Mâturîdî’de Hakikat, Taklid ve Tahkik Açısından İman  

Yrd. Doç. Dr. Mustafa BOZKURT
İnönü Üniversitesi İlahiyat Fak. Kelam Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
[email protected]

Özet
İslam düşüncesinde imanın hakikatinin ne olduğu konusu önemli bir yere sahiptir. Zira kelamî pek çok tartışma imanın hakikatine bağlı olarak yürütülmektedir.  Hz. Peygamberin vefatından sonra Müslüman topluluklar arasında cereyan eden birçok ihtilafın hatta yapılan savaşların temelinde imana yüklenen anlam,  öne çıkan hususlardandır. İmanın hakikatine ameli de dâhil eden fırkalar bu ihtilaflarda birçok çevreyi tekfir etmiş yeni kargaşaların kaynağı olmuştur. İşte Sünni çizgiden gelen imanın hakikatine dair Hanifî – Mâturîdî gelenek geniş çevreler tarafından benimsenmiş ve devam ettirilmiştir. Öyle görünüyor ki bu anlayış, İslam toplumunun barış ve huzuruna önemli katkılar sunmuştur. Bu şekildeki bir iman anlayışının Kuran ve sünnetin ortaya koyduğu bir anlayış olduğu Mâturîdî’nin eserlerinde önemle vurgulanmaktadır. Mâturîdî, imanın hakikati konusunda öne sürülen, “iman dilin ikrarıdır”, “Amel imandan bir cüzdür, amel imanın hakikatindendir” gibi yaklaşımlara Kuran’dan ve sünnetten delillerle cevaplar vererek bu tür yaklaşımların ortaya çıkardığı bireysel ve toplumsal problemlerden bahseder. Tüm Müslümanları kapsayıcı bir anlayış sergileyen ve dışlamacı olmayan bu yaklaşım ihtilafların çözümüne katkı sağlamıştır. Böylesi bir iman anlayışı şüphesiz, birey psikolojisi açısından önemli olurken, toplumsal psikoloji açısından da önemli bir konuma sahiptir.Bu çalışma, Mâturîdî’nin delile dayalı olmayan (taklidi) ve delile dayalı olan (tahkiki) iman arasında yapmış olduğu ayrıma ışık tutmaya çalışmaktadır. Mâturîdî’nin yapmış olduğu bu ayrım doğru ve uygun anlaşıldığında, İslam dünyasının taklide dayalı bir iman anlayışından kurtulması ve daha verimli bir iman anlayışına sahip olmasında etkili olabilir.
Anahtar Sözcükler: İman, Mâturîdî, Taklit, Tahkik, Muslümanlar. 
  
Giriş

İslam düşüncesinde imanın hakikatinin ne olduğu konusu önemli bir yere sahiptir. Zira Kelamî pek çok tartışma imanın hakikatine bağlı olarak yapılmıştır.  Hz. Peygamberin vefatından sonra Müslüman topluluklar arasında cereyan eden birçok ihtilafın temelinde imana yüklenen anlam yer almıştır. Özellikle imanın hakikatine ameli de dâhil eden itikâdî topluluklar bu ihtilafların daha da derinleşmesine ve sıkıntıların çoğalmasına neden olmuşlardır. Bu anlayışın bir sonucu olarak, bazı kesimlerin tekfir edilmesi teolojik sorunların daha da derinleşmesine yol açmıştır. 

Bilhassa Cemel ve Sıffin hadiselerinden sonra özellikle büyük günah işleyenlerin durumunun ne olacağı konusunda ileri sürülen görüşler imanın hakikati konusundaki tartışmaları gündeme getirmiştir.

İslam toplumunda derin yaralar açan bu hadiseler henüz sıcaklığını korurken, yaşanan olaylar karşısında toplumsal gerginlikler sürekli artmıştır.Özellikle Hariciler tarafından ortaya atılan “büyük günah işleyenlerin küfre düştüğü” görüşü bunun en büyük nedenleri arasında yer almıştır. Bu yaklaşımabağlı olarak “amelin imandan bir parça bir cüz olduğu anlayışı” ve bu anlayışın bir sonucu olarak Hariciler tarafından gerçekleştirilen bazı eylemler imanın hakikatinin ne olduğu konusunun araştırılmasına neden olmuştur. Birçok itikadî oluşum tarafından İslam’ın ve Kuran’ın temel yaklaşımının ne olduğu tespit edilmeye çalışılmıştır.

İtikadî fırkaların, iman anlayışının temelini imanın hakikati konusundaki yaklaşımları belirlemektedir. Bu anlamda İslam düşüncesine baktığımız zaman, farklı kabullerin olduğunu görmekteyiz. Bu farklı yaklaşımlara kısaca değinilecek olursabunu birkaç maddede özetlemek mümkündür.

1.  İman kalbin tasdikidir diyenler:  İmam Mâturîdî, İmam Eş’arî,  Bakillanî, Cüveynî, Gazzalî, Ebu’l-Muin en-Nesefî, Şerhistânî, Fahreddin Razi, Seyfeddin Amidî
2.  İman sadece dilin ikrarıdır diyenler: Mürcie ve Kerramiye
3.  İman kalp ile tasdik ve dil ile ikrardır diyenler: Ebu Yusr Muhammed Pezdevî ve Serahsi
4.  İman, kalbin tasdiki dilin ikrarı ve amelden oluşmaktadır diyenler:Mu’tezile, Hariciler ve Zeydiyye
5.  İman kalbin marifetidir diyenler: Cehm b. Saffan

Birçok bölünmelerin yaşandığı bu dönemde Ehlisünnet tarafından dile getirilen ve imanı sadece kalbin tasdiki şeklinde ele alan anlayış, İslam toplumunun bütün unsurlarını bünyesinde toplayan, kesinlikle daha büyük ve içerisinde hemen her guruba yer veren bir şemsiye görevi yapmıştır.

Bu söylem incelendiği takdirde sadece o dönem için ara çözüm şeklinde ortaya atılmış bir birleştirici anlayış olarak değil aslında Kuran’a da uygun bir yaklaşım olduğu görülecektir. Biz bu tebliğimizde Ehlisünnet’in önemli iki kolundan biri olan ve ekole adını veren Ebu Mansur el-Mâturîdî’nin iman anlayışı üzerinde duracağız.

İmanın Hakikati

Mâturîdî,  imanı kalbin tasdiki şeklinde tanımlamaktadır. Ona göre dilin ikrarı tek başına imanı ifade etmez. Fakat dil kalpte olan tasdiki haber verir. Ona göre dil kalbin bir nevi tercümanıdır. Dil kalpte olanı aktarır. [1] Mâturîdî bunu söylerken dille söylenen her şeyin kalpte tasdik olarak bulunması gerektiğini ifade etmez. Sadece kalpte olan bir şeyin ifade edilişinin dille mümkün olduğunu söyler. Çünkü dil kalpte olmayan bir şeyi de söyleye bilir- Münafıkların söylemleri gibi- nitekim Mâturîdî,  Maide 5/41 ayetini yorumlarken bu hususa değinmektedir.[2]
İmanın lügatte tasdik anlamına geldiğini ifade eden Mâturîdî, tasdik olan bir şeyin de sadece kalpte olabileceğini dolayısıyla imanın yerinin kalp olduğunu ve tasdik olduğunu ifade eder.[3]
İmanı iman yapan şey yani imanın hakikati, kalbin tasdikidir. Dil ile söylemek veya marifet anlamında bilmek şeklinde imanın kabul edilemeyeceğine değinen Mâturîdî, bu kabulünün Kur’ân’ın iman konusundaki ortaya koyduğu bir anlam olduğunu ifade eder ve bu şekildeki bir iman anlayışına Kur’ân’dan şu delilleri getirir.

وَمِنَ النَّاسِمَن يَقُولُ آمَنَّا بِاللّهِ وَبِالْيَوْمِ الآخِرِ وَمَا هُم بِمُؤْمِنِينَ يُخَادِعُونَ اللّهَ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَمَا يَخْدَعُونَ إِلاَّ أَنفُسَهُموَمَا يَشْعُرُونَ
 “İnsanlardan, inanmadıkları halde, “Allah’a ve ahiret gününe inandık” diyenler vardır. Bunlar Allah’ı ve inananları aldatmaya çalışırlar, oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değildirler.”[4]
Allah, bu ayette kalplerinde iman (tasdik) olmadığı halde sadece dilleriyle inandık diyenlerin imanlarının kalplerinde bulunmadığını Peygamberine haber vermektedir. Bunların kalplerinde tasdik olmadığı halde sadece dilleriyle söyleyenler olduğu ve böylesi bir imanın muteber olmadığı ifade edilerek Kerramiye’nin“iman tasdik olmayıp sadece dille söylemektir” şeklindeki anlayışına bu ayet aslında bir reddiyedir diyen Mâturîdî yine aynı ayeti münafıkların imanlarının geçersiz olduğunun ve imanın kalbin tasdikinden ibaret oluşunun delili olarak görmektedir.[5]
يَا أَيُّهَا الرَّسُولُلاَ يَحْزُنكَ الَّذِينَ يُسَارِعُونَ فِي الْكُفْرِ مِنَ الَّذِينَقَالُواْ آمَنَّا بِأَفْوَاهِهِمْ وَلَمْ تُؤْمِن قُلُوبُهُمْ وَمِنَ الَّذِينَهِادُواْ سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ سَمَّاعُونَ لِقَوْمٍآخَرِينَ لَمْ يَأْتُوكَ يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ مِن بَعْدِ مَوَاضِعِهِيَقُولُونَ إِنْ أُوتِيتُمْ هَـذَافَخُذُوهُ وَإِن لَّمْ تُؤْتَوْهُ فَاحْذَرُواْوَمَن يُرِدِ اللّهُ فِتْنَتَهُ فَلَن تَمْلِكَ لَهُ مِنَ اللّهِ شَيْئاًأُوْلَـئِكَ الَّذِينَ لَمْ يُرِدِ اللّهُ أَن يُطَهِّرَ قُلُوبَهُمْ لَهُمْ فِيالدُّنْيَا خِزْيٌ وَلَهُمْ فِيالآخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ
 “Kalbleri inanmamışken, ağızlarıyla, “İnandık” diyenler, Yahudilerden yalana kulak verenler ve başka bir topluluk hesabına casusluk edenlerden inkara koşanlar seni üzmesin. Sözleri asıl yerlerinden değiştirirler de, “Böyle bir fetva size verilirse alın, verilmezse kaçının” derler. Allah’ın fitneye düşmesini dilediği kimse için Allah’a karşı senin elinden bir şey gelmez. İşte onlar Allah’ın, kalplerini arıtmak istemediği kimselerdir. Dünyada rezillik onlaradır. Onlara ahirette de büyük azap vardır.[6]Mâturîdî imanın, dilin söylemi ve marifet olamayacağını bu ayete dayandırır. Bu ayeti aynı zamanda imanın sadece kalbin tasdiki olduğunun bir delili olarakgörür.[7]
 
مَن كَفَرَ بِاللّهِ مِن بَعْدِ إيمَانِهِ إِلاَّ مَنْ أُكْرِهَوَقَلْبُهُ مُطْمَئِنٌّ بِالإِيمَانِ وَلَـكِن مَّن شَرَحَ بِالْكُفْرِ صَدْراًفَعَلَيْهِمْ غَضَبٌ مِّنَ اللّهِ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ
Mâturîdî’nin imanın hakikatine delil olarak getirdiği ayetlerden biri de şudur: “Kalbi imanla dolu olduğu halde, zor altında olan kimse müstesna, inandıktan sonra Allah’ı inkâr edip, gönlünü kâfirliğe açanlara Allah katından bir gazap vardır; büyük azap da onlar içindir.”[8] Bu ayette eğer bir zorlama varsa kalbi imanla dolu olduğu halde dilleriyle kalplerinde olanın aksini söylemenin imana zarar vermeyeceğinden bahsedilerek, imanda asıl olanın kalbin tasdiki olduğunu dillin söylemesinin önemli olmadığına işaret vardır.[9]
قَالَتِ الْأَعْرَابُ آمَنَّا قُل لَّمْ تُؤْمِنُوا وَلَكِنقُولُوا أَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْإِيمَانُ فِي قُلُوبِكُمْ وَإِن تُطِيعُوا اللَّهَوَرَسُولَهُ لَا يَلِتْكُم مِّنْ أَعْمَالِكُمْ شَيْئاً إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌرَّحِيمٌ
“Arâbîler: “İnandık” dediler, de ki: İnanmadınız ama İslam olduk deyin; inanç henüz kalplerinize yerleşmedi; eğer Allah’a ve Peygamberine itaat ederseniz, işlediklerinizden bir şey eksilmez; doğrusu Allah, bağışlar, merhamet eder.”[10] Mâturîdî bu ayeti de tefsir ederek imanın hakikatinin kalbin tasdiki olduğunu dilin ikrarının ve marifetin imanın hakikati olmadığını söyler. Eğer Kerramiye’nin dediği gibi iman dilin ikrarı olsaydı o zaman bu kimselerin imanının gerçek olması gerekirdi. Fakat Allah onların kalplerine imanın henüz yerleşmediğini söylemek suretiyle imanda asıl olanın kalbin tasdiki olduğunu ifade eder.[11]
Mâturîdî bu ve benzer ayetleri temel alarak imanın hakikati konusunda kalbin tasdikini esas alır. Şüphesiz bu görüşü savunan tek Mâturîdî değildir fakat Mâturîdî, bu konuda önemli bir yere sahiptir. Maturîdî’nin dışında gerek Eş’arî ekolden olsun gerek Mâturîdî ekolden olsun birçok kelamcı aynı görüştedir.
Mâturîdî, imanın kalp işi oluşunu sadece ayetlerle değil aklî birtakım delillerle de temellendirmeye çalışır.

Bu delillerden birisi, 1. iman kelimesine dilciler ve lügatçilerin vermiş oldukları manadır. Onlara göre imanın kök anlamı, tasdiktir. Tasdikin zorlama ve cebir altına alınamayan yönü ise kalpte bulunan tasdik kısmıdır. Eğer iman, dilin ikrarı olarak alınacak olsa dile zorla farklı şeyler söyletilebilir. Fakat kalpte böyle bir şey söz konusu olamaz. Hatta insanlar yıllarca kalbinde kabul ettiği bir şeyi dili ile farklı şekilde söyleyebilmektedirler.[12]
İnsan için öyle durumlar vardır ki, zamanın çoğunluğu mükelleflerin fiilî ve lisanî bir iman davranışı olmaksızın gelip geçmektedir. Eğer iman dilin ikrarı veya fiili ikrar olan amelden oluşmuş olsaydı bu durumda olan kimselerden bu özel durumlarda imanın bulunmaması gerekirdi.Fakat yukarıda zikrettiğimiz ayette “Kalbi imanla dolu olduğu halde, zor altında olan kimse müstesna, inandıktan sonra Allah’ı inkâr edip, gönlünü kâfirliğe açanlara Allah katından bir gazap vardır;”[13]kalbinde iman olduğu haldeifadesi ile dille farklı söylenmesine rağmen kalpteki imanın zarar görmeyeceği dolayısıyla da imanın bir kalp işi olduğu vurgulanmaktadır.

2. Bir diğer aklî delil olarak yeryüzünde dilsiz kimselerin olduğunu ve sadece imanı değil hiç bir şeyi dille ifade edemediklerini, eğer dil ile söylemek imanın hakikati olsa idi o zaman konuşamayan kimselerin hiç iman etmemeleri gerekirdi. Bu mümkün olmadığına göre o zaman imanın gerçek hakikatinin kalp olduğu ortaya çıkmış bulunmaktadır diyerek imanın dille söylemek olmadığını belirtir.[14]
Mâturîdî’ye göre iman dilin ikrarı olmadığı gibi, Cehm b. Safvan’ın iddia ettiği gibi kalbin marifeti de değildir. İmanın kalbin marifeti olarak isimlendirmesinin yanlış olacağı üzerinde durur. Marifet ve tasdikin ayrı manalar ifade ettiğini belirtir. Bunu ayırt etmenin güçlüğüne de vurgu yapan Mâturîdî, tasdikin zıttının, tekzip ve inkar olduğunu marifetin zıttının ise tanımamak ve bilmemek olduğunu bir şeyi bilmemenin onu inkar anlamına gelemeyeceğini ifade eder. O, insanlar bilmedikleri şeyleri inkar etmiş olurlar diye bir hüküm vermek yanlıştır der.  İmanın, kalbî tasdik olduğuna gerek Kitabü’t-tevhit’de gerekse Tevilâtü’l-Kuran’da çok sık vurgu yapan Mâturîdî, marifetin/bilginin tasdike sevk eden bir yönünün olduğunu, bilgisizliğin tekzibe sevk ettiği gibi, bunlar arasında aslında sıkı bir ilişki olmakla beraber aynı şeyler olmadığı da bir gerçektir der.[15]

İman-Amel İlişkisi

Maturîdî, amelin de iman olmadığını, bu nedenle ameli iman olarak gören Mutezile ve Havaric’in görüşlerini de eleştirir. Bu anlamda Kuran’da amelin iman olmadığına delalet eden birçok ayete dikkat çeker.

“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında büyük gazaba sebep olur. Doğrusu Allah, kendi uğrunda, kenetlenmiş bir duvar gibi, saf halinde çarpışanları sever.”[16]
“Ey iman edenler! Size ne oldu ki, “Allah yolunda, savaşa çıkın” dendiği zaman yere çöküp kaldınız? Oysa dünya hayatının geçimi ahirete göre pek az bir şeydir.”[17]
“Size ne oluyor da: “Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gönder, katından bize bir yardımcı lutfet” diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?”[18]
“İnananların gönüllerinin Allah’ı anması ve O’ndan inen gerçeğe içten bağlanması zamanı daha gelmedi mi?”[19]

Bu ve buna benzer ayetlerde Allah Müminleri sergiledikleri birçok davranıştan dolayı kınamış, bu fiillerinden dolayı çetin olan azaba maruz kalacakları yönünde onları uyarmış fakat onları yine de müminler olarak vasıflandırmıştır. Daha doğrusu mümin vasfını onlardan soyutlamamıştır. Bu ayetler büyük günah işlenmesi halinde bile iman vasfının kişilerde devam ettiği gerçeğini bizlere ifade eder diyen Mâturîdî,  böyle kimselerin imandan çıktığını söyleyenlerin görüşlerinin Kuran’a uymadığını belirtir.[20]
Şimdiye kadar daha ziyade ayetler ele alınarak aklî bazı çıkarımlarla imanın hakikatinin tasdik olduğu, güçlü bir şekilde vurgulanmış oldu. Burada imanın hakikatinin ne olduğunu sadece kavramsal bir tartışma olarak görmemek gerekir. Bunun pratik hayata yansımalarının olduğu göz ardı edilmemelidir. Yine imana verilen anlamın bireysel ve toplumsal boyutlarının da olduğu bir gerçektir.

Birey açısından olaya baktığımız zaman, bireylerin kendilerini mümin olarak görmeleri, amel noktasında eksiklik veya amelin yokluğu nedeniyle kendilerinin tamamen İslam dışı kalmadıklarını düşünmelerine sebep olacaktır. İnanç boyutunda sıkıntı, yani inkâr olmadığı müddetçe yapılan kötü fiillerden/nevâhîveya terkedilen iyi fiillerden/evâmir dolayı insanın yine de iman sınırları içerisinde kendini görmesi bireyin psikolojisi açısından çok önemlidir. Zira bu kimsede hala mensubu bulunduğu düşünceye dahil olduğu duygusu yani müminlerden olduğu fakat bu yaptığı veya yapamadığı fiillerden dolayı suçlu olduğu, borçlu olduğu fikrinde olup yine de kendisini müminlerdenbiri olarak görmesi ona aidiyet duygusu veren önemli bir faktördür. Bu kimseler amel noktasında her ne kadar kusurlu iseler de bunun verdiği mahcubiyetle fırsat bulduğunda mutlaka dinin emir ve nehiyleri konusunda olumlu adımlar atacalardır. Hatta bazı durumlarda bu psikoloji içerisinde olan kimselerin daha duyarlı davranışlar sergiledikleri bilinen hususlardandır.

Bunun zıttı kabul edildiğinde yani iman kalbin tasdiki yanında amel etmektir de denildiğinde, emirleri yerine getirmeyip yasakları yapan kimselerin kendilerini imanın dışında görmeleri onların aidiyet duygusunu zedeleyecektir. Bu durumda olan bir kimse nasıl olsa dinin dışına çıktım düşüncesiyle daha da duyarsız davranışlar sergileyecektir.

Bu açılardan bakıldığı zaman bireyin psikolojisi açısından davranış problemleri yaşayan kimselerin tekrar kazanılabilir konumda olmaları her zaman olumlu bir durumdur. Fakat bu tür kimselerin tamamen dışlanması, davranış olarak yanlış ve hatalı olduğu kadar, bu dışlanma onların tekrar dönüşünü zorlaştıracağından dolayı da kabul edilemez bir anlayıştır.

Burada bir hususa daha dikkat çekmek istiyoruz. İslam’ın emir ve nehiyleri şüphesiz ibadetlerle sınırlı değildir. İbadetlerin dışında hayatımızın her alanını kaplayan pek çok helaller ve haramlar mevcuttur. İbadetler konusunda çok hassas olduğu halde diğer emirler ve yasaklar konularında o kadar duyarlı olmayan Müslüman modelleri yanında ibadetler konusunda çok duyarlı olmadığı halde diğer konularda çok duyarlı olan modeller de mevcuttur. İslam’ın istediği ise her iki hususta da duyarlı olunmasıdır. Fakat içerisinde bulunduğumuz toplum tarafından ibadetler konusunun diğer konulardan daha çok öne çıkarıldığı gözlemlenen hususlardandır. Örneğin anlı secdeye değen insanlardan zarar gelmez anlayışı, hâlbuki anlı secdeye gelenlerden de zarar gelir ve gelmektedir de.İbadetler konusunda çok hassas olduğu halde muamelatta dürüst davranmayan, hatta ibadet konusundaki tutumlarını bir istismar aracı olarak kullanan kimselerin olduğu günlük hayatta sürekli müşahede edilmektedir.
Mâturîdî’nin dikkat çektiği önemli bir konu da insanların hep başkalarına nasihat edip kendilerini unuttukları hususudur. O,“iyiliği insanlara emrediyor kendinizi unutuyor musunuz”[21]şeklindeki ayetin izahında İnsanın önce kendisini ıslah etmekle işe başlaması akli bir gerekliliktir diyerek bugünün de toplumsal bir sorununa dikkat çekmektedir.[22]

Toplumsal düzeyde konuya bakıldığında tarihî tecrübe şunu göstermiştir ki, ötekileştirme, kendinden saymama veya dinin dışına çıktı, küfre düştü gibi kabuller, toplumun huzuruna değil tam tersine huzursuzluklarına neden olmuştur. Birçok fırkanın kendileri gibi düşünmeyenleri tekfir etmesi, muhataplarını küfre nispet etmeleri, onlarla olan mücadeleyi çok farklı boyutlara taşımalarına hatta öldürülmelerinin dini bir zaruretmiş gibi algılanmasına neden olmuştur.  Bu kabuller Müslüman toplumların arasında katliamlara neden olmuştur. Bu şekildeki bir toplumsal algının diğer din mensupları tarafından istismar konusu edildiği, tahrik edilerek birçok kargaşaya ve bazı toplumlarda iç savaşlara neden olduğu da görülmektedir.

Hanefî-Mâturîdî gelenekten gelen, iman – amel ayrımınınbu konuda birçok istismar ve tahriklerin önünü kapatması açısından çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Öyle görünüyor ki bu anlayış, İslam toplumunun barış ve huzuruna önemli katkılar sunmuştur. Bu şekildeki bir iman anlayışının Kuran ve sünnetin ortaya koyduğu bir anlayış olduğu Maturîdî’nin eserlerinde önemle vurgulanmaktadır.

Özellikle dünkü oturumda Atay hocanın temas ettiği selefilik; ki aslında makyaj yapılmış bir hariciliktir,bu gün islam coğrafyasını tehdit eden önemli bir tehlikedir. Selefiliğin sadece iman amel konusu değil akıl nakil konularındaki anlayışları felsefe ve kelama hatta mantığa bakışları da en önemli güncel problemlerdendir. Çünkü bu tür anlayışa sahip olan insan grupları,çok basit nedenlerle kısa süre içerisinde manipüle edilebilirler. Diğer İslamî unsurlara zarar verebilirler.  Günümüzde bu tür görüş sahibi gruplar sadece selefiler tarafından değil İslam’a ve Müslümanlara karşı olan birçok odaklar tarafından da desteklenmektedir. Ortadoğu’da yaşayan insanların mezhepsel kimlikleri öne çıkartılıp bu tür dışlayıcı söylemlerle bir mezhep çatışmasının planlandığı söylenebilir. Özellikle internet ortamında bu tür anlayışların konu edildiği çok sayıda sitelerin olduğu, bu anlayış üzerine yayınlanmış kitapların elektronik kopyalarının ücretsiz servis edildiği bilinmektedir. Siyasi olan bazı projeler kapsamında, bu tür yapılanmalar muhtemelen kullanılacaktır.

Mâturîdî imanı kalbin tasdiki olarak görürken, amelsiz imanın geçerli olduğunu savunurken, imanın ve amelin farklı şeyler olduğunu söylerken, onun bu söylemlerinden amelin mümin için önemsiz olduğu düşüncesi asla çıkartılamaz. Hatta amelsiz müminlerin ortaya çıkışının nedeni olarak görülmesi Mâturîdî düşünceye en büyük haksızlık olur. Zira Mâturîdî düşüncede amelin (ibadat ve muamelat) mümin için önemi ısrarla vurgulanmaktadır.  Mâturîdî, Bakara 2/21 ayetini açıklarken orada geçen   يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُواْ رَبَّك     ifadesini Allah’ı birleyiniz anlamında ele almaktadır. “Allah’a kulluk edin” emrini, söz olarak, amel olarak ve inanç olarak Allah’a kulluk edin şeklinde ele alır.[23]Mâturîdî, İnsan için şükrün gerekliliğine vurgu yapar ve bunları ayetlerle delillendirir. Şükrü ise Allah’a iman ve ibadet etmek şeklinde açıklar.[24]Kulun şükretmesi gerektiğini ve bunun kulluğun bir gereği olduğunu belirten Mâturîdî,  şükrün ise birçok şekilde yapılabileceğini bunlardan en önemlisinin ibadet etmek olduğunu açıkça söyler.[25]

Taklîdî İman

İman denildiği zaman öncelikle akla gelen inanılacak şeylerdir. İnanılacak şeylerin de doğru ve güvenilir bilgiye dayanması gerekir. Bu bilgilerin doğruluğunda şüphenin bulunmaması icap eder. İman tasdik olduğu için bir şeyin tasdik edilmesi öncelikle onun güvenilir bilgilerle doğrulanmasına dayanır.[26]Bu doğrulamanın da insanın bizzat kendisinde bulunması gerekir. Başkasının doğruladığı bir şey diğer kişinin tasdiki için yeterli olmaz. Eğer bunu yapmadan kabul edecek olursa buna taklit denir. Mâturîdî, körü körüne bir başkasını taklit ederek bir şeyin tasdik edilmesinin mazur görülemeyeceğine dikkat çeker.[27]   Mâturîdî, bunu genel anlamda söyler fakat Peygamberlerin taklit edilmesini ise aslında peygamber olan zatın peygamber olduğuna dair kesin deliller getirmesinin gerekliliğine vurgu yaparak, bir kimsenin peygamber olduğunu kabul ettikten sonra onun dediklerini kabul etmenin körü körüne bir taklit olmadığını aslında o zatın peygamberliğini kabul etmenin temelde delile dayandığını söyler.[28]

İmanın hakikati olan tasdikin temelde bir delile ve istidlale dayanması gerekir. Mukallit kimselerin imanı da delil ve istidlâl den uzak olup sadece taklite dayandığından sahibine bir faydasının olduğu söylenemez. Tasdikin hiçbir zorlama olmadan kişinin kendi iradesi ile bilgi ve düşünce temeline oturmuş olarak gerçekleşmesi gerekir.[29]
Mâturîdî, hakiki imanın ancak akletmek suretiyle gerçekleşeceğini, imanın güzelliklerinin ve ne olduğunun ancak aklı kullanarak ve tefekkür ile olacağını söyler. Böylesine bir imana sahip olan kimselerin imanını hiçbir zaman ve şartlarda terk etmeyeceğini ve güçlü bir imana sahip olacağını belirtir.  Fakat taklit yoluyla inanan bir kimsenin imanının hakiki iman olmadığını, böylesi bir imanı sürdürmesinin zor olduğunu belirtir. Bu konuda taklidin bir mazeret olamayacağını ve insanın mutlaka neye inandığını sorgulamak suretiyle araştırması gerektiğine vurgu yapar.[30]

Bazı araştırmalarda “Mâturîdî, eserlerinde açıkça taklidi imanın geçersizliğini ifade etmemiştir. Bu nedenle onun bu konudaki yaklaşımını imanın sağlam ve kâmil bir iman olmadığı şeklinde anlamak gerekir” tarzında ifadelere rastlanmaktadır.[31]Bu tür söylemler belki temkinli davranmak anlamında bir şeyler ifade edebilir fakat biz bu konuda Mâturîdî’nin ifadelerinin yeterince açık ve net olduğu kanaatindeyiz.
Mâturîdî’nin kendi eserlerinde, taklide dayanan iman hakiki bir iman olarak görülmeyip eleştirilmesine ve en kısa sürede tahkiki imana geçilmesine sürekli vurgu yapılmasına rağmen sonraki Mâturîdî âlimlerin birçoğu bu hususta esneklik gösterip mukallidin imanını geçerli bir iman olarak kabul etmişlerdir. Nesefî’ye göre iman için gerekli olan nazar ve istidlal terk edilmiş olsa bile mukallidin imanı geçerlidir. İman, tasdikten ibaret olduğu için bu tasdikin bir delile ve istidlale dayanarak elde edilmiş olması veya taklit suretiyle oluşmuş olması önemli değildir. Nesefî’ye göre önemli olanın imanın hakikati olan tasdikin oluşmuş olmasıdır. Bu nedenle mukallitte de bu tasdik oluştuğu için taklîdî iman geçerlidir.[32]

Bu hususta yine mukallidin imanını geçerli gören Pezdevî de aynı gerekçeye dayanır. İmanda tasdikin oluşmuş olması önemlidir. Bu tasdikin nasıl oluştuğu önemli değildir der. Bunu şöyle bir örnekle açıklamaya çalışan Pezdevî der ki; hidayet yoluna giren kimsenin nasıl girdiği önemli değildir önemli olan o yola girmiş olmasıdır. Delil ve istidlal ile girenler de taklit yoluyla girenler de neticede aynı yola girmiş olduklarından doğru yoldadırlar.[33]
Mâturîdî sonrası kelamcıların bu görüşlerinin temeline baktığımız zaman önemli olanın tasdikin oluşmuş olması olarak öne çıkıyor. Taklit yoluyla bu tasdikin oluştuğunu söylüyorlar. Bu tasdikin nasıl oluştuğu üzerinde durmuyorlar. Tasdik aslında bir kalp onayı olması açısından takiltle bunun ne kadar gerçekleştiği tartışılmalıdır. Mâturîdî, özellikle taklit yoluyla tasdikin oluşamayacağını vurguluyor. Taklit yoluyla gerçek anlamda bir tasdik oluşmadığından taklidî imanı yeterli görmüyor. İmanda asıl olan tasdikin ancak tahkik yoluyla oluşabileceğini savunuyor.[34]

Sonuç

Mâturîdî’nin iman anlayışına genel anlamda baktığımız zaman, kendisini Müslüman gören tüm unsurları kucakladığını, ayrılık ve dışlamacılığı değil, birlik ve beraberliği öncelediğini görmekteyiz. Müslüman toplumların arasında cereyan eden ve çok derin izler bırakan birçok hadisenin temelinde ötekileştirme ve kendinden görmeme anlayışlarının yattığını söylemek mümkündür. İşte bu açıdan baktığımız zaman Mâturîdî’nin ve daha birçok İslam düşünürünün imanın hakikati konusundaki yaklaşımlarının önemi anlaşılmaktadır.

İmanın hakikatinin ne olduğuna dair bu yaklaşım, Kur’ân bütünlüğü içerisinde değerlendirildiği zaman, aslında Kur’ân’ın öngördüğü bir yaklaşım olduğunu söylemek zor olmasa gerektir. Kur’ân’a parçacı yaklaşımlarla bakıldığında veya Kur’ân’a kendi bütünlüğü içerisinde bakılmadığı zaman, imanın birçok yönünün öne çıkarılması mümkün olabilmektedir. Fakat bu tür yaklaşımlar birçok yanlış ve de kötü maksatlı düşüncelerin oluşumunu kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Dolayısıyla Mâturîdî’nin imanın hakikatinin ne olduğuna dair görüşü, Kur’ân’a dayanan bir görüş olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle de tarihte birçok kargaşanın ve çekişmelerin önüne geçerek birleştirici ve her türlü İslâmî unsurları içerisine alan bir görev icra ettiğini söylemek mümkündür.

Mâturîdî’nin iman anlayışı ameli öteleyen veya ikincil plana iten bir anlayış değildir. Onun amel konusundaki yaklaşımlarına baktığımız zaman amelin önemine oldukça çok vurgu yapıldığı görülmektedir. Mâturîdî, şükrün en önemli unsurlarından birinin amel-i sâlih olduğunu her fırsatta dile getirir.

Taklid konusunda, Mâturîdî körü körüne başkasına uymanın kabul edilemeyeceğini savunur. Kur’ân’da çokça vurgulanan tefekkür, tezekkür, tedebbür, teakkul gibi kavramların tahkiki ifade ettiğini belirtir. İnsanların araştırarak kalbî tatminle imanlarını şekillendirmeleri gerektiği üzerinde durur. Taklîdî imanın sürdürülmesinin imkânsız olduğunu bir insanın ömrü boyunca inandığı şeylere neden inandığını kendisine sormamasının kabul edilemez olduğuna vurgu yaparak tahkiki imanın önemi üzerinde durur. Mâturîdî’nin bu yaklaşımı İslam dünyasını içerisinde bulundukları taklitten kurtulup gelişmesi, bir şeyler üretmesi, tüketici toplum olmaktan kurtulup, üreten toplumlar olmaları için oldukça önemli bir yaklaşımdır.

 

Yukarıdaki pasaj Mâturîdî’de Hakikat, Taklid ve Tahkik Açısından İman /Sayfa 501, Yrd.Doç.Dr. Mustafa BOZKURT. “Uluğ Bir Çınar İmam Maturidi Uluslararası Sempozyum Tebliğler Kitabı, Ahmet Kartal, 28-30 Nisan 2014, Eskişehir, Doğu Araştırmaları Merkezi Yayınları.” isimli izinle eserden alınmıştır. Tam metin ve kaynaklar için bu esere müracaat edilmesi, atıf yapılacağı zaman da bu eserin dikkate alınması önemle rica olunur.

 
KAYNAKLAR

Alper, H, (2013) İmam Mâturîdî’de Akıl-Vahiy İlişkisi, İstanbul, İz Yayıncılık.
Mâturîdî, E, (2003), Kitâbü’t-Tevhîd, Nşr. Bekir Topaloğlu-Muhammed Aruçi, Ankara, İSAM Yayınları.
Mâturîdî, E, (2005), Tevilâtü’l-Kuran, İstanbul, Mizan Yayınevi.
Nesefî, E, (1993), Tabsiratü’l-Edille,Nşr. Hüseyin Atay, Ankara, Diyanet işleri başkanlığı Yayınları.
Özcan, H, (1993), Mâturîdî’de Bilgi Problemi, İstanbul, Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yayınları.
Pezdevî, E, (1980), Ehl-i Sünnet Akaidi, İstanbul, Kayhan Yayınları.
Yeprem, M. S. (1984), İrâde Hürriyeti ve İmâm Mâturîdî, İstanbul, Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yayınları.
 


[1]Mâturîdî, E, (2005),Tevilâtü’l-Kuran, İstanbul, Mizan Yayınevi, IV,227.
[2]Mâturîdî, E, (2005), IV, 228.
[3]Mâturîdî, E, (2005), IV, 227.
[4] Bakara 2/8-9.
[5]Mâturîdî, E, (2005), I, 35
[6] Maide 5/41
[7]Mâturîdî, E, (2005), IV, 227
[8]Nahil 16/106.
[9]Bkz. Mâturîdî, E, (2005), VIII, 197 vd.
[10]Hucurat 49/14.
[11]Mâturîdî, E, (2005), XIV,78 vd.
[12]Bkz. Mâturîdî, E, (2003), Kitâbü’t-Tevhîd, Nşr. Bekir Topaloğlu-Muhammed Aruçi, Ankara, İSAM Yayınları, s.608.
[13]Nahil 16/106.
[14]Mâturîdî, E, (2003), s.607; Bkz. Mâturîdî, E, (2005), VIII, 197.
[15]Mâturîdî, E, (2003), s.611.
[16]Saff 61/2-4.
[17]Tevbe 9/38.
[18] Nisa 4/75.
[19]Hadid 57/16.
[20]Mâturîdî, E, (2003), s.609,610.
[21]Bakara 2/44.
[22]Mâturîdî, E, (2005), I/116.
[23]Mâturîdî, E, (2005), I, 56.
[24] Bk. Mâturîdî, E, (2005), I,274; II, 404; XI, 412.
[25] Mâturîdî, E, (2005), II, 404.
[26] Bu konuda geniş bilgi için Bk. Özcan, H, (1993), Mâturîdî’de Bilgi Problemi, İstanbul, s. 131 vd.
[27] Mâturîdî, E, (2003), s.4.
[28] Bk. Mâturîdî, E, (2003), s.4-5
[29] Bk. Yeprem, M. S. (1984), İrâde Hürriyeti ve İmâm Mâturîdî, İstanbul, s. 311vd.
[30] Mâturîdî, E, (2005), II.373;VIII.198-199.
[31]Geniş bilgi ve örnek için bk. Alper, H, (2013)İmam Mâturîdî’de Akıl-Vahiy İlişkisi, İz Yayıncılık, İstanbul, s.171.
[32] Nesefî, E, (1993), Tabsiratü’l-Edille,Nşr. Hüseyin Atay, Ankara, I,38 vd.
[33] Pezdevî, E, (1980), Ehl-i Sünnet Akaidi, İstanbul s. 219.
[34] Bk.: Mâturîdî, E, (2005), II. 373.
Yazar
Mustafa BOZKURT

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen