İslâm Öncesi Türklerde Kadının İçtimâî Yeri

Dr. Kadri Süreyya ÖZDENER

Türk aile hayatında Egzogami usulünü cari olduğu görülmektedir. Kazak Türklerinde akrabalık, kırk göbeğe kadar uzamakla beraber, ye­dinci göbekten kız alınmasına müsaade edilmiştir. Kırgızlarda beşinci göbekten evlenilmesine müsade vardı. Başkurt ve Al tay Türklerinde ay­nı gelenek devam etmiştir. Yakutlar’da bu yasak dokuzuncu göbeğe ka­dar çıkıyordu. Dede Korkut hikayelerinde Oğuz Yiğitleri, başka oymak ve boylardan kız aramağa çıkarlardı. Türk aile ahlakı “Türk Töresi” nin ve Türk İçtimaî yapısının esaslarına uygun olarak sağlam bir bünye göstermektedir. Kaç-göç yoktu. Göktürk Kitabelerinde, her törene ve şölene kadınlarında katıldığı anlatılır. Göktürk Hakanının yanında “Ha­tun” da oturmaktadır. Hakan onunda reyini alır[1]. Daha öncede belirt­tiğimiz gibi, Türklerde egzogami (Dışarıdan evlenme) sistemi cari idi. Nitekim Göktürk’lerin ataları olan on erkek çocuğu mağaranın dışın­dan kız almak yoluyla on-ok (on-boy) ları meydanı getirdikleri bilinmektedir. Türk ailesinden evlenen oğullar hisselerini alıp yeni bir aile kurmak üzere baba evinden ayrılırlar. Baba evi en küçük oğula kalırdı. Türklerde umumiyetle tek zevce (Monogamie) sistemi görülür[2].

Prof. Barthold Türk destanlarında kadın hakkında yer alan görüş­lerini şöylece belirtmektedir: Destanlarda kadınların içtimai mevkii yüksektir. Birden fazla evliliğe tek bir işaret olsun yoktur. Her bir kah­ramanın bir kadını vardır. Dirsehan, evladı olmadığından dolayı karısına çok darılıyor, bu ayıp sende midir? bende midir? diyor. İkinci ka­dınla evlenme fikri hatırına gelmiyor[3].

Sağlam bir aile yapısına sahip olan eski Türk ailesi İ. Hami Danişmend’e göre, bu sağlamlığını aile fertleri arasındaki müsavatsızlıktan almıştır. “Büyüğe hürmet, küçüğe şevkat” şeklindeki ata sözü işte bu müsavatsızlığın veciz bir ifadesi sayılır. Baba evin içerisinde bir kral ve anada kraliçe vaziyetindedir[4]. Ancak buradaki krallık ve kraliçelik say­gıda ve itaatteki ölçüyle ilgilidir. Küçükler de onlara karşı hürmet, itaat ve her türlü hizmet ile mükellef bulunmaktadırlar. Türk ailesinde ev müştereken karı ile kocanın ikisine aittir. Çocuklar üzerindeki Velayet-i Hassa, Baba kadar anaya da aitti. Erkek daima karısına hürmet eder onu arabaya bindirerek kendisi arabanın arkasında yaya yürürdü[5].

Muhafazakar bir yapıya sahip olan Türk ailesinde aileye zararlı olan ve ailenin yıkımına sebep olabilecek davranışlar toplumda büyük suç sayılırdı. Mesela: Hunlar’da ve Göktürkler’de zina en büyük suç idi. Kızın evlenmeden önce bakire olması gerekirdi[6].

İslamiyet’ten evvelki Türklerde “Poligami” nin olmadığı hususunda hemen hemen bütün kay­naklar ittifak halindedirler[7].

Macar Bilgini Zolotnitskiy, Orhun Yazıtlarında çok kadın alma­nın izine rastlanamaz demektedir. Rasonyi, Turfan Harabelerinden bu­lunan bir Uygur türküsünün, bu konuyu aydınlatması bakımından dik­kat çekici olduğunu söyler. Eski Uygur Türkçesi ile ve bugünkü karşı­lığı ile vereceğimiz bu türküde evine bağlı, iffetli bir kadına duyulması gereken saygı anlatılmakta ve buradan Uygurlardaki tek evliliğin var­lığı ortaya çıkmaktadır.

Ayıbsız tişike er / Ayıpsız kadın önünde
Boyunun sumış kerek / Başı eğmek (erkeğin boynunu eğmesi) gerek
Ol anda tuzun birle / O zaman temizlik ile
Tiriglik kılmış erkek / Hayat kılmış gerek
Akikat bolsa tüzün / Hakikaten temiz olsa
Anga can birmiş kerek / Ona can vermek gerek[8]

Boşanma ise Türklerde yok denecek kadar azdır[9]. Çin’de erkek ka­rısından rahatlıkla boşanmasına rağmen bu durum kadın için hemen hemen hiç varid değildir. Halbuki, meselâ, Uygurlarda bu hak her iki taraf için de tatbik edilmiştir[10]. Türklerde çocuklar evlendikleri zaman baba ocağından ayrılırdı. Bir delikanlı ev-bark sahibi olacak çağa gelin­ce bir yiğitlik gösterir, İl Kurulundan bir ad alırdı. Böylece, baba vasi­liğinden kurtulur, sonra evlenirdi[11]

Devlet idaresinde büyük söz sahibi olan kadın, aile içinde de çocu­ğun terbiyesi, ailenin mali işleriyle yakından ilgilenmesinden başka ça­dırın kurulması, çorap örme, süt sağma, peynir ve tereyağı yapma ve elbise dikme gibi işleri yapmaktadır[12].. Türk kadınının çalışkan oluşu gebe olduğu vakit bile çalışmasına ara vermediğinden ve hatta çalışır­ken doğum sancılarıyla başbaşa kalmasından anlamaktayız[13].

Şu Uygur vesikasında da, Uygur cemiyetinde aile varlığının ne ka­dar önemli olduğunu görmekteyiz: Erkek baba olmak üzereyken karı­sına eskiden olduğu gibi evinin idaresini bırakmakta ve çocuklarının terbiyesi ile yine karısının meşgul olmasını istemektedir. Aynen zama­nımızda olduğu gibi, anne evin iç işleriyle ve çocuğun yetiştirilmesiyle meşgul olmaktadır. “Sıçan yılı, sekizinci ayın onsekizinde ben Tüşimi ağır hastalığa tutulduğum için iyi veya fena olacağımı düşünerek, ka­rım Sılmg’a vasiyetname bıraktım. Benden sonra başka bir kimseyle evlenmeden, evimi idare edip oğlum Altmış-Kaya’nm terbiyesi ile meş­gul olsun” denilmektedir[14].

Türk Kadınına, erkeği tarafından verilen ehemmiyeti şiirlerde de görmek mümkündür. Oysa, medeniyetin beşiği olarak kabul edilen Yu­nanistan da, eski Yunanlılar’da kadının saygı değer bir yanı yoktu. Saygı değer olmadığı gibi, kocası isterse sağlığında veya ölümüne bağlı olarak karısını bir başkasına devredebilirdi.

Çinlilerde ise kadın, insan sayılmaz, hatta ona ad bile takılmazdı. Bir, iki, üç diye sayı ile çağrılırdı. Kıskançlık, gevezelik, ve hatta çocuk doğurmamak gibi basit sebeplerle erkekler karılarını boşayabiliyordu. Erkeğe kötü davranan bir kadına yüz sopa cezası verilir. Kadına fena davranan erkeğe ise ceza verilmezdi. Kibar bir Çinli kadın, küçük yaş­ta ayağını ezdirir, ayak parmaklarını aşağı doğru kıvırtırdı. Bu gezme­mek için erkeğe gösterilen bir iyi niyetti. Ayrıca, yeni doğan çocuk er­kekse pahalı kumaşlara, kız ise bez parçalarına sarılırdı. Erkek çocu­ğun oyuncakları, kız çocuğunun oyuncaklarından daha güzeldi. Çocuğu­nu öldüren analara ceza verilmezdi. On yaşından sonra kız çocuklar so­kağa çıkamazdı[15].

İran’da Sasani Devletinde de, kız kardeşle evlenmek caizdi. Hatta bu teşvik edilirdi. Kan hısımlığının, kız kardeş ve annelerinin saygıya değer hiç bir hususiyeti yoktu[16].

İslâm’dan önceki Arap cemiyetinin aile müessesesi diğer müesseselerin pek çoğu gibi, ahlakın bozulmasından etkilenmiş durumda idi[17]. Babaların, yeni doğan kız çocuklarını diri diri toprağa gömerek, ölüme mahkum etmesi bir örf halini almış ve hatta hatta örften de daha mües­sir şekilde, tatbik edilmesi gereken bir yazısız kanun halini almıştı. Bu konuda Mahmut Esad efendi “Beni-Temim kabilesinin Kaya İbn. Asım’ m onüç kızını öldürmüş olduğunu bildirmektedir.”[18]

Oysa, eski Türkler’de kız evlat sahibi olmak bir felaket ve şeref­sizlik addolunmazdı. Bilâkis, kız sahibi olmak için, Oğuz Beylerinin al­kış (dua)ına müracaat eden kimseler vardı. Yine buna karşılık, Araplar’da maddî menfaatler için, çadırlarda cariyeleri fuhuşa teşvik etmek, hatta zorlamak olağan davranışlardandı[19]. Kadın, alınıp satılan bir eş­ya idi. Hiç bir hakka sahip değildi. Kadının bazen miras olarak elden ele gezdiği de olurdu. Öyle ki, bir kimse ölen babasının karısına yani üvey annesine varis olabilir, onunla evlenebilirdi. Erkekler basit sebeplerle karılarını boşayabildikleri halde, kadına bu hak verilmemişti[20]. Erkeklerin eş değiştirmeleri “Nikah-i Bedel” kültürün unsurlarından­dır[21]. Erkek çocuk doğurmayan kadın aşağılanmaya mahkum olduğu gi­bi, öldüğü zaman kocasına taziyette bulunulmazdı. Kısaca evlilik onla­ra göre, cinsel birleşmeden öte manası olmayan bir müessese idi[22].

Roma’da ise, M.S. ki dönemlerde, bir kadın birçok defa nikâhlanabilir ve istediği kadar koca değiştirebilirdi. Romalı filozof Seneka (ölüm. M.S. 73), Roma’daki boşanma rezaletini anlatırken der ki: “Za­manımız Roma’sında boşanma hadiseleri artık ayıp sayılmamaktadır. Kadınlar bir ömür boyu, yaşlarının sayısından fazla erkekle evlenebili­yorlar.”[23].
Bir Avustralya’lı erkek, âdet zamanlarında karısının kendi yatağın­da yattığını görürse onu hemen öldürürdü. Bir kadının evde erkekle­rin yemek yediği odaya girmesi ölüm cezasına çarptırılmasına yeterdi [24].

Eski Hint Hukukuna göre kadın, evlenme, miras ve diğer muamele­lerde hiç bir hakka sahip değildi. Kadın murdar temayüllere, zayıf karektere ve fena bir ahlaka sahip olduğu kabul ediliyordu. Budizm’in kurucusu Budda, önceleri kadını dinine kabul etmiyordu. Nihayet bir­çok tereddüdden sonra kadınları dinine kabul etmiş, fakat bunu Bu­dist toplumu için çok tehlikeli olduğunu söylemiştir. Hindliler arasın­da dul kadınları yakmak adeti, eski zamanlardan beri vardı, ölen koca­sının naşı üzerinde yakılan kadın, sadık ve saygı değer bir zevce olarak kabul edilirdi”[25].

İsrail hukukuna göre kızlar, babalarının evinde bile, hizmetçi gibi idiler. Baba onları satabilirdi. Boşama hakkı keyfi bir surette kocaya aitti. Kızlar ancak başka bir varis bulunmadığı takdirde babalarının mirasına nail olabilirlerdi[26].

İngiltere’de ise M.S. V. asırdan XI. asra kadar kocalar karılarını sa­tabilirlerdi. İlk günahın işlenmesine sebep olan ve böylece insanlığın felaketine hazırlayan bir kadın olduğuna inanan karamsar Hristiyanlar, kadına daima bir şeytan nazarında bakmışlardır[27].
İşte böylesine tehlikeli ve zararlı görülen kadın, İngiltere’de mur­dar bir mahluk sayıldığı için İncil’e el süremezdi. Bu vaziyet ancak kral VIII. Hanry’in devrinde (1509 – 1547) parlementodan çıkan bir ka­rarla sona erebildi. Bu karara göre kadınlar İncil okuyabileceklerdi[28]. Çok yakın bir tarih olan 1884 yılında Westminster Kilisesinde bir konuş­ma yapan İngiliz Piskoposu Dour şunları söylüyordu: “Bundan 100 sene evveline gelinceye kadar kadın, erkeğin sofrasma oturmak hakkına sa­hip olmadığı gibi kendisine sorulmadan söze başlaması da caiz değildi. Kocası da başının ucuna kocaman bir sopa asardı ki karısı ne zaman bir emrini tutmazsa onu kullanırdı. Kadının sözü kızlarına geçmezdi. Erkek çocuklar ise analarına ev içinde bir hizmetçi kadından fazla bir paye vermezlerdi.”[29]

Bir Avrupalı olan Münih’li yazar Maks Kemmerç, “Tarihte Garip Olaylar” adlı eserinde, Batı’nın ahlâksızlığını dile getirmektedir, önemli gördüğümüz için, bu yazarın eserinden bazı bölümleri sunmak istiyoruz. Maks Kemmerç şöyle anlatıyor: “1240 tarihlerinde ölen Jak dö Vit­ri, Paris hayatını tasvir ederken şunları yazar: Fuhuş günah sayılma­maktadır. Orta malı fahişeler sokak ve geçit başlarında bekleyerek ge­lip geçen rahipleri çekip evlerine alırlardı. Rahip ayıp diyecek olursa, arkasından küfreder, oğlancı diye bağırırlardı. Bu iğrenç illet, şifasız cüzzam veya öldürücü bir başka hastalık gibi şehri öylesine istila etmiş­ti ki, erkekler homoseksüel olmadıklarını göstermek maksadıyla bir veya birçok metres tutmayı akıl kârı sayarlardı.

Dahası var: Bazan aynı evin üst katında okul, alt katında genelev bulunur. Yukarıda ders okunurken, aşağıda fahişeler icray-ı san’at eder­lerdi…” “1492 yılında Basel’de vaftiz edilmiş bir Yahudi kadını, şehirde temiz kız, iffetli kadın bulunmadığını, böyle birini arayanların beşikle­re bakmaları gerektiğini söylemişti”. “1526’da Nrünberg’de Lağv edilen bir kadın manastırındaki rahibelerin bir çoğu genelevlere dağıldılar. Halbuki bu manastır, kadınlar arasındaki ahlâksızlığı azaltmak, düşmüş kızları kurtarmak için kurulmuştu.” “1527 tarihlerinde Ulm’de hatta ev­li kadınlar bile arasıra geneleve devam ederlerdi.” “Kronik isimli ese­rinde Baron Zimmern, rahibe manastırlarının çok zaman bir genelevden farksız olduklarını yazar. XVI. Y.Y. da da vaziyet bu merkezde idi. Bu gizli fuhuş zaman zaman açıkça da görülüyordu. Nitekim Strazburg’da gecenin birinde bir kadın manastırına yıldırım düşüp de yangın çıkınca, halk kapıları kırıp zorla içeri girmiş, çeşitli rezaletlerle karşılaşmışlar­dı. Birçok rahibelerin genç erkeklerle koyun koyuna oldukları görül­müştü. O devirde manastırların hususi pencerelerine gayr-i meşru ço­cuklar bırakılır, bu çocuklar rahibeler tarafından büyütülürdü. Yangın hadisesinde rahibelerin azgınlıklarına alet edilen gençlerin, bu büyütül­müş piçler oldukları anlaşıldı. Bu çocuklar, erkeklik çağma gelince, ih­tiyar, gudubet ve leş kokulu rahibelerin kapatmaları olmuşlardı. Bu gibi manastırlarda ayrıca havuzlar bulunuyor, bu havuzların suları asla ‘boşaltılmıyordu. Çünkü rahibeler bu doğurdukları zina mahsullerini sulara gömerek boğuyorlardı[30].

Yukarıda ibret dolu verilen bu misallerden sonra, birazda aynı asırlar ve hatta çok daha önceki devirlerde Türklerdeki ahlaki yapıyı tekrar gözden geçirmek istiyoruz, ünlü seyyah İbni Fazlan bu konu­muzla ilgili olarak Oğuz Türklerini şöyle anlatmaktadır: “Zina diye bir şey bilmezler, böyle bir suç işleyen birini ortaya çıkarırlarsa onu iki par­ça bölerler. Şöyle ki: Bu kimseyi, iki ağacın dallarına bir yere yaklaş­tırarak bağlarlar, sonrada bu dalları bırakırlar. Dalların eski durumu­na gelmesi neticesi, o kimse iki parçaya bölünür.” Ayrıca İbni Fazlan Bulgar Türklerinin bu konuyla ilgili uygulamasını ise şöyle anlatmakta­dır: “Hiç bir şekilde zina etmezlerdi. Zina onlara göre en büyük suçtu. Zina eden şahıs kim olursa olsun yere çakılan dört kazığı, el ve ayakla­rını bağlayıp sonra da onu boynundan uyluklarına kadar balta ile yara­rak iki parçaya ayırırlardı. Kadına da aynı cezayı tatbik ederlerdi. Ka­dın ve erkeği ikiye ayırdıktan sonra vücutlarının her parçasını bir ağa­ca asarlardı.” Kutluklarda da zina eden kadın ve erkeği yakarlardı[31].

Göktürklerde de sağlam bir aile hayatı vardı. Fuhuş nedir bilmez­lerdi. Evli bir kadına tecavüzün cezası idamdı. Bir genç kıza tecavüz ise, genç kız evlenmeyi kabul etmezse aynı ceza ile karşılık görürdü. Evlilikte de aranılan en büyük şart denklik şartı idi[32].

Fuhşun yasak olduğu, zina edenlerin en ağır şekilde cezalandırıldı­ğı bir yerde muhakkak ki iffetin derin bir manası vardı. Nitekim eski bir Türk inanışına göre, kadınların doğum yapacağı zaman imdatlarına koşan Ayzıt adında bir doğum perisi olduğu kabul edilmektedir. Ayzıt’ ın hiç müsamaha kabul etmeyen bir şartı vardı: İsmetini muhafaza et­memiş olan kadınların yardımına, ne kadar yalvarırlarsa yalvarsınlar ve ne kadar kıymetli kurbanlar ve hediyeler takdim ederlerse etsinler, bir türlü gelmezdi[33].

Bu misaller bize gösteriyor ki, müslüman olmadan önce bile Türklerde, cahiliyet Arapları ve Hrıstiyanlık sonrası Avrupa milletleriyle, Musevi toplumlarıyle mukayese edilemeyecek şekilde sağlam bir iffet ve namus anlayışı vardı. Bu anlayışın onların sadece örf ve adetlerinden doğan sosyal bir ahlak olduğu söylenemez. Zira Ayzıt’m iffetsizliğe müsade etmemesi, kadını iffetli olmaya iten tamamen dini bir motif­tir[34]. Onların diğer milletlerden farklı olarak, fuhuş bataklığına düşme­lerini mani olan otoritede, bir dini telakki aramak gerekir. Bu ve buna benzer, daha önce söylediğimiz ve daha sonra da misaller vereceğimiz konulardan netice olarak şunun çıkacağı bir muhakkaktır. Bu netice: Türklere Tevhid inancını getirmiş olan bir peygamberin varlığı söz ko­nusu olacaktır.

Daha önce verdiğimiz misallerde görüleceği gibi Türkler hariç, kö­le olsun olmasın, kadınları aşağılamayan onları hakir görmeyen başka bir toplum yoktu. Muhakkak ki böyle bir durum çeşitli milletlerin ta­rih içinde teşekkül edip, karakter kazanan ahlak ve aile anlayışlarının tabii bir sonucu idi. Çeşitli milletler ve kültürlerden verdiğimiz bu mi­sallerden sonra Türk kadınının aynı asırlarda şiirlere geçmesi, şiirlere konu olması her halde Türk kadınlarının, diğer milletlerdeki kadınlar­dan çok daha şanslı olduğunun ifadesidir.
İslam öncesi Türk kadınına yazılmış şiirlerin en eskisi olarak ka­bul edilen ve Uygurlar zamanında görülen, Mani kültür muhitinde ye­tişmiş VII. ve VIII. yüzyıllarda yazılması muhtemel olan ve en eski Türk şairlerinden kabul edilen Aprinçur Tiğin bir şiirinde doğrudan doğruya sevgiliden bahsetmektedir. Kadının güzelliğinden, güzel huyun­dan bahsettikten sonra onunla evlenmek isteyişini şöyle şiirleştirmiştir:

Küçlüg priştiler küç bırz-ün / Kudretli melekler kudret versin
Koz-i karam birle / gözü karam ile
Külüşügin oluralım / güle güle oturalım[35]

Görüldüğü gibi Türklerde kadın, şiirlerde kutsal yerini İslam öncesin­de çoktan almış ve Türk erkeği onu her zaman yüce bir varlık olarak göstermiş ve daima yüceltmiştir.

Göktürklerde Kağan’ın karısı Hatun devlet işlerinde kocasıyle bir­likte söz sahibidir. Emirnamelerin yalnız Kağan namına değil, Kağan ve Hatun namına müşterek imza edilmesi, resmi yazışmalarda Kağan’ m Hatundan ayrılması her halde kadının aile hayatındaki ehemmiyetin­den gelmektedir. Kağanın eşi devlet işlerinde kocasına yardımcı olduğu gibi yapılacak andlaşmalarda da büyük rol oynuyordu.

Kadının devlet idaresindeki tesirine örnek olarak şu tarihi vesika­daki olay dikkate şayan niteliktedir: 623 senesinin ekim ayında Göktürk Kağanı İl-Kağan, Çin’e elçi göndererek İmparatordan kendisinin bir Çinli Prensesle evlendirilmesini rica etmiştir. Çin İmparatoru ise, iste­ğinin ancak Ma-i Şehrini kuşatmaktan vazgeçtiği takdirde bu evlenme talebini görüşebileceğini söylemiştir. Göktürk Kağan’ı İl-Kağan, Ma-i şehrinin muhasarasından vazgeçmek istemiş fakat karısı İ-ch’eng Konçuy, şehre yapılan baskınlara devam edilmesini istemiştir.” İşte görüle­ceği üzre bir Hatun’un devlet meseleleri karşısındaki tutumu gayet akıllı ve akıllı olduğu kadar da tutarlıdır. Bu tutarlılığı sayesindedir ki Kağan, Hatun’un görüşünü benimser ve muhasaraya devam eder[36].

Bilge Kağan kitabesinde ise, “Tanrı, Türk Milleti yok olmasın diye, babam İl-Teriş Kağan ile, annem İl-Bilge Hatun’u yükseltti.” Sözleri ka­dının siyasi ve İçtimaî mevkisinin ne derece ileri olduğunu gösteren de­lillerdir. Bilge Kağan bir başka konuşmasında ise, “Sizler, anam, Ha­tun, Hala ve teyzelerim, ablalarım, kadınlarım ve kızlarım” hitabında bulunmaktadır[37].

Uygurlarda da, yine Kağan’ın eşi yahut annesi, Göktürk Devrinde­ki gibi, Kağan’ın yanında bulunmakta ve ona her türlü yardımı yapmak­tadır. Uygurlar 7. Y.Y. da henüz devlet kurmadan önce, Uygur oymağı­nın reisi savaşlarla meşgul olurken annesi Uluğ Hatun, halkın arasında çıkan ihtilaflara ve davalara bakıyor, kanuna tecavüz edenleri şiddetle cezalandırıyordu[38].

Daha önce de belirttiğimiz gibi, hükümdar emirnameleri yalnız Ha­kan adına düzenlenmez, hatta emirnameler yalnız “Hakan Buyuruyor ki” ifadesiyle başlamışsa geçerli olarak kabul edilmezdiler. Yabancı devletlerin elçileri ise, yalnız Hakan’ın huzuruna çıkmazlardı, elçilerin kabulü sırasında, Hatun’un da Hakanla beraber olması gerekirdi[39]. Kabul törenlerinde, ziyaretlerde, şölenlerde Hatun, Hakan’ın solunda oturur, siyasî, idari konulardaki görüşmeleri dinler, fikrini beyan eder, hatta harp meclislerine bile katılırdı[40].

Eski Türklerde kadın yalnız savaşlara iştirak etmekle kalmaz, siya­si nüfuzunu da kullanırdı[41]. Nitekim, Atilla’nın Hatun’u Arıkan’m ayrı bir sarayı mabeyincisi ve müstakil gelirleri vardı[42]. Arıkan Hatun’un sarayı siyasi-idari faaliyetler için kullandığı aşağıda vereceğimiz örnek­te daha iyi görülecektir.

Grek Tarihçisi, Priskos, Atilla’ya giden Doğu Roma elçilerinin, Atilla’nın huzuruna çıkmadan Arıkan Hatun tarafından kabul edildik­lerini yazmakta, bu büyük Türk Kadınının Doğu Roma elçilerine par­lak ziyafetler verdiğini belirtmektedir[43].

Kadınların siyasî – idari faaliyetlere iştirak etmesi, elçileri, bilim adamlarını yabancı heyetleri kabul ederek, onlarla çeşitli konuları gö­rüşmesi, müzakere etmesi ve hatta ziyafetler tertip etmesi yalnız bir bo­ya mensup olan Türklerde rastlanan gerçekler değil, tarihin her devrinde ve her Türk Devletinde, Türk kadınlarının büyük bir vekâr ve haysiyetle yapmakta devam ettiği tarihi bir gerçektir. Türk kadını siya­sette o kadar büyük roller üstlenmişlerdir ki, Mete’nin Hatun’u Hun İmparatorluğu adına Çin ile ilk barış anlaşmasını imzalamıştır[44]. Türk – Moğol İmparatoru Cengiz Han’ın zamanında kadınlar, Cengiz Han’ın kurultay çalışmalarına da katılır, alınacak siyasi ya da askeri kararlar­da faal rol oynarlardı[45].

Bu sosyal statü içinde Türk kadını kimi zaman hakim, kimi za­man komutan, kimi zamanda bizzat devlet başkanı, hatta bazan Türk ülkesi ve Türk Milleti için savaşan rütbesiz bir askerdir. Aynı asırlarda diğer milletlerdeki gibi ikinci plâna itilmiş, köleden dahi aşağı durum­da bulunan ve hatta kendisine isim dahi verilmeyen bir kadından çok farklı olan Türk kadını, İslam ile birlikte daha da ulvileşmiş ve kadın artık kendisine iyilikle muamele edilmesi gereken ve bu iyi muameleyi- de Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in “Cennet Anaların Ayakları Altındadır” Hadis-i Şerif’inde bulan kadın olmuştur.

Bu konuyla ilgili son olarak şunu söyleyebiliriz ki, Türk ırkı müs­tesna hiç bir millet kadını saygı ile anmamıştır. Tâ ki İslâmiyet ve bera­berinde getirdiği kadına verilen değer ve haklara kadar İslamiyet gel­dikten sonra, İslâmiyeti kabul eden ülkeler hariç, dünyanın hemen he­men her yerinde kadınlar şeytanın aleti, şeytan, bütün kötülüklerin kay­nağı olarak kabul edilir ve hukuk sistemleri kadınları erkeklerin köle­si olarak sayarken Türk kadınlarının böylesine şiirlerde ve destanlarda yücelişi ve her ihtişam içinde toplumdan saygı görerek yaşamaları, el­bette Türk Millî kültürünün kadına verdiği yüksek değeri ifade etmek­tedir.

——————————————-
Kaynak: Kadri Süreyya ÖZDENER, Sosyoloji Konferansları Dergisi (Istanbul Journal of Sociological Studies), Sayı 22 (1988): Prof. Dr. Mehmet Eröz’e Armağan
 

[1]   Doç. Dr. Mehmet Eröz, İktisat Sosyolojisine Başlangıç, Sf. 67, 68. İstanbul, 1977.
[2]   Ziya Kazıcı Dr. Mehmet Şeker, Türk – İslâm Medeniyeti Tarihi, Sf. 15. İstanbul, 1982.
[3]   Dr. Özkan İzgi, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Dergisi, “İslamiyet’ten Önceki Türklerde Kadın”, Sf. 67-8, 1973 – 1975.
[4]   İ. Hami Danişmend, Garb Membalarına Göre Eski Türk Seciye ve Ahlakı, sf. 90, İst. 1982.
[5]   Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Sf. 159, 160, 1976.
[6]   Bahaddin Ögel, Kadın Ansiklopedisi, Sf. 78 C. 1, İstanbul, 1984.
[7]   Nezahat Arkun, Türkiye’de Evlenmeler ve Boşanmalar Hakkında Psiko Sos­yal Bir Araştırma, sf. 83 İstanbul 1965.
[8]   Doç. Dr. Mehmet Eröz, Türk ailesi Sf. 24, 25 M. E. Basımevi İstanbul, 1977.
[9]   Bahaddin Ögel Kadın Ansiklopedisi C. 1 Sf. 79.
[10] Dr. Özkan Izgi “Islamiy etten önceki Türklerde Kadın” T.K. araştırmaları Dergisi 1973 – 1975 Sf. 159.
[11] Hayat Ansiklopedisi Aile Maddesi C. 1 Sf. 60 1967.
[12] Dr. Özkan Izgi a.g.e. Sf. 159.
[13] Hüseyin Namık Orkun, Yeryüzünde Türkler Sf. 20 – 21 İstanbul, 1944.
[14]   Reşit Rahmeti Arat “Eski Türk Hukuk Vesikaları” T.K. Araştırmaları Der­gisi Sf. 40 sayı 1 (1964)
[15] H. Fikret Kanat, Pedagoji Tarihi C. 1 Sf. 27 İstanbul 1963.
[16] M. Yaşar Kandemir, Örneklerle İslam Ahlâkı Sf. 85 2. Baskı İst. 1980.
[17] Prof. Dr. Âmiran Kurtkan Bilgiseven, Din Sosyolojisi, Sf. 388 İstanbul 1985
[18] İ. Hami Danişmend, Türkler ve Müslümanlık, Sf. 69 İstanbul
[19] Dr. Faruk Sümer «Eski Türk Kadınları» Türk Yurdu Dergisi Sf. 192, 1954
[20] Asım Koksal İslam Tarihi Mekke Devri Sf. 143 – 144 İstanbul 1981
[21] İslam – Türk Ansiklopedisi Aile Maddesi C. 1 Sf. 173.
[22] İlbar Ortaylı, Türkiye’de Ailenin Gelişimi Toplum Bilimsel İncelemeler Sf. 79 Ankara 1984
[23] Mevcudi, Hicap, trc. A l i Genceli Sf. 26 İstanbul 1972. (24)
[24] H. Fikret Kanat a.g.e. Sf. 50.
[25] M. Yaşar Kandemir a.g.e. Sf. 84.
[26] a.g.e. Sf. 84 – 85.
[27] Bekir Topaloğlu İslamda Kadın Sf. 15 – 16 İstanbul 1968.
[28]    Bekir Topaloğlu a.g.e. Sf. 16.
[29] Abduaziz Çâviş, Anglikan Kilisesine Cevap, trc. Mehmed A k i f Sf. 162 – 165, Ankara 1974
[30]    Kemmerich Max, Tarihte Garip Olaylar, trc. Behçet Necati, Sf. 88 – 97 İs­tanbul 1968.
[31] M. Yaşar Kandemir a.g.e. Sf. 73 – 74.
[32]    Yılmaz Öztuna Türk Tarihinden Yapraklar, Sf. 296 – 297 1000 Temel Eser İstanbul 1985.
[33]    Mustafa Rahmi Balaban Tarih Boyunca Ahlak Sf. 97 İstanbul 1949.
[34]    M. Yaşar Kandemir a.g.e. Sf. 75.
[35]    Reşit Rahmeti Arat, Eski Türk Şiiri Sf. 20 – 21 T.T.K. Basımevi Ankara 1965
[36]    Dr. Özkan Izgi a.g.e. Sf. 150.
[37]    Prof. Dr. Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi C. 1 Sf. 126 – 127 İstanbul 1969.
[38]    Dr. Özkan Izgi a.g.e. Sf. 151.
[39]    Ziya Gökalp Türk Medeniyeti Tarihi C. 2 Sf. 211 T.K. Yayını İst. 1974.
[40]    Gülçin Çandarlıoğlu Türk Destan Kahramanları Sf. 64 İst. 1977.
[41]    Ziya Gökalp Türk Ahlakı Haz. Mustafa Gürgen Sf. 57 T.K. Yayını İst. 1975.
[42]    Gyula Nemet, Atilla ve Hunlar, Tere. Şerif Baştav Sf. 97. İstanbul 1975.
[43]    Necdet Sevinç “Eski Türklerde Kadın ve Aile* Sf. 29 T. Dünyası Araştırma­ları Dergisi Ekim 1980.
[44]    a.g.e. Sf. 30.
[45]    A.Y. Yakubovskiy, Altın Ordu ve Çöküşü çev. Haşan Eren, Sf. 106 Kültür Bakanlığı Yayınları Ankara 1976.
Yazar
Kadri Süreyya ÖZDENER

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen