İktisadî Demokrasinin Fikrî Temelleri ve Gelişmesi

“Demirperdenin çökmesinden birkaç yıl önce kaleme alınmış olan bu makale, demokrasi, siyaset ve iktisat olguları arasındaki ilişkiler konusunda yapılan analizlerle, günümüze de ışık tutmaktadır. Nitekim, Prof. AKSU’ nun “Komünist sistem reforma tabi tutulamaz ve dolayısiyle ancak yıkılabilir!” öngörüsü gerçekleşmiş ve bu yargının kayda geçirildiği târihten bir kaç yıl sonra, “demirperde” olarak adlandırılan ülkelerin Sosyalist İdeolojiye dayanan yönetimleri yerle yeksan olmuştur.”

*****

Prof.Dr. Ömer Alparslan AKSU[i]

İnsanlık tarihi ilkel cemiyetlerden günümüze kadar, servet-iktidar (Mülkiyet-hâkîmiyet) denilen bir olayla karşı kar­şıya gelmişdir. Bu iktidar, zaman gelmiş şahsın yetenekle­rinde, uzun bir süre İlâhi bir vekâletin temsilcisi oldukları mutlak olarak kabul edilen Kıral ve Sultan ailelerinde, bazan bunlar yanında dinî otoritelerde ve büyük toprak sahiple­rinde görülmüştür. Bunlar ellerinde bulundurdukları bu hâkîmiyeti diledikleri gibi kullanmışlardır. Bu, insan tabiatının bencil yaratılışının tabiî bir neticesidir. Bu yüzden her canlı gibi insanoğlu da varlığını sürdürebilmek için çok defa ben­cilliğini diğerleri aleyhine büyük ölçüde kullanmak temayülündedir. Tarihî seyri içerisinde bu tür çoğunluk aleyhine olan iktidarlara ve onların bencil davranışlarına karşı za­man zaman hoşnutsuzluklar baş göstermiştir. Bu tür hare­ketler tarihte çeşitli adlar altında kendini göstermişse de ge­nellikle gerek siyasî, gerek iktisadî iktidarların (hâkîmiyet­lerin) bencil davranışlarına karşı bir başkaldırma hareketi olarak gelişmiş ve onların sınırsız hâkîmiyetlerini bir zapturapt altına alma veya bu hâkîmiyetin sınırlandırılması yö­nünde olmuş ve oluşmuştur. İnsanoğlu tarih boyunca zaman­la temerküz etmiş, kontrol edilemeyen bir güçten kurtulmak için devamlı mücadele vermiştir. Bunun şekli ne olursa ol­sun bir şahsın veya belirli bir azınlığın elindeki iktidarın is­tismara daima müsait oluşu, büyük çoğunluğu daima bu iktidarın kısıtlanması veya dağıtılması yönündeki bir hareke­tin içine itmiştir.

Burada izahına çalışacağımız iktidar (Hâkîmiyet) kav­ramı ile mülkiyet kavramları o kadar iç içedir ki, birinden bahsedilince hemen diğeri de akla gelmektedir. Meselâ ta­rihçi Guizot Feodaliteyi “Hükümranlıkla mülkiyetin birbiri­ne karışmasıdır” (1) şeklinde tarif etmiştir. Hatta literatür­de, bu iki kelime eş anlamlı olarak da kullanılmıştır. Esa­sında aralarında sebep-netice münasebeti vardır. Biz bura­daki izahlarımıza daha bir açıklık getirebilmek için bu hu­susu biraz daha derinliğine ele almayı faydalı bulmaktayız. Mülkiyet veya diğer bir ifade ile servet bir sebeb, iktidar ise bir neticedir. Yani hâkîmiyet (İktidar), Mülkiyetin (Serve­tin) bir fonksiyonudur. Dolayısıyla servetsiz bir iktidar bazı istisnai haller hariç, düşünülemez. Aslında servetin (mülki­yetin) beş fonksiyonu vardır. (2) Bunlardan birincisi iktidar fonksiyonudur. İkincisi güvenlik fonksiyonu, üçüncüsü prestij fonksiyonu, dördüncüsü gelir getirme fonksiyonudur ve ni­hayet beşincisi de özgürlük fonksiyonudur. Yukarıdaki izah­lar bize hâkîmiyetin (iktidarın) esas kaynağının servet ol­duğunu açık bir şekilde göstermektedir. Böylece servet poli­tikası ile iktidar (hâkîmiyet) politikasının neden devamlı olarak atbaşı beraber gittiğini veya eşanlamlı kullanıldığını veya gitmesi ve kullanılması gerektiğini daha iyi anlayabi­liriz. Bugünkü çalışmalarda da bu iki politikanın ahenk içe­risinde yürütülmesi yönündeki çabalar çok yoğun bir ma­hiyet almış bulunmaktadır.

Esasında servetin, iktidar üzerindeki etkisi, servetin be­lirli ellerde temerküzü sonucu görülmektedir ve tarihi seyir içinde bu temerküz neticesi doğan iktidarlar ─bazı istisnai devreler hariç─ daima olumsuz tesirler husule getirmişlerdir. İktidarların bu menfi tesirlerinin izale edilebilmesi için, ik­tidarın sınırlandırılması gerekliliği üzerinde durulmuştur. İk­tidarların yaygınlaştırılması ─veya, sınırlandırılması─ serve­tin sınırlandırılması veya yaygınlaştırılmasını da zorunlu kıl­mıştır. Bu nedenle, iktidarlara ve onların menfi etkilerine karşı ortaya çıkan hareketler önceleri dinî, sonraları ise hem dinî ve sosyal, nihayet ideolojik kaynaklı olmuştur. Bunların gayeleri, servetin daha insanî amaçlar için kullanılması ve servetin geniş kitlelere yayılmasını temin ve bu yönde müca­dele vermek olmuştur.

Esasında tüm toplumlar açısından bu yöndeki gelişimin odak noktasını eşitlik ilkesi oluşturmaktadır. Bu nedenle ta­rih bütün toplumlar ve rejimler, hiyerarşi ile eşitliği uzlaş­tırma ve iktidar hiyerarşisi ile insanların yüceliğinin eşit­liğini bağdaştırmak için gayret göstermişlerdir. Bu hususa değinen R. Aron, uygulamada tüm kişilere eşitliği sağlayan yahut üzerinde birleşilen bir prestiji temine muvaffak ol­muş bir toplumun olmadığını belirtmektedir. R. Aron açıklamalarına devam ederek, tarihî gelişim içerisinde insan toplumlarının bu zıt durumun uzlaştırılmasını iki istikamette aradığını belirtmektedir. Bunlardan ilki sosyal eşitsizliği ka­bullenerek herkesi belli bir yere yerleştirmek ve işgal edilen yerlere göre bütün eşitsizlikleri esas bilmektir. Bunun da en aşırı şekli kast sistemidir. Diğer çözüm şekli ise aşağıda ge­niş şekilde üzerinde durulacak olan, politik eşitlikte ısrar ede­rek, demokratik bir sistem içerisinde siyasî, ekonomik ve sos­yal eşitliği mümkün olduğu kadar ileriye götürebilme yönün­de gösterilen çabadır. (3)

Biz burada konuyu daha ziyade iktisadî açıdan ele ala­rak, buradan da esas konumuz olan iktisadî demokrasiyi iza­ha geçeceğiz. Yalnız konuyu bu yönde sınırlayabilmek olduk­ça güçtür. Zira cemiyet hayatında ekonomiyi diğer disiplin­lerden kesin olarak ayırdetmek imkânsızdır. Hele üzerinde durulan konu iktidar olunca, bu güçlük kendini daha da şid­detli bir şekilde hissettirecektir. Gerçekten gerek mülkiyet-iktidar ikilemi, gerek demokrasi, iktisadî ve siyasî yönleri ile birbirleriyle o kadar sıkı bir bağlaşma (Korelasyon) halinde­dir ki, bunların birbirleri üzerindeki tesirlerini ihmal etmek büyük bir hata olabilir. Esasen ekonomi tarihi de sürekli bir ekonomik iktidar mücadelesi tarihidir. (4) Diğer taraftan bu ekonomik iktidar günümüze kadar değişerek ve gelişerek bir evrim geçirmiştir. Sanayi öncesi devrede, yani aşağı yukarı iki yüzyıl öncesine kadar iktidar toprakla ilgili bulunuyordu. Bilindiği gibi o devrelerde tüm istihsal veya Millî Gelir’in ta­mamına yakın kısmı topraktan elde edilmekte idi. Bu durum ise, toprak sahiplerine ve bu toprağa dayalı nüfuzu elinde tutanlara doğrudan doğruya büyük bir itibar ve güç sağla­makta idi.

Keza bugün de aynı durumu yani toprağa bağlı iktidarı az gelişmiş ülkelerin hemen hepsinde görmek mümkündür. Fakat sanayileşme ile birlikte iktidarın da topraktan endüst­riyel üretim araçları üzerinde mülkiyet ve tasarruf hakkına sahip olan zümreye geçtiği görülmüştür. Bugün sanayi ülke­lerindeki işletmelerde ve dolayısıyla da cemiyetteki prestij, nüfuz, güç ve devlet içerisinde de iktidar veya otorite modern sanayii ellerinde bulunduran belirli grubun kontroluna geç­miştir.

Tarihî gelişme seyri içerisinde Mülkiyet-Hâkîmiyet (İkti­dar) meselesi, önce siyasî sahada bir şahıs elindeki mutlak hâkîmiyetten, demokrasiye kadar gelişmiş ve burada halk ik­tidarı şeklinde nihai bir çözüm bulmuştur. Yani sanayi ön­cesi toplumlarda temsil ettiği iktidara karşı gelişmeler önce siyasî yönde oluşmuştur. Bu da siyasî iktidarın yaygınlaştı­rılması, yani diğer bir ifade ile büyük çoğunluğun iktidara iştirak etmesi şeklinde sonuçlanmıştır. Bilindiği gibi bunun da zaman içerisindeki gelişimi Mutlak Monarşi’den Meşru­tiyete ve giderek Cumhuriyet ve Demokrasiye geçiş şeklinde olmuştur. (5) Günümüzde ise bilhassa batıdaki Endüstri Ül­kelerinde, sanayileşme sonucu ekonomide meydana gelen gü­cün (iktidarın) yaygınlaştırılması yönünde bir gelişme göze çarpmaktadır. Yani siyasî sahadaki gelişmeyi, ekonomik sa­hada da görmekteyiz. Siyasî sahada kendini gösteren değiş­me ve gelişme benzer şekilde ekonomik sahada da Mutlak Hâkîmiyet-İktidar şeklinden başlayarak, Sınırlı ve Demokra­tik Mülkiyet-İktidar anlayışına doğru bir gelişme göstermek­tedir.

Burada Demokrasi anlayışı ile birlikte İktisadî Demok­rasinin sistemler içerisindeki yerini ve gelişmesini belirtme­ye çalışırken, iktisadî sistemlerin geçirdiği evrimi izah etmek niyetinde değiliz. Yalnız İktisadî Demokrasi kavramına açık­lık getirebilmek için bazı hususları belirtmek zorunluluğunu hissetmekteyiz. Zira bilindiği gibi İktisadî Demokrasi terim­leri ve bununla ilgili müesseseler bu kapitalist çağda ortaya çıkmışlardır. Meselâ Sidney ve B. Webb’lerin “Sınaî Demok­rasi” adlı eseri 1897 yılında yayınlanmıştır. Gerek Demok­rasi kavramı, gerek Kapitalizm ve Sosyalizm kavramları tari­hî gelişim ve kavramlaşmaları itibariyle sırayla, önce Ka­pitalizm, bununla birlikte doğan ve gelişen İktisadî Demok­rasi (Liberalist cereyanın tesiri ile) ve nihayet Sosyalizm kav­ramı ve düşünceleri gelmektedir. Demokrasi kavramı, Kapi­talist sistemin bütün mahzurlarına rağmen bu ortam içeri­sinde doğmuş ve gelişmiştir. Bir fikir akımı olarak bu devre­ler de işçiler ile işverenler arasındaki sürtüşmelerin sertleş­mesi karşısında aydınların, sosyalistlerin ve devletin de işe karışması ile İktisadî Demokrasi daha da önem kazan­mıştır. 19. ve 20. yy.da İktisadî hayatın demokratlaştırılma­sına veya tıpkı siyasî sahada geliştirilen Demokratik geliş­me gibi, İktisadî hayata da demokratik bir veçhe verilmesi zaruret halini almıştır. Bunun sebepleri tabiîdir ki sanayi kapitalizminin bünyesinde ve fikrî temellerinde yatmaktadır. Kapitalist sistemin hukukî ve felsefî sahadaki ferdiyetçiliği ile ekonomik sahadaki liberalizmi birbirlerini tamamlayarak bırakınız yapsınlar felsefesinin telkin ettiği bir siyasî rejimi oluşturmuştur. Fakat Demokrasi fikri de böyle bir felsefe­nin hâkîm olduğu kapitalist düzen içerisinde geçerlilik bul­muştur. Bu sistem ile fertlerin geniş özgürlükler kazanma­ları nedeniyle siyasî ve ekonomik demokrasinin çoğunluk le­hine bu özgürlükçü ortamdan istifade ile gerçekleşeceği hu­susundaki yaygın kanaatlar bu devrelerden günümüze kadar gelişmiştir. Bilhassa Devlet ve fonksiyonları ile ilgili görüş­lerdeki değişmeler ve evrimler bu yöndeki müsbet gelişmele­re çok yardımcı olmuştur. Hattâ o devrin meşhur filozofu Fichte, Devletin başlıca rolünün vatandaşlarının özgürlükle­rini korumak olduğunu, fakat mülkiyetsiz gerçek bir özgür­lüğün olamayacağını, dolayısıyla devletin herkese bir servet (mülkiyet) sağlamak zorunda olduğunu” ehemmiyetle belirt­miştir. Esasında kapitalist sistemin bu özgürlükçü tutumu sistemi devamlı reformlara tabi kılarak, “iktisadî ve siyasî demokrasi”yi gerçekleştirebilecek bugünkü seviyeye getirmiş­tir. Gerçi kapitalizmin sosyal bünye üzerindeki olumsuz te­sirleri karşısında bilhassa sendikalar tarafından zaman za­man bu sistem ıslah kabul etmez olarak görülmüştür. Öte yandan o sıralarda ortaya çıkan sosyalist akımlar da bu sis­temin yıkılmasından gayri çıkar yolun olmadığını devamlı savunmuşlardır. Fakat toplum düzeninde bir yandan dev­letin ağırlığını hissettirmesi ve bir yandan da kuvvetlenen sendikacılık hareketi, bu sistemi ortadan kaldırmadan sos­yal barış içerisinde işverenlerle beraber bir arada çalışarak mutedil yolu seçmişlerdir. Bu yolun seçilmesinde, kapitaliz­min bütün mahzurlarına rağmen toplumdaki özgürlükçü or­tam büyük rol oynamıştır. Böylece Batı Avrupa’da bir yandan devletin ekonomik ve sosyal hayata müdahalesi, bir yandan da sendikaların ve aydınların toplum üzerindeki tesirleri (Tabiî ki, siyasî demokrasinin mevcudiyeti sayesinde…) kapi­talist sistemi devamlı reformlara tâbi kılmıştır.

Ayrıca bunların yanında Batı Avrupa’daki Kapitalist sistemin ekonomik gelişme seyri, ferdî kapitalist sistemden, kollektif kapitalist sisteme geçiş şeklinde kendini göster­miştir. Buna diğer bir tabirle Halk Kapitalizmi adı verilmek­tedir. Esasında bu yöndeki gelişmeler yanında, büyük sana­yi teşebbüslerinin değişen bünyesinin de bir gereği olduğu aşikârdır. Sanayide işletme cesametlerinin giderek büyüme­si, teşebbüslerin daha çok ortaklı olmasını, yani yaygın mül­kiyete doğru gelişmeyi tabiî kılmıştır. Bu tür büyüme Ano­nim Şirketler şeklinde oluşurken, mülkiyet ve idare fonksi­yonlarının da birbirinden ayrılması kaçınılmaz olmuştur. Bü­yük teşebbüslerin bu yöndeki gelişmeleri teknik zaruretlerin bir neticesi olurken (6), aynı zamanda bu gelişmenin sosyal meseleler bakımından da çok hayırlı neticeleri husule getir­diğini belirtmemiz gerekir. Zira Anonim Şirketlere, Halk Kapitalizminin gerçekleştirilmesinde tek ve yegâne kaynak olarak bakılmaktadır. Adil servet dağılımının veya halkın prodüktif servetlere iştirak ettirilmesi şeklindeki fikirlerin Anonim Şirketler yoluyla gerçekleştirilebileceği yönünde bir kanı çok yaygındır.

Bu yüzden bugün kapitalist sistemle yönetilen pek çok ülkedeki gelişim, İktisadî demokrasinin gerçekleştirilmesi yö­nündedir. Bunun da sebebi, yukarıda da belirtildiği gibi, İk­tisadî hayatın siyasî demokraside olduğu gibi demokratlaş­tırılması ve böylece daha dengeli, istikrarlı ve güvence altı­na alınmış bir cemiyet oluşturmak için zaruri görülmesidir. Esasında teori ve pratiğin bu yönde gelişmesi ve herkesçe rahatça kabul edilir bir duruma erişmiş olması, demokrasi ve âdil servet dağılımının bugün artık insan ve onun en mu­kaddes hakkı olarak kabul edilmiş olmasındandır. Bu tür düşünce tarzı artık Komünist Doğu, Kapitalist Batı ayrımı­nın çok üstüne çıkmıştır. Fakat Doğu Avrupa toplumlarında bu yönde düşünen aydınların ve halkın siyasî ve fikri özgürlüklerden yoksun oluşu bu gelişmeyi şimdilik Doğu toplumları için engellemektedir. Fakat bu gayri tabiî durum daha ne kadar böyle devam edebilir. Bu hususu gelecek gün­ler gösterecektir.

Ayrıca bu hususta Tocqueville, toplumların geleceğini tayin eden en önemli faktörün, demokratlaşma hâdisesi ol­duğuna işaret etmektedir. Tocqueville bunu, “Geçmişin aris­tokratik hiyerarşi kompozisyonunun bozulması ve fertlerin içinde bulunduğu şartların gelişerek yaklaşması” (7) olarak belirtmektedir. Tocqueville bu demokratlaşma hareketini or­ta sınıfların büyümesi şeklinde görmektedir. Yani zengin ve fakir tabakalar azalacak, orta tabaka veya sınıf büyüyecek­tir. Bunun da en tabiî yolu servetin yaygınlaştırılmasıdır. Nitekim toplumlardaki ileriye doğru, iyiye doğru değişmeyi ve gelişmeyi sağlayacak grup orta sınıftır. Toplumlardaki di­namik gelişmeler iletken olan orta sınıflar yolu ile hız ka­zanmaktadır. Zengin ve fakir tabakalar, genellikle bu geliş­melere, reformlara ve fikir akımlarına kapalıdırlar. Zengin ve fakirlerin hâkîm olduğu toplumlar durgun toplumlardır. Çok dikkate değer bir hadisedir ki, yoksul kimseler de, büyük servet sahipleri gibi ekonomik ve sosyal düzenin değişmeksizin devam etmesinde aynı ölçüde bir role sahiptirler. Orta sınıfı kuvvetli olan toplumlar reformlara çok kolayca açıla­bilirler. Orta sınıflar ile servetin yaygınlaştırılması ve dolayısı ile iktidarların yaygınlaştırılması arasında çok yakın bir münasebet vardır. Bu sebepledir ki, bugün İktisadî Demok­rasinin gerçekleştirilmesi yönündeki çalışmalarda Batı Av­rupa’nın bir hayli mesafe kaydetmiş olmasının herhalde en önemli sebebi bu olsa gerektir.

Böylece Servet-İktidar ikileminin birbirleri ile olan çok yakın münasebeti, servetin yaygınlaştırılması ile iktidarın da yaygınlaşacağım göstermektedir. Yalnız burada bir noktayı da önemle belirtmek gerekir. Şöyle ki, batı toplumlarında ik­tidarların ve servetin yaygınlaştırılması gerek Klasik De­mokrasiden – Modern Demokrasiye, gerek mülkiyete dayanan iktidardan mesuliyete dayanan iktidara kadar değişerek gü­nümüzün, Çoğulcu Demokrasisini (Plüralist Devlet ve Cemi­yet Düzeni) oluşturmuşlardır. Yani burada gerek siyasî, ge­rek iktisadî demokrasi kavramında bir değişme ve gelişme vardır. Artık günümüzdeki modern demokrasilerde iktisadî ve siyasî demokrasi kavramları birbirleri içerisine çok girmiş­lerdir.

Bugün modern demokrasilerde sadece parlamentodaki iktidar-muhalefet arası diyalog yanında, baskı grupları de­diğimiz gruplar da bu diyaloga katılmaktadırlar. Aslında günümüz Batı Avrupa’sında servetlerin yaygınlaştırılması ne­ticesi iktidarlar da kısmen dağılmış, ve mutlak iktidar, sınırlı pek çok iktidarlara, yani toplumdaki yeni güç dengelerine göre yaygınlaşmıştır. Meselâ bugün malî iktidar olarak ban­kaların gücünü, büyük hisse sahiplerinin Anonim Şirketler­deki gücünü, kartellerin gücünü, büyük beynelmilel şirket­lerin gücünü, bazı güçlü dernekleri, basının gücünü, sendi­kaların gücünü ve hattâ politikaya ağırlığını koyan organi­ze çoğunluğu ─yâni, baskı gruplarının─ gücünü zikredebi­liriz.

Burada şu husus dikkati çekmektedir. Eskiden servete sahip olanlar iktidarı ellerinde bulundururlarken, bugün yu­karıda belirttiğimiz iktidarların pek çoğu servet sahipliğine dayanmamaktadır. Ayrıca servetin yaygınlaştırılması, ikti­darın belirli ellerde toplanmasına da maalesef mani olama­mıştır. Bugün bunun misalini Batı Avrupa’daki Anonim Şir­ketlerde açıkça görmek mümkündür. Bugün yönetim kurulu başkanı, yönetim kurulu ile birlikte Anonim Şirket genel ku­rulu tarafından seçilmektedir. Fakat genel kurulda üye sa­yısının fazlalığı ve her hisse sahibinin genel kurulları izle­yebilme imkânları çok sınırlı olduğundan, genel kurulda ba­his konusu hisse senetlerinin çoğunluğuna sahip gruplar, güçler yönetim kurulunu seçerler. Buraya getirilen başkan­lar ise burada öyle bir hâkîmiyet kurarlar ki, yönetim kuru­luna seçilecek üyeleri genel kurula kabul ettirirler ve hattâ seçtirirler de. Böylece servetin yaygınlaştırılmasında tek ve yegâne yol olarak gösterilen ve Halk Kapitalizmi olarak ni­telendirilen Anonim Şirketler, büyük çoğunluğa, gelir temi­natı ve prestij temin ederken, iktidar veya güç’ü yine belirli bir azınlığın eline, yani işletme cesametinin gittikçe büyüme­sinin tabiî neticesi olarak Menejer dediğimiz yeni bir gru­bun eline geçmesine mani olamamıştır. Böylece devamlı bir gelişme ile servetlerin yaygınlaştırılması yönündeki çalışma­lar başarıya ulaştırılabilmiştir. Fakat eskiden servete bağlı olan iktidar, bugünün organize bilgisine dayanarak toplum­da fiilî bir hiyerarşi meydana getirmiştir. Demek ki, iktida­rın atomize edilmesi yani servet gibi yaygınlaştırılması başarılamamıştır. Yalnız yukarıda izahına çalıştığımız gibi es­kiye nisbetle biraz daha yaygınlaşarak cemiyette iktidarların dengelenmesi imkân dahiline girmiştir. Fakat bu arada fert­ler açısından yukarıda bahsettiğimiz servetin yaygınlaştırıl­ması neticesi, servetin diğer fonksiyonları olan emniyet, pres­tij ve gelir getirme fonksiyonları bu çoğunluğu emrine ve istifadesine sunulmuştur. Toplum da bundan büyük ölçüde istifade etmiştir.

Siyasî iktidarın yaygınlaştırılmasının iktisadî iktidarlar için de söz konusu edilmesi, yukarıda da izah edildiği gibi kuvvetler arasında bir denge meselesidir. Bunun neticesi ola­rak da İktisadî Demokrasi de, bu denge durumuna yaklaş­mak da bir derece meselesidir.

Bugün Batı Avrupa’da servet dağılımı politikası çok yay­gınlaşmıştır. Her ülkede bu yönde çalışmalar yoğunluk ka­zanmıştır. Servet politikasının vasıtaları her ülkede muhak­kak ki aynı değildir. Fakat genel olarak yapılan değerlen­dirmelerde getirilen tedbirlerin veya vasıtaların mahiyetleri hemen hemen aynıdır. Ve neticede servet dağılımı fertler elinde azami haddine varırken, son yıllarda Batı Avrupa’­da, bu arada bilhassa Federal Almanya, Hollanda, Danimar­ka ve İsveç sendikaları bu hususta dikkate değer fikirler or­taya atmışlardır. Bu fikirleri şu şekilde özetleyebiliriz:

Batı Avrupa’da servetin yaygınlaştırılması politikası için, işçiler elinde tasarrufların teşviki, işçiler elinde yatırımlar için fonların teşekkülü, işyeri veya genel seviyede işçilerin kârlara iştirak ettirilmesi gibi tedbirler teklif edilmiş ve bu teklifler kanunlaşarak tatbikata da intikal etmiştir. Bu tek­liflerin hepsi de sendikalarca desteklenmiştir. Ancak Sendi­kalar bu gelişmeleri her ne kadar işçiler lehine olarak gös­terseler de, neticede tek tek işçilerin durumlarının iyileşmesi sendikaların iktidar gücünü, işverenler karşısında fazla etkin hale getirememektedir. Ve bilhassa işverenler de sendikala­rın ellerinde maddi güç birikimine katiyyen taraftar olma­mışlardır. Bu yüzden İşverenler, Sendikaların aracılığı ol­maksızın hemen işçilere intikal edecek her türlü imkânlara açık olmuşlardır. Fakat sendikaların toplumda iktidar den­gelemesinde başarılı olabilmeleri için, sendikalar elinde bir fon teşkilinin gerekli olduğunu savunmuşlardır. Bununla il­gili olarak yukarıda belirtilen ülkeler de sendikalar kanun tekliflerini parlamentoya intikal ettirmişlerdir. Esasında ta­raflar arasındaki mücadele (İşçi-İşveren) servetin yaygınlaş­tırılması yanında, bir iktidar mücadelesidir. Bugün artık iş­verenler servetin yaygınlaştırılmasına karşı değildirler. Bu­gün pek çok işveren, işçilerini seve seve fabrikalarına ortak yapmak istemektedirler. Bunun pekçok da misalleri vardır. Bütün mesele servet yaygınlaştırılırken, iki taraf da iktidarı kaybetmek istememekte veya diğer bir ifade ile iktidarı el­lerinde tutmak temayülündedirler. Hattâ bu gelişme Federal Almanya’da öyle dikkate değer bir safhaya girmiştir ki, iş­verenler; Sendikaların teklifi olan sendikalar elinde merkezî bir fon teşkilinin gerçekleşmesini engellemek pahasına, işçi­lerin Almanya’da yönetime katılmalarına rıza göstermişler ve bu kanunun gerçekleşmesi için çaba bile sarfetmişlerdir.

Görülüyor ki, şimdi varılan İktisadî Demokrasi, yani iş­çilerin yönetime katılmaları şeklinde ortaya çıkan sonuç, as­lında servetle-iktidar arasında bir denge meselesidir.

Konuya özellikle günümüzdeki politik düzenlemeler açı­sından bakınca, güçlüğü hissedilen bir hususu da ayrıca be­lirtmemiz gerekecektir. Buraya kadar izahına çalışılan me­sele, mülkiyet-servet ve buna bağlı olarak iktidarların yay­gınlaştırılması veya sınırlandırılması idi. Bu husus günümüz­deki Demokratik Batı Toplumlarında azamiye ulaşmış veya ulaşma yolundadır. Fakat nihayet bunun da bir sınırı olma­sı gerekir. Yoksa bu servetin ve iktidarların ilânihaye dağı­tılarak insanlararası mutlak bir eşitliğe varılacağı veya Ko­münist Marksist kehanetin gerçekleşeceği hiç bir zaman dü­şünülmemelidir. Burada üzerinde önemle durulan husus, in­sanların eşitliği tartışmaları ne kadar dinî, ahlâkî ve hümaniter gayelerle beslenirse beslensin, bu tür düşünceler rea­litede bazı sınırlamaları ister istemez ortaya çıkarmaktadır. Aslında insanlar arasında mutlak eşitlik bugüne kadar gerçekleşmemiştir. Bundan sonra da gerçekleşmesi imkânsızdır. Esasında dünyada hiç bir şey mutlak değildir. İnsanlar ara­sında da gerçekleştirilecek mutlak eşitlik ise herhalde en bü­yük adaletsizlik olur. Zira insanlar arasında bir hiyerarşi ve bir toplum düzeni söz konusu olunca bir mesuliyetler dere­cesinde bir farklılık, eşitsizlik ister istemez kendini göste­recektir. Bundan kaçınmak da mümkün değildir. Yalnız ne var ki, bu eşitsizlikler arasındaki farklar çok büyük olursa, problemler, huzursuzluklar ve kıskançlıklar o zaman kendi­ni gösterecektir. Bu sebepledir ki, cemiyette politik kararlar­la servetin yaygınlaştırılması ve hattâ bir kanunla tamamen ortadan kaldırılması dahi mümkün iken, yani servette eşit­liği temin mümkün iken, gelirlerde bunu temin edebilmek imkânsızdır. Zira her fert hiyerarşideki yerine ve kabiliyet­lerine göre farklı gelirlere ister istemez sahip olacaklardır. Bunun bariz misalini Sovyetler Birliği’ndeki gelirlerin eşitliği ile ilgili Lenin’in bir denemesini gösterebiliriz. Fakat bu du­rum ancak dört yıl sürebilmiştir. Hattâ bugün Doğu Avrupa ülkelerinde ve bunlardan bilhassa Çekoslovakya’da farklı olan gelir yapısının, bazı gruplar lehine yeniden arttırılması yönündeki baskılar ve netice itibariyle patlama herkesin ma­lûmudur.

Bu konuyu Fransız düşünürü R. Aron, demokratlaşma ve politika ile ilgili açıklamalarında şu şekilde ele almakta­dır. “Politika, insanları müştereken yaşatmat teorisi, yahut sanatı, organize grupların süresini ve varlığını sağlamak sa­natıdır. Karmaşık toplumlar zaruri olarak işlerin farklılaş­masını ihtiva ederler. Burada karmaşıklık ve derecelenme bü­yük ölçüde çeşitlilik gösterir. Diğer taraftan politika bütün insanları müşterek hayata iştirak ettirmeyi temel hedef ola­rak benimser. Politik düzenin temeldeki tezadı, bütün rejim­lerin mükemmel olmayan çözüm yolları gibi görünmesidir. Bu tezat işlerin farklılığı ve prestij ve kudretlerin eşitsizliği­ni, bütün fertlerin müşterek hayata iştiraki ile uzlaştırma iradesidir. Bütünün politik hayata iştirakini denemeyen top­lum yoktur. Fakat tatbikatta bütün fertlere eşitliği sağlayan yahut üzerinde birleşilen bir prestiji temine muvaffak olan toplum da yoktur. Bütün toplumlar ve bütün rejimler hiye­rarşi ile eşitliği uzlaştırma ve iktidar hiyerarşisi ile insanlı­ğın yüceliğinin eşitliğini uyuşturmak için gayrettedirler. İn­san toplumları bu zıt durumun uzlaştırılmasını iki istikamet­te aradılar. Biri sosyal eşitsizliği mukaddes bilerek herkesi belli bir yere yerleştirmek ve işgal edilen yerlere göre bütün eşitsizlikleri esas bilmektedir. Bunun en aşırı şekli kast sis­temidir. Diğer çözüm şekli ise, politik eşitlikte ısrar ederek, demokrasi içinde ekonomik ve sosyal eşitliği mümkün olduğu kadar ileriye götürme gayretidir.” (a).

Bugün Batı Toplumları Siyasî Demokrasi ile İktisadî De­mokrasiyi yukarıda belirtilen ölçüler içerisinde bağdaştırabil­mek için çaba sarfetmektedirler. Bugün batıdaki Kapitalist ülkelerde Siyasî Demokrasi yanında İktisadî Demokrasi yo­lundaki gelişmeler ümitvar gözükmekle beraber problem ni­hai çözüm bulmuş da değildir. Sosyalist Doğu Bloku ülkeleri dikkate alınırsa ne siyasî sahada, ne de iktisadî saha­da bir demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Bu siyasî ve ekonomik sahadaki uyuşmazlık gerek kapitalist, gerek sos­yalist ülkelerin ikisinde de görülür. Yalnız bir farkla ki, ba­tıda siyasî demokrasiye ulaşmış toplumlarda iktisadî demok­rasinin de gerçekleşebilmesi için bir sıra reformlar görülmek­tedir. Halbuki bu reform isteği Doğu Bloku toplumlarında değişiklik yapacak güçten çok uzak görünmektedir.

Bugün batı toplumlarındaki İktisadî Demokrasinin mev­cudiyeti tamamen siyasî demokrasiye bağlıdır. Siyasî Demok­rasi, kapitalist sistemi reformlara tâbi kılarak iktisadi de­mokrasiye geçişi kolaylaştırmıştır. Halbuki Komünist Doğu Bloku ülkelerinde iktisadî demokrasinin önemi teoride kabul edilmesine karşılık, tatbikatta bunu görmek mümkün değil­dir. Zira Komünist ülkelerde gerek siyasî gerek iktisadî de­mokrasi tamamen Komünist partisinin hâkîmiyetindedir. Bu­gün İktisadî demokrasinin en önemli vasıtası olarak kabul edilen sendikalar da tamamen Komünist partisinin emrinde­dir. Bu sebeple, Komünist sistemle yönetilen ülkeler oligarşik bir düzen olarak görülmektedir. Bu açıklamalar, Siyasî Demokrasinin mevcut olmadığı bir düzen, sistem veya ülke­de İktisadî Demokrasiden de bahsedilemeyeceğini vurgula­maktadır. Yalnız burada günümüz toplumlarından bazıların­da, meselâ çok bariz misali ile Yugoslavya’da; İktisadî De­mokrasinin mevcut olmasına rağmen, Siyasî Demokrasinin mevcut olmayışı bizim üzerinde durduğumuz Batı toplumlarından ve tarihî gelişiminden tamamen farklı bir durum gös­termektedir. Fakat bu farklı durumun esas sebebi ise, 1950 yıllarında çok istisnai bir özelliğin zuhur etmesi, yani Yu­goslavya’nın Rusya’ya karşı bir tavır takınması neticesinde, halka dönüş, halkın desteğini almak için bazı hareketlere yönelme zorunluluğu şeklinde gösterilebilir.

Sosyalist ülkelerde önce ne siyasî, ne de İktisadî Demok­rasiden söz etmek mümkündür. Ayrıca ana hatları ile bütün sosyalist ülkeler benzerlikler göstermekle beraber, yine de İk­tisadî Demokrasi yönünde bazı ufak farklılıklar göze çarp­maktadır. Bunlar, bazı ülkelerin demokratik gelişmeler yö­nünde duyduğu heyecanın ve gösterilen gayretlerin neticesi­dir. Fakat bu Doğu Avrupa ülkeleri insanlarının Siyasî De­mokrasiden mahrum oluşlarıyle Komünist partisinin totali­ter güdümü ve bir yerde de bu ülkelerdeki Komünist partile­rinin Sovyet Komünist partisinin mutlak hâkîmiyeti altında oluşları (9), bu toplumları demokratlaşma vetiresinden uzak­ta tutmaktadır. Tabiîdir ki, bu durum Komünist sistemin Demokrasi anlayışından ileri gelmektedir. Bu mevcut iki sis­temin Demokrasi anlayışlarındaki farklılıklar bu toplumlarm gerek siyasî, gerek İktisadî Demokrasi anlayışlarını ve dolayı­sıyla da farklı tatbikatları ortaya çıkarmaktadır.

Bugün Oligarşik bir düzen içerisinde olduğu ileri sürü­len Komünist Ülkelerin Devlet adlarına bakıldığında çoğun­luğunun demokratik sıfatını kullandıkları görülmektedir. Ta­biîdir ki bu durum Demokrasi kavramının Doğu ve Batı Bloku tarafından farklı şekillerde anlaşılmasından ileri gelmek­tedir.

Komünist ülkeler, Kapitalist sistemdeki eşitliği veya De­mokrasiyi çok şekilci bulmaktadırlar. Onlar için eşitlik eko­nomik eşitliktir. Esasında siyasî Demokrasinin temeli de eko­nomik eşitliğe dayanmaktadır. “Klasik Demokrasi eşitlik is­ter ama, bu biçimsel bir eşitliktir. Toplumun bütün üyeleri, üretim araçları mülkiyeti bakımından eşit duruma getirilin­ce, yani emek ve ücret eşit olduğu zaman insanlık ister is­temez daha ileri bir adım atmak sonucu ile karşılaşacak, bi­çimsel eşitlikten gerçekçiliğe geçecektir. Bu “herkesten ka­biliyetine göre, herkese ihtiyacına göre” kuralının gerçekleş­tirilmesi demek olacaktır.” (10)

Acaba Komünizm, Batı Toplumu için belirttiği biçimsel eşitliği ve Demokrasiyi gerçekçi eşitliğe veya Demokrasiye na­sıl dönüştürebilmiştir? Bugün Komünist ülkeler, Servet ve İktidarı Batıdaki yaygınlaştırma çabalarına karşılık mülki­yeti bertaraf ederek iktidarı da Komünist partisinin emrine vermişlerdir. Şimdi bu Komünist sistemlerde daha önce be­lirtmeye çalışılan servetin (Mülkiyetin) beş fonksiyonu olan iktidar, garanti, özgürlük, prestij ve gelir, (Batı toplumlarında İktisadî Demokrasinin anlaşılan objektif manası bir ya­na), sosyalist teoride belirtilen gerçekçi eşitlik anlamında aca­ba çalışan çoğunluğun lehine değişmiş ve gelişmiş midir?

İktisadî Demokrasi bilindiği gibi kapitalist ülkelerde, ça­lışanların gerek servet, gerek iktidar (Yönetime Katılma) üzerinde ağırlıklarını hissettirecek yaygın mülkiyet ve birlik­te Yönetime Katılma şeklinde anlaşılmaktadır. Sosyalist Sis­temlerde ise, doğrudan doğruya bizzat çalışanlar tarafından ve seçimle idaresi şeklinde tarif edilmektedir. Fakat bu hu­suslar yalnız sosyalizmin teorisinde mevcuttur. Tatbikattaki gelişme ise şu şekilde belirtilmektedir. (Doğrudan doğruya idarenin ilk büyük uygulamaları, 1917 ihtilalinden sonra Sov­yet Rusya’da başlamıştır. Gerçekten 1917-1918 yıllarının fab­rika komiteleri bu devrimin bir ürünüdür. Bu komiteler, dev­rimden hemen sonra, patronların bertaraf edilmesi sonunda kendiliğinden doğmuştur. Bu fabrika komitelerinin ana gö­revleri üretim ve dağıtımı kontrol etmek ve fabrikada sosya­list bir idareyi yerleştirmek etrafında toplanmıştır. Fakat bir kaç yıl içinde, sanayiin demokratlaşmasına giden bu hare­ket durmuş ve fabrikalar askerî bir disiplin altına alınmış­lardır. Çok geçmeden fabrika komiteleri ve sendikalar ikti­dardaki komünist partisinin nüfuz ve etkisi altına girmişler ve onun bir aracı durumuna gelmişlerdir. Sosyalist demok­rasi kısa bir süre içinde önce bir oligarşi, sonra da tek kişinin diktatörlüğü haline gelmiştir.” (n)

“Komünist bir sistemde her hürriyet şekli Marx’izmin ideoloji olarak hâkîmiyetinin son bulduğu anlamına gelir” di­yen M. Djilas, “Komünizmi derebeylik rejimi ile mukayese et­mek, bana yeterince faydalı görülüyor”, diyerek yazısını şöyle devam ettirmektedir. “Her şeyden önce Komünist bir sistem­de oligarşinin yüksek yöneticileri nasıl Krallar ve Baronlar kendilerine hizmet eden ve sâdık olan tabilerine tımarlar ver­mek alışkanlığında idiler ise, onlar da resmî görevleri parti­nin memurları arasında öyle dağıtıyorlardı; İkincisi, dere­beylik rejimindeki gibi, Komünizmde de ilerleyiş ekonomisi ve sınai ekonomi ile gelişen bir parazitçilik vardır. Bu son hususa bakınca insana öyle geliyor ki, tıpkı kralların verdiği imtiyazların, derebeylik beylerinin imtiyazlarının, derebeylik nüfuzunun sonunda gelişmekte olan serbest ticareti ve sana­yii engellemesi gibi hükümet içinde, ekonomik oligarşinin des­potluğunun ve parti bürokrasisinin imtiyazları da, az önce işaret edilen hususları sağlayan mülkiyetin ideâl diye düşü­nülen sarsılmaz düzenleriyle birlikte, modern nakil vasıtala­rının, modern idarenin, modern teknolojinin ve hattâ Ko­münist sistemlerde halk kesiminden gelen herşeyin, gelişme­sini yavaşlatıyor.” (,2)

Bugün Komünizmi çerçeveleyen esaslara bir göz atılır­sa, bu sistemde reformun neden söz konusu olamayacağı da­ha kolay anlaşılır. Esasında komünizm kısırlığı, reformları yapabilmekteki âcizliği tamamen mülkiyet sisteminden ileri gelmektedir. Bu sistemde mülkiyetin olmayışı hürriyeti de ortadan kaldırmaktadır. Hürriyetler de olmayınca bu sistem­de reform söz konusu olamamaktadır. Bugüne kadar yapılan bazı değişiklikler, rejimle ilgili temel değişiklikler değildir. Bunlar ancak rejimin müsaadesi çerçevesinde yapılan deği­şikliklerdir. Burada Batı Toplumlarında görülen cinsten re­formlar söz konusu değildir. Yoksa mülkiyette ve hürriyette meydana gelecek bir değişme bu sistemin sonunu getirir. Bu yüzden Komünist sistem reforma tabi tutulamaz ve dolayısiyle ancak yıkılabilir. Zira siyasî ve sosyal münasebetler açı­sından Komünizmde herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Bunlar olmadan da mülkiyet sisteminde ve dolayısıy­la da iktidarda bir değişiklik söz konusu olamaz. Zaten böy­le bir değişme başlarsa, diğerlerini de peşinden sürükleye­cektir. Aslında sistemle ilgili endişeler de buralarda yatmak­tadır. Komünist sistemin esasları olan Proleterya Diktatör­lüğü, tek parti sistemi, işletmelerdeki devlet mülkiyeti ve zorlayıcı merkezî plânın mevcudiyeti bu gerçekleri açıkça ortaya koymaktadır. Burada Demokratik Batı toplumları için gösterilen gelişmelerde görüldüğü üzere siyasî demokrasinin mevcudiyeti, toplumu reformlara yöneltmede tek ve yegâne unsur olmuştur. Ama komünist toplumları oluşturan esas­lar, yukarıda da belirtildiği gibi siyasî hürriyetlere hiç bir yer vermemektedir. Bütün siyasî hürriyetler ve yetkiler Pro­leterya adına, partide toplanmıştır. Kautsky bunu “Söz ko­nusu olan, proleteryanm diktatörlüğü değil, amma proleter­ya üzerinde partinin diktatörlüğüdür.” (13) şeklinde belirt­mektedir.

Bu yüzden, Sosyalizmin teorideki hümanist ideâlleri ile uygulamanın uzaktan yakından hiç bir ilgisi yoktur. Aksine Komünist Doğu Bloku Ülkeleri insani cemiyet imajını yık­mışlardır. Bugün siyasî hürriyetlerden mahrum doğu bloku toplumları İnsanî cemiyet tipine batı bloku toplumlarından çok daha uzakta bulunmaktadırlar. Komünizmin, doğudaki bu ıslah kabul etmeyen tutumu yüzünden son yıllarda De­mokratik Batı toplumlarındaki komünist partiler, doğu tipi komünist partilerinden uzaklaşmaktadırlar.

Netice itibariyle Komünist Doğu Bloku ülkelerinde siya­sî hürriyetlerin yokluğu maalesef sistemi rasyonelleştirme imkânlarından mahrum bırakmaktadır. Yalnız Sovyetler Birliği’nde, Komünist sistemin ilk başlangıç yıllarında görülen ve 1917-1921 yıllarını kapsayan yani NEP devrine kadarki devrede sanayide görülen işçi komiteleri bu ülkede İktisadî Demokrasi için bir ümit olmuş, fakat bu ümit fazla uzun sür­memiştir. Gerçi Komünist Doğu Bloku ülkelerinde iktisadî hayatın demokratlaştırılmasını hedef tutan cereyanlar hiç olmuyor değil. “Ancak Sovyetler Rusya’sında iktisadî haya­tın Yugoslavya misali veya kısmen Polonya misali demokrat­laştırılması hususunda ciddî adımlar atılamaz. Hattâ Liberman’ın (I4) adı bazen göklere çıkartılıyor, fakat altı aydır kendisinden hiç söz edilmiyor. Yani böyle bir tereddüt safha­sının sık sık geçirildiğini tahmin ediyorum. Bu tereddüt saf­hası da bu Komiserlerden mürekkep sevk ve idare mekaniz­masının korku ve telâşından ileri gelse gerek. Büyük bir kıta çapında bir memlekette günün birinde bir karşı hareket, ayaklanma olabilir mi, yahut hürriyetin tadı halk tarafın­dan tadılır da, hürriyetin ve demokrasinin tadı, günün bi­rinde nahoş hadiseler çıkarır mı, çıkarmaz mı gibi endişeler­den ileri geldiğini tahmin ediyorum.” (15).

Öte yandan günümüz sosyalist ülkelerinde siyasî karar­larla siyasî otorite tarafından yönetilen devlet mülkiyetine dayalı kollektif düzene karşı çıkan teknotratlar, aslında sa­vundukları yeni düzenin mülkiyet ilişkilerini berraklıkla or­taya koymuyorlar, ama ekonominin yönetilmesindeki güç­lerinin şuuruna vararak, siyasî iktidarın bu sahadaki yetki­lerini devralmak istedikleri çok net bir şekilde anlaşılmak­tadır.

Böylece sosyalist ülkelerde gelişen “reform ideolojisi” gerçekten “geleneksel” sosyalist düzenden farklı ve “piyasa sosyalizmi” olarak da ifade edilen yeni bir ekonomik, sosyal ve siyasal düzeni savunmaktadırlar. “Reform ideolojisine göre sosyalist ekonomideki verim ve kalite düşüklüğüne kar­şı bir çare olarak, “Kâr” ilkesi gereklidir. Nitekim Sovyet ma­kamları, “reform ideolojisinde Doğu Avrupa ülkelerinden daha yavaş gittikleri halde, planlamada, parametri olarak sabit sermaye ünitesine göre üretim yapılmasını ve planın gerçekleştirilmesinde temel kriter olarak gayri safi üretim de­ğeri yerine kârın, yani satış fiatıyla üretim maliyetleri ara­sındaki farkın kabul edilmesini benimsemeye başlamışlardır. İşletme yöneticilerinin yetkileri de büyük ölçüde arttırılmış­tır. Liberman reformunun manası budur. Bu reformlar, çe­şitli yatırım projelerinin verimliliğini hesaplamak için faiz alınmasını da gerektirmektedir. Bu verim hesapları, tutarlı bir şekilde uygulanmış da olsa, Sovyet planlamasına, yatı­rımların otomatikman uygulanmasına yol açan unsurların girmesine sebep olurlar ve bu da, bu tekniği, kapitalist iş­letmelerin verimini hesaplama tekniğine iyice yaklaştırır (16)

Böylece sosyalist ekonomide, genel (siyasî) planlamadan çok mikro seviyede işletmelerin etkinliğini ve özerkliği esas olan bir gelişme süreci görülmeye başlanmıştır.

Bu konuda “reform ideolojisi” yolunda en ilerilerde bu­lunan Ota Sik, çok açık konuşmaktadır. (17) “Gerçekleştirilebilseydi, reformlardan sonra Çekoslovakya’da yönetici iş­letmeleri olacaktı… Gerçek müteşebbislerimiz olsun istiyor­duk… Rekabet ilkesini yerleştirmek istiyorduk… Bunlar, Ba­tı ülkelerinde gelişmekte olan hususlardır… Bugün merkezi­yetçi bir sosyalizm sistemi içinde olan ülkelerde er geç ve kaçınılmaz olarak aynı modele göre gelişeceklerdir.”

Galbraith’in gelişmiş kapitalist ülkelerde gözlemlediği, mülkiyet ve fonksiyonlarının gittikçe farklılaşması süreci, sosyalist ülkelerde de belirmektedir. Sosyalist ülkelerde de, aynı şekilde, mülkiyet sahibi olandan çok, mülkiyeti kulla­nanlar iktisadî iktidarı ele geçirmekte ve giderek siyasî ikti­darı etkilemektedirler.

İdeolojinin direnmesi ve siyasî organların tercihleri yü­zünden bu süreç yavaş gelişmekte hattâ bazen sert siyasî müdahalelerle durdurulmak istenmektedir. Ama buna rağ­men “reform ideolojisi” denilen akımın, ekonominin iç dina­miklerinden doğduğu ve kaçınılmaz olduğu söylenebilir.

Gerçekten, sosyalist ekonomilerde, bu arada Sovyet eko­nomisinde “şeklî manada üretim araçları üzerindeki kamu mülkiyeti korunurken, teşebbüs fonksiyonunu ve bu fonksi­yona bağlanan gelir paylarını şeklî mülkiyetten ayırıp işlet­me yöneticilerine devreden son gelişmelerle; kapitalizmin yö­netimle mülkiyetin birbirlerinden ayrılması diye özetlenen çağdaş görüntüsü arasında, en azından İktisadî birimler se­viyesinde bir yaklaşmadan söz edilebilir.”

Bu gelişmeler, bazı marxist iktisatçılar tarafından bile, sosyalist toplumda iktisadî ve siyasî güç olarak yeni bir sı­nıfın belirmesi tarzında yorumlanmaktadır. Mandel’e göre Sovyetler Birliği’nin siyasî yönetim kadrosunda işçilerin sa­yısı gittikçe azalmakta, egemenlik gittikçe bürokratların eli­ne geçmektedir. Hatta Mandel, bunların işçileri ezdiğini bile söyledikten sonra, şunları yazmaktadır. (18) “Bürokrasinin, kendi özel çıkarlarının şuuruna adamakıllı varmış bir kast olduğuna Sovyet vatandaşlarının çoğu tanıklık etmektedir. Gazetelerde direktörlerin kendi fabrikalarından, kendi makinalarından söz ettikleri her gün görülmektedir. Onların daşa’ları yüzbinlerce liraya mal olmakta, hakiki bir sermaye yatırımı halini almakta ve kârlı bir şekilde sattıkları takdir­de, mirasçılarının “bir rantiye gibi” yaşamalarını sağlamak­tadır. Sosyal artık ürünün önemli bir kısmı, üretimi olmayan tüketime yönelmektedir… Bürokrasinin keyfi davranışları ve baskısı, işçi kitlelerinin dayanamayacağı bir hal almakta­dır.”

Gilles Martinet, “temel sorun’un mülkiyetin yasal biçi­minin değişip değişmediğini bilmek olmadığını çünkü bu de­ğişmenin açıkça ortada bulunduğunu, temel sorunun yeni mülkiyet biçimi içerisinde artık değer’in oluşup oluşmadığı ve bunun nasıl ve kimin yararına paylaşıldığı” meselesi ol­duğunda ısrar etmektedir. Buradan hareket eden Martinet şu hükme varmaktadır. (19) “…Belli bir toplumsal katman Devleti ele geçirmiş, devlet olup çıkmıştır. Devleti oluşturan görevli ve yöneticiler, üretim araçlarının sahibiymişçesine hareket etmektedirler. Bu mülkiyet, her şey devletin yani teo­rik açıdan topluluğun malı olduğuna göre, (tüzel) hukuki değildir. Ama başka bir marxist terim kullanacak olursak, gerçek üretim ilişkilerine, bakıldığında, tam anlamı ile fiilî­dir. İşte bu anlamda, yalnızca bir memurlar takımı ya da kast’tan değil, yeni bir sınıftan söz edilebilir.”

Charles Bettelheim ise, “üretim araçlarına kollektif ola­rak sahip bir burjuvazinin varlığından bahsetmekte ve Sovyetler Birliği’nde “proleteryanın iktidarını yeni bir burjuva­ziye kaptırdığını” ileri sürmektedir. (20)

Amerikalı marxist iktisatçı Paul Sweezy ise yeni sınıfın irdelenmesine girmektedir. Ona göre Sovyetler Birliği’nde si­yasî bürokrasi ile “yeni sevk ve idare seçkinleri” arasında bir iktidar mücadelesi vardır. Sweezy, Sovyetler Birliği’nin 1968 baharında Çekoslovakya’ya müdahalesini, ekonomik sistem ve iktidar tercihleri yönünden, şöyle yorumlamaktadır.(2I) “Sovyetler Birliği’ndeki gelişmenin şimdiki aşaması, bence Brejnev ve Kossigin önderliğindeki bürokratik kadroların, ye­ni sevk ve idare seçkinlerinin daha fazla ilerlemelerine karşı durmaya çabalamakta oldukları şeklinde yorumlanabilir.”

Görülüyor ki, kapitalist ülkelerde İktisadî iktidarın belli bir işletme cesametinden sonra, mülkiyet sahiplerinden “iş­letme sevk ve idaresi seçkinlerine” geçmesi tarzında gözle­nen ve Galbraith tarafından teorik incelemesi yapılan geliş­me, sosyalist ülkelerde, kendine has özellikleri olmakla bir­likte, aynı yönde müşahade edilmektedir.

“Yugoslavya’nın “öz yönetim” sistemi istisna edilirse, sosyalist ülkelerde henüz, işletme içi iktidarın ve giderek mak­ro seviyede ekonomik iktidarın “yönetilenlere” veya “doğru­dan” usullerle çalışanlara indirilmesi konusunda ciddî bir ge­lişme yoktur.

“Öz yönetim” olarak adlandırılan Yugoslav sisteminde bi­le, merkezî planlamanın yanında, işletme içi iktidar, işçiden çok, mühendis ve uzman gibi teknotratlara kaymaktadır. Ni­tekim Kardelj’e göre “büyük kuramların Merkez İşçi Kurulları’nda genellikle mühendislerle uzmanların, sayıca değilse bile etkin katılma yönünde ağır basması, epeyce yaygın hat­ta belirgin bir olgudur. Bilgi, işçinin kendisininkinden daha yüksek bilgi isteyen sorunların çözümünde işçinin daha bil­gili kişilere güvenmesi, onları dinlemesi olağandır.” Martinet’ye göre öz yönetim denemesi, genel olarak “yeni sınıfın” kanatları altında girişilmiş bir özgürleştirme girişiminden öteye geçememiştir. (22)
Milovan Djilas’ın “yeni sınıf” ı, daha çok parti-devlet si­yasî bürokrasisini ifade ediyordu. Halbuki yukarıda bahset­tiğimiz yazarların işaret ettikleri “yeni sınıf” ise, teknisyen­leri, mühendisleri, işletmecileri, planlama uzmanlarını içine almaktadır.

Gerçekten de Sosyalist Blok’taki ideoloji ve reform tar­tışmaları, bir yandan “ideoloji”nin, partinin yüceltilmesi, sa­vunulması, diğer yandan da “reform” teori ve uygulamasıy­la teknokratik kadroların yetkilerinin savunulması, yüceltil­mesi etrafında cereyan etmektedir.
Eskiden bütün iktisadî ve siyasî iktidarı parti elinde top­layan sosyalist sistem, belli bir büyüme ve belli bir teknoloji seviyesine geldikten sonra, siyasî kadrolarla iktisatçı, teknis­yen, mühendis, uzman kadrolar arasında bir iktidar müca­delesine yönelmektedir. Her halde, sosyalist toplumların ekonomi-politika ilişkisi düzeni bu gelişmelerin sonucuna bağlı görünmektedir.

Buraya kadar yapılan izahlardan konuyu çeşitli görünü­mü içerisinde değerlendirerek, iktisadî demokrasi kavramının anlamını ve mahiyetini belirtmeye çalıştık. Yani diğer bir ifade ile iktisadî demokrasi için gerekli şartlar veya İktisadî Demokrasiye geliş ve geçiş şartlarını göstermeye uğraştık. Bu arada sistemler içerisinde İktisadî Demokrasinin yerini ve şartlarını göstermeye çalıştık. Ve neticede İktisadî Demokrasi kavramı Siyasî Demokrasiyi takip eden ve onunla beraber giden bir kavram olması nedeniyle, Batı Demokratik Toplumlarına has bir olay olarak görülmesi gerektiği kanaatındayız. Her ne kadar Doğu Bloku ülkeleri içinde İktisadî Demokrasi kavramından literatürde bahsedilmekte ise de, İktisadî Demokrasi kavramı bu ülkelerde ancak bir “şekil” olarak mev­cuttur. Bunun sebeplerini de yukarıda genişçe izah etmeye çalıştık. Yani İktisadî Demokrasi ortamının, siyasî demokra­si ile birlikte düşünülmesi gerekir. Bu ise özgürlükçü bir or­tamı gerekli kılmaktadır. Bu nedenle, geniş anlamda kulla­nılan İktisadî Demokrasi dar anlamda ise Endüstriyel De­mokrasi ancak Hür Demokratik Toplumlar için söz konusu olmaktadır. Tabiî ki bu yine bir yerde yorum meselesidir. Bu da Demokrasi kavramının çok çeşitli biçimde anlaşılmasın­dan ileri gelmektedir. Ancak kanaatimiz İktisadî Demokrasi­nin Batı Toplumları için söz konusu olduğu yönündedir.

KAYNAKLAR

(1)      CHALLAYE, Mülkiyetin Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1969, Sh. 56.
(2)         E. KLING, Eigentumspolitik, J. C. B. Mohr, Tübingen 1964, Sh. 7.
(3)         R. ARON, Sanayi Toplumu, Boğaziçi Yayınevi, İstanbul Î974, Sh. 82.
(4)      H. ARNDT, Wirtschaftliche Macht, C. H, Beck, MÜNCHEN 1974, Sh. 9,
(5)      Bu konuda daha geniş bilgi için bak: BERTRAND RUSSEL, İKTİDAR, Altın Ki­taplar Yayınevi, 1976.
(6)      Bu konu: J. K. GALBRAİTH’ın “Die Moderne Industriegesellesschaft” Dreemer Knaur 1970, kitabının Sh. 63-74’de Technostruktur başlığı altında çok daha geniş olarak incelenmiştir.
(7)      R. ARON; Sanayi Toplumu, Boğaziçi Yayınları, Sh. 35, 1974.
(8)      R. ARON: ag.e. Sh. 81.
(9)      Bk. PAUL SWEEZY, CHARLES BETTELHEIM: Kapitalizmden Sosyalizme Geçiş Süreci Üzerine, May Yayınları, 1974, Sh. 9.
(10)    C. TALAS: “Endüstriyel Demokrasi ve Türkiye’de Uygulanma Olanakları”, Si­yasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Haziran 1970, Cilt XXV, Sh. 194.
(11)    C. TALAS: a.g.e. Sh. 198.
(12)    M, DJİLAS: Eksik Kalmış Cemiyet, Kültür Bakanlığı Yay. No, 2 İstanbul 1975, Sh. 193.
(13)    R. ARON: Demokrasi ve Totalitarizm. Kültür Bakanlığı, Kültür Eserleri: 3, İs­tanbul 19/6, Sh. 306.
(14)    Sovyetleı Birliği’nde, iktisadi Hayatın Demokratlaştırılması cereyanını başla­tan kimsedir.
(15)    O. TUNA: Endüstriyel Demokrasi Semineri, Mili’ Prodüktivite Merkezi Yayın­ları: 91, 1970, Sh. 46.
(16)    E. MANDEL: Marxist Ekonomi El Kitabı, Tut Yayınları, İstanbul 1970, Cilt II, Sh, 330.
(17)    K. BORATAN; Sosyalist Plânlamada Gelişmeler, SBF Yayını, Ankara 1973, Sh. 323.
(18)    E. MANDEL: a.g.e. Sh. 341-342.
(19)    G. MARTİNET: Beş Komünizm, Bilgi Yayınevi, Ankara 1975, Sh, 71, 84.
(20)    P. SWEEZY: C. BETTELHEİM: a.g.e. Sh. 43.
(21)    G. MARTİNET: a.g.e. Sh. 1451146-149.
 
————————————————–
Kaynak:
Aksu, Ömer Alparslan. “İktisadi Demokrasinin Fikri Temelleri ve Gelişmesi.” Sosyoloji Konferansları 16 (1978): 55-75.

[i] İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyal Siyaset Kürsüsü öğretim üyesi
Yazar
Ömer Alparslan AKSU

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen