir dayanışma sistemi kurarlar. Belirli bir toplumsal grubun gerçekten ilerlemeci olduğu tarihsel dönemlerde, bu grup yeni ekonomik üretim etkinlik alanlarını kontrolü altına almak için, yalnızca kendi varoluş gerekliliklerini yerine getirerek değil, aynı zamanda kadrolarının sayısını da durmadan artırarak, tüm toplumu gerçekten ilerletme işlevi görerek (Gramsci bu duruma pasif devrim demektedir) bir “toplumsal konsensüs” kurar. (Gramsci, 1986, s. 18) Burada (hegemonya kuran grup tarafından), halk yığınlarının “uygarlık” ve ahlâklılığının, üretim aygıtının sürekli gelişme zorunluluklarıyla ilişkilendirilerek hem ruh hem de fizik olarak yeni “insanlık tiplerinin” yaratılması söz konusudur. Bu yaratım, devletin eğitici ve oluşturucu faaliyetleriyle gerçekleştirilmektedir. Oluşturulan bu kolektif insana, bireylerin uzlaşım ve işbirliği ile katılımlarının sağlanması, bireyler üzerinde eğitsel bir baskıyı gerektirmektedir ki, bu baskı hukuk yoluyla sağlanmaktadır. (Gramsci, 1986, s.173)

Ancak, ne hukuksal koşullar ne de siyasal biçimler kendi başlarına açıklanamazlar. Yapı değişiminin temeli, sivil toplum denilen maddi yaşam koşulları ve ekonomi politikte aranmalıdır. Bir yapı değişikliğinin kendini gösterdiği durumda, egemen grubun temsilcileri egemenliklerini güç aracılığıyla sağlama, sivil toplum değişikliğini güç aracıyla kabul ettirme, sivil toplumu yeni yapıyla ilişkilendirme ve böylece hegemonya ya da kültürel, entelektüel, moral yönetimi olanaklı kılan nitelikçe farklı bir tip “yurttaşa” yol açma zorunda kalmaktadırlar. Tüm bu gelişmeler, yavaş yavaş toplumun büyük kısmını kapsayarak kendi grup çıkarlarını toplumun diğer kesimlerinin çıkarlarıyla örtüştürebilme başarısını gösteren yeni egemen kesimin hegemonyasını yayma ve kalıcılaştırma işlevi görmektedir. (Gramsci, 1986, s. 174) Gramsci’ye göre, tarihin kapitalist döneminde sadece burjuvazi ve proletarya hegemonya kurma yetisine sahip sınıflar olarak görünmektedir. (Swingewood, 1998, s. 247) Sürecin gelişimi tüm ülkeler açısından aynı hızda ve nitelikte ilerlemediği gibi, bir ülke içindeki bölgeler arasında da aynı nitelikte ilerlememektedir. Ancak burada ulus devletlerin “Batı”daki gelişmelerin tetiklediği bir dünya sistemi içerisine doğru yol aldığı düşünülmektedir. Yani, bir ulus devletin tarihsel gelişiminde iç ilişkiler kadar uluslararası ilişkilerin etkisini de göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Bu ise, özgün ve tarihsel olarak somut yeni bileşimler yaratmaktadır. Daha “gelişmiş” bir ülkede doğan bir ideoloji, bileşimlerin yerel işleyişi üzerindeki etkisinin yanı sıra, daha “azgelişmiş” ülkelerde de yayılmaktadır. Uluslararası güçlerle ulusal güçler arasındaki bu ilişki her devlet içinde, yapısı ve her aşamadaki güç ilişkileri farklı olan birçok bölgesel kesimin varoluşuyla daha da karmaşık bir duruma gelmektedir. Burada uluslar arasındaki ilişki hem politik hem de militer bir ilişkidir. (Gramsci, 1986, s.136)

Bir başka deyişle, ulus-devlet, tarihsel gelişimi içerisinde bir coğrafi alanla sınırlanan bir yaşam alanında olup biten karmaşık ilişkiler çerçevesinde gittikçe belirginleşen bir kurumsal yapıya bürünürken, uluslararası ilişkiler de bir ulusun bir devlete dönüşmesinde farklı oranlarda etkilidir. Ulus-devletler arasındaki iktisadi ve siyasi ilişkiler, birtakım ortak veya benzer zihinsel, sosyal süreçlere neden olmakta, bu durumun yarattığı bir iletişim alanı belli bir oranda toplumlar arasında bir kültür ve ideoloji benzeşmesi alanını getirmekte, geçmişin sosyal ve kültürel etkilerinin de yoğun biçimde gözlemlenebildiği “eklektik” bir yapı ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, ulus-devlet kurumları her toplumda benzer özellikler gösterdiği kadar, büyük oranda bir toplumun geçmişinden kaynaklanan farklılıkları da içermektedir. Bu farklılık ekonomik ve siyasi anlamda uluslar arasındaki ilişkilere eşitsizlik biçiminde yansımaktadır ve uluslar arasındaki bu eşitsizlik, özellikle iktisadi öğelerle büyük oranda bağlantılıdır. Konunun bu yönünün ortaya konmasında Wallerstein’in analizleri oldukça açıklayıcıdır.

Wallerstein’ın, ulus-devlet ve milliyetçilikle ilgili görüşleri onun genel teorik çerçevesiyle bağlantılıdır. Bu teorik çerçeve, ağırlıklı olarak iktisadi boyutun tarihsel bir perspektifle ele alınarak, ulus-devlet ve milliyetçiliğin bu temelde açıklandığı bir analiz biçimindedir. Wallerstein, iktisadi temelden hareketle ele aldığı ve (ulus devlet ve milliyetçiliği bu döneme oturttuğu) “tarihsel kapitalizm” olarak adlandırdığı 1500’lerden günümüze kadar süregelen toplumsal sistemin, önceki tarihsel toplumsal sistemlerden ekonomik alandaki temel farkının “sınırsız sermaye birikimi”nin temel yasa olarak kabul görmesi olduğunu belirtmektedir. (Wallerstein I., 2003) Ancak Wallerstein’e göre; bu yayılma eşit bir dağılım biçiminde değil, ekonomik etkinlikler sonucunda elde edilen kârın bir kısmının bir bölgeden diğer bir bölgeye aktarılması şeklinde gerçekleşmiştir. İktisadi akışın coğrafyasını ifade eden merkez ve çevre olarak adlandırdığı bu bölgelerden, çevre “kaybeden” merkez ise “kazanan”dır. Çünkü sermaye hep merkez ülkelerde yoğunlaşmıştır. Hiyerarşik bir düzenlemenin hüküm sürdüğü bu sistemde, merkez toplumları ile çevre toplumları arasında maddi nimetlerin dağılımı ve miktarında da merkezin lehine büyük bir eşitsizlik göze çarpmaktadır. Bir de, ne (ekonomik olarak) ileri merkez ülkeler arasında, ne de çevre ülkeleri içinde değerlendirilemeyecek olan “yarı çevre” ülkelerin varlığı söz konusudur; bu ülkeler merkez statüsüne yükselmek veya çevre konumuna düşmemek için amansız bir rekabete girişerek sistemin boşluklarından yararlanmaya çalışmaktadırlar. Bu mücadele içinde yarı çevre ülkeler, çevre düşmanlığının odağı olarak ve eski sınai merkezlerde ücretler yükseldiğinde merkezin yatırımlarına ev sahipliği yaparak sistemde bir tür orta sınıf gibi hareket etmektedir. (Ragin&Chirot, 1999)

Wallerstein ulus devlet ve milliyetçilik kavramlarım ise “dünya sistemi” şeklinde adlandırdığı tarihsel kapitalist çerçeve içerisindeki hiyerarşikleşme bağlamında ele almakta, ulus, milliyetçilik, etnisite, ırk ve halk gibi kavramları tartışarak bu kavramları sistem içerisindeki iktisadi yapıyla ilişkilendirmektedir. Buna göre, ırk kavramı dünya ekonomisindeki eksenel işbölümüyle, yani merkez-çevre zıtlığıyla, “ulus” kavramı bu tarihsel sistemin siyasal üstyapısıyla, yani devletlerarası sistemi biçimlendiren ve ondan türeyen egemen devletlerle, etnik grup” kategorisi ise, sermaye birikiminde ücretsiz emeğin büyük payının korunmasını sağlayan hane yapılarının yaratılmasıyla ilgilidir. Kapitalist dünya ekonomisi, esas olarak Avrupa’daki başlangıç noktasından yayıldıkça “ırksal” kategoriler bazı etiketler altında belirginleşmeye başlamışlardır. Bu kategorilerin sayısı ve hatta herhangi bir sınıflandırma olgusu toplumsal bir durumdur. Kutuplaşma arttıkça kategori sayısı azalmaktadır ve nihayetinde, 20. yüzyılda beyaz-beyaz olmayan biçiminde gerçekleşmiştir. Irk ve dolayısıyla ırkçılık, eksenel işbölümüyle ilişkili olan coğrafi yoğunlaşmaların dışa vurumu, itici gücü ve sonucudur. Ancak, ırk tek toplumsal kimlik kategorisi değildir. Örneğin ulus, dünya sisteminin siyasi yapılanmasından doğmaktadır. Bugün, Birleşmiş Milletlerin üyesi olan devletlerin hepsi modern dünya sisteminin yaratıları olup, bu devletlerin çoğu bundan iki yüz yıl önce isim ve idari birim olarak yokturlar. (Wallerstein, 2000, s. 100-102) Birçok coğrafi bölgede, örneğin (Hollanda, Moğolistan v.b.) 1450’lerde var olan bir devletin yerinde bugün üç veya daha fazla devlet egemendir. O halde, bir ulusun ortaya çıkması için önce “devlet”in olması gerekmektedir. Birçok bölgede yeni egemen devletlerin kurulmasını talep eden milliyetçi hareketler, kesinlikle milletler arası sistemin işlemeye başlamasından sonra ve çok az istisnayla daha önce yapılmış olan idari sınırlar içinde ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, her ne kadar bağımsız değilse de, bir devletin bu hareketlerden önce geldiği söylenebilir ve devletin fiili kuruluşundan önce, ulusun bir ortak duygu olarak ne denli köklü olduğu tartışmalı bir husustur. Örneğin (Fas’tan ayrılma mücadelesi veren) Polisario Hareketine göre “Sahra” diye bir ulus vardır ve bin yıla yakın bir geçmişe sahiptir. Faslılar ise böyle bir ulusun hiçbir zaman olmadığını iddia etmektedirler. Bu iki farklı düşüncenin hangisinin haklı olduğunu Fas ile Polisario Hareketi arasındaki mücadelenin sonucu çözecektir. Savaşı Polisario kazanırsa Sahra ulusu olmuş olacak, Fas kazanırsa böyle bir ulus olmayacaktır. Sistem içerisinde, devlet iktidarının iktisadi açıdan yaşamsal bir önemi söz konusudur. Devletlerin diğer devletlerce tanınan hukuksal olarak saptanmış sınırları vardır, bu sınırlar içerisinde tek bir yargı gücü mevcuttur ve bu yargı gücü devlet sınırları içerisindeki mal, para-sermaye ve işgücü üzerinde bir düzenleme görevi görmektedir. Ayrıca, her devlet vergilendirme işlemini düzene sokarak vergi gelirlerini alt yapı harcamaları ve iktisadi mekanizmalara doğrudan destek alanlarında kullanmış, ülke içindeki silahlı gücü tekelleştirerek iç ve dış “istikrarsızlıklara karşı sistemin koruyuculuğunu üstlenmiştir. (Wallerstein, 1996, s. 50) Öte yandan, devletler birbirileriyle yoğun bir iktisadi ve siyasi alış veriş ilişkisi içerisinde de olmuştur. Yani, Tarihsel kapitalizmin işleyişi bir dünya ekonomisi içinde olmuştur, fakat bir dünya devleti içerisinde olmamıştır. Burada Wallerstein’in vurguladığı hususun özeti şudur: Ulus devlet sınırları içerisinde cereyan eden emek süreçlerindeki hiyerarşik ayrımlaşmanın (işveren-işçi) bir benzeri uluslar arasında da benzer bir süreç doğurmuş, sermaye birikimine odaklanan sistem, bu birikimi gerçekleştirmeye yönelik ulusal ve uluslar arası bir “hiyerarşik” yapı temelinde gelişmiştir. (Wallerstein, 1996)

Devletlerarası sistemde, her özel egemen devletin kuruluşuna tekabül eden bir “ulus”un varlığının en temel nedeni, bu sistemde devletlerin kaynaşma sorunlarının olmasıdır. Zira devletler bir kez egemen olarak tanındıktan sonra kendilerini iç parçalanma ve dış saldırı tehdidi altında bulmaktadırlar. “Ulusal” duygular geliştiği ölçüde bu tehditler de azalmaktadır. Devletin dışındaki veya bir ülkenin herhangi bir alt-bölgesindeki gruplar karşısında çıkarlarını artırmak için, devletin yasal gücünü kullanmakta fayda gören her grubun, taleplerinin bir meşrulaştırılması aracı olarak milliyetçi duyguları kışkırtmakta çıkarı vardır. Milliyetçiliğin yükselişinin daha da önemli bir başka nedeni vardır: devletlerarası sistemin hiyerarşik olması. Sistemin belirgin ve katı olan, ancak değişkenlik gösteren eşitsizliği bu sistemin üst tabakasında olanları doğrulayan, alt tabakaları suçlayan ideolojilere yol açan süreçler üretmektedir. Burada, ırksal sınıflandırma, esas olarak merkez-çevre zıtlığını koruma ve ifade etme tarzı şeklinde ortaya çıkmıştır. Milliyetçi sınıflandırma ise, köken olarak hiyerarşik düzenin yavaş fakat düzenli değişimi içinde devletlerarası rekabeti ifade etmenin bir yolu olarak ortaya çıkmıştır ve ırksal sınıflandırmanın kabalığına karşı, sistemde daha avantajlı bir konum sağlamaktadır. Basit bir formülasyonla açıklanacak olursa; ırk ve ırkçılık merkez ve çevre bölgelerini birbirleriyle olan mücadelelerinde bölgeler-içi bir şekilde birleştirirken, ulus ve milliyetçiliğin, bunları daha ayrıntılı bir sıralama için (bölgelerarası olduğu kadar bölgeler- içi rekabetlerinde de) bölgeler-içi bir şekilde böldüğü söylenebilir. Her iki kategori de kapitalist dünya ekonomisinde avantaj elde etme hakkı için ortaya konulan iddialardır. Bu kategorilerin yanı sıra bir “çoğunluğa” ihtiyaç duyan “azınlık” veya “etnik grup” kavramı, devletin egemenlik alanı içindeki birçok grubu içermek amacıyla kullanılmaktadır. (Wallerstein, 2000, s. 103) Etniklik ile dünyadaki veya bir ulus devlet içindeki iktisadi işleyiş arasında güçlü bir bağlantı söz konusudur.

Gereken yerlerde ve en düşük ücret düzeyleriyle işçi yaratılması, sermaye birikimini kolaylaştırmak isteyenlerin çıkarınadır. Dünya ekonomisinin çevre bölgelerinde yer alan iktisadi etkinliklerde, ücretlerin düşük tutulması, gelir kaynağı olarak ücretli emeğin küçük bir rol oynadığı haneler yaratılmasıyla mümkün olmaktadır. Böylesi hanelerin yaratılmasında, başka bir deyişle, kendi kendilerini yapılandırmaları yönünde baskı uygulanmasında kullanılan yöntemlerden biri, tarihsel kapitalizm içinde topluluk yaşamının “etnikleştirilmesi” olmuştur. Etnik gruptan kastedilen, coğrafi olarak yakın yerlerde yaşayan; diğer gruplara göre belirli uğraşsal-iktisadi rollerin verildiği bir grup insandır. Bu işgücü dağılımı, dış görünüş açısından etnik grubun ayırt edici “kültürü”; dili, dini, değerleri, kendine özgü davranış kalıpları ile simgelenmiştir. Buradaki durum bir kast sistemi değildir, fakat zaman içerisinde sürekli değişiklik gösteren bir iktisadi rol dağılımı içerisinde etnisite ile işgücü dağılımı arasında yüksek bir bağıntı vardır. Ancak, milliyetçi söylemin iddialarının aksine, günümüz etnik işgücü dağılımıyla etnik grupların tarihsel kapitalizm öncesi dönemlerdeki sözde atalarına ait kalıplar arasında hiçbir bağıntı yoktur. (Wallerstein, 2000, s. 104)

Sonuç olarak ırk, sömürge dünyasının, siyasal hakları, mesleki dağılımı ve geliri açıklayan birincil kategorisi olmuş, milliyetçi hareketlerin yükselişi ve ulusal bağımsızlığın gelişimi daha çok kategori yaratarak kimliğin belli bir toprak parçasıyla özdeşleşmesi olan milliyetçilik gittikçe yayılmış ve önem kazanmıştır. Bu, esas itibarıyla elde bulunan insan malzemesinin en iyi şekilde kullanılması amacına hizmet eden bir durumdur. (Wallerstein, 2000, s. 236)

Anlaşılması gereken şey, bu kavramların (ırkçılık, ayrımcılık, milliyetçilik) farklı toplumsal örgütlenme düzeylerindeki eylemlere atıfta bulunduklarıdır. Irkçılık dünya arenasındaki eyleme atıfta bulunurken, ayrımcılık göreli olarak küçük ölçekli toplumsal örgütlenmeler içindeki eylemlere atıfta bulunmaktadır. Milliyetçilik ise, her iki durum içerisinde işlevi olan bir kategoridir.(Wallerstein, 2000, s. 252) Dolayısıyla, ırkçılık tarihsel kapitalizmin (tek olmamakla beraber) önemli kültürel dayanağı olagelmiştir ve günümüzde, dünya çapında henüz yeni yeni bir meşruluk kaybına uğramaktadır. Etnikleşme veya halk olma, tarihsel kapitalizmin temel çelişkilerinden birini (aynı anda hem kuramsal eşitliğe hem de pratik eşitsizliğe kalkışmasını) çözmekte ve bunu dünyanın emekçi tabakalarının zihniyetlerini de kullanarak yapmaktadır. Tam da halk kategorilerinin değişkenliği bu noktada önemli hale gelmektedir. Çünkü kapitalizm, tarihsel bir sistem olarak sürekli eşitsizliği getirirken, iktisadi süreçlerin sürekli yeniden yapılanmasını da gerektirmektedir. İşte bu nedenle, bugün belli bir hiyerarşik toplumsal ilişkiler kümesini güvence altında tutan şey yarın geçerli olmayabilecektir. İşgücünün davranışı, sistemin meşruiyetini bozmadan değişmelidir. Bu nedenle, etnik grupların yinelenen doğuşları, yeniden yapılanmaları ve kayboluşları iktisadi mekanizmanın işleyişinin esnekliği açısından son derece yararlı bir araçtır. (Wallerstein, 2000, s. 107) Sonuç itibarı ile ulus ve diğer etnik kategorilerin içerildiği bir kavram olan “halklık” (ve dolayısıyla milliyet ve milliyetçilik), tarihsel kapitalizmin çok önemli kurumsal inşasıdır. Asli bir dayanaktır ve bu haliyle, sistem daha fazla yoğunluk kazandıkça giderek daha önemli olmuştur. Öyle ki, modern dünyadaki sınıf tabanlı siyasal etkinliklerinin çoğu ırk, ulus, etnik grup gibi inşa edilmiş “halklık” durumlarıyla yoğun ilişki içinde bulunarak halk tabanlı siyasal etkinlik biçimini almıştır. Sistemin yarattığı çelişkilerden dolayı, ne ulusal kurtuluş hareketlerinde, ne sosyalist hareketlerde ne de yeni toplumsal hareketlerde halk tabanlı siyasi etkinlikten tamamen ayrı olan “kendi için” sınıf etkinliği mümkün görünmemektedir. Halklık kavramını sabit bir toplumsal gerçeklik olarak değil, düşman güçlerin birbirleriyle mücadele ettiği kapitalist dünya ekonomisinin karmaşık bir ürünü olarak değerlendirmek yapılacak çözümlemelerde daha gerçekçi sonuçlara varılması ve alternatif sistemlerin tartışılması noktasında daha ayd ınlatıcı olacaktır. (Wallerstein, 2000, s. 108)

Yukarıdaki bilgiler ışığında, ulus-devlet ve milliyetçiliğin tarihsel gelişimi içerisinde birbirleriyle olan bağının, bir yanıyla kültürel, bir yanıyla siyasi bir yanıyla da ekonomik bir toplumsal analizi içerdiği görülmektedir. Ulus-devletin ortaya çıkışı, ekonomik etkinliğin her şeyden daha çok önem kazandığı bir tarihsel döneme denk gelmektedir. Bu ekonomi, yapısı itibarı ile baştan beri tüm dünya ölçeğinde bir yayılma özelliği taşımaktadır ve günümüzdeki küreselleşme tartışmaları göz önünde bulundurulacak olursa yayıldığı da iddia edilebilir.

KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE MİLLİYETÇİLİK SÖYLEMİNDEKİ FARKLILAŞMA

Küreselleşme tartışmalarının yoğun olarak yaşandığı günümüz dünyasında, ulus-devlet ve milliyetçilik kavramları da aynı yoğunlukta tartışmalara konu olmaktadır. Zira “ulus-devlet ve milliyetçilik”e göre daha yeni bir kavram olarak literatürdeki yerini alan “küreselleşme”, toplumların durumuna ilişkin çözümlemelerde “yeni olan”ı ifade ederken, ulus-devlet “yeni olan”ın önceki hali veya öncesi şeklinde değerlendirilmektedir. Tartışmanın bu yöndeki seyri genel olarak “kronolojik” bir öncelik ve sonralık durumunu yansıtmakla beraber, “küreselleşme” olgusunun aslında ulus devlet” ve milliyetçiliğin ortaya çıkışından itibaren mevcut bir durum olduğu yönündeki bir bakış açısı da söz konusudur. Günümüz dünyasının gelip dayandığı sosyo ekonomik aşama olarak da değerlendirilebilecek olan “küreselleşme”; kapitalizmin tarihsel gelişiminin bir yansımasıdır, kapitalizme yön veren kâr dürtüsü hala en başat dürtüdür ve analizlerde bu durum göz önünde bulundurulmaktadır. Ancak, söz konusu durumun “ortaya çıkardığı ve ekonomiden kültüre, siyasetten sanata kadar günlük hayata dair her alanda etkin olan farklılıklar, yeni parametreler ortaya çıkarmaktadır ve geçmişle bağı olan fakat geçmişten farklı formlar sunmakta, kısacası kapitalizmin “mecrası” yeni bir boyutta geçmişten “daha farklı” akmaktadır. Buna göre, küreselleşmeyi tarihsel bağlamından koparmaksızın ve konuya ilişkin değerlendirmelerin ideolojik bir yön taşıyacağı gerçeği unutulmaksızın “yeni” bir durum olarak değerlendirmek ve bu süreci tetikleyen olgu ve olayları bu bağlamda değerlendirmek konunun anlaşılması ve daha kapsayıcı analizler için ufuk açıcı olacaktır.

Sürecin açıklanmasında, Batı merkezli dünya sisteminin farklılıkları yutarak, toplumlar açısından birbiriyle aynılaştırıcı etki yaptığını iddia eden tek tipleştirici yaklaşımların yanında, tam tersine farklılaşmaları öne çıkaran ve küreselle birlikte yerelleşmeyi işleyen yaklaşımlar da söz konusudur. (Alankuş, 2000, s. 298) O halde, küreselleşme “dünyanın birleştiği” ancak hiçbir şekilde naif işlevselci bir tarzda bütünleşmediği bir süreç olarak da algılanabilir. Bir yandan evrensellik iddiası taşırken, diğer yandan farklılığın kimlik içerisinden çözülmesine karşı farklı özne konumlarından ve farklı mekânlardan çıkan bir direnişi taşımaktadır. Bu süreç, zaman-uzam ilişkisinde bir dönüşüme neden olmakla birlikte sermaye birikiminin temel kurallarına içkindir ve bu kurallar tarafından üst belirlenmektedir. Bu nedenle, küresellik sorununun tam olarak anlaşılabilmesi; kimlik/farklılık ilişkisi ve üretim kategorisinin hesaba katılmasını gerektirmektedir. Ayrıca, Batı modernitesinin farklılıkları ötekileştirme girişimini ve ulus devletin evrenselleştirilmesi sürecini de unutmamak gerekmektedir. Buradan küreselleşme sürecinin sadece kapitalist üretim tarzı değil, modernite, devlet sistemi ve kapitalist üretim tarzı arasında kurulmuş olan “eklemlenme ilişkisi” olduğu sonucuna varılabilir. Bu eklemlenme ilişkisinde, her bir olgu diğerleri üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olduğundan, etkileşim karşılıklı bir etkileşimdir. (Keyman, 2002, s. 34-52) Bu noktada, sadece küreselleşme söylemlerinin değil, sermaye ve devletin hangi alanlarda ne tür potansiyel ve aktif etkilerinin olduğunun ortaya çıkarılması da sürecin anlaşılması açısından önemlidir. (Yeung, 1998, s. 330)

Ekonomik ağırlıklı bir sürecin ifadesi olarak kapitalizmin, tarih sahnesinde yer almaya başlamasından itibaren “küresel” nitelik taşıdığı gerçeği inkâr edilemeyecek bir durum olmakla beraber, küresel olmayı “başarma” süreci henüz “güncel” bir durumdur ve çok uluslu şirketlerin, “devlet”in etkinliğini bertaraf edecek denli başat oldukları bu süreçteki etkinliği büyük ağırlık taşımaktadır. Öyle ki tarihin hiçbir döneminde devletin ekonomik birimler karşısında bu denli “pasif” konuma itildiği görülmemekte, tarih sahnesine çıktığı andan itibaren dünya ölçeğinde yayılma ve hegemonya kurma eğilimi taşıyan kapitalizm, ilk kez bu denli “az merkezli” ve dünya ölçeğinde tek bir merkeze doğru “entegre” olma dinamiklerini yakalamış görünmekte ve bu yönde eğilimler göstermektedir.

Bu dönüşümün önemli unsurlarından biri, sosyal alan da dâhil, birçok alanı köklü biçimde değiştiren teknolojidir. Teknolojide; yani yaşama uygulanan bilgi yeniliklerinde başlayan değişim, giderek yaşamın bütününü değiştirmektedir. Teknolojik yenilikler sonucunda; üretimde kullanılan yöntemler, üretilen malların doğası ve miktarı, üretim sürecindeki emeğin niteliği, dolaşım(ulaşım) ve değişim(ticaret) süreçleri gibi birçok faktörün yanı sıra, insan tutum ve davranışları da, yani kültür de değişime uğramaktadır. Böylece, iletişim teknolojilerinin gelişimiyle birlikte kültürler arası etkileşimin yoğunlaşmasına bağlı olarak ortak alanın büyümesi biçiminde tanımlanan “akültürasyon” ortaya çıkmış, etkin ve merkezileşmiş iletişim ağlarıyla evrensel bir kültür, en azından tüketim ve eğlence normları açısından şekillenmiş bulunmaktadır. (Şaylan, 1995) Söz konusu iletişim teknolojilerinin, sanal ortamda ağırlık kazanan ilişkileri ön plana çıkaran bir kültür alanı yaratması, aradaki bazı farklılıklara rağmen, matbaanın ulusal kültürün ortaya çıkışında yarattığına benzer bir etkiye sahiptir. Bu dönüşüm, sadece kültürel boyutta değil, başta iktisadi olmak üzere siyasi ve sosyal alanda da büyük değişimlerin önünü açmış, özellikle 1980’lerden itibaren büyük bir ivme kazanarak, ulusal kurumların etkinliklerini yavaş yavaş evrensel ölçekli kurumlara devrettiği ya da yeni duruma göre uyarlandığı süreci hızlandırmıştır.

1980’ler öncesinde, ülkeler arasındaki farklı siyasi ve ticari kurallar uluslararası alanda iş yürütmeyi zorlaştırmakta, ulusal sermayeyi koruma politikaları, gümrük sınırları ve farklı çevre mevzuatları küresel çapta iş yapmayı engellemektedir. 1980 sonrası ise, yüksek kalite, düşük maliyet veya fiyat temelinde rekabet oluşmaya başlamış, böylelikle esas olarak küçük şirketler üzerine kurulmuş rekabet ortamı, yerini dev şirketlere terk etmek zorunda kalmıştır. 1990’larda Sovyet sisteminin çöküşüyle birlikte ekonomik ve politik değişiklikler küresel çapta bir talep doğurmuş, firmalar bu düzlemde büyük pazar stratejileri geliştirmeye başlamışlardır. Böylece, değişimin hızının arttığı, madde tabanlı üretimden bilgi tabanlı üretime geçildiği küresel talep imkânının büyük şirketleri avantajlı kıldığı bir döneme geçilmiştir. (Yılmaz, 2004). Bu dönemde, zorunlu emeğin asgari düzeye indirilmesi gerçekleşmiş ve toplumlar daha az emekle daha çok servet üretir hale gelmişlerdir. (Gorz, 2002, s. 145) Yine bu süreçte, belli bir ulus menşeli olarak ortaya çıkan firmalar uluslar arası ekonomik etkinliklerin büyük kısmını ellerine geçirerek çokuluslu şirketlere (ÇUŞ) dönüşmüşlerdir. “Küresel dünyada”, ulus devletlerin etkinliklerinin azalmasına karşın gittikçe öne çıkan ÇUŞ’lar, dünyadaki üretim ve ticaretin büyük kısmını gerçekleştirmektedirler. Görünürde, şirketler mal ve hizmet üreterek para kazanmayı hedefleyen apolitik kurumlar iken, gerçekte, uluslar arası siyasetten iç politikaya kadar geniş bir alanda etkilidirler. Birinci öncelikleri ulusal ve kamusal çıkar değil, global ölçekteki kârları olan söz konusu şirketler, geniş çapta dünya pazarlarını yönlendirmekte, tüketicilerin tercih ve zevklerinden siyasi kararlara kadar bütün toplumsal hayatı etkilemektedirler. (Yılmaz, 2004, s.68-69) Ekonomi dışındaki (politik, sosyal) etkinlikler ise daha çok ÇUŞ’ların ekonomik temelli amaçlarına ulaşmalarının bir aracı olmakta, en çok da sermayelerini dünyanın herhangi bir yerinde kullanabilme olanağının önündeki engelleri kaldırarak sermayenin “heryerleşme”sini hedeflemektedir.

Çok boyutlu bir süreç olan küreselleşme, bir yanıyla teknolojik yeniliklerin üretim ve sosyal alanda kullanımıyla neredeyse sınırsız tüketim maddeleri üretebilme potansiyeline sahiptir. Ancak öte yanda, söz konusu potansiyelin “rasyonel” biçimde kullanılmayıp, üretim ve siyaset hiyerarşisinin “üst” katmanını teşkil eden kesimlerin, mevcut konumlarını sürdürmeye yönelik tutumları nedeniyle büyük insanlık “dramlarının yaşandığı sonuçlara da yol açmaktadır. Başta işsizlik olmak üzere, gelir adaletsizliği, yoksulluk, gittikçe budanan sosyal haklar; maddi servetin belli bir “elit” kesimde toplandığı, buna karşılık çoğunluğun gittikçe yoksullaştığı bir tablo ortaya koyarken, Afrika’nın büyük kısmında olduğu gibi; küreselleşme sürecinin dışına itilmiş olan coğrafyalarda milyonlarca insan açlık çekmektedir.

Toplumsal eşitsizlik ve toplumsal kesimler arasında gelir dağılımındaki uçurum, “en zengin” ülke sayılan ABD’de bile hızla genişlemektedir. (Demirer&Duran&Görgün, 1999, s. 338) Gelişmekte olan ülkelerde ardı ardına patlayan ekonomik krizler bir türlü aşılamamakta, işsizlik sorunu ise “Batı”yı da kapsayarak artık evrensel bir boyut taşımaktadır. Her dalda her meslekte “devrim”, iş dünyasını altüst etmekte, bundan kimse kurtulamamaktadır. Bu noktada işini yitirme korkusu, uzun zamandır memurların çalıştığı bürolarda da baş göstermekte, kadrolu işler yerlerini geçici işlere bırakmakta, dün, geleceği olan bir iş sahibi kişinin birikimleri aniden değersiz bilgilere dönüşebilmektedir. İşsizliğin artmasında sadece fon yöneticileri ve sanayi kuruluşlarının yönetim kurulu üyeleri değil, hükümetlerin icraatları da etkili olmaktadır. Kısacası, “rekabet her şeyse, istihdam hiç bir şey” durumu ortaya çıkmaktadır. Hükümetler; posta, telefon, elektrik ve su işletmelerini, havayolları, demiryollarını özelleştirerek, uluslar arası ticareti bu hizmetlerle liberalleştirmekte, teknolojiden iş yasalarına kadar her şeyi kurallarından arındırırken, krizleri aşmak için seçilmiş olmalarına rağmen, krizleri daha da çözümsüz hale getirmektedirler. (Martin&Schumann, 1997, s.104-136) Özelleştirmeler sonucunda, ülkelerdeki kaynak dağılımında alt yapı açısından da, kamu yararı yerine, yerli/yabancı özel girişimin kârlılık hesaplarının ikame edilmesi, dünyanın büyük bölümünde yaygınlaşmaktadır. Özellikle, gelişmekte olan ülkelerde, uluslararası para bolluğu ve bu ülkelerin dış borçları birlikte düşünüldüğünde, ülkelerin toptan satılmasını gündeme getirecek bir durum ortaya çıkmaktadır. (Kazgan, 2005, s. 258-259) Bu süreçte, özellikle istihdamın gittikçe azalıp işsizlik artışında teknolojik gelişmelerin önemli etkileri söz konusu olmaktadır.

Teknolojik gelişme, istihdamın giderek azalması ve verimliliğin artışıyla birlikte fabrikada çalışanlar topluluğunu zayıflatıp küçültürken, işten çıkarma yeni ilke haline gelmiştir. Öğle ki; örneğin 1970-1994 yılları arasında “endüstriyel verimlilik” yılda ortalama % 2,5 artarken, sanayi sektöründe çalışan insan sayısı aynı dönemde Avrupa Birliği’nde %30’dan %20’ye, ABD’de %28’den % 16’ya düşmüştür. (Bauman, 1999, s.41) Bu olumsuzluklardan etkilenen kitleler ise, milliyetçi hareketlerin yükselmesine neden olmakla birlikte, bu durum ulus devletin faaliyet alanlarının gittikçe kısıtlanması sürecini tersine çevirememekte, ulusal aidiyet kimlikleri de yükselen tepkilere karşın bu durumdan “olumsuz” etkilenmektedir.

Bu nedenle, küreselleşmeye bakarken ulus-devletin ve onunla bağlantılı ulusal kimliklerin erozyonunu göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Ulus-devletin, ulusal ekonomilerin ve ulusal kültürel kimliklerin erozyona uğraması sonucu, ulusal kimliğin, saldırgan ırkçılık tarafından yönlendirilen çok savunmacı bir biçim aldığı görülmektedir. Öte yandan, küreselleşme ile birlikte, dünyada ulus devletlerin, ulusal ekonomilerin, ulusal kültürel kimliklerin egemenliğinde olduğu bir dönemden yeni bir döneme geçişin iki yüzü söz konusudur: Küresel ve yerel. Küresel kimlik, kitle iletişim araçlarının egemenliğindeki ve dilsel bir sınırlama tanımayan özellikle uydu yayınları vb. aracılığıyla evrensel bir nitelik kazanan kitle kültürü biçiminde şekillenmektedir. Yerel kimlikler ise, farklılıklar temelinde yükselen ve ulus-devleti karakterize eden büyük kolektif kimliklerden farklı bir temelde yükselen daha mikro ölçekli aitlikler biçiminde ortaya çıkmaktadır. Gramsci’nin hegemonya kavramı kullanılacak olursa, günümüzde farklılığın kaybolması ya da yıkılması kadar, kolektif iradenin farklılık aracılığıyla inşası, kaybolmayan farklılıkların eklemlenmesi biçiminde gelişmektedir. (Hall, 1998) Zaten her iki kültürel yaratılış da (küresel ve yerel) eski nesneler için yeni simgesel bağlamlar içeren ve maddi kültürün alt kültürel ideolojiyi dönüştürdüğü bir durumu ifade etmektedir. (Gottdiener, 2005, s. 281) Dolayısıyla, küreselleşmenin dünyayı küçülttüğü inancına koşut olarak, yaygın bir “kökenleri arayış” durumunu yansıttığı da görülmektedir. Daha özelde bu arayış; dünyanın değişik bölgelerinde ve çeşitli toplumlar içinde gelenek, kimlik, yurt, yerellik, topluluk gibi öğelere ilişkin küresel düzeyde yayılmış fikirler açısından da sürdürülmektedir. (Robertson, 1999, s.269) Çünkü bu farklılıklar (kimlikler), kimliğin oluşumunun uzak bir geçmişi de içermesi nedeniyle tarihin içinde şekillenmişlerdir, fakat yeni koşulların yarattığı etkilerden kendilerini yalıtamadıkları için, geçmiştekinden farklı biçimde inşa edilmektedirler. Bu, geçmişin tersine; insanların yüz yüze bulunmasına gerek kalmaksızın evrensel nitelikte bir “kültür” yaratabilme olanağının mümkün hale gelmiş olması nedeniyle hem eskiyi hem de yeniyi içeren “eklektik” bir inşa olmaktadır. Ulusun işlevinin azalmasının veya farklılaşmasının bir yanını da bu “inşa” oluşturmaktadır.

Küreselleşmeyle birlikte kültür teknolojisinin yüz yüze ilişkilere alternatif olabilecek ilişkileri ortaya çıkarması, geçmişin kültürel süreç çerçevelerinin belirli bir toprak parçasıyla farklı biçimlerde ilişkilendirildiği bağıntıyı karmaşıklaştırmaktadır. Burada, ulus devlet açısından bakıldığında; devletin kendisi bir toprak parçasının örgütlenmesi olduğundan, uzamsal kültür tanımından en büyük çıkarı olan çerçeve devlet çerçevesidir. Devletin, bir aracı olarak ulusötesi piyasa ekonomisinin aktörleriyle çok sıkı bir eşgüdüm içinde olduğu yerde bile, bu aracılığın içerdiği ulus fikrinin devlet ve yaşam biçimi arasındaki örtüşmeler sayesinde devlet, ulusötesi ve yerel arasındaki bir komisyoncu olarak eylem özerkliğini, etkililiğini ve vazgeçilmezliğini bir parça olsun sürdürebilmektedir. Bu ise, devletin toprakları içinde kalan yaşam biçimlerinin çeşitliliğini göz ardı etmeyi hatta bastırmayı gerektiren durumları ortaya çıkarmaktadır. Bu nedenle, ulusötesi piyasa çerçevesinde “özgür enformasyon akışı” olarak adlandırılan şeyin en fazla direnişle karşılaştığı yer yine devlet aygıtlarıdır. Ancak, burada devletin, kültürün küresel örgütlenmesindeki yeri belirsiz ve çelişkilidir. Çünkü devlet, yurttaşlarının maddi refahını sağlamak ya da en azından öğle yapıyor görünmek ve uluslar arası sistem içinde varlığını sürdürebilmek için, sınırları içindeki toplumu hemen hemen küresel olarak yinelenen bir yapıya göre yeniden yapılandırmak ve küresel kültürün taşıyıcılığını yapmak zorundadır. Bu nedenle, çağdaş devlet biçimleriyle çağdaş ulus ve ulusçuluk fikirlerinin bizzat kendileri büyük ölçüde ulus ötesi yayılmanın bir parçasıdırlar. (Hannerz, 1998) Sözü edilen inşa bu iki farklı dinamiğin (ulus ve ulusötesi) birbiriyle etkileşimiyle şekillenirken, süreç; ulusal formların, yerini evrensel formlara bıraktığı bir seyir izlemektedir.

Sürecin başlangıç denilebilecek bir aşamada olması, henüz üzerinde geliştiği ve “dışlamaya çalıştığı” ulus devlet parametrelerinin zayıflamakla birlikte kaybolmadığı, zaman zaman küresel formlarla ulusal formların karşı karşıya gelerek bir çatışma alanı oluşturdukları bir boyutu da kapsamaktadır. Gidişatın “ulus-devletin aleyhine” bir sonuca işaret ettiği birçok yazarca vurgulanan bir konudur. Ulus-devletin, homojen bir toplumsal formu amaçlayan “total” ulus söylemine karşı, küreselleşmeyi temsil eden görüş; çoğulculuk, çok seslilik, demokratikleşme gibi kavramlara dayanmakta, ancak, örneğin Irak’ın ABD tarafından işgaliyle birlikte insan hakları ihlalleri gibi, demokrasiyle ilgisi olmayan faaliyetlerinde görüldüğü üzere; söylemle uygulama birbirini tutmamaktadır. Esas olarak amaç; ulus-devleti daha alt birimlere bölerek neo-liberal düzenleme olarak da ifade edilebilecek olan küreselleşme sürecinin önündeki engellerin ortadan kaldırılmasıdır. Bugün, küreselleşmenin baş aktörleri; sürecin sosyo ekonomik gereklerine uygun olarak, ulus-devletin tasfiyesine yol açmaya doğru evrilen bir süreci hayata geçirirken, bunu ulus devletin kurumlarını kullanarak gerçekleştirmektedirler. Bu durumda ulus-devletin işlevi, daha çok sürecin önündeki “engelleri” kaldıran bir “aracılık konumu olmakta, bunun için ise devletin “ulus” formuna ait kurumlarının “özerk”liğine ihtiyaç kalmamaktadır.

Hatta, günümüzde artık küreselleşme ideolojisi açısından devlet, fuzuli yer işgal eden bir varlık konumunda kabul edilirken, yeni dünya düzeni, sınırsız bir çoğulculuk ve çokseslilik hedefi çerçevesinde tanımlanmakta, devleti küçültmek söylemi çerçevesinde, özelleştirme, yeniden yapılanma, transformasyon gibi terimler aracılığıyla devlet, ekonomik alanlarının tümünün dışına çıkarılıp, diğer alanlardaki işlevleri de yine en ekonomik bir biçimde yeniden düzenlenmekte, bu sayede de ekonomi her türlü siyasal müdahaleden arındırılıp kendi “nesnel gerekleri” doğrultusunda işler hale getirilmeye çalışılmaktadır. (Cangızbay, 2000)

Fakat ulus-devletin, bir siyasi birim olarak varlığının ortadan kalktığını söylemek yanıltıcı olacaktır. Hâla dünyanın büyük kısmında işleyen bir parlamenter sistem, işbaşına gelen hükümetler, bu hükümetlerden büyük beklentileri olan geniş kitleler, “yabancılar”ın giriş çıkışını kontrol eden bir gümrük-sınır sistemi mevcuttur ve bu durum küreselleşmenin dayattığı kurumsal yapılarla ulus-devlet yapıları arasında sancılı bir ilişkiyi de gündeme getirmektedir. Burada sözü edilmesi gereken durum, ulus devletin kurumsal özerkliğini “yitirdiği” bir sürecin geliştiğidir. Bu süreç, tek düze ve istikrarlı bir doğrultuda değil, zaman zaman çatışmalı ve gerilim yüklü bir biçimde ilerlemektedir ve “küresel aktörlerin” henüz ulus-devletin yerini doldurabilecek “meşru bir uluslar arası oluşum”u kurumsallaştıramadıkları göz önüne alınırsa, bu durum belirsiz bir süre daha devam edecektir. Örneğin son dönemde ortaya çıkan küresel ölçekli krizlerde, Yunanistan, Portekiz vb. gibi ülkelerde yaşananlarda görüldüğü gibi, müdahaleler ulusal ölçekli biçimde yapılmaktadır.

Dolayısıyla, henüz kurumsallaşma açısından tamamen küreselleşmiş bir dünyadan bahsetmek güçtür ve en azından bugünün dünyasına bakarak, sürecin işleyişinde küreselle ulusal arasındaki bir gerilimden söz edilebilir. İktisattan başlayarak sosyal, kültürel ve politik alanlara doğru genişleyen farklılaşma süreci, ulus devletin etki ve yetki alanlarının gittikçe zayıfladığı bir seyir izlerken, “milliyetçi tepkilerin artışı”nda olduğu gibi her geçiş döneminde gözlenen sancıları da içinde taşımaktadır. Örneğin, ekonomik krizlere maruz kalan ülkelere müdahale eden IMF’nin, krizdeki ülke hükümetlerine yönelttiği başlıca tavsiyelerden (dayatma da denilebilir) biri sosyal harcamaların kısılması, devlete ait ekonomik tesislerin özelleştirilmesi ve piyasaya müdahale eden yasal düzenlemelerin kaldırılması, yani “devletin küçültülmesi” yönünde olmaktadır. “Devletin küçülmesi”, sadece gelişmekte olan ülkeler açısından değil, Batılı ülkeler açısından da işleyen bir süreçtir ve bu durum ulus devletin tarihsel gelişimini irdeleyen “merkez-çevre”, “modernleşme” gibi teorik yaklaşımların (klasik biçimleriyle) günümüz dünyasını açıklamada yetersiz kalmalarını beraberinde getirmektedir. Ayrıca, seçim kampanyalarında Fransa, Türkiye vb. gibi örneklerde görüldüğü gibi, zaman zaman kullanılan milliyetçi söylemlerin hâla seçmen tarafından kabul gören sonuçlar yaratması da, küreselleşen dünyada ulusal-etnik aidiyetlerin yerini alacak bir aidiyet formunun henüz oluşamadığını göstermektedir. Ancak bu noktada, bir çelişki de söz konusudur: Milliyetçi söylemleri kullanan siyasi oluşumlar, ulus devlet formuna ait bir ideolojiyi kullanmakla birlikte, icraatlar açısından ulus devleti değil, küresel aktörleri temel alan bir yaklaşım sergilemektedirler. Bu durum, siyaset açısından birtakım “sancılı” gelişmeleri de beraberinde getirmektedir.

Ulus-devletin, hâla fiili olarak varlığını sürdürmesi, sadece kurumsal alanda değil, sosyal alanda da bir gerilim yaratmaktadır. Küreselleşmenin getirdiği etkilere bağlı olarak, krizlerle birlikte ekonomik açıdan yoksullaşmanın artması ve yaşam standardı düşüşünün geniş anlamda kitlesel bir nitelik kazanması, daha önceki dönemlerle durumlarını kıyaslayan söz konusu geniş kitleler için, ulus-devletin tekrar güçlendirilmesi yoluyla eski ekonomik olanaklarına yeniden ulaşabilecekleri sanısı yaratmaktadır. Bununla birlikte, “ulusal” kabul edilen ekonomik tesislerin veya geniş arazilerin “yabancılara” satılması, “yabancılar” iş bulurken kendileri işsiz kalanların günden güne artması gibi ekonomik nedenlerin yanında; ulus devlet formasyonunun “kendine dönme”, “vatanı yabancılardan kurtarma” veya “parçalanma korkusu” söylemleri etrafında oluşturduğu aidiyet duyguları, kültürel temelli söylemlere de dayanan “vatanın işgal edilmekte olduğu” algısını merkeze alan tedirgin bir milliyetçiliğin yükselmesine neden olmaktadır. Gelişmiş ülkelerde daha çok yabancı düşmanlığıyla ortaya çıkan “var olan duruma karşı” tepkiler; gelişmekte olan ülkelerde daha ziyade Batı düşmanlığı ve etnik ırkçılığa kayan yönelimlerle açığa çıkmaktadır.

Bu yönelimler, “milliyetçi şiddet” olgusunun uluslararası boyutta giderek yaygınlaşmasından da gözlenmektedir. Milliyetçilik ve şiddet arasındaki ilişki sorunsalını, 11 Eylül 2001’deki olaylar ve bu sürecin yarattığı sonuçlar üzerinden de izlemek mümkündür. Terörizm ve onun yarattığı tepkiler merkez ile çevre, milliyetçilik ile enternasyonalizm arasındaki mesafeyi, biri şiddetin kaynağı, öbürü hedefi olduğu için hoyratça silerken aynı zamanda da öncelikler ve algılamalar düzeyinde yeni farklılıklar yaratmaktadır. Bu saldırı, ulus aşırı bir boyuta sahip olup, ABD’nin bir milli savunma ve intikam ruhu içinde hareket etmesine yol açmıştır. Bu olayın yarattığı sonuçlardan biri, dünya çapında Amerikan karşıtı hınç duyma gibi olumsuz duyguların uyanışı biçiminde de gözlenebilmektedir. (Hasnner, 2010, s.270- 272) “Tepkisel milliyetçilik” olarak da değerlendirilebilecek olan söz konusu bu milliyetçilik biçimi, “yabancı düşmanlığı, göçmenlere karşı düşmanlık biçimindeki kolektif grup tepkileri gibi, Waever ve Buzan’ın “toplumsal güvenlik” dediği şeyden, yani belli bir grubun kimliğinden yana duyulan korkular biçiminde de ortaya çıkmaktadır. Bu korkular, “kendi içine çekilme, milli, etnik ama ayrıca kültürel ve dini gruplarda bir arada yaşama güçlüğüne neden olan şey” (Hasnner, 2010, s.281) niteliğine de dönüşmektedir. Dolayısıyla günümüzde “milliyetçiliğin, aşırı kimlikçi, sekter, yabancı düşmanı ve köktenci tezahürlerinin” (Ferry, 2010, s. 300) söz konusu olduğu görülmektedir.

Son yılların en çok dikkat çeken olaylarından birisi de, “laik milliyetçiliğe duyulan inancın yitirilmesi” ve “dini milliyetçiliğin yükselişi”dir. İsrail’de dini milliyetçiliğin yükselişi ve laik milliyetçiliğin düşüşü bu süreci somutlayan açık bir olgu niteliğindedir. (Hasnner, 2010, s.283) Bu durumu somutlayan bir diğer örnek de, El Kaide’nin dünya ölçeğinde gösterdiği etkinlik ve bazı toplumlarda popülerlik kazanmasıdır. Bugün şiddete kaynaklık eden, korku, nefret, gurur, utanç, aşağılanma, hınç ve intikam arzusu, haysiyet kazanma gibi duygular, El Kaide örneğinde gözlendiği gibi, ulus aşırı bir nitelik taşımaktadır. Aynı zamanda bu duygular, ABD ve diğer Batı ülkelerinde de benimsenmektedir. Bu, ABD milliyetçiliğinin çok daha keskin ve tehlikeli bir duruma doğru kaymasında da görülmektedir. “Bu yeni tür milliyetçilik, ABD’nin üstünlüğünü, potansiyel tehditler karşısında tek taraflı olarak güce başvurma hakkını savunan, saldırgan ve evrenselci bir milliyetçilik” (Hasnner, 2010, s. 284­285) biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır.

SONUÇ

Genel olarak, “küreselleşme” ulus-devlet olgusuna karşıtlık temelinde ele alınmaktadır. Bu, bir yandan bu durumu (ister olumlayıcı ister eleştirel bir yaklaşım olsun) kaçınılması veya önlenmesi imkânsız bir “kader” olarak gören “küreselleşme”ci bir bakış açısına kaynaklık etmektedir. Öte yandan ise, yaşanan sürecin belirli siyasal ve ekonomik güç odaklarının dayatması sonucu oluştu(ruldu)ğuna kanaat getiren, tamamen olumsuzlayıcı, ulus-devlet ve milliyetçi söylem temelinde odaklanan karşıt bir yaklaşıma dayanmaktadır. Geçmişte, ulus devletlerin en azından “siyasi” açıdan “özerk” kurumlar olarak belli bir ülke içindeki gerek iktisadi, gerekse “aidiyet” ihtiyaçlarına kısmen de olsa yanıt verebildikleri birimler oldukları döneme “özlem” duyma durumu, gün geçtikçe artan ve farklılaşan bir ivme kazanmaktadır. Örneğin, (küreselleşmenin başat aktörü olan) ABD aleyhtarlığı neredeyse tüm dünyada yaygınlık kazanmakta, aynı şekilde ABD’de güvenlik kaygısı temelli milliyetçilik artış kaydetmektedir.

Küreselleşme sürecinin, mevcut ulus devlet yapılarını aşındırdığı ve “uluslar” arasında seyreden iktisadi ve siyasi ilişkileri, dünya ölçeğindeki veya “bölgesel” kurumsallaşmalara havale ettiği göz önünde bulundurulduğunda, oluşan “yeni durum”dan etkilenen ve ulus- devlet kurumlaşmasının “hâkimleri” olan kesimler açısından (örneğin Türkiye’de Ordu ve bürokrasinin siyasi belirleyiciliğini yitirerek siyasi iktidarın ve parlamentonun güçlenmesi veya Ortadoğu’daki bazı rejimlerin sallanması veya yıkılması vb.) konumlarını yitirme durumunun söz konusu olduğu ortadadır. Bununla birlikte, Küreselleşmenin de, mevcut biçimiyle artık yoğun biçimde sorgulandığı günümüzde, birçok biçimiyle “aidiyetlerin” gündeme getirildiği bir “çok seslilik” durumu yaşanmaktadır.

Yarattığı sonuçlar itibarı ile, ulus-devleti “kontrol altına” alan ve onu kendi amaçları doğrultusunda “kullanarak (Irak vb. örnekte olduğu gibi) gerek zor yoluyla, gerekse “gönüllülük” yoluyla dönüştüren küreselleşme, bir aidiyet ve siyasal kimlik olarak ulusu yok edememekte, ancak onu da belli oranda tıpkı dinlerde olduğu gibi yeni sürece uyarlayarak farklı biçimlerde eklemlemektedir. Gerek ülkeler arasındaki insan geçişlerinde uygulanan gümrük engelleri, gerek dünyanın birçok yerinde yaşanan sosyo- ekonomik eşitsizlikler, gerekse siyasi alanda henüz ulusal formların aşılabildiği bir kurumsallaşma düzeyinin oluşmaması, (en azından şimdilik) ulus-ötesi “yeni” bir kimlik “inşası”nın dayanaklarının oluşmadığı bir sürece işaret etmektedir. Bu durum, küreselleşmenin şimdiye kadar izlediği “gelişme”nin bu şekilde sürdürülemeyeceğini göstermektedir. Kurumsallaşma düzeyi açısından “ulus-devlet” formuna yeniden dönüşün pek mümkün görünmemesine karşın, aidiyet kimliği konusundaki “boşluğun”; tarihten gelen diğer aidiyetlerle birlikte daha uzunca bir süre “ulus kimliği” ile doldurulacağı görülmektedir. Kısacası, geçmişin sağ-sol politik çerçevesine ve “sınıf” kavramlaştırmalarına vurgu yapan çatışmaları, günümüzde “küreselleşmeci-milliyetçi (ulus devletçi)” ayrımlaşması şeklinde bir ağırlık noktasına kaymış görünmektedir. Yaşanan sosyo-ekonomik sürecin, bugün artık tüm dünya toplumları üzerinde, geçmişteki süreçlerden daha fazla (günümüz açısından daha ziyade olumsuz kabul edilen) etki yaratan bir niteliğe sahip olması, bu ayrımlaşmayı körüklemektedir. Dolayısıyla milliyetçilik, gittikçe yükselen, fakat geçmişten farklı olarak ulus-devleti bir proje inşası açısından değil, tersine; “inşa edilmiş projenin kaybı”na duyulan tepki bağlamında reaksiyoner bir söylem ve eylem alanı yaratmaktadır.

REFERANSLAR

Alankuş, S. (2000) ‘ Yerellikler, Yerelliğin İmkanları ve Yerel Medya” Global Yerel Eksende Türkiye, içinde, Der. Sarıbay A.Y., Keyman F., İstanbul: Alfa Yayınları, s. 295-330.

Aydın, S. (1993) Modernleşme ve Milliyetçilik, Ankara: Gündoğan Yayınları.

Wallerstein, I. (1990) “Halklığın İnşası: Irkçılık, Milliyetçilik ve Etniklik”, Irk, Ulus, Sınıf, Belirsiz Kimlikler, içinde, Çev. Nazlı Ökten, Der. Balibar, E., Wallersteın I., İstanbul: Metis Yayınları, s. 91-108.

Bauman, Z. (1999) Küreselleşme, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Cangızbay, K. (2000) “Globalleşme ve Kamusal Alan”, Global Yerel Eksende Türkiye, içinde, Der. Sarıbay A.Y., Keyman F. İstanbul: Alfa Yayınları, s. 141-170.

Chatteerjee, P. (1989) Milliyetçi Düşünce Ve Sömürge Dünyası, İstanbul: İletişim Yayınları.

Demirer, T.; Duran, M.; Görgün, T.; Demirer, G.N.; Orhangazi,Ö.; Özgür, G.; Yapıcı, K. (1999) Neo Liberal Saldırı Kriz Ve İnsanlık, Ankara: Ütopya Yayınevi.

Duverger, M. (1986) Siyasal Rejimler, çev. Teoman Tunçdoğan, İstanbul: Sosyal Yayınlar.

Eriksen T.H. (1991) “Ethnicity versus Nationalism”, Journal of Peace Research, Sage Publications, Aug., Ltd., Vol. 28, No. 3 s. 263-278

Ferry, J. M. (2010) “ Avrupa meselesi ve Ulus-sonrası Entegrasyon”, Milliyetçiliği Yeniden Düşünmek, Kuramlar ve Uygulamalar, içinde, Çev. Devrim Çetinkasap, Der. Alain Dieckhoff ve Chrıstophe Jaffrelot, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 291-311.

Gellner, E. (1994) Milliyetçiliğe Bakmak, Çev. Simten Coşar, Saltuk Özertürk, Nalan Soyarık, İstanbul: İletişim Yayınları.

Gorz, A. (2002) Kişi, Toplum, Devlet, Post Modernist Burjuva Liberalizmi, Çev.Yavuz Alogan,.Ankara: Doruk Yayımcılık, s. 129-160.

Gottdiener, M. (2005) Postmodern Göstergeler, Maddi Kültür ve Postmodern Yaşam Biçimleri, Çev. Hakan Gür, Arhan Nur, Erdal Cengiz, Ankara: İmge Kitabevi.

Gramsci, A. (1986) Hapishane Defterleri, Çev: Kenan Somer, İstanbul. Onur Yayınları.

Hall, S. (1998) “Yerel Ve Küresel: Küreselleşme Ve Etniklik”, Kültür, Küreselleşme ve Dünya Sistemi, içinde, Çev. Gülcan Seçkin, Ümit Hüsrev Yolsal, Der. KING A., Ankara: Bilim Ve Sanat Yayınları, s. 39-62.

Hannerz, U. (1998) “Çevre, Kültür Senaryoları” Kültür, Küreselleşme ve Dünya Sistemi, içinde, Der. KING A., Ankara: Bilim Ve Sanat Yayınları, s. 139-164.

Hassner, P. (2010) “Uluslararası İlişkilerde Milliyetçilik ve Şiddet”, Milliyetçiliği yeniden Düşünmek, Kuramlar ve Uygulamalar, içinde, Çev. Devrim Çetinkasap, Der. Alain Dieckhoff ve Christophe Jaffrelot, İstanbul: iletişim yayınları, s. 261-281.

Kazgan, G. (2005), Küreselleşme Ve Ulus Devlet, Yeni Ekonomik Düzen, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Keyman, F. (2002) “Kapitalizm-Oryantalizm Ekseninde Küreselleşmeyi Anlamak: 11 Eylül, Modernite, Kalkınma ve Öteki Sorunsalı”, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Ankara: Sayı: 18, s. 27-53.

Mardin, Ş. (2002) Türk Modernleşmesi, İstanbul, İletişim Yayınları.

Martin, H.P.; Schumann, H. (1997) Globalleşme Tuzağı: Demokrasiye Ve Refaha Saldırı, Çev. Özden Saatçi Karadana, Mahmure Kahraman, Ankara, Ümit Yayıncılık.

Merrington, J. (1999) “Gramsci’nin Marksizm Anlayışında Kuram ve Uygulama”, Siyaset Biliminde Temel Yaklaşımlar, içinde, Çev. Kemali Saybaşılı, Der. SAYBAŞILI K., Ankara: Doruk Yayıncılık, s.353-406.

Meyer J.W.; Boli J.; Thomas G.M.; Ramirez F.O. (1997) “World Society and the Nation State”, Source: American Journal of Sociology, The University of Chicago Pres, Vol. 103, No. 1 (July) s. 144-181.

Ragin, C.; Chirot, D. (1999) Tarihsel Sosyoloji, Çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

Robertson, R. (1999) Küreselleşme toplum Kuramı ve Küresel Kültür, Çev. Ümit Hüsrev Yolsal, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.

Sarıbay, A.Y. (1998) Siyasal Sosyoloji, İstanbul: Der Yayınları.

Swigewood, A. (1998) Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, Çev. Osman Akınhay, Ankara: Bilim Ve Sanat Yayınları,

Şaylan, G. (1995) Değişim Küreselleşme Ve Devletin Yeni İşlevi, Ankara: imge Yayınevi.

Texier, J. (1982) “Gramsci Üst Yapılar Teorisyeni”, Gramsci ve Sivil Toplum, içinde, Çev. Arda İpek, Kenan Somer, Der. Norberto Bobbio, Jacques Texier, Ankara: Savaş Yayınları, s. 43-90.

Uzun, T. (2003) “Ulus, Milliyetçilik ve Kimlik üzerine Bir Değerlendirme” Ankara: Doğu Batı Düşünce Dergisi, Sayı: 23, s. 131-154.

Wallerstein, I. (1996) Tarihsel Kapitalizm, Çev. Nemciye Alpay, İstanbul: Metis Yayınları.

Wallerstein, I. (2000) Irk, Ulus, Sınıf, “Belirsiz Kimlikler”, içinde, Çev. Nazlı Ökten, Der. Etienne Balibar, Immanuel Wallerstein, Istanbul: Metis Yayınları.

Wallerstein, I. (2003) “Dünya Sistemleri Kavramına Karşı Dünya-Sistemi Kavramı: Bir Eleştiri”, Dünya Sistemi, içinde, Çev. Esin Soğancılar, Der. Frank A.G.-Gills B.K., Ankara: İmge Kitabevi, s. 527-554.

Yeung, H.W.C. (1998) “Capital, State and Space: Consesting the Borderless World”, Transactations of the Institute of British Geographers, New Series, Blackwell Puplishing, Vol. 23, No. 3, s. 291-309.

Yılmaz, A. (2004) İkinci Küreselleşme Dalgası: Kavram, Süreç Ve Sorunlar, Ankara: Vadi Yayınları.

—————————————————-

Karyelioğlu, Selim. “Ulus Devlet ve Milliyetçiliğin Tarihsel Dayanakları ve Küreselleşmenin Ulus Devlet ve Milliyetçilik Üzerindeki Etkileri, The Historical Foundations Of The Nation State And Nationalism And The Effects Of Globalization On The Nation State And Nationalism.” 5 (1):137-169 (2012).



[i]Karadeniz Teknik Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, TRABZON, [email protected]


Yazar
Selim KARYELİOĞLU

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen