Medreselerin Gerilemesi

Prof. Dr. Hüseyin ATAY

Burada Osmanlı Medreselerindeki öğretimin gerilemesinin sebeplerini gözden geçireceğiz. Ancak insan tabiatının gerektirdiği, diğer bir deyimle tezahür ettiği iki ana özelliği, iki ayrı ve zıt kutbu açıklamak istiyoruz. Şuna da inanıyoruz ki, bu iki kutup arasında insanoğlu tarih boyunca dalgalanarak ve zikzak yaparak gelmiş olup bugün de faaliyetlerini ona göre ortaya koymaktadır. Şu var ki her top­lum, bu iki kutupta bulunma hususunda beraberlik içinde değildir. Beraberlik içinde olanlar bulunduğu gibi zıt kutupta olanlar da yer almaktadır. Bu iki kutup ile insanları iki kategoriye ayırmak arzu­sundayız.                                                                       .

A – Eflâtundan bu yana, Fârâbî ve Gazali gibi bazı filozoflar ba­zı insanların felsefe yapamayacaklarını ve üst düzeyde düşünme sanatına kabiliyetli olmadıklarını ileri sürmüşlerdir. Dekart her nekadar, her in­sanın kendi aklını beğendiğini[1], akıllar pazara çıkarılmış olsa, herkesin gene kendi aklını beğeneceğini ve böylece aklın insanlar arasında en adil surette taksim edildiğini söylüyorsa da, üst seviyede felsefeye kabiliyetli olanlar olduğu gibi kabiliyetli olmayan akıllar da vardır. Anlayışta, ilim yapmakta ilerde olanlar ve geride kalıp sadece önünde olanı gören ve anlayanlar vardır.

İslam toplumunda da bu iki kutupta insanların bulunduğunu Pey­gamber zamanından beri tesbit etmek mümkündür. Hz. Peygamberin şöyle bir sözü vardır: “İkindi namazını Benu Kurayzada kılacaksınız”.

Hz. Peygamber bu sözü Benu Kurayzaya sefere gidecek sahabeye söylemişti. Yolda sahabenin hepsi ikindi namazında (güneş batmadan kılınır) Benu Kurayzaya gidemeyeceklerini kesinlikle anlamışlardı. Ama sözü anlamakta sahabe iki gruba ayrılmıştı. Biri akılcılar kutbunu teşkil ediyordu. Onlar, bunu şöyle anlamışlardı. “Hz. Peygamber bu emri, çabuk olmak ve acele etmek için verdi” Hz. Peygamberin bu sözü söy­lemekten kasdı, hızlı gitmeyi ifade etmek içindi. Yani o kadar hızlı gi­dilecekti ki, ikindi namazına Benu Kurayzada yetişilecekti. Görülüyor ki, bu anlayış, sözlük anlamını aşıp ileri gitmekte ve sözün içinde belir­tilmeyen amaç ve gayesine ulaşmaktadır. Gayeyi keşfettikten sonra sözlük anlamında durmamıştır. Hatta sözün sözlük anlamının nazari itibara alınmadığı söylenebilir. Çünkü sözlük anlamının gerektirdiği hükme aykırı hareket ederek, Benu Kurayzaya varmadan ikindi na­mazını yolda kılmışlardı.

Diğer kutbu teşkil eden sahabe Hz. Peygamberin sözünde sözlük anlamının geçerli olduğunu ve onun dışına çıkılamayacağını iddia etti. Bu grup sahabeye, sözlük anlamından ileri geçemediği ve lafza bağlı kaldığı için lâfızcılar dendi. Şüphesiz sözde ve sözlük anlamında kalanlar daha dar bir mana içinde sıkışmış kalmışlardı. Bunlar ikindi namazını Hz. Peygamberin emrinin sözlük anlamı uyarınca Benu Kurayzada kılmışlardı. Ama çoktan güneş batmış ve ikindi namazının vakti geç­mişti. Aslında sözlük anlamına göre hareket ederek İslam’ın ikindi na­mazı için koymuş olduğu vakit ilkesini hiçe indirmişlerdi. Öyle anlaşılı­yor ki, bunlara göre sözlerin sözlük anlamları önemli idi. Onlar çatıştık­ları konuyu bir ilkeye ve esasa göre anlamak için akıl yormaya gerek görmemişlerdi. Demek ki onlarca ilke ve kaide önemli değildi, öyle anlaşılıyor ki, bu gurupta olanlar felsefî düşünceyi ve ilmî disiplini kavra­maktan uzak olup bilgileri bir hükümler yığını ve birbirine karşıt olan malumat sahibi ve diğer bir deyimle iptidaî bilgi sahibidirler ve onunla iktifa etmektedirler.

İslam tarihi boyunca bu iki ana kutup arasında olan çatışmaların ve git gel çalkantısının etkisi, İslam toplumunun siyasî, içtimaî ve ilmî çalışmalarında görülmüştür ve hâla görülmektedir. Bu, İslam’ın insan­lara aşıladığı ve telkin ettiği bir tutum ve anlayış mertebesi olmayıp, insanoğlunun yaratılışında mevcut olan anlama, kavrama, muhakeme etmedeki farktan doğmaktadır. Her toplumda bu tip farklı insanlara rastlanmaktadır. Kutsal olan veya olmayan eski metinleri anlama, söylenen sözden söylenmeyen gayeyi kavrama esnasında, bu farklı ka­biliyetler ortaya çıkmaktadır.

B- Osmanlı toplumuna bakarak, insan toplumunun canlı, uzvî bir varlığa, benzediği yönünü ele almak istiyorum. Toplumun, tıpkı bir ağaç, bir fert gibi canlı varlığın, büyüme, yükselme, duraklama, yıkıl­ma, ölme ve dağılmaya sebep olan bünyesel kanunlarına tabi olduğu gö­rülmektedir. Bir ağaç fidanı ve çocuk, büyüyecekleri için ve büyüme çağında oldukları için, vücutlarına, gövdelerine arız olan yaralanmaları, çentikleri, hastalıkları, vücutlarının sağlamlığı, zindeliği, büyüme ener­jisi ve organizmanın dinamikliği, mekanizmanın süratli çalışması saye­sinde çabucak tamir eder, hiç bir arıza bırakmadan büyür ve bayatına devam eder. ’

Osmanlı toplumuna baktığımız zaman, bir beylikken, küçük bir toplum iken büyümeye müsait bir bünyeye sahip olduğu görülür, ilk Osmanlı toplumu güçlü, kuvvetli, enerjik, hızlı ve dinamik bir bünyeye sahiptir, daima büyüyen ve büyümeye niyetli, büyümek için yanıp tutuşan bir arzu ve emel kendisine hakimdir, işte böyle bir ruha sahip olduğu için önüne çıkan büyük ve küçük engelleri, arızalan, içtimai ve siyasi hastalıkları hızla tedavi edip yükselmek üzere yoluna devam et­miştir. Komşu beyliklerle, Bizansla ve Timurla olan savaşlar içinden yılmadan, yıkılmadan, düşe kalka azimle yoluna devam etti. Çünkü öyle istedi, öyle arzu ettiğine ve niyet ettiğine azimle sarıldı.

Burada iki faktörün olduğunu düşünüyoruz. Bu iki faktörle toplum uzvî bir varlıktan ayrılabilir, Biri yönetici kadrodur. Yönetici kadronun vazifesi topluma canlı, dinamik ve ileriye doğru atılım yapabilecek bir ruhu aşılamak ve bunu ona inandırmaktır. Bunu üç esasta toplamak mümkündür. Adaleti, toplumun can ve mal emniyetini sağlamak. Top­lum aslında buna muhtaçtır. Bunları kendisine temin edenin yoluna başını koyar. Zaten koymazsa, bunları elde edemez. Ama toplum hem başını verir ve hem de adalet, mal ve can güvenliği olmazsa, o zaman fertlerde çözülme olur ve toplum yıkılır, ne yönetici ve ne de yöneten kalır. Bu üç esası ferde ve topluma sağlayan yönetici ve siyasi, toplumu istediği yöne yöneltir ve imkânsızlıkları mümkün kılar.

İkincisi de toplumun ve yöneticinin yorgun düşmesidir. Asırlar boyunca ilerleyen, büyüyen, hızlı giden bir toplum yorgun düşebilir, ideal bakımdan, yani maddî ve manevî bakımdan olduğu gibi zihni ba­kımdan da doygun hale gelebilir. Bu durumda ilerlemeye istek ve arzu kalmaz. Elde edilen yeterli sayılarak, yavaş yavaş gerileme ile beraber sermayeden harcanmaya başlanır. Merkezi hükümet, uzakta ,kalan sı­nırlara ve ücra köşelere güç ve kuvvet gönderemez, karşı güçlerin ve yabancı baskıların açacağı gedikler, yara ve bereler büyümeye yüz tu­tar. Bunlar zamanında tamir edilemez ise hastalık gittikçe bütün top­luma ve devlet bünyesine sirayet eder.

Osmanlı toplumunda bunu müşahade etmek kolaylıkla mümkün­dür. Yaşlanan bir ağaç ve insan vücudu, hastalıklara daha az mukave­metli olup arızalarını tedavi edemez veya tedavide çok zahmet çeker. Artık canlılık, enerji, güç ve kuvveti azala azala ölüme doğru gider ve bir gün ölür. Osmanlı İmparatorluğu da bir canlının hayatına benze­mektedir. Yaşlandıktan sonra ortaya çıkan hastalık ve aksaklıklar onda daha önceden de vardı. Ama genç ve dinamik toplum onların üstesinden gelecek güçte olduğundan tedavi etti ve ezip üzerinden geçerek hedefine ulaştı. Yaşlandıktan sonra ise aksaklıkların altında ezilmeye başladı.

Bunu açıklamakla demek istiyoruz ki, yaşlılıktan sonra tedavisi zor olmaya başlayan veya ortaya çıktığı sanılan hastalıklar bünyede daha önce de vardır. Ancak onlar o zaman yayılmaya, su yüzüne çık­maya imkân ve uygun şart bulamazlar. Bu bakımdan toplumun bir canlı varlığa benzediği bir vakıa sayılabilir, ama tıpkısı olduğu söy­lenmez.

Bu iki genel ilkenin açıklanmasından sonra Osmanlıların içinde bulundukları ve öğretimi etkileyen sebep ve şartları gözden geçirebiliriz. Şöylece sıralayabileceğimiz bu etkenler öğretimin gerilemesinin sebeb-‘ lerini açıklamaya çalışacaktır.

1.  Merkezcilik (Merkeziyet):

Eski çağ devlet ve imparatorluklarında olduğu gibi bugün de siya­sette dünya çapında üstün olan devlet, ilimde, teknik ve sanatta da üstün duruma gelmiştir. Bugünkü fenomen de bunu teyid etmektedir. Merkezden her tarafa hükmedildiği için, memleketin her köşesi her yön­den merkeze bağb olup herkes merkezden işini görmektedir. Bu ilimde de öyledir, idarede ve ilimde en yüksek kişiler merkezde olduğu gibi en yüksek öğretim müesseseleri de merkezde bulunduğu için merkezin bütün memlekette maddi ve manevi üstünlüğü sağlanmış olur. Bütün Anadolu’da yüksek medresenin yalnız Bursa’da bulunması[2] oranın ilk merkez olması ve İstanbul’a yakın olmasıyla gene de merkeze yakın oluşunun rolünü hesaba katmak lazımdır. Ayrıca, üst düzeydeki alimleri gerektiğinde sürgün yeri ve danişmentlerin (yüksek tahsil talebesi) staj yeri olarak kullanılarak İstanbul’un bir nefes aldırma yeri gibi kulla­nıldığını düşünmek tarihi olaylara uygun düşer. Osmanlıların ilk mer­kezi İznik’i, sonra Bursa’yı, Edirne’yi ve nihayet İstanbul’u fethettik­ten sonra orayı hem devlet merkezi ve hem de ilim merkezi olarak geliş­tirdikleri tarîhen sabittir. Memleketin en yüksek derecedeki kadılarının, kadı askerlerinin Sahn merkezlerinden mezun olma ve orada müderris olma şartının konması[3]bu merkezciliği kanuni müeyyideye dayandır­mıştır. Ünlü bilginlerin hayatlarını ve vermiş oldukları icazetleri ince­lediğimiz zaman yüksek tahsillerini İstanbul’da yaptıklarını görüyoruz[4]. Bu merkezciliğin belki büyük alimlerin buluşmasını sağlaması gibi fay­daları varsa da bizce şu zararları olmuştur.

a- Merkez’e çok uzak olan yerlerde çok zeki, hevesli, enerji dolu gençlerin merkeze gitme imkânları olmadığından sönüp gitmişlerdir. Eğer yakınlarında ilim merkezi ve yüksek ilim faaliyeti olsaydı, birçok gencin okuma ve ilim hevesi kamçılanmış olacaktı.

b- İlim merkezleri arasında ilmi bir rekabet oluşacaktı. Her mer­kez kendi çevresinde daha değişik imkân ve şartlara göre başka yönlerde gelişme havasını yaratacaktı.

c- Merkeze akın eden ilim adamları oradan ayrılmak istemezler. Daha önce orada yerleşmiş olanlar, sonradan gelenleri çekemez, önceki­lerin idare ile dostlukları olduğu için kendilerine bir takım haksız mevki­ler ve çocuklarına da haksız vazifeler ve rütbeler temin ederek ailece kök salmasını ön plana alırlardı[5].          .

d- Yüksek tahsilin merkezde oluşu büyük alimlerin oraya gitmesini teşvik ettiği gibi, öğrencilerin de oraya akın etmeleri, netice olarak, ikamet, yiyecek ve hoca bulma sorunu yaratmıştı. Hoca sorununu ilerde ele alacağız.

2.   Saltanat kavgasının, milleti karşı karşıya savaşan kutuplara ayırması, idarede hak ve adalet mefhumlarının tartışılmasına sebebiyet vermek suretiyle, milletin mal ve can güvenliğinin ortadan kalkmasını doğurmuştur. Padişahın, kardeşleri ile veya oğullan ile, ya da bir oğ­lundan yana ötekisi ile karşı karşıya, ordu düzenleyerek savaşması, müslümanın kanını müslümana döktürme, elbette, İdarî, siyasî, İçtimaî sorunların dışında dînî ve vicdanî sorunlar doğurmuş ve neticede top­lumun manevi değerlerini sarsmıştır. Aslında bu taht ve şehzadelik kavgaları, sarayın getirmiş ve uygulamış olduğu idare düzenindeki ikilik veya yabancı (devşirme) ile asıl Türk-Müslüman unsurlarının meşruiyet perdesi arkasında çarpışmalarıydı[6]. Bunların tahlili diğer bilimcilere aittir. Bize burada gerekli olan öğretimi etkilemesi yönüdür. İç savaş olan bir yerde güvenlik de, İktisadî durum da bozulur. Bunun yanında yenen ve yenilen taraf da aynı toplumun iki parçası olduğundan, ölen­ler, yaralananlar, malları ellerinden alınanlar veya mal vuranlar, hangi taraftan olurlarsa olsunlar toplumu uzun süre huzursuz edecektir. So­nunda birinin acısı unutulmadan yeni birinin başlaması işleri gitgide bozmuştur. Bu ortamdan hoca ve talebenin etkilenmemesine imkân yoktur. Böylece kendisini tamamen ilme veremeyen talebenin, mezun olsa da istenilen ehliyeti elde etmiş olduğu söylenemez. Bu hadiselere medreselilerin de doğrudan veya dolaylı yoldan katılmış olduklarını tarih belgelemektedir[7].      

3.  Osmanlı idaresindeki aksaklık ve karışıklıkların sebeblerinden biri de padişahın tahta çıkıncaya kadar geçirdiği hayatın etkisidir. Pa­dişah olana kadar her an öldürülme endişesi altında kapalı odalarda hayat sürmesi sonucu, dış hayatı ve idarecileri şahsen tanıma fırsatları olmamıştır. Padişah olunca da lalasının veya kızlar ağasının tavsiyesine boyun eğmiştir. Böylece aslında bir çete şebekesi gibi çalışan yüksek idaredeki insanları, doğrudan tanımayıp o şebekeden biri vasıtasıyle tanımak sureti ile başa geçirme zorunda kalmışlardır. Karşı şebekenin hemen gizli faaliyetine başlaması ile ise kısa bir zamanda (hazan bu za­man iki ayda bitebilir^ önce tayin ettiği sadrazamı idam etmek sonra da öteki şebekelerin tavsiye ettiği birini sadrazam yapmak mecburiyetinde kalmak. Bu, 17 ve 18’nci asırların Osmanlı imparatorluğu idaresindeki bozukluğun baş nedenidir. Daha acıklısı, III. Murad’ın bir rasathane yapmaya emir verip, daha bitmeden yıkılmasına ferman çıkarması on altıncı asrın son çeyreğindedir.

Şeyhülislam ve kazaskerler, devleti idare eden üst düzeydeki şebe­kenin içinde yer alırlardı. Bunları yapanların içinde hak, adalet, ve şeriat mefhumuna gerçekten bağı olanı yok gibiydi. Ama onlar, kendileri veya şebekelerinin menfaatim, haksız ve şeriat dışı olduğunu bildiği halde, bunu hak, adalet ve şeriat adına yaptıkları yaygarasını basarlardı. Her­kes kendi nefsini tanrı edinmiş, o tanrıyı tatmin etmek için iftira ile sad­razamların, padişahların ve iyi hizmeti geçmiş nice paşaların boyunları, muhakemesiz, sorgusuz uçurulmuştur. Bu ortamda, can ve mal emniyeti nasıl kalırdı? Böylece İktisadî sosyal hayat alt üst olmuşta. Bu durum­da medreseliler hoca ve talebe olarak elbette bir ilerleme kaydedemezdi, îşler ve İlmî müesseseler olduğu gibi cahillerin elinde ve menfaatçilerin kontrolünde kalmıştı.

4.  Talebe isyanları:

Yüksek idarede baş gösteren aksaklık ve bozuklukların memleketin diğer yerlerine de sirayet edeceği şüphesizdi. Anadolu köylüsünün, Mustafa Akdağ’ın ifadesiyle Moğolların, Selçukluları 1243 de Kösedağ savaşında yenmesiyle, çift bozanlığı[8] yani çiftini çubuğunu, tarlasını, evini barkını terk edip şehirlere ve başka yerlere göç başlamıştı. Osmanlıların yükselme devrinde savaşların ve fetihlerin araya girmesiyle bu göçler duraklamış gibi oldu ise de Şah İsmail’in İran’da 1499’da or­taya çıkması ile “Kızılbaş Levent”[9] 1er, guruplar halinde İran’a doğru göç etmeğe başladı. Bunda rol oynayan geçim derdi idi. Bu çift bozanlar başıboş gezen serseri takımı olup merkeze karşı hareket etmek ve baş kaldırmak isteyen herkes tarafından istismar edilmekte idiler[10]. Bunların belli bir tutum ve siyasetleri olmayıp işleri çapulculuk yaparak, etrafı korkuya salıp çalıp çırpmak ve göz göre göre zorla almak ve gasp etmekti.

Levent[11] Sekban ve diğer deyimle çiftbozanların evlerini, tarlalarını terketmeye sebep, devlet adamlarının halka yaptıkları haddi aşkın sal­malar ve vergileri ağırlaştırmalar[12] olarak görülmektedir, özetle şunu söylemek yeterlidir. Ehli Örf[13] denilen idareciler ve askerler, ehli şeriat denilen kadılar ve halkın bozguncu takımı olan başıboş leventler, Ana­dolu’yu soyup soğana çevirmek, halka zulmetmek, mal ve can emniyetini hiçe indirmekte köşe kapmaca oynuyorlardı[14]. Menfaatlarının gereğine göre birleşiyor, bazan hasım oluyor, ama her seferinde halk zarar ediyor­du. Halkı eşkiyadan kurtarmaya gelen devlet kuvvetleri, eşkiyanın yap­tığını tekrar ediyordu. Eşkiyanın fertleri arasında din, soy ve mezhep birliği söz konusu değildi. Türk, Kürt, Ermeni ve Rum asıllı kimseler[15] aynı yolun yolcusu olarak “yoldaş” oluyorlardı.      .

Köylerini genç yaşta bırakıp “levent” olarak soygun örgütlerinde yer alan çiftbozanların dışında evsiz barksız gezgin olan çingene gibi gruplar da soygunlara, cinayetlere, hırsızlılara katılıyor ve hatta fu­huş olaylarında bile adları geçiyordu[16].

Bu bozuk düzenden, medreselerin de etkilenmemesi imkânsızdı, özellikle medrese öğrencileri çoğunlukla köy çocukları idi. Çiftbozan leventlerin bozduğu veya çiftbozanlığa sebep olan etkenler, bunların ailelerini de etkisi altına almıştı. Köydeki geçim imkânları çok daralmış olan ana ve babanın çocuklarını, çiftbozan-levent yapma yerine onları daha erken yaşta medreselere göndermeyi tercih edeceklerine şüphe yoktu[17]. Ancak medreselere akın etmeye başlayan öğrenciyi barındıra­cak imaretler (talebe yurtları) kâfi gelmemeye başladı, öğrencilerin hem barınma ve hem de beslenme yönünden birçok problemleri vardı. Fa­kat öğrencilerin sıkıntıları yalnız yatacak ve yiyecek bakımından değil­di. Aynı zamanda hocasızlığın da sıkıntısını çektikleri bir gerçektir. Mus­tafa Akdağ, yüksek tahsilini bitirenlerin devletin ihtiyacını aşmış ola­cağını[18] sanıyorsa da biz aynı kanaatte değiliz. Eğer Anadolu medresele­rinde ders okutan hocaları da devlet hizmeti sayıyorsa, kanaatımızda daha eminiz. Yok eğer, önemli kadılıkları kasdediyorsa bundan şüphe­deyiz. Burada önemli bir sorun daha ortaya çıkıyor. İstanbul’da yüksek tahsilini bitirmiş olanların ne derece tekrar Anadolu’ya, memleketlerine dönmeye can atıp oralarda, vazife aldıklarını incelemek lazımdır. Bugüne kıyas edersek, kimsenin memleketine veya Anadolu’ya vazife almaya gitmeye gönüllü olmadığını ileri sürmek gerçeğe daha uygun olabilir. Merkezciliğin bir zararını daha böylece tesbit etmek mümkün oluyor. Medrese öğrencilerinin (subte) ahlâk dışı hareketlerinin, yaptıkları tahsil gereği onlara yakışmadığında şüphe yoktur. Ancak Mustafa Akdağ, medrese derslerinin engel olucu biç olumlu bir etki yapmamış olmasına dikkati çekiyor ve derslerin büyük kısmının günah-sevap üzerinde ol­duğu halde bunun tesir etmemesinin ilgi çekici olduğunu ifade ediyor[19].

Dediğimiz gibi medrese öğrencilerinden umulan ahlâklı ve dürüst olmalarıdır. Ancak kabul etmek gerekir ki, sadece medreselilerin değil, her müslümanın öyle olması gerekir. Çünkü en basit müslüman en azın­dan büyük günahların beş on tanesini bilir, ama gene de o günahları iş­ler. Bundan ayrı olarak medrese öğretim programını yakından bilen bir kimse böyle bir hükme kolayca varmaz. Çünkü medreselerde ilk okutu­lan dersler Arapça dil bilgisi (Sarf-Nahiv) ve edebiyat, mantık gibi dinle ilgisi olmayan derslerdir. Bu dersler seneler alır. Dini dersler bundan sonraki yıllarda okunur. Onun için medreseye gelip bir iki sene eğlenen kimsenin dilbilgisini yeteri kadar öğrenme imkânı, o zamanki sisteme göre yoktu. Üzerinde durmak istediğimiz iki noktadan birisinin hocala­rın azlığı olduğunu söylemiştik. Hocaların derslerinde ne derece kifa­yetli oldukları ayrı bir sorundur. İkinci nokta öğrencilerin yatakhane­lerde ve odalarda çok sıkışık olduklarını kabul edince, gürültüden hiç birinin gereği gibi dersine çalışına imkânı olmadığı açıkça anlaşılır. Bun­dan başka dil üzerinde ilerde duracağız. Yabancı bir dilde bir kaç dil kaidesi öğretilmesinin öğrenciye dini bir kültür verdiğini iddia etmek zordur. Bunun için din derslerini çoğunlukla okuduğu kabul edilen med­rese öğrencilerinin, sanıldığı kadar okumadıklarını ─programlarını tetkikde─ dinin hükümlerine aykırı hareket etmelerinden, “din öğretiminin tesir etmediği” sonucuna varmak insanı yanlış bir hükme sürükleyebilir. Ay­rıca medrese derslerini eski tertibine göre okuyan ve programlarını ol­dukça bilen biri olarak şunu ifade etmek isterim. Medreselerde, okun­muş olan fıkıhtır. Fıkıhta genellikle öğrenilen dini hükümler, caizdir, caiz değildir, fasittir, vaciptir, farzdır ve yasaktır. Günah ve sevap sözleri ve terimleri Kuran’da, Hadis’te ve bazı ahlâk kitaplarında geçer. Yük­sek tahsil yapmayan bir öğrencinin günah ve sevap hakkındaki fikri ve bilgisi rastgele etraftan duyduğuna veya Arapçası iyi ise özel merakı dolayısıyla büyük eserleri okumasına dayanır.

Farz ve haram (menhi) ile sevap ve günah her nekadar çok sıkı ilişkili ise de aralarında fark vardır. Bunları göz önüne alınca sanırım ki, bir kaç senelik medrese öğrencisine din öğretiminin niçin tesir et­mediği bir dereceye kadar açıklanmış olur.

Medreseli suhtelerin {öğrenci) karışıklık çıkardığı yerler, medrese ve imaretlerinin çok olduğu şehirler ve Anadolu’nun verimli bölgeleridir[20]. Çünkü oraları daha çok öğrenci barındırmaya müsait olmakla, kapasiesinin üzerine çıkmaya da elverişli olup, kalabalık yerlerde insanların birbirini tanımaları daha azdır. Bu gibi meçhul kalma imkânı olan yer­lerde karışıklık ortamı bulunur ve bundan istifade etmek isteyen fır­satçılar, sıkıntıda ve darda olanların isyan heveslerini tahrik edebilir.

Bu bölgelerden, Edirne civan, Bursa, Balıkesir, Afyon Karahisarı, Manisa-Muğla- Isparta, Kastamonu-Çankırı-Bolu, Tokat-Amasya-Çorum, Tarsus-Silifke-Manavgat üçgenleri[21] ve yöreleri talebe isyanlarına sahne olmuştur.           •

Medrese öğrencilerinin isyanlarında ideolojik bir sebep bulamadık. Yalnız iktisadi sebep ve geçim derdini ileri sürmek ön plana alınıyor. Aslında iktisadi sebep sadece öğrenciler için söz konusu olmadığına göre, sorunu biraz da levent denilen başıboş ve çiftbozanlar açısından ele al­mak gerekir. Bunlar, medreseyi alet ederek öğrenci olmadıkları halde öğrenci gözükerek halk içinde bir sempati ve hoş görürlük kazanmayı amaç edinmişlerdir[22]. Bazan öğrencileri de aralarına alarak ortaklaşa çapulculuk yapmak ve böylece suçu da ortaklaşmak amaçları da vardı. Bunun dışında kimsenin temas etmediği bir psikolojik sebep de vardır. Medrese öğrencisinin sakin, asude bir ortam içinde okuyup yükselmesini herkes özellikle, aynı yaştaki gençler çekememişlerdir.

Bunlar öğrencileri kışkırtıp, tahrik ederek onları bir defa medrese­den dışarı çekmişlerdir. Dersini bir gün ihmal etmeye cesaret eden bir öğrenciyi tekrar medreseye sokmak zorlaşmıştır. Ayrıca her öğrenciyi standart bir zekâ, kabiliyet, temayül, aşk, ruh, nefis ve bedene sahip olarak kabul etmek bizi yanlış değerlendirmelere götürür. Sıkı bir kont­rol ve öğretim programı uygulanmayan okullarda, fakültelerde bugün bile ne gibi aksaklıklar ve bozuklukların öğrencilerin eksik, bilgisiz kalmalarına, haklarına ve adalete, razı olmamalarına sebep teşkil ettiği bir gerçektir. Öğrencilerin arkadaşlarını sınıflara sokmamaları her ne- kadar çeşitli sebeblere dayanıyorsa da, her vakit ola gelen bir vakıa olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Hocaların öğrencilerinin çapul­culukları karşısındaki tutumlarını öğrenemiyoruz. Ancak pek nadir de olsa bir müderrisin eşkiya olan öğrencilere başkanlık ettiği gö­rülüyor[23].

Öğrencilerin (suhte) bazen kadılar ve bazan da sancak beyleri tara­fından korunmuş olduklarına rastlanıyor[24]. Bu onların isyanlarının büyümesine ve kolayca bastırılamamasına neden oluyordu. Medrese öğrencilerinde görülen kargaşalığın izlerine Fatih devrinde de rastlamak mümkündür. Gittikçe sorunları büyümüş ve memleketin siyasî, içti­maî ve İktisadî durumu bozulunca, medreselileri daha da çok çapulcu­luğa, anarşiye ve ahlak dışı hareketlere itmiştir, işte bütün bu sebebler medrese öğretim ve eğitimini aksatmış ve geriletmiştir. Hem iyi hoca yetişmemiş ve hem de iyi alim olmanın arzusunu taşıyan talebe kal­mamıştır. Bugünkü öğrenci hareketlerine kıyaslanarak denebilir ki her­kes, çalışıp bilmeden kolayından diploma alıp, haksız mevki ve vazife alma peşinde idi. Herkesin de bunu yapacak adamı vardı. Bize öyle geliyor ki, suhtelerin (medrese öğrencileri) isyanı ve çapulculukları, med­reseli ünvanını almaları sadece çıkış noktası bakımından olsa gerektir. Başlangıçta talebelerin isyan etmiş ve vurgunculuğa başlamış olduklarını tarihen tesbit etmek gerekir. Ancak sonradan gelenler medresede öğrenci olmadan öğrenci gibi gözükmüş[25] ve medreseyi bir karargah gibi kullan­mış olabilirler[26]. Ya da gelip medresede bir kaç yıl okuduktan sonra eşkiyalığa başlamış olmaları düşünülebilir. Her sene bir kaç ay medresede okuduktan sonra cer yapma bahanesiyle yola çıkıp vurgunculuk yapı­yorlardı[27]. İstanbul’a varan ve kadılara arzedilen birçok olaylar kesik şi­kâyet ve kazai hadiselerdir[28]. Medreselilerin, günlük, haftalık veya yıllık faaliyetlerine dair vesikalar olmadıkça bunların hangi seviyede ve kaç yıllık medreseli olduklarını ve kültür seviyelerini tesbit etme imkânı yoktur. Bunların medrese kaçkını, cahil ve hiç bir terbiye görmemiş anarşist gençlerden ibaret olduklarını kabul etmek gerekir. Yaptıkları çapulculukların sonucu elde ettikleri serveti köyde ailelerine götürdükleri zaman[29] aileleri onları nasıl karşılıyordu ve ailelerine ne diyorlardı? Bunları “cer”den halkın kendi rızasiyle verdiği bahşiş, fitre ve zekât ola­rak mı anlatıyorlardı? Böyle değil idiyse aile fertleri ve öğrenci olan ço­cukları da kötü kişi olarak damgalanmaları gerekirdi.

Medrese isyanlarının bastırılamaması, yayılması ve uzun bir süre devleti meşgul etmesi çok güçlü bir isyan olduğundan dolayı değildi. Her tarafta her türlü bozgunculuk, çapulculuk vardı. Medreseliler de onlar arasında bir grubtu. Bunun yanında devletin resmi tedip kuvveti, jandarması diyebileceğimiz milis kuvveti, Türklerden meydana gelen “İl erleri” resmi teşkilatının bile bozgunculuk yaptığını görünce[30] durumun ne kadar karışık olduğu daha iyi anlaşılabilir.

Sonuç olarak bize intikal eden şudur. Medrese öğrencileri, bir sürü sebebler altında derslerini bırakıp eşkiyalığa başlamışlar ve bu, medrese öğretiminin gerilmesine sebep olmuştur. Neticede daha belini doğrulta­cak seviyeye yükselememişti. Bugün 31 Aralık 1980 de Türkiye Cum­huriyetinde Yüksek tahsil ve bir dereceye kadar liseli öğrencilerin oluşturdukları anarşik olayların üstesinden hükümetlerin gelemeyecek boyutlara ulaştığını gördüğümüzü kaydetmeliyiz. 12 Eylül 1980 tarih­inde memleketin komünist solun elinde Afganistan gibi bir duruma düşmesini önlemek için Türk Ordusu ihtilal yaparak, bütün memlekete idareyi ele aldı. Buna sebep öğrenciler ve onları kışkırtan hocalar, des­tekleyen bilinen katiller ve bilinmeyen gizli ajanlardır. Bunu günümüz­de böyle görünce yalnız medreselilerin de anlatılan biçimde, bastırılması güç bir isyana, karışıklığa kalkışmaları insana mübalağa edildiği kanaati­ni vermektedir.           

5.   Dil sorunu:

Medreselerde öğretim dili Arapça idi. Bu, İslâm dininin kutsal ki­tabı Kur’an-ı Kerim ile Hz. Peygamberin sözlerinin Arapça olmasının bir gereği idi. Gerçek dini anlamak için ana kaynağını anlamak lâzımdı. Osmanlılara gelinceye kadarda asırlar boyu Arapça, Müslümanlarca ilim dili olarak kullanılmıştı. Bu kuvvetli bir gelenek idi.

Ancak bizim inancımız odur ki, her hangi bir dil, konuşulan ve ana kucağında öğrenilen bir dil değilse, o dil ile ilim tahsil etmek çok zordur ve bir zorlamadır. Bu dil ile yazılmış olan eserleri okumak, öğrenmek mümkündür. Ama böyle yabancı bir dilde tahsil yaptıktan sonra, o dil­de, o dilin konuşulduğu ana vatanında uzun bir süre kalmadıktan ve onu ana dili haline getirmedikten sonra, fikrî ve İlmî bir keşif ve icat yapabilmek pek zordur. İlim ve tedris dili çarşıda, pazarda, sokakta, evde konuşulmalıdır, öğrenci medresede okuduğunu daha kapısında unutmamalıdır. Asıl gençlik yıllarını böylece lisan öğrenmek için vak­fetmeye mecbur olan bir öğrencinin öğrendiği dile sahip olması, istediği gibi zihni ve fikri tasarrufta bulunması, ancak medresede öğrendiği keli­me ve ifadeleri iyi ezberlemişse hatırlama ve onları tekrarlama yeteneği ile olur. İlim adamı, hiç düşünmeden, kelimeleri zihninin ve hafızasının köşelerinde aramadan, konuşup düşünme ve yazma melekesine sahip ise, ilimde, düşüncede, medresede ve okulda öğrendiğinin ötesine ge­çebilir. Bunun için insan kendi dilinde öğretim yapmalıdır. Başka dilde öğretim, ancak onun memleketinde olmalıdır. Ama, kendi dilinde öğre­tim yaparken yabancı dil öğrenmesi ve yabancı ilim adamlarının fikir­lerinden istifade etmesi ayrı bir konudur. Şüphesiz yabancı diller ve Arapçayı çok iyi ve ana dili gibi bilen kimselere her zaman, ilim ve fikir yönünden ihtiyaç vardır. Yabancı dilleri çok iyi bilenleri yetiştirmek ve yabancı eserleri Türkçeye kazandırmak, her müessesenin ve şahsın baş­lıca gayesi olmalıdır ki, Türk tefekkürü ve medeniyeti doğmuş olsun.

Kanaatimize göre Osmanlı Medreselerinde ve daha doğrusu Türk diyarında bütün öğretimin ve eğitimin Arapça olması ilmin daha çok inkişaf etmesine engel olan sebeblerden ve belki en önemlilerinden biri­dir.                           .

Buna rağmen Osmanlı âlimleri içinde kendi memleketinde Arapça tahsil yapıp, Arapça yazanlar çoktur. Bunların verdikleri eserler, za­manın Arap âlimlerinin eserleri ayarında ve bazan onlardan üstün ol­muştur. Bunu büyük takdirle karşılamak gerekir. Ancak medreselerde okutulan Arapça ilim dili idi. Kendine has klasik bir uslubu ve ifadesi vardı. Sonra, okutulan eserler de çoğunlukla aslında Arap olmayan alim­lerin yazdıkları eserlerdi. Diğer önemli bir durum da edebi zevki göz önü­ne getirmeyen, ilmin gerektirdiği, kesin ve açık vakıayı, gerçeği tıpa tıp ifade etmek kastiyle yazılmış olmasıydı. Edebiyatın gerektirdiği hayali tasvir ve gereksiz sözlerle gelişi güzel bir manayı mecaz, kinayeli ve istiareli ifadelerle anlatmaya özenilemezdi. Şimdi de böyledir. Her­hangi bir dilin edebi yazısı ve ifadesi o dilin ilmi dilinin yazı ve ifadesinden ayrıdır. Konuşmak ayrı bir öğretim ister. Osman Ergin “Türk Maarif Tarihi” adlı eserinde Osmanlı âlimlerini. tenkit ederken[31] bu hususları kavramamış veya kavramamış gözükerek müsteşriklerin iki üç senede mükemmel bir şekilde Arapça konuştuklarını methedip bizim alimleri küçük göstermeğe, cahil, Arapça bilmez olarak ilan etmeğe kalkışmıştır. Ama kendisi bir yazar olsa bile alim olmadığı için yaptığı suçlamaların yönünü bilmiyor ve neyi nasıl tenkit etmesi gerektiğini kestiremiyor. Biz de medrese program ve öğretim tarzını tenkit edeceğiz. Osman Ergin’in o kadar övdüğü müsteşriklerin hiç biri şimdiye kadar Arapça bir eser yazmış değillerdir. Sonra her birinin kaç defa Arap memleketlerine git­miş aylarca, senelerce kalmış olduklarını hesaba katmalıdır. Bugün bile müsteşriklerin içinde kolaylıkla ve akıcı bir şekilde Arapça konuşana rastlamak zordur. Kendim karşılaştığım bir çok Arapça profesörü ve İslam ilimleri mütehassısı müsteşrikin tek kelime Arapça konuşamamıştır. Selis Arapça konuşanları pek enderdir.

Osmanlı âlimlerinin yazdıkları eserler hakkında bir fikir elde etmek için “Keşf ez-Zunûn”, “Osmanlı Müellifleri” gibi eserler ile[32] İstanbul Kütüphanelerini taramak lâzımdır. Ancak Osman Ergin in gözünden kaçan iki noktaya daha cevap vermek istiyorum. Böylece onun gibi dü­şünenlere de cevap vermiş olacağım. Her müellifin yeni bir keşif ve icat ortaya koymasını istemek çok yanlış bir tutumdur. Dünyanın en eski çağından bugüne kadar her hangi bir kimsenin böyle bir istekte bulun­ması akla ve vakıaya aykırıdır. Binlerce kişi yazar çizer, alim olur, on­ların içinden bir kaç tanesi orijinal olur. Orijinali çoğunluk ve çevre ya­ratır. Son olarak bazı ün yapmış büyük alimleri de eser yazmadıkları için sıfıra indirmek büyük haksızlıktır. O adlarını zikrettiği alimlerin hayatlarını incelediğimiz zaman, çok talebe okuttuklarını, iki üç defa icazet verdiklerini görüyoruz. O zamanki sisteme göre bir icazet verme süresi 13 ve 14 yıldı. Haftada dört gün ve her gün bir kaç saat ders veren ve 35 küsur sene devamlı talebe okutan alimden ayrıca eser yazmasını istemek, hocalıkla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir kimsenin arzusu ve isteği olur ki, bu imkânsız olanı istemekten başka bir şey de­ğildir[33]. Aslında bugün de yalnız Arapçayı değil, her hangi bir dili öğret­mek, sadece biz Türklerin sorunu değil, bütün dünya millet ve devletleri­nin sorunudur. Sonra şimdiki okulların yabancı dil öğretmedeki başarı­larına bakıldığı zaman eskinin başarısızlıklarının devam ettiği görülür. Şimdi de iyi dil bilenler ya özel hocalardan ders alıyor veya dil okulla­rına gidiyorlar.

İkinci Meşrutiyet (1908)’den sonra memlekete gelen fikrî hürriyet sonucu medreselerin de ıslahı üzerinde en çok Medreseliler durmaya başlamıştır. Bu arada Medrese içinde en çok tenkide uğrayan ders Arap­ça olmuştu.

On, onbeş veya yirmi sene medresede ömrünü tüketen bir kimsenin ilim ve fenleri öğrenmesi şöyle dursun, Arapçayı bile gereği gibi öğren­mekten aciz kalmasının sebebi olarak metotsuzluk ve usuldeki nizamsızlık göze çarpmaktadır[34]. Bir Tebliğde medreselerin ağlanacak bir gerilikte bırakılacak olursa elli sene sonra isimleri ancak tarihte görülebilecek olduğu ifade edilmişti. Oysa on beş sene sonra lağvedilmiş ve tarihe intikal etmişlerdi.

Değişik Medeniyetlerin Doğuşuna Dilin Tesiri

Bir Fransız, Alman ve İngiliz tefekkürü, felsefesi ve medeniyeti, kendi milli dilleriyle okumaya ve okutmaya başladıkları andan itibaren doğmaya başlamıştır. Diğer deyimle kendi dilleri ile düşünmeye ve yaz­maya başladıkları zaman hem dilleri gelişmiş ve hem de ilim, medeniyet ve felsefede yenilik yapma hususunda atılımlarda bulunmuşlardır. Çün­kü kolay, serbest, zahmet çekmeden düşünme ancak ana dilinde olabi­lir. Anadille düşünürken kelime ve mana ikisi bir anda insanın zihninde doğuverir. Yabancı dilde manayı ifade etmek için insan kalıp, kelime ve ifade aramak zorunda kalır. Hem zahmet çeker ve hem de mana sıkı­şıp kalır, serbest hareket edip patlama, sıçrama ve atılım yapamaz. Batının milli dilleri, Latince’nin esaretinden kurtulup birer ilim dili ol­dukları zaman her millet kendi karakterinin simgesi olan bir medeniyet ve felsefe kurmuştur. Bunun dinle alakası yoktur. Hepsi eskiden Hıris­tiyan idi, gene de Hıristiyan olmakta devam ediyorlar. Aslında eskiden tek tip Hıristiyan medeniyeti varken şimdi çeşitli Hıristiyan milletlerin meydana getirdiği çeşitli Hıristiyan medeniyetleri doğdu. Dillerinin, medeniyetlerinin ve düşüncelerinin kendilerine ait ayrı ayrı özellikleri olduğu halde din bakımından Hıristiyan ruhunu, kültür ve espirisini taşımaktadırlar.

Müslüman milletler de eskiden kendi dillerinde tedrisat yapmış ol­salardı, her biri kendi milletine, bulunduğu bölgenin, iklimin havasına ve şartlarına göre ayrı ayrı, değişik felsefe, medeniyet ve düşünce sistemi ortaya koyacaktı ve hepsi de gene îslamın ruhunu ve felsefesini taşımış olacaktı. Arap olan ve Arapça yazan Muhiddin îbn Arabi nekadar Müslümansa, bir Türk olan ve Türkçe yazan Yunus Emre, Farsça ya­zan Mevlana da o kadar Müslümandır. Arapçanın dışında yazanların Müslümanlığı Arapça yazanların Müslümanlığından az değildir. Dilin dinle ilgisi yoktur. Hıristiyan Araplar da yazıp çizmektedirler. Arapça yazıyorlar diye yazdıkları, çizdikleri, ortaya koydukları medeniyet ve felsefe Arap felsefesi ve medeniyetidir ama ruhu ve esprisi Hıristiyan­lıktır.

6.   Dînî ve Îlmî Hürriyetin olmaması, 1908’deki İkinci Meşruti­yetten sonra Medreseliler tarafından da, İslâmda ilmin gerilemesinin sebeblerinden olarak üzerinde durulmuştur. Bunların içinde, daha ön­ceki istibdad idaresinin, din ilimlerinin iyi tahsil edilmeye yardım et­mesi şöyle dursun, mani olduğunu ileri sürenler az değildir. Burada şunu müşahade ediyoruz. Daha önceki asırlar için medreseliler ilmin gelişme­sine mani olmakla itham edilirken, yirminci asrın başında iş tersine dön­müştür. Bu defa medreseliler ve din bilginleri idareci ve siyasileri itham ederek, onları din ilimlerinin gerektiği gibi tahsil edilmesine karşı çıkıp düşmanlık yaptıklarından dolayı itham etmişlerdir. Muhammed Nesib’in bu hususta söylediklerini günümüzün Türkçesi ile buraya alıyoruz.

“… Bu asırda yetişenlerimiz neden geçmiş asırlarda yetişenlerin topuklarına bile yaklaşamıyorlar? Asırların geçmesi beşeriyetin ilerle­mesine hizmet ederken, neden bizlerin gerilemesine sebep olmuştur? İşte bir sürü sorular ki, pek elem verici ve acıklı olduğu halde, cevabı zor değil, tersine kolaydır.”

“İstibdad hükümetinin mesleğimize layık gördüğü kötü bakışlar­dan, mesleğimize vurduğu müthiş ve yıkıcı darbelerden bahsetmek, ilerleme yolumuzun önüne yığmış olduğu aşılmaz engelleri bir bir saya­rak cevap vermek mümkündür”[35]. 1908 inkılabının getirmiş olduğu ser­best yazma ile, hem medreselilerin içinde medresenin durumunu iyi kavrayanlar, diğer bir deyimle medresenin durumu ile dışardaki içtimai vakıayı ve yaşanan realiteyi kavrayanlar, iki durum arasındaki açıklığı görmüşler ve durumu düzeltmek için kaleme sarılmışlardı. Medresenin ıslahını, asra göre öğretim yapmasını içtenlikle istiyorlardı. Aynı zaman­da medreseli olmayan münevver tabaka da medrese hakkında fikrini daha rahatlıkla söylemeye imkân bulmuş oldu. Bunların içinde iyi ve kötü niyetli olanların birleştikleri bir nokta vardı ki, o da medresenin ıslahı ile ilgilenmekti. Medreseliler de artık eski çağların ve önceki nesil­lerin direnişinin faydalı olmayacağını gördüler. Artık 1773 de Mühendishane-i Bahr-i Hümayun, 1796 da Mühendishane-i Berr-i Hümayun, 1827 de Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Mamure ve 1834 de Mekteb-i Harbiye açıldı. 1838 den sonra Medresenin dışında rüştiyeler ve diğer okullar kurulmaya başlandı. 1857 de Meşihatın dışında Maarif Nezareti resmi bir Hükümet dairesi haline geldikten sonra medresenin karşısında aynı yetkiye ve belki siyasilerin desteğiyle daha çok yetkiye sahib bir teşkilat oldu. Modern okullar ve Üniversite açmaya (her nekadar zaman zaman kapanmışsa da) başladı. 1900 den sonra gelişen üniversite Med­resenin bazı şubelerini ─Kudat’a karşı Hukuk, Medresenin din bilgisi ve­ren kısmı karşısında da Din şubesini açınca─ medrese kenara itilmiş oldu[36]. Gittikçe hayattan ve kültür çevresinden atılacağını anlamıştı ki, hemen ıslahat yapılmasını istemeğe başladı. Yapılan ilk ıslahat önerileri ve tat­bikatının geç kalış yanında tatmin edici olmadığı ilerde görülecektir.

7.   Ferdiyetçilik ve Bencillik:

Genellikle ve daha doğrusu yaratılış yönünden insanoğlu kendi varlığını korumayı amaç edinir. Doğrudan doğruya kendisi ile ilgili olan ailesini ve çoluk çocuğunun varlığını da teminat altına almayı ana hedef olarak ele alır. İnsanoğlu bu tabii eğilim altında, kendi ve ailesinin menfaatini ve yararını her şeyden önceye kor. Bunun karşısına çıkan her türlü engeli bertaraf etmeye çalışır. Kanunun kendisine ver­diği varlığını koruma ve sürdürme hakkını azami derecede kullanır. Kanun istediğini vermediği takdirde gizli yollara ve hilelere başvurur. Eğer gücü yeterse, kendi şahsi ve ailesi yararına olmak üzere konuyu yorumlar veya onu değiştirir.

Osmanlı toplumunda din bilgini olduğu halde bencillikten kurtula­mayan aile ve akraba çıkarını ön planda tutan toplumun zararına şeriat ve kanun ölçülerini, hak ve adalet meftunlarını görmemezbkten gelerek hareket edenler bulunmuştur. Osmanlılarda ilmin gerilemesine ve se­viyesinin düşmesine dolayısıyle ilmin cehaletle eşit olmasına sebep olan­lar az değildir[37].

Birinci Sultan Ahmed, Şeyhülislam Mehmed İbn Sadeddin’e dev­lete ve millete arız olan bozukluğun sebebini sorar, şeyhülislam da “bana ne bundan” cevabını verir[38]. Şimdi “nemelazımcılık” diye slogan haline gelen bu tutum, aslında toplumu ilgilendiren işlerdedir. Yoksa şahsi iş­lerde hiç kimse başkasına göz açtırmamaktadır. Bencilliğin topluma karşı olumsuz ifadesidir.

İlim adamı, devlet adamı ve askeri paşalar gibi büyük adamlara verilen imtiyazlardaki yanılmalar yıllar ve asırlar boyu milletin altından kalkamadığı kötü sonuçlara ve bozukluklara sebep olmaktadır. Herhan­gi büyük bir zata verilen imtiyaz ve mükâfatını varislerine intikal etti­rilmesi ve çocuklarına aynı imtiyazın tanınması toplumun idaresini bir aileye, aşirete ve oligarşiye vermek olur. Ailelere ve soylara intikal ede­cek bir imtiyaz millete çok pahalıya mal olmuştur ve olacağında tarihi tercübe şahittir. Kuran-ı Kerimde Yüce Allah, İbrahim’e “seni insan­lara önder yapacağım dedi, İbrahim soyumdan da (kıl) deyince, Yüce Allah zalimler (hak etmeyenler) Benim andıma erişemezler buyurdu” (Bakara 124). Kuran’ın ve İslam’ın esaslarında ve felsefesinde soyculuk imtiyazı bulunmadığı görülmektedir. Her fert kendi, ehliyet ve kabili­yetine, çalışmasına ve hünerine göre mevki ve imtiyaz sahibi olur, mükâfatını da alır. Bunlarda irsiyet ve soyculuk rol oynamamalıdır.

Osmanlılarda ilk ilmi imtiyaz tanınan Fenari ailesidir[39] Molla Fe- nari, Şemseddin Muhammed b. Hamza (834 /1431) büyük bir alim ol­duğundan dolayı soyuna ilmi mevkiler için bir imtiyazın verilmesinin sebeblerini bilmiyoruz. Ancak bir kimsenin kendi başarısından dolayı başkasına imtiyaz tanınmasının şerî ve de kanunî bir mesnedi olmadığı aşikârdır. Başarıyı gösterene mükâfat ve imtiyazın verilmesinin makul olmasını ve bunun ilme teşvik edici bir sebep olduğunu inkâr etmeye im­kân yoktur. Burada aldatıcı olan, başarı gösterilmeden mükâfatlandırılmaktır. Evlat ve çoluk çocukların kendileri bizzat başarı göstermemişler ki, bir imtiyaza ve mükâfata hak kazanmış olsunlar. İslam nazarında peygamberin soyunun bile bir imtiyazı yoktur. Burada asıl sosyal ve idari bozukluğun amili şudur. Osmanlıların ilk kuruluş devirlerinde henüz idari siyasi ve sosyal bir düzen kurulmamış ve gelen­ek yerleşmemiştir. Az çok başarı gösteren bir kimseye başarabileceği bir mevki verilebilir. Bunda bir kademe ve hiyerarşi düşünülemez. Zira böyle bir kademe henüz teessüs etmemiştir. İkinci önemli nokta idârî ve sosyal bir durum da kuruluş halinde henüz devlet nizamının yerleşme­miş olduğudur. Böyle bir zamanda ailelerin nüfuzuna ihtiyaç olur ve ba­şarılı ailelere yapacakları bir takım görev ve imtiyazlar verilebilir. An­cak devlet nizamı kurulup yerleşince ve mevkilere yükselme bir takım kanun ve kaidelere bağlanınca eski imtiyazların sona ermesi gerekir. Tarihte görüldüğü üzere bu gibi imtiyazlar kurulu düzen içinde düzen­sizliklere sebep olurlar.

İşte meşhur İbn Kemal, Ahmet Şemseddin[40]  Şeyhülislam bulunduğu zaman (939 H. 1532-3 M.) Mueyyed zade Abdulvah’hab Efendi’yi, bo­şalan Kırk akçeli Mahmut Paşa Medresesine haksız yere kanun ve ni­zama aykırı olarak tayin ettirebilmek için, Sadrazam Makbul İbrahim Paşa’dan[41] rica eder ve İbrahim Paşa da bunu Kazasker Fenarizade Muhyiddin Efendi’ye söyler. Muhyiddin Efendi, bu isteği tam yapmasa bile reddetmez. Abdulvahhab Efendi’yi otuz akçe günlüklü Çandarlı-zade İbrahim Paşa Medresesine tayin etmekle yetinir. O zamana kadar kırk akçe günlükle yekten tayin olmak sadece Feneri zadelere verilmiş bir imtiyazdı[42].

İbn Kemal Paşa Şeyhulislam olduğu halde sadrazamı vasıta kılıp kendisine iyiliği dokunan Mueyyedzade Abdurrahman[43] Efen­dinin oğlunu kanuna aykırı olarak ve gereksiz yere haketmediği bir kademeye tayin etmek istedi ve kısmen de başardı. Tayini yapan kazasker Feneri-zadelerdendi. Bir kaç kademe üstten tayin olma imtiyazı kendilerine yani Fenari-zadelere mahsustu. Fenari-zade bu imtiyazın yalnız Fenari-zadelere ait olduğunu ortaya atarak başkalarının bu imtiyaza ortak çıkmalarını önlemek istemişti. Ancak sadrazamın sözünü de kırmadığı için ve gene de kendilerine verilmiş imtiyazdan aşağı bir dereceye tayin ediyor. Acaba dendiği gibi İbn Kemal Paşanın böyle bir iltimasa gerek görmesi Abdurrahman Efendiden gördüğü iyiliğe karşı mı, yoksa Fenari-zadeye karşı mı? Madem ki onların böyle bir im­tiyazları vardır, başkasının da olmalıdır, düşüncesine yer vermek için sadrazamı araya koymuş olabilir. Kendisi Şeyhülislam olduğu halde böyle bir istekte bulunmamıştır. Hangi maksatla olursa olsun bu uygulamanın kurulan düzende bir delik açmak olduğunu sonraki tatbikat göstere­cektir.

Abdulbaki Mahmud (1526-1600), Baki ünvanı ile tanınan ünlü şair danişmend olduktan az sonra 25 akçe günlükle müderris olarak tayin edilmesi için Kanuni ferman verdi. Rumeli Kazaskeri Hamid Efendi bu tayinin kanuna aykırılığını ileri sürdü ise de, Kanuni’nin ısrarı üze­rine otuz akçeli, Silivri’de Piri Mehmed Paşa Medresesine tayin edildi[44].

Muhaşşı Sinanzade Hüseyin Çelebi babasının hatırı için hemen 40 akçe ile Kalenderhane’ye tayin oldu[45].

Ahmed Çelebi, mülazemete ulaşır ulaşmaz Çivizade Mehmed Efendiye[46] damat olduğundan dolayı 969 (1651) da hemen otuz akçe ile Hacı Hasan-zade medresesine tayin oldu[47].

Ahmed b. Haşan: Hasan-Beyzade Ahmed Efendi 977 (1569-70) de ilk defa Kırk akçe ile Kızıl Musluk müderrisi olarak tayin edildi[48]. Çünkü babası Yavuz Sultan’ın sadırlarından idi.

Ebus-Suud’un oğlu Mustafa 982 (1574-5) de babasının hatırı için ilk anda “Sahn” müderris olarak tayin oldu[49]. ‘

Dulkadiroğlu Mehmed Paşa’nın oğlu Osman bey Paşaoğullarına (mehadim-i Alişan) ait “Kanun-ı Kadim-i Osmaniyan” üzere 984 (1576) de mülazım olduktan sonra ilk anda elli akçe ile Davud Paşa Medre­sesi müderrisliğine tayin olunmuştu[50].

Muhaşşı Sinan-zade Hüseyin Efendinin oğlu Mustafa Efendi, 987 (1579) den önce dedesinin yüksek hatırı için (Sudur-ı Kiram Ceddi ali- şanlarına ikram kasdedip) ilk anda kırk akçe ile Efdalzade medresesine tayin olundu[51].

Hoca Sadeddinin dördüncü oğlu Abdulaziz 7 Rebiulahir 983 (1575) de doğmuş olup babasından mülazemet alarak 1003 (1594) de Dahil (elli-akçeli) rütbesi ile Gazanfer Ağa Medresesine “Hocazadeler Kanunu üzre” tayin olmuştu[52].

Kanuni devrinde Anadolu Kazaskeri (sadrı) olan Cafer Efendi’nin oğlu Sunullah Efendi 960 (1553) de doğmuş ve 977 (1569) de mülazım ve 978 (1570) de ilk defa kırk akçe ile Beşiktaş’ta Barbaros Hayreddin Paşa Medresesine tayin olmuştu[53].

Sunullah Efendi’nin oğlu Derviş Mehmed Efendi babasının 1612 de ölümü üzere mülazım kaydediliyor ve aynı sene Şeyhülislam oğlu oluğunun şerefine Zal Paşa Medresesine tayin ediliyor[54]. Bu medrese Da­hil itibar edilmiş ve elli akçeli idi[55].

Seyyid Feyzullah Efendi’nin[56] oğlu Fethullah Efendi, müderris ol­mak istediği zaman, şeyhülislam Sadık Efendi[57], kendisini Hariç müder­risi yapmak istemiş ancak Fethullah efendi, babası daha önce iki ay[58] Şeyhülislamlık yapmış bulunduğundan şeyhülislam oğullarının Musıla-ı Sahn (Dahil-ellilik) müderrisi olarak başladıklarını ileri sürerek bu tayi­ni kabul etmemişti. Sonradan babası ikinci defa Şeyhülislam olunca Musıla-ı Sahn müderrisliğine tayin olunmuştu[59].

Bu olaylarda görüldüğü gibi zadeganlık imtiyazına dayanarak daha yüksek bir dereceye tayin olmayı istemek bir hakmiş gibi iddia ediliyor. Şu da dikkati çekiyor ki, böyle zadeganlık, imtiyazı resmi bir kanun halinde olmayıp iltimas, hatır ve gönül yoluyla tatbik edilerek ihdas edil­miştir. Sözü geçenin yürüttüğü, sözü geçmeyen ve hatırı olmayan kim­seye verilmeyen bir gelenek ve teamülün kurumlaşması olduğu anlaşılı­yor.

Feyzullah Efendi, âlim bir zat olmasına karşılık, hak ve adaletle iş görmezdi. Çok muhteris idi. Oğlu Mustafa Efendiyi iki senede medrese­den mezun ettirerek Selanik Kadılığı, Anadolu Kazaskerliği payeleri ve sonra hemen fiilen Kazasker tayin etmişti. Kanuni’nin (II. Selimin?) kanunnamesinde Sahn’dan önce medreselerde beş sene okumanın mut­laka şart olduğunu bir düşünürsek, işlerin nekadar çığırından çıktığı daha iyi anlaşılır, Sahn’dan önce beş sene olursa Sahn’da da en az altı ay[60] tahsil görmesi gerekirdi. Üçüncü oğluna daha on sekiz yaşında iken Bursa Kadılığım vermişti. En küçük oğlu İbrahim’i de on yaşında Ru­meli payesiyle Yenişehir Kadısı tayin ettirmişti[61].

Şimdiye kadar verdiğimiz misallerle sonrakiler hariç yalnız tayin silsilesinde yolsuzluk olduğu görülmektedir. İlk tayin derecesinin üs­tünde bir kaç derece ile tayin bile büyük yolsuzluklara ve itirazlara yol açmıştı. Bunun sebeblerinden biri olarak da sosyal yaşantının rol oyna­dığını düşünmek mümkündür. Fatih Sultan devrindeki maaşın Kanuni devrinde yeterli olmayabileceğini ve iktisadi hayatın zorlaşmış olabile­ceğini hesaba katıp, müderrislere ya ek maaş vermeyi veya hatır ve ilti­masa yer vermeden ilk tayinlerde maaş derecelerinin yükseltilmesi gerekirdi. Bu gibi tedbirler alınmamış, ancak “zadeganlar” sınıfı türemiş ve onlara ilk tayinlerinde bir kaç derece yüksekten maaş verilmeye başlanmıştır. Şüphe yok ki, bugüne kıyaslamak istersek, asistan olarak tayin edilmesi gereken bir kimse doçent veya profesör tayin edilecek olursa, hem manevi disiplin bozulur ve hem de artık ilmi çalışmaya gevşeklik ve ciddiyetsizlik gelir. Bugün de devlet idaresindeki bozukluğun sebeblerinden birisi, idare amirlerine ve müdürlere istediği kimseyi is­tediği göreve tayin etmek için “takdir hakkının” verilmiş olmasıdır. Bir fakülteden senelerce önce mezun olmuş ve devam ettiği görevinde çalışırken, aynı fakülteden yeni mezun olan birini kıdemlisine şef veya müdür yapmak, devlet memurları arasında en büyük huzursuzluk se­bebi ve devlet işlerinin aksamasının ve gereği gibi yapılmamasının ne­denlerinden biridir. Ama Hükümet başkanının ve başkanların bu yolsuzluktan habersiz olduklarını sanmak saf dillilik olur. İşte Os­manlı devrinde de böyle olmuştur.

Buraya kadar ki misâllerde yetersizlik ve kabiliyetsizlik itirazı görülmemektedir. Tafra, sıçrama denilen üst dereceye tayin söz konu­su olup, itirazlar bu sıçramaya yapılıyordu. Sonraları da kanun oldu.

Şimdi vereceğimiz misal, yetersizlik belgesi sayılır. II. Sultan Be- yazid kendi kullarından olan zamîrî lakaplı Hamza Nureddin adındaki zatı Sahn-ı Seman müderrisi yapmak istemişti. Kazasker Müeyyedzade Abdurrahman Efendi, adayın o dereceye tayin edilecek kadar ilme sahip olmadığını padişaha söyledi. Padişah da “Yüksek İlimlerden okutmağa kadir değilse “Kafiye” (nahiv kitabı) nın orta seviyede bir şerhini okut­maya kadirdir” diye ısrar etmiş ve onu tayin ettirmiştir[62].

Medresenin bozulması, hep medreselilere yüklenir. Aslında ilk defa’ bozmaya çalışan gene idareciler, saray ve padişahtır. Daha doğrusu me­seleyi üst kademenin sorumluluğuna bırakmak gerekir. Ulema ve devlet adamları birbirinin hatırına riayet etmek zorunda kalmışlardır. Biz bun­da sosyal durumun da etkisi olduğunu ilave etmek istiyoruz. Devlet gereği kadar büyümüş, artık sınırları daha uzaklara götürme şevki ve azmi hem padişahta ve hem de yüksek devlet adamlarında kalmamıştı. Padişah artık post neşin olmuş, saraydan dışarı çıkmaya gerek görmü­yordu. Devlet adamları da birbirine düşüp başa geçmek için cinayetler işlemeği mubah değil, sanki devleti kurtarmak için farz haline getirmiş­lerdi. Savaş olmayınca da nüfus çoğalmış, gelir azalmıştı. Milletin savaş geleneği olduğu için ziraat ve ticarete yatkınlığı pek yoktu. Yine devlet kapısına dayanmak zorunda kalınıyordu. İlmiye teşkilatı ise devlet için­de en müsait ve en güvenli meslek idi. Üst kademede olan alimler ve dev­let adamları kendi çocuklarının geleceklerini düşünmek mecburiyetini hissettiler. Bu duygu herkese hakim olunca, birbirinin hatırını kırmamayı, kanundan ve gelenekten yeğ tuttular. Bu suretle iltimas ilk anda hafi­finden başladı ve sonra her tarafa yayıldı, üst kademeden alt tabakalara indi. Bir kanun bir defa çiğnenmeye görsün, her zaman çiğnenir. Üst kademedeki adamın çiğneme hakkı olur da alt kademedekinin olmaya­cağını kim savunabilir, önce üst kademede devlet adamları, idareciler, kadılar ve yüksek kademedeki ilim adamları, alimler, kendi şahsi men­faatlerini toplumun ve devletin menfaatinden önceye aldılar. Kendi çıkarlarını teminat altına almak ilk ve son amaçları oldu.

İlmiye sınıfının, yani medresenin bozulmasının sebeplerinden biri sayılan zadegan sınıfının türemesine Kanuni Sultan Süleyman’ın ho­cası Dalaylı Hayreddin b. Evhad’ın (ö:950/1543) çıkartmış olduğu “Hoca Zadeler Kanunu” olduğu ileri sürülmektedir[63]. Hayreddin Efendi’nin sebep olduğu iki kanun vardır. Biri padişah hocalarının oğullarının ilk anda Dahil (ellili) medreselerine tayin edilmelerini kanun haline getir­miş olmasıdır. Bu sonraları mevali denen, yüksek mevleviyet mertebe­sine çıkan kadıların ve âlimlerin oğullarına da teşmil edilmiştir[64].

İkincisi de padişah hocalarının mülazimlerinin (asistan) yirmi beş akçe ile tayin edilmelerini temin eden kanun ve geleneğini icat etmiş olmasıdır[65].

Bu fertçilik ve bencillik, bugün bile İslam toplumunu kemiren bir hastalık halinde memleketimizde de hüküm sürmektedir. Biz burada yalnız medresenin bozulmasına aksediş yönleri üzerinde durduk. Bunun  ilmin gerilemesine sebep gösterilmesinde isabet vardır. Bu durum, hak­sız yere bir kaç kademe yukarda olan mevkilere tayinler yapmak ve bir de yeteneksiz kişileri layık olmadıkları mevkilere, medreselere tayin et­mek suretiyle, müderrisin ilmi seviyesini, yüksek medresenin ilmi sevi­yesine yükseltmek değil, yüksek İlmî seviyedeki müderrisliği alçaltarak, düşük seviyedeki müderrisin seviyesine indirmekle oldu.

Bir gün Kazasker Şemseddin Molla Kethudazade Kazasker Sadık Efendi’yi Konağında ziyarete gider. Sadık Efendi’nin Hamdi adında küçük yaştaki oğlunu görür ve “bu müderris oldu mu” diye babasına sorar. Babası da “olmadı” deyince, Şemseddin Efendi hemen Şeyhülislama gider ve müderrislik ruusunu alıp getirir, verir.[66]      –

Bu olayın asıl sebebini bilmiyoruz. Ama bir kazaskerin diğerine yap­tığı yarenlik, olsa gerektir. Önemli olan bu gibi olayların vukuu ve zadeganlar kanununun yürürlükte olmasıdır. Şimdiye kadar gördüğümüz ısla­hat ferman ve kanunlarında “zadeganlar” kanununun kaldırıldığına dair açık bir ifadeye rastlamadık. Bu kanun yürürlükte olduktan sonra ısla­hatı alt tabaka için mi getireceklerdi. Elbette yeteneksiz kişilere ilmi mevkiler ve payeler verilmesi bazan öyle boyutlara varmıştı ki, daha er­ginlik çağma gelmemiş, sakalı ve bıyığı bitmemiş çocuklara da icazet (diploma) vermek sureti ile onların müderris tayin edildiklerine[67]  bile şahit oluyoruz. Bu tür hatır ve iltimasın ferdi ve ailevi çıkarların ilmin gerilemesine şu noktadan da sebep olduğu bir gerçektir. Böyle yapılmak­la üst kademelerdeki bütün ilmi kadrolar doldurulmuş ve dışardan İs­tanbul’a gelen, senelerce ömrünü ilme vermiş gençlerin önleri tıkanmış, yükselme imkânları kalmamıştı. Artık ilim yapmak belirli ilmi kadroların inhisarı altına alınmış oluyordu. Her nekadar beşikteki çocuklara ilmî rütbeler ve mevkiler verildiği çok kimse tarafından kaydediliyorsa da biz henüz, on yaşından aşağı bir çocuğa ilmî bir paye verildiğini gösteren bir misal bulamadık. Ama on yaşındaki çocuğa verildiğinin misali yu­karda geçti. Eğer bir misal yoksa on yaşındaki çocuğa verilmesi müba­lağa edilerek beşikteki çocuk demek sureti ile işin vehameti anlatılmak istenmiş olabilir[68].

.Çağdaş bir yazarın müşahedesi

Bencillik ve ferdiyetçiliğin Osmanlı medreselerinde ve ilim çevre­lerinde nasıl bir çöküntüye uğradığını o zamanın yazarları da dile getir- inişlerdi. Zamanının en önemli kişisi olan Gelibolu’lu Ali Mustafa b. Ahmed’in[69] fikirlerinin özetini vererek, bu konuya kısaca değinmek isti­yoruz. Yaşadığı zamanı ve müşahade ettiği olayları doğru olarak anlat­makta olduğu kabul ediliyor. Onun ifadesine göre medreselerde ve ilim çevrelerinde ilim seviyesinin düşmesi beş’ sebebe dayanmaktadır.

1- Hocaların ve talebenin devamsızlığı “zamanımızda (1591 den sonra) müderrislerin haftada dört derse devam etmeleri ve danışmendlerin dersleriyle meşgul olmaları muhal oldu”.

Müderris vardı ki ayda bir kere derse gitmezdi. Niçin gitsin ki, oku­tacak talebe bulamaz ve bulsa da kendisi ders vermeğe kadir değildi”. Bazılarına göre bu ihmal ve liyakatsizliğe sebep mevalizadelerin orta­ya çıkmasıdır:     •

a)   Padişah hocalarının oğulları on dört ve on bir yaşına basınca ilk anda elli akçeli Dahil müderrisi[70] ve

b)   Şeyhülislam oğlu ise aynı yaşta elli akçeli Hariç müderrisi,

c)   Kazasker oğulları, ilk anda kırk akçeli medrese müderrisi[71] ve

d) Taht yani Eyalet Kadılarının oğulları ise yirmi beşli ve otuzlu medreselere hiç sıra beklemeden küçük yaşta müderris olurlardı[72].

Ali daha da tafsilatlı olarak bu sosyal durumu okuyanların gözü­nün önüne sermektedir:

Bunlar hiç bir medresede sıra tahsili görmeden beşikte iken mülâzim, söz söylemeye kudreti olduğu zaman (yani çocuk konuşmaya başlayınca) müderrislik yolu açılır ve bülüğa erince molla (büyük kadı) olmaya yol alır, traşı gelinceye kadar mansıpleri ve medreseleri dolaşır ve traşı geldikten sonra beşyüz akçe ile mevleviyete (yüksek kadılığa) ulaşır”.

2-    Üst kademelerin tıkanmış olması talebenin çalışma arzusunu yıkardı. Mevali-zadelerin çok kısa zamanda yükselmeleri hakiki tale­benin şevkini ve rağbetini kırmaya sebep olurdu.

“O halde Türk çocukları niye meşgul olsunlar, günümüzdeki medreselerde niye ilim tahsil etsinler. Çünkü bunların ömürlerinin sonunda varamayacakları mevkiye bir çelebi, soyuna bakılarak daha çocuk iken ulaşmaktadır”[73].

3-     Anadolu ve Rumeli halkından olup büyüklere intisap etmiş olanların hamilerinin iltimas yapmaları suretiyle medreselerdeki prog­ramlı tahsili görmeden ilmiye sınıfına girmeleri de ayrı bir sebeptir.

4-     Rüşvet ile müderrislik ve kadılık elde edilmesi olayıdır[74].

“Zamanımızda müderris ve kadıların cahil kalmalarının sebebi, cahil zenginlere olan riayettir. Bütün mevkiler layık ve münasip olanına verilmez. Mevki rüşvet salan ve yalvarıp yakaranlara verilir. Bundan do­layı müderris ve kadılar büyüklere dayanmaya çalışır ve onlara sığına­rak (ıttıka?) mal toplayıp mevkileri aşmaya çalışmak sayesinde zama­nın ileri gelenleri ile yarışır ve onları geçerdi”[75].

5-     İlim ile cehaletin aynı sayılması ve ikisini birbirinden ayırma­mak suretiyle alim ile cahilin bir tutulması ilme rağbetin azalmasına ve cehaletin yayılmasına sebep olmuştur[76].

Ali’nin Türk çocukları tabirini kullanmasını, bugün için anlamak zordur. Zamanın sosyal ve ilim hayatını iyi bilmeğe ihtiyaç vardır. Bu, üst mevkilerde olan Şeyhülislam, kazasker, Paşa ve İstanbul kadısının aslen Türk olmadıklarını iddia etmek olur. Çünkü onların oğullan bu imtiyazlara sahipti. Anadolu’dan gelen talebeye Türk çocukları diyerek bir ayırım yapmış oluyor, Ama gerçekten öyle değilse, Türk çocukların­dan neyi kasdettiğini anlamaktaki zorluk devam edeceğe benziyor.

8.   Aklî İlimlere Düşmanlık.

Medreselerin gerilemesinde rol oynayan başlıca sebeblerden biri de tecrübî ve aklî tümlere karşı çıkılmasıdır, ilerde gösterileceği üzere dü­şünce tarzı medreselerde programları etkilemiş ve insanın düşüncesini ve muhakemesini geliştiren ve ilmini artıran akla dayalı ilimlerle, deneye ve müşahadeye dayanan bölümlerin yasak edilmesi tarihi bir vakıa olarak ortaya çıkınca nerde ise insan şaşa kalacaktır. Aslında Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflere bir göz atıldığı zaman ilim, fikir, tefekkür, taakkul, akletmek, akıl, tedebbür, nazar (bakıp düşünme), görme (ru’yet) müşahade ve hikmet gibi birçok kelime insanı düşünmeye, muhakeme etmeye bir şeyi başka bir şeye mukayese etmeye, bilinenden bilinmeyeni çıkar­maya, istidlal etmeye teşvik ettiği ve bunu en kutsal bir ibadet saydığı halde, İslam dünyasında ve İslam toplumunda fikirsizlikten, düşünce­sizlikten, akla ve ilme karşı çıkmaktan yakınmak gerçekten üzücüdür. Ne çare ki bugün bu satırların yazıldığı Ocak 1981 yılında bile aynı şikâyeti tekrarlayacak durumdan kurtulmuş olmadığımızı burada belirt­mek isterim.

Filozof ve düşünürler de her insanın yüksek ilim ve düşünce düzeyin­de olmayacağım, her insanın anlayış, kavrayış ve ilim yapma ile düşün­me yeteneğinin değişik olduğunu söylemişlerdir. Tarihteki toplumları teşkil eden insanlar arasında düşünce ve anlayış farkından doğan ihtilaf ve kavgaları biliyoruz. Bugün de aynı tip insanlarla yan yana, iç içe yaşı­yoruz. Bu ayrılıkları psiko-sosyal etkenler ile siyaset ve idarecilikle ilgili sebepler körüklemiş, büyütmüştür. Ancak İslam’ın ruhuna ve amacına aykırı bir davranış olan ve Kuranın nerde ise her ayetinde tenkit edilen düşünce düşmanlığı müslümanlar arasında geçerli olmamalıydı. Oysa incelediğimiz çağda ve zamanımızda düşünenler, hikmet ve felsefe ile meşgul olanlar nerde ise kâfirlikle itham edilmiş ve edile gelmektedir. Biz bu olumsuz tutum takınmayı bazı sebeblere dayandırmak suretiyle, İslam dininin dışında olan âmillere göre açıklamak niyetindeyiz.

a)    Şahsiyetçilik

İlimleri, İslam’da gelenek haline gelen felsefi, yani aklı ve nakli tasnife tabi tutarak bu sebebi açıklamak istiyoruz. Medrese alimleri ve talebeleri içinde bu iki tür ilimden biri kendisine daha kolay ve yatkın gelebilir. Genellikle nakli ilimler daha kolaydır. Onların taraftarı daha çok bulunur. Aklî ilimler çok zordur. İnsanın beynini çatlatacak dere­cede zihni yormaya dayanmadıkça sonuç çıkmaz. Ama kafasını çalıştırıp akli ilimlerde ileri giden, her çeşit münakaşada, toplantı ve karşılaşmada nakli ilimlerde durup kalan kimseyi tenkit eder ve onun ileri süreceği herhangi bir söz ve hükmü felsefe, düşünce ve mantık bakımından mü­dafaa edemez duruma düşürür. Felsefeci hemen tenkide başlar veya baş­ka hükümler ve fikirler ortaya atarak nakilcinin anlamadan ve düşün­meden konuştuğu dinleyenlerce hemen anlaşılır.

Böylece şahsi bir çekişme ortaya çıkar. Nakilci kendisini felsefeci­nin karşısında savunamayınca, hemen ithama, tekfire gider ve çoğunluk düşünme ve muhakeme melekesine sahip olmadığından nakilcinin ta­raftan çoğalır. Çünkü taraftarı da ya tüm cahildir veya kendisi gibi nakilcidir. Burada şu nokta çok önemlidir. Nakilcinin şahsiyeti zayıf­tır. Kendisini felsefi muhakeme yoluyla savunamadığından kendisinde aşağılık şuuru hâkim olur. Karşısındakini yere sermeyi dini bir görev olarak görür. Yapacağı karşı saldırı ve tenkitlerde dinin verdiği ölçüyü de kaçınır. Ama hikmet bilgisi ve mantığı kuvvetli olanın şahsiyeti de kuvvetlidir, aşağılık duygusuna kapılmaz. Bu olgun şahsiyet, bilmedi­ğini itiraf etmekten çekinmez. Ama şahsiyeti zayıf olan, bilmediğinin ortaya çıkmasının kendini yıkacağını düşünür ve buna mukavemet için her şeyi bildiğini iddiaya kalkar. Kendine çok güvenen bir âlimle yaptığım sohbette fikrini savunamayınca bana “elbette sen felsefeci­sin” demek suretiyle şeriat söz konusu olsaydı kendisi haklı çıkacağını söylemek istemişti. Ama şeriat ilimlerin anası ve esası olan Usul ul- Fıkıhtan kendisine cevap verince artık susmak zorunda kalmıştı.

Hareketsiz, durgun ve duraklamış toplumlarda, geleneğe ve nakle bağlı olanlar çoğunlukta olurlar. Nakilci, nakle dayanan kimselerden, kitaplarındaki Arapça sözleri Türkçeye çevirmek kadar bilen ve anlayış­ları söz ve tercüme seviyesini geçmeyen, kitaplardaki yanlışların far­kına varamayan kimseleri kastedilir. Kuranı Kerim ve Hadisi şerif üzerinde çalışanlar içinde büyük âlim ve düşünürler vardır. İdareci ve siyasiler, hareketsiz olan bu çoğunluğun uyuşuk arzusuna uymayı daha rahat idare için gerekli görürler. Ve toplumun, kendilerince en akılsızca bir isteğini yerine getirmekte tereddüt etmezler.

II. Beyazıd’ın Molla Lülfi’yi öldürtmesi ve III. Murad devrinde 1578’de kendi emri ile yaptırtmağa başladığı rasathaneyi gene kendisinin yıktırmasının sebebi bu olmalı. Dinamik ve hareket halinde bulunan Fatih, Yavuz ve Kanuni devirlerinde böyle bir olay vücuda gelmedi ve gelemezdi. Çünkü toplum ve idare hareket halinde olduğundan hareket daima dinamik, düşünen ve hareketin istikametini tayin edecek adam­lara muhtaçtı. Filozofu ve yüksek seviyede düşünürü olmayan toplum­lar, uyuşuk, hareketsiz, uyumsuz, statik durgun ve içinde bulunduğu durumu muhafaza eden toplumlardır. Bunun için duraklama devrinin ilmi ve felsefi tutumu da kendine uygun olur. Padişah ta artık kendi şahsını ve sessizliğin devamını düşünmektedir.

b)     Devletin büyümesi ile sınırlar uzaklarda kalmış, devletin rea­yası içinde her nekadar değişik dinlere sahip milletler bulunsa da, bun­ların kuvvetli fikir adamları ve filozofları da bulunmadığından, azınlık­ta kaldıkları toplumda karşıt bir fikrî harekette bulunmalarına imkân ve güçleri kalmamıştı. Bunun için, onların karşıt fikirlerine cevap verecek ve mücadele edecek müslüman düşünürlerine de ihtiyaç du­yulmamıştı. Devletin sınırları dışında kalan milletlerin de daha kuvvetli bir felsefeleri ve ilimleri yoktu. Bundan ayrı olarak, o zama­na kadar dünya milletlerinde özellikle Orta Doğu ve Avrupa millet­lerinde hâkim olan ilim ve felsefe hepsinde müşterek olmanın yanında, İslam toplumlarında daha yüksek seviyede olduğundan, rekabete gerek görülmüyordu. Bu durum İslam’da ilim ve felsefenin duraklayıp sonra da gerilemesine bir sebep teşkil eder. Çünkü tartışma, çatışma, mücadele ve savunulacak bir ideal yoktu.

c)     İslam ilimleri, biri fikrî, itikadî, yani felsefe, diğeri de amelî, tatbikî, hayata uygulaması olan İslam Hukuku (fıkıh) olarak tefrik edil­mişti. İslam toplumunda itikadî ilimlerden çok İslam Hukukuna ihtiyaç vardı. Gene İslam’a göre Müslüman olmayanları müslüman yapma zorunluğu yoktu. O halde gayri müslimleri müslüman yapmanın yerine onları idare etme görevi vardı. Böylece “Fıkh”a önem vermek gerek­mişti. Büyük imparatorluğun içinde mevcut bütün halkı iyi ve adaletle idare etmek görevi “Fıkh”a aitti. O halde fıkıh iyi okunmalı, okutul­malı idi. Çünkü toplumun sosyal ve ekonomik problemlerine çözüm onun tarafından bulunacaktı. İşte Fıkhın ağırlık kazanmasının nedeni de bu idi. Bu suretle diğer felsefi ilimler kenara itildi veya tamamen kaldırıldı. İslam’ın inanç esasları altı ilke halinde “Amentü” de formüle edilmişti. Bir kimse bunu öğrendikten sonra, artık felsefi münakaşaya hacet görmüyordu. Önemli olan günlük hayatında ne yapması gerek­tiğini bilmesi idi. Fazla olarak, toplumdaki aksaklık ve bozukluklar felsefe okuyanlara ve onların felsefi münakaşaları yoluyla insanları dinde şüpheye düşürdüklerinden insanların şeriatı dinlememeye sevkettiği ithamı da felsefenin kaldırılmasına ve yerine fıkhın konmasına sebep oluyordu. Doğrusu, fıkhın iş görebilmesi için ve geçerli olması için onun gerekçesi olan ilmi Kelam’ın ve felsefenin iyi bilinmesinin gerektiği ka­bul edilmiyordu. Aslında bugün (1981 de) bile eskisi gibi düşünenler azınlıkta değildir. Eskinin yıkılış sebebinin yeninin yıkılış sebebi ola­cağını hâlâ düşünen pek az kimse bulunmaktadır.

d)     Fıkhın, dinin bütün ilim dalları yerine geçmesi:

Şeriatın, fıkıh ilmi ile aynileştirilmesi ve şeriatten ibaret sayılan dinin fıkıhta gerçekleşeceği inancında karar kılınması diğer ilimlerin sönük kalmasına götürmüştür. Müslümanlar din ilimleri yerine kaim ola­cak hayatı kucaklayan, hem hukuk ve hem de ibadetleri içine alan, diğer bir deyimle hem Yüce Allah’la ilişkilerini, hem devlet ve fertlerle ilişki­lerini düzenleyen geniş kapsamlı fıkıhda her istediklerini buluyorlardı. Din namına fıkıh okumak yeterli idi. Burada Leo Strauss’un, Hıristi­yanlık ile İslamiyet ve Yahudilik arasında bulduğu en büyük farkın ne olduğuna temas edersek konu daha açıklık kazanacak gibidir.

“Hıristiyanlara göre, kutsal düstur vahyedilmiş Kelam ilmidir. Yahudi ve Müslümanlara göre kutsal düstur, hiç olmazsa başlangıç olarak, İlahi Kanunun (Fıkıh veya Talmud) doğru yorumundan ibaret­tir. Yahudi ve Müslümanlara göre anlaşılan Kutsal düstur’un, Hıristi­yanların Kutsal düstur anlayışına kıyasla, felsefe ile pek az ortaklığı vardır. Bunun içindir ki Yahudilikte ve İslamiyette felsefenin durumu Hıristiyanlıktan çok daha istikrarsızdı. Bu fark, kısmen Yahudi ve İslam dünyasında felsefi araştırmanın nihai yıkılmasını açıklar ki bu yıkılmanın Batı Hıristiyan dünyasında bir paraleli yoktur”[77].

L.Strauss’un sözünde hakikat payını görmemeye imkân yoktur. Bu yalnız Osmanlıların duraklama ve sonraki devirlerine değil, İslamcın ilk devirlerine de uygun düşmektedir. Birinci hicri asırdan başlayan Ke­lâm ve felsefeye karşı menfi tutumu da izah etmektedir. Hristiyanlarda şeriat olmadığı için, itikat ve ilahiyatın felsefeye olan ihtiyacını gider­mek üzere, felsefenin Hıristiyan ilâhiyatına yardıma çağırılması normal­dir. Ama Yahudilikte ve İslamiyet’te itikattan ayrı olarak şeriat vardır. Hayata o düzen verir ve onun felsefeye ihtiyacı yoktur. İslam’a göre anormal olan Kelâm ve düşünceye karşı cephe alınmasıdır. Bu, Kuran’ın tutumuna tamamen aykırıdır. Zira bir işe yatkın olma, bir işi yapmaya hazırlık önce zihinde, kafada başlar. Kuranın bu felsefesini zamanımız müslümanlarının âlimleri arasında kavrayanlar pek azınlıktadır, ilim- ‘ leri besleyen ve ilimleri ilim kılığına sokan ve onlara ilmi formu veren felsefe ve felsefi düşüncedir. Kuran-ı Kerim zihin, fikir yoluyla insanın davranışlarına yön vermeyi ve onlara düzen vermeyi amaç edinir. Bu­nun için Kuran’da ahkâm ayeti pek azdır. Oysa ilmi az olanlar görü­nüşteki hareketlere önem verdiler ve îslamm ruhunu kaybettiler, ve fikir yapısını kaybettirdiler.

e)     Felsefî düşünceye ve felsefeye, tecrübi ilimlere karşı fiili düş­manlık:

Fatih Sultan Mehmet, imparatorluğu kurduğu gibi ilmin de yük­selmesi için elinden geleni yapmaya çalışmıştı. Öğretimi sıkı bir okul sistemine bağlamayı başardı, istediği âlimi azil ve tayin ediyordu. Bu, siyasi gücün ilim üzerine hükümranlığı idi. Bizce doğru değildi. Bunun yanında âlimlere elinden geldiği kadar hürmet ve iltifat ediyordu. Kötü bir niyeti olmadan, ilim namına, büyük âlimleri çağırıp yanında müna­kaşa ettiriyor, galip ve mağlup olanı ilan ediyor, böylece daha çok çalış­maları için onları teşvik etmiş oluyordu. Ancak bu bence, haysiyet kırıcı bir davranıştı. Karamanlı Mehmet Paşa, Hocazadenin mağlup ettiği Alaeddin Tusî’nın talebesidir, bocasının intikamını almak için Hocazadeyi Kadı bulunduğu İznik’ten İstanbul’a çağırır. Hocazadenin haberi yoktur. Hatipzade ile mubahasaya tutuşturup Hatipzade Hocazadeyi yenecek ve böylece hocasının hıncını alacaktır[78].

Veziriazamın, sanki yatılı okula yatıracağı bir talebeyi müsabaka imtihanına çağırır gibi koskoca allâmeyi ta İznik’ten İstanbul’a getirt­meye ne hakkı vardı? Hocazade önce gelmeyi kabul etmiyor, ama korktu diyeceklerinden çekinerek geliyor. Nihayet âlim Sinan Paşa araya gi­rer ve mubahasa iptal edilir. Burada asıl üzerinde durulması gereken başka bir nokta da böyle herhangi bir konuda değil de genel bir mubahasa ancak ansiklopedik bilgi sahipleri arasında geçerli olur. Bu mubahasalar derinliğine ihtisas bilgisini değil genel kültürü gerektirir ve teşvik eder.

Filanca ve falanca kapışacaklar, hakemlerin de tayin edildiği ilân edilerek yarışma ve mücadele başlıyor. Sonra galip ve mağlup ilan edilior[79]. Birinde galip gelen öbüründe mağlup olabilir. Sonra işte falanca bilemedi diye millete ilân etmek hiç de hoş bir durum olmuyordu. Alim­leri birbirine düşman edip aralarındaki sevgiyi hürmeti kaldırmaktan başka ne işe yaradığı bilinmeyen bu sistem yanlış bir uygulama idi. Pro­fesör kazanamadı derler diye ben şahsen en çok sıkıntıyı profesörlük imtihanında hissettim. Fatih devrindeki ulemaya bakınca her birinin ilimde dev gibi şahsiyetler olduğunu görüyoruz. Hayatlarını incelediği­miz zaman, hiç birinde huzur kalmamış, acaba kim beni ne zaman mağ­lup edebilir düşüncesi onları tedirgin ediyordu. Çünkü bu müsabakanın bir sonu yoktu. Her gün ve her an imtihana çekilme ihtimali vardı. Rezil olmamak için ne yapmak gerek diye âlimlerde bir endişe her an mevcuttu, işin içinde vazifeden atılma da vardı. Sonra şuna dikkati çek­mek istiyorum. Fatih zamanındaki âlimler Fatih zamanından önce ye­tişmişlerdir. Onların âlim olmasında Fatih’in bir emeği geçmemişti ve Fatih’in medrese sistemi de henüz kurulmamıştı. Aslında ondan sonraki âlimleri Fatih’in devrindeki âlimlerle mukayese yapmalıdır ki, araların­daki fark iyi anlaşılsın.

Alimler arasında bu münakaşa ve yarışma, aralarında düşmanlığı körüklemiş ve nihayet Hatipzade Molla Lûlfi’nin öldürülmesine fetva vermiş ve zamanın padişahı da, bu hava içinde fetvayı tenfiz ettirmiştir. Sebep kıskançlık ve yanlışının ortaya çıkma korkusu imiş. Artık herkes susmaya mecbur kalmış, kimse fikrini söylemeye cesaret edemez olmuş­tu. İşte Fatih’in açtığı müsabaka çığırı böyle kötü bir sonuçla kapanmıştır ve ilim hayatını karanlık tünele sokmuştur. Sanki ulema Fatih’ten önce yarışmıyor muydu? Ama daha nâzik, daha zarif, herkes ne yaptığını içinden biliyordu. Üstelik bu dostça ve arkadaşça hem de hoca ile tale­besi arasında oluyordu. Kimin kimden hangi konuyu daha iyi bildiğini de biliyordu ve gidip ondan okuyordu. Fatih askerdi, genç ve dinamikti. Savaş meydanında galip gelen daima yükselecekti. Böylece yene yene arşa değen en büyük imparatorluğu kurduğu gibi, en büyük âlimi de yetiştireceğini sanıyordu. Âlimlerin toplantıları bir savaş haline getirildi. Şüphesiz Fatih Sultan Mehmed işin buna varacağını bilemezdi, iyi niyet sahibi idi ve Hatipzade fetvasını onun zamanında verseydi, kanaatimce önce Hatipzadeyi hesaba çekerdi. Bunun için II. Beyazıd’ın, Molla Lütfi’yi sevdiği söyleniyor, fetvayı infaz ettirmesinin de bir sebebi olmalı­dır[80]. Ancak burada tekrar şunu belirtmek isterim ki, ilim, siyasetin emrine girmiştir, ilmin, yani ilim adamının siyasete hâkim olduğu istis­nai olaylar olup, yok denecek kadar azdır.

Molla Lutfi’nin öldürülmesinden (1495) takriben bir asır sonra III. Murad’ın hocası Sadeddin Efendi’nin, padişaha bir rasathaneye olan lüzumu anlatması üzerine 1576’da rasathane yapılmıştır. 1577’de Şeyhülislam olan Kadızade Ahmed Şemseddin Efendi, Sadeddin Efendi ile aralarındaki husumetin etkisi ile rasathanenin uğursuzluk getirece­ğini padişaha telkin ederek rasathaneyi yıktırmıştır[81]. Siyasi iktidara ya­ranmak için yapılan şahsi ve bencil zararlar ve siyasilerin de her şeyde nüfuz sahibi oldukları açıktır. Ancak iş zincirleme gitmektedir. Zincirin başı olan padişah işin ehli değilse, ilim de siyaset de perişandır. Sanki bugün de idareciler ve siyasîler ilme ve ilim adamına hükmetmekte değil midir? Onun için arzulanan ilim adamı yetişmiyor.

Molla Lütfi’nin ölümünü (1495) belirli bir tarih alırsak, 1656 yılına kadar tam yüz altmış sene, İstanbul’un ilim çevresi ve zihniyetinde ka­ranlık bir devrenin hüküm sürdüğünü görüyoruz. İmamı Birgivi, Muhammed b. Pir Ali (1522-1573) İstanbul’da tahsilini yaptıktan ve bazı görevlerde bulunduktan sonra, samimiyeti ve açık sözlülüğü ile İbn Teymiye’nin yolunu tutmuş ve yeniden bid’at ve sünnet çatışmasını başlatmıştır[82]. Yolunu izleyenlere Kadızadeler (veya Fakiler, Fakihler) denmiş olup, şeriatı koruma davası ile ortalığı huzursuz etmişlerdi. Zamanlarında, felsefî ve tecrübî ilimlerle meşgul olup meşhur olan bulunmadığından karşılarına hücum edecek sadece sofiyye mensuplarını bul­muşlardı.

Burada problemi Kadızadeleri medreseli kabul edipte, medresenin tarikata karşı mücadelesi şeklinde görmemelidir. Çünkü, önce medreseli olan Ebus-Suud Efendi’nin İmam Birgivi’ye karşı cephe aldığını hatırlamamız lâzımdır. Kadızade Mehmet Efendi’nin nizamlı bir medrese tahsili gördüğü anlaşılıyor, ötekilerin tahsillerinin tam olmadığı ve cer bezer cahil kimseler olduğu ortaya çıkıyor. Zira Kadızadelerin karşısın­da olanlardan Mehmed Ağa Camii İmamı konu ile ilgili kitaplarını top­layıp bir katıra yüklemiş, Fatih Camiine gelip Kadizadelere meydan okuyarak “işte meydan” diye kadızadeleri beklemeye koyulmuş, fakat kimse münazaraya yanaşamamıştı. Böylece Kadızadeliler halkın önünde ilmen mağlup edilmişlerse de, vaizleri ile sarayın aşağı takımı baltacılar vesaire yoluyla saraya nüfuzlarını geçirmişlerdi. Kadızadelerin ele aldığı ilk mesele müsbet ilim ve matematik okumanın caiz olup olmaması idi. Sonra işi azıtarak çeşitli istekler öne sürmek sureti ile hasımlarını öl­dürmeye kadar vardırmışlardır. Bu durum karşısında artık felsefî ilim­lerle uğraşmayı kim başına bir bela olarak alabilirdi. Her nekadar 1656 yılında Köprülü Mehmed Paşa Kadızadeli Üstuvani[83] ve arkadaşlarını Kıbrıs’a sürmekle işlerini bitirmiş[84] ise de, artık ilme hız verme ve felsefi ilimlere yönelmeye kimsede şevk ve azim kalmamıştı. Medreselerden, müsbet ilim ve felsefenin, hatta yüksek Kelam eserlerinin ─ki bunlar felsefedir─ kaldırılmasına sebep olmuşlardı. Henüz bu eserlerin medreselerden kalkmasını gösteren bir fetva veya fermana tesadüf edilmemiş­tir. Belki de havanın olumsuzluğu ve okutacak hocanın bulunmaması ile programlardan kaldırılmışlardır. Şu var ki, bu eserler hem vakfiyelerde yer almaları hem dc Fatihin koyduğu dersler olmaları bakımından kim­senin onlara dokunmaması gerekirdi. Vakıfın şartına riayet şeriat emri değil miydi? Sonra Fatih gibi bir Padişahın vakfı da şartı da kaldırıyordu, fakat burada şeriata karşı gelmek kimsenin aklına gelmiyordu. Ama cehalet ve tecavüz kanun ve saygı dinleyemezdi. Burada önemli bir du­rumla karşı karşıya kaldığımız açıktır. Saray, sokağın ve cahil cerbezer- lerin tesirinde kalmaktadır. Sarayda iki türlü cehalet var. İlmî cehalet ve hayatta olup bitenlerden habersiz olmak. Bu ortamda ilim de olamaz­dı, zira herkes endişe içindeydi.

9-   Nüfus çokluğu ile talebenin çoğalmasının öğretime tesiri:

Osmanlı imparatorluğu genişleyebildiği kadar genişledi. Artık o kadar uzaklarda kalan hudutlara gidip savaşmak ve biraz daha geniş­lemek için ne yüksek idare heyetinde, sarayda ve padişahta ne de halkta emel, arzu ve nefes kalmıştı. Ancak zorunlu durumlarda, isyanlarda, başkaldıranların yola getirilmesi için askeri hareket oluyordu.

Bu durumda, nüfus çoğalıyordu. Savaşa gidip şehit olmayan erkek­lerin hanımları yanında daha çok bulunmakla doğumlar da çoğalıyordu. Başka sebeplerle de nüfus artmaya başladı. Devletin, bu çoğalan nüfusa karşı belli bir siyaseti olup olmadığını bilmiyoruz. Nüfusun çoğalması ile işsizlerin sayısı da yükseliyordu. Bunlara çalışma sahaları gerekiyordu. Tarihi gelenek tesiri ile gençlerin idari kadrolara geçme amaçlan onları medreselere hücum etmeye teşvik ediyordu. Yeniçerilik sistemi, Türk gençlerinin askerliğe heves etmelerini engelliyordu. Sadece medrese kendilerine açık kalmıştı. Medresenin, iaşe, ibate, hoca ve kitap bakımın­dan gelen talebeyi barındıracak ve onu tatmin edecek durumda olma­ması, mevcut olan imkânları, bölüşmek zorunda bırakmıştır.

Medreselerde daha önceki hayat şartlarına göre cazip görünen im­kânlar talebenin çoğalması karşısında imkansızlıklara dönüşmüşlerdi. Bunların içinde bir talebenin iyi yetişmesine imkân kalmamıştı. Bir ki­şilik odaya üç dört kişi sığmak zorunda kalırsa, asude bir hava bulup ders çalışmak çok zorlaşıyordu. Hepsi konuşma ve gürültü içinde istemeyerek birbirinin ders çalışmasına engel oluyorlardı. Zamanlarında kitapları kendilerinin yazdığım, henüz baskı olmadığını düşünürsek, yazacak kâ­ğıt, kalem, masa ve yerin bulunması da zorlaşmıştı. Asıl zorluk, talebenin anlama ve öğrenme seviyesinin düşmesi, bir hocaya yirmi talebenin düş­mesi[85] lazım gelirken, bu sefer öğrenci adedinin yüz veya ikiyüz, bazen

da üçyüz olduğundan ileri geliyordu Bir Locanın yirmi talebeyi okut­ması ile yüz talebeyi okutması arasında verim bakımından çok fark var­dır. Fiziki kanunda da öyledir. Yirmi kiloluk bir yükü kaldırmak için gereken güç ile yüz kiloluk yükü kaldırmak için gereken güç elbette ayrı ve farklıdır. Yirmi talebeye ders anlatmak için gereken ses tonu ve sarf- edilen enerji yüz talebeye sarfedilenin beşte biridir. Bu durumda hoca çok, yorulmaktadır. Sonra uzakta kalan talebenin de derse dikkati dağıldığı gibi kolayca ve net olarak hocanın ifadesini kavrayamaz. Böylece talebe­nin de alışı beşte bire iner. Böyle bir durumda görüldüğü gibi daha ilk an da yapılan bir hesapla talebenin seviyesi beşte bire inmiş olur. Buna el­bette ki talebenin rabat bir uykusu olmadığını, gıdasının yetersiz ol­duğunu, ve diğer günlük işlerini görürken yorulmasını da hesaba kat­mamız lâzımdır. Bunlar talebenin tam hazır bir şekilde kendini derse vermesine engel olacağı için verimin beşte bire indiğini söylemek müba­lağa sayılmaz. ,

Şimdi ikinci bir başarı yüzdesi ortaya atabm. Eğer talebe yirmi iken başarı, farzedelim, çok iji niyetle, yüzde yetmiş beş ise yirmi talebenin on beşi iyi yetişiyor demektir. Ama talebenin sayısı aynı şartlarda yüze çık­mışsa başarının beşte bire indiğini kabul ettiğimiz takdirde yüz tale­benin beşte biri olan yirmi iyi talebe yetiştirilmiş olmaz. Yirmi talebenin başarısının beşte birini almamız gerekir. Böylece yirmi talebenin beşte biri dört ettiğine göre yüz talebede dört talebe iyi olarak yetişmiş olur, işte bize göre talebenin çoğalmasının öğretime tesiri bu şekilde anlaşıl­malıdır. Bu durum öğretimin bem kemmiyet ve bem keyfiyet bakımın­dan gerilemesine sebep olmuştur. Tedrisat yapılan dilin de ana dil ol­madığını ve onun özel bir sınıfı ve öğretimi olmadığını aleyhte, bir şart olarak bunlara eklemek lâzımdır.

10-   Camilerin tekrar dersane oluşu:

Medreseler tesis edildikleri zaman dersler dershanelerde verihrdi. Zaten medrese denmesinin sebebi onların dershane olmalarıydı. Ancak dediğimiz gibi nüfus çoğabp medreselere talebe akın edince dershaneler küçük ve dar gelmiş, daha çok talebeye ders vermek imkânım elde etmek için yeni medreselere ihtiyaç hasıl olmuştu. Ancak bu yola gidilmedi. Dersler camiye intikal ettirildi, ve böylece hazır elden daha büyük ders­hanelere sahip olundu. Medreselerdeki dershaneler de yatakhane oluver­di. Bu yolla bir taşla bir kaç kuş vurulmuş oluyordu, idareciler talebeye yeni dershane, yeni yatakhane ve yeni boca bulmaktan kurtuluyorlardı. Şüphesiz bu ilmin aleyhinde oluyordu. Bunu başka bir açıdan ele alan M. Şevketî’nin açıklaması, medreselerin son durumunu tasvir etme­sinden ötürü buraya alıyoruz.                                                            ‘

“Medreseler tesis oldundukları zaman dersler bizde de dershane­lerde okunurmuş. Medreselere girmek ruusa ve ağır şartlara bağlı idi. Müderrisler kudreti İlmiyeyi haizdi. Gitgide müderrisler eski kuvvet­lerini kaybedip içlerinde iyi ders okutanlar azalmıştı. İktidar alimler­den talebenin istifade etmesi için, dersler talebenin intihabına fırsat vermek üzere dersi âm şeklinde camilere çıkarılmıştı ve medreseler mes­ken haline çevrilmişti. Merkezde bulunan büyük camilerin her tarafı boş kalmamacasına (dolar) müderirisler çıkar, her biri takrir ettiği dersi talebesine anlatmak için avazı çıktığı kadar bağırır, her taraftan yük­selen bu sesler birbirine karışır, bir gürültüdür gider, ne müdderris cemiyet-i hazıra ile bir ders takrir edebilir, ne talebe zihnini toplayıp lâyıkıyle ders dinleyebilir. Dersin nihayetinde biçare müderris o kadar yorulmuştur ki bir kaç saat sonra kendine gelebilir. Bu yolda sakat olan­lar, kurban gidenler de vardır. Ders dediğimiz iş o kadar nâziktir ki, de­ğil böyle bir kavgayı andıran gürültü, bir “çıt” bile meleklerini, peri­lerini ürkütmeye kâfidir. Bundan dolayı dersler lâzım olan dikkat ve huzur içinde cereyan etmek için dershanelerde okutulmalıdır[86].

Hocanın bu kadar yorgun düşmesinin başka bir sebebinin de bir talebenin okuması gerekli bütün derslerin tek hoca tarafından verilmesi olduğunu açıklamıştık. Gerçekten iyi hocanın yetiştirilmesi ile iş bit­miyor, onun iyi yetiştirmesini temin edecek en iyi şartlar ve imkânların bulunması da lâzımdır.

11-   Öğretim sisteminde ve Metodda bozukluk:

Müdderrisler, ders vermeğe başladıkları zaman, talebeyi ilk mer­haleden alır son sınıfa kadar okuturdu. Bu sürenin on üç yıla sığınıldığı sonraki ıslahat programlarından anlaşılıyor. Ne var ki yirmi sene kadar okuyup halâ da yüksek kısma ancak geçenlerin bulunduğu da ten­kit edilen[87] yönlerden biridir. Hoca, bugünkü Türkiye’nin ilk okul sis­teminde olduğu gibi öğrenciyi birinci sınıftan alarak her sene öğrenci ile beraber yükselerek beşinci sınıftan öğrenciyi mezun ediyor ve tekrar birinci sınıf öğretmenliğine dönüyordu. Camide ders okuyan talebe ho­cayı kendisi seçiyordu[88]. Cahil bir kimsenin Anadolu’dan, köyden, dağ­dan, kasabadan gelip hoca seçmekteki başarısı ne olabilir? Şöhret yap­mış hocayı kabullenmek zorundu kalır ve böylece meşhur olan hocanın talebesi kalabalıklaşır, öğrenme imkânı azalır. Hoca da ihtisas sahibi olmadığı için, her gün sıkı ders çalışıp yorgun düşer ve çok kalabalık (ba­zen 300 kişi) talebeye ders anlatmak için bağıra bağıra konuşmak zo­runda kalır. Böylece bitkin düşer ve tekrar gidip ders çalışıp anlaması elbette zayıflar ve hocanın verimi de düşer. Talebe iyi çalışıp anladığı takdirde hocasının küçük bir kopyası ve sureti olur. Talebe şüphesiz hocası seviyesinde olamaz. Hocası asıl, orijinal, kendisi onun kopyası olursa, kopya ile orijinal arasındaki fark hesaba katılırsa, ilmin bu metotla yavaş yavaş sönmeğe yüz tuttuğu görülür. Eğer talebe değişik hocalardan okumuş olsa, her hocanın kendine has bir meziyeti olacağı için, iyi bir öğrencinin, bal arısı gibi her birinin iyi yanlarını kendine ör­nek alır ve hocalarından bir yönden daha üstün olma imkânı doğar. Seç­kin âlim ve müderrislerin hayatları incelenince bir kaç hocadan ders gördükleri anlaşılıyor.

Hocaların ihtisas yapmamalarından öyle anlaşılıyor ki, şerhi ve şerhin şerhini talebeye okutmak zorunda kalıyor. Böylece metinde olan zorlukları kendisi daha önce çözmek için vaktinin bulunmamasını te­lafi etmiş oluyor. Talebeler de şerh ve haşiyeleri ders kitabı gibi harfi har­fine takip ederek ömür tüketiyor. Burada şunu kaydetmekte fayda vardır. Aslında şerhlerin hepsi gereksiz, manasız, şişirme değildir. İç­lerinden yalnız metnin ifadesini çözmekle uğraşan yoktur. Yeni yeni meselelerden bahsedenler de vardır. Ancak bu gibi eserlerin şerh olarak yazılması çağın yanlışlarından biridir. Şerhler metinleri anlamak için vasıta iken sonradan şerhlerin anlaşılması gaye olmuştu. Arapça kaide­lerin hepsinde genellikle tek bir misal verilir. Böylece çok misal vermek suretiyle de Arapça kelime haznesinin zenginleştirilmesine gidilmemişti. Okunan “Bina”da, en büyük âlim olduktan sonra bile bütün hayatı bo­yunca yapacağı mütalaa esnasında karşısına çıkmayan fiil çekim ve gu­ruplarından bahsedilir, ilerde vereceğimiz programlarda Sarf ve Nah­vin kaç senede okunduğunu göreceğiz. Acıklı olan şudur ki, medreselerin kapanmasından altmış sene sonra hala eski medrese sisteminde öğrenim yapılmadığı için Arapça öğretiminin başarıya ulaşamadığını. iddia e­denler bulunmaktadır. Bunun sebebi bizce, modern Arapça öğretim metodunun yaygın hale getirilmemesidir. Her ne kadar otuz senedir ilahiyat Fakültesi, İmam Hatip Okulu ve Yüksek İslam Enstitüsü gibi resmi okullarda Arapça okunuyorsa da hep eski tarz okuyanların tesiri üstün gelmiştir. Modern metodla bir iki hoca bu durumu düzeltememiştir. Bundan sonra hala modern metodun yerleşmesi için özel çaba sarfeden Arapça hocalarına ihtiyaç vardır. Metodı kitabın olmaması yanında ayrıca Arapçanın dil olarak okutulması da ihmal edilmişti.

1867 (1284) yılında medrese ulemasının tertiplediği medrese prog­ramından- aşağıda göreceğiz- iki nesneyi buraya alıyoruz. Biri, medre­se tahsilinin ön üç sene olduğunun tesbiti, İkincisi bu on üç senelik tah­silde “Emsile”den başlanılmış olmasıdır. Anlaşılıyor ki, ondan önce bir iptidai tahsil varsa da ne derece düzenli olduğu bilinmiyor. Emsileden başlayan talebe imtihana tabi tutuluyor mu bilmiyoruz. Eğer imtihana tabi tutulmuyorsa demek ki, belki Kuran okumasını öğrenmiştir. Böylece kapalı bir başlangıçla karşılaşıyoruz. Yahut ta kimi yazı yazmasını ve okumasını biliyor, bir kısmı da sadece okumasını bildiği gibi başlı­yor, ama yazı yazmasını bilmiyordu. Bunu Osman Ergin’in tercümei halinden öğreniyoruz[89].           .

Ama ben, hafızlığı yaptım, Arapça harekeli yazıyı kolayca okurdum. Ayrıca eskiyazı okuma ve yazmayı biraz meşk etmiştim. İlk okulun beş­inci sınıfında iken Arapça hocasına gittim ve Emsileden başladım. Beni hiç imtihan etmedi. Öylece Sarf, cümlesi denen Emsile, Bina, Maksud, Izzi ve Merah okuduk. Nahivden de Avamil ve Izhar’ı okudum. Sonra başka hocalardan bunları tekrar okudum. Ancak, daha önceki okuma me­toduna dair hocamızın ifadesine göre, bu Sarf ve Nahiv kitapları ezberlenirdi. Hoca “Emsile”ye başlarken -bu Arapçada fiil çekimi cetvelidir -fiillerin ve çekimlerinin felsefesini, inceliklerini talebeye anlatırdı. Ta­lebe daha tek Arapça kelime öğrenmeden onun inceliklerini dinlerdi, öğretim bu tarz devam ederdi.

“izhar” denilen eserin Türkçesi yapılmış olup, buna “Mefhum-ı iz­har” denirdi. İzhar’ın Arapçasını ezberlemek şart olduğu gibi bu Mefhu- m’u da ezberlenirdi. Dahası vardı. Izhar’m Iğrabı[90] yapılmış ve basılmıştı. Hocamız ne kadar vahlanırdı. “Kuran’ın ve Hadis’in ığrabı ile uğraş­mazlarda, değmez bir kitabın ığrabı ile ömürlerini zayi ederlerdi”derdi. Bu Sarf ve Nahiv kitaplarının yanında Arapça okuma veya’ tatbikat kitabı olarak küçük veya büyük bir eser okunmazdı. Arapça olarak sa­dece Sarf ve Nahiv kitaplarının Arapça cümleleri içinde Arapça öğretilir­di. Bunlarda talebe biraz mesafe katettikten sonra basit gene Arapça bir fıkıh kitabı olan Halebi, Kudurî, Multeka okutulurdu. Sarf m en yük­sek kitabı Merah, sonra Şafiye gelirdi. Nahvin en zor kitabı da “Kâfi­ye” ve onun şerhi “Molla Cami” idi. Bunların da şerhleri ve haşiyeleri okutulur ve ezberletilirdi. Talebe bunların içindeki Arapçadan başka Arapça bilmezdi. Arapça öğretilmeden Arapça Sarf ve Nahiv kaidelerini hafız gibi ezberden saydırırlardı. Bundan sonra Arap Edebiyat ilmine ait Telhis, Muhtasar Meanı ve en yüksek olarak, bunların felsefeli şerhi Mutavval okunurdu. Arapça bir cümleyi kurup yazamayan bir kimse, senelerce Sarf, Nahiv ve Belagat ilimlerinde havada kalan kaideler öğ­renmiş olurdu. Arapça bilmeden en büyük Arap edibinin bilmediği Be­lagat kaidelerini bilirdi. Hocamız anlattı. Hocası, Belagat okuturken kitapta bir kaideyi iyi çalıştığı halde gene anlatamamış, talebelerinden özür dilemiş, akşam çalışmak üzere dersi ertesi güne bırakmıştı. Doğrusu, bunda şaşılacak bir şey yok. Ancak kitabın ifadesini anlamak için bu gibi gayretlerin sarfedildiği ve ilmi elde etmenin değil, kitabı anlamanın gaye olduğu anlaşılıyor. Elbette o ibareyi anlamak için ne kadar şerh, haşiye, talikat varsa hepsinin okunması lâzım geldiği ve insanın gücünü tükettiği düşünülürse altından çıkılmaz bir metod takıp edildiği anlaşılır.

Burada bir misal vermek isterim “IF’AL” babı dört harfli bir fiil­dir. Bunun aslı üç harfli olması halinde, yapılan işlemi anlatmak için en kısa yarım sayfalık bir anlatışı vardır. Talebe bunu ezberlerdi: Ben ezberlemedim. Ancak, babamın yaşıtı, bir hemşehrim medreseler kapan­madan önce bunu ezberlemiş, takriben otuz sene sonra bana okuyunca, nekadar kuvvetli ezberlemiş olduğuna şaşmıştım. Tabii İzhara kadar okumuş ve medreseler kapandığı için tahsile devam edememiş ve çiftçi olarak kalmıştı. Arapça “KeRuMe” üç harfli fiilini (EkReMe” yapmak için şöyle denirdi:

“IF’AL” Babının mefhum ve İlâli[91]

“35 babdan on iki bab sülasi mücerred üzre ziyade oldular. Onlar da üç nevi olup birinci sülasi üzerine bir harf ile ziyade kılındı. On­lar da üç bab olup birinci babın vezni Ef’ale Yuf’ihıif’alen mevzunu Ekreme Yükrimu ikrâmen’dir. Ekreme asknda KERUME idi, sülasi mü­cerred idi. Kerume’yi if’al babına nakletmek murad ettik. Kaidesi: Ke- rume’nin evveline bir hemzei kati meftuhe getirirler, biz de getirdik. Ekenime oldu. Erbea harekatın mutevalıyatın cemi (ardarda dört ha­rekenin bir araya gelmesi) lazım geldi. Bu lüzumu def’ için kâf’ı sakin kıldık Ekrume oldu. Ef’ule vezninde Kelam-i Arapta sığa bulunmadı­ğından Ra’nın zammesini fetheye tebdil ettik Ekreme oldu. “Ekreme” .fiili mâzi “Yükrimu” fiili muzarı “ikramen” gelir bu babın masdarı. Bu baba masdar ile ad verirler. Masdar iştikakta asıl olup işin asliyle her- şeyin tesmiyesi evvela olduğundan bu babın mazisi dört harf üzerine ol­maktır. Evveline bir hemze getirmek sebebiyle binası çok kere mutead- di az kere lâzım içindir Muteadiye misal “Ekreme Zeyd’un” Anır,en, Iâzi- me misal “Asbaha el-Recul’u” de olduğu gibi”

Bu, medresenin izahı olup ezberlenirdi. Şimdi bizim izahımız şudur:

Üç harfli bir fiilin önüne bir hemze getirilerek yapılan fiile if’al ba­bı adı verilir[92].

İkinci bir örnek de şunu vermek istiyorum: Nahiv’de meful bah­. sinde “Allah gökleri ve yeri yarattı” ayeti kerimesinde Allah fail, gök ve yer mefuldur, yaratma fiildir. Fiil burada geçişlidir. Yani Allah’ın yap­tığı yaratma işi Allah’ın zatında kalmayıp mefule tesir edecek ve ona geçecektir, Allahın yaratması meful üzerinde vaki olacak, ve mefula sirayet edecektir. O halde Allah’ın yaratma işinin göklere ve yere sirayet etmesinden önce gök ve yerin var olması gerekir ki, yaratma işi onların üzerine vaki olsun, ve onlara geçsin.

Mesela “Kalemi kırdım” deyince kırmak işi kalemin üzerinde vu­kua geldi, eğer kalem olmamış olsaydı, kırılma işi onda vukua gelmezdi, işte gök ve yer de öyle. Demek ki geçişli fiilin mefule sirayet etmesi için mefulun daha önce var olması gerekir.

Görüldüğü gibi en zor ve önemli Kelâm ve felsefe meselesi Nahiv’ de söz konusu edilmektedir. Nahiv ve Sarf gibi alet ilimlerinin de neler­den bahsettiğinin en açık misalini vermiş oluyoruz. Bunun için Sarf ve Nahiv, hatta. Belagat ilmine, görüldüğü gibi çok az ilişkili o kadar mese­le konmuştur ki, bu ilimleri alet ve vasıta ilmi olmaktan çıkarmış ve on­ları gaye ilimleri ve yüksek ilimler seviyesine yükseltmişti. Bunun so­nucu olarak talebe bu ilimleri öğrcnirken-faydalı ve faydasız, gerekli ve gereksiz- bir çok yan mesele de öğreniyor ama ömrü de tükeniyordu. Bütün bunlar zaman alıyor, ve asıl sistemli olarak yüksek ilimleri oku­maya vakit kalmıyordu. Yüz kilo keçi boynuzu yeyip bir kilo şeker ka­lorisi almaya benzer bir öğretim sisteminin ne derece verimli olacağı bundan anlaşılabilir.

Öğretim de ders kitabı olarak kullanılmamak şartıyle eski Sarf, Nahiv ve Belagat gibi ilimlerin şerh, haşiye ve talikleri içinde, satırlar arası günümüzün “Dil Felsefesi” gözüyle incelenecek olursa, Arapçada, Dil Felsefesine hizmet edecek ve başlangıç teşkil edecek değerli bir çok malzemenin bulunduğuna inanıyorum ve Dil Felsefecilerinin böyle bir çalışma yapmalarını bekliyorum.

SONUÇ                                                                                –

Medreselerin gerilemesinin sebeplerine inmeye çalıştık ve onları in­celerken çok yönlü olduklarını müşahade ettik. Herkesin ağzında bütün yıkımın medreseye ait -olduğu ithamının tamamen doğru olmadığı ve aslında idarenin başındakilerin ve toplumun İktisadî, ticarî ve siyasî kay­naklı sebeplerin büyük rol oynadığını hesaba katmanın İlmî araştırmanın bir sonucu olduğu anlaşıldı. Bunların hepsini bir ana sebebe irca etmek gerekirse, bugünkü Türkiye’nin içinde bulunduğu ortama göre bunu kavramakla mukayese edilirse, bir tek sebebin, insanın yarınından en­dişe etmesi ve ondan emin olmaması olduğu söylenebilir. Kanaatımızca bu yarından endişe etme her türlü sebebi içine alabilir. Bugün yalnız din ilimleri değil, her türlü öğretim, anarşi ve endişe içinde disiplinden yoksun olarak yürümeye çabalamaktadır.

 


[1] Dekart, Metod Üzerine Konuşma 3-4.
[2] Mustafa AKDAĞ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası, 161. Birlik yayınevi 1975.
[3] Kadı olmak için mutlaka yüksek medrese mezunu olmak şarttı (Yılmaz ÖZTUNA, Büyük Türkiye Tarihi 10/270). En yüksek tahsil Sahn Semanda yapılırdı (l.H.U.İlmiye 12). Sahn’a girmek için önceleri en az üç ve sonraları en az beş yıl diğer medreselerdeki programda bulunan (müretteb) dersleri bitirmek şart idi (Î.H.U.İlmiye 14, 16).
[4] Bu devrede verilmiş icazetlere bak.
[5] Daha sonra örnekleri verilecek.
[6] Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, 381, 383-386, 397 Türk Halkı­nın Dirlik ve Düzenlik Kavgası, 108-110, Bilgi Yayın evi 1975.
[7] Mustafa Akdağ, Medreseli İsyanları, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası c.11/361.1949-50 Medreselilerin ayaklanmaları 1557-1597 yıllan arasında yoğunluk kazanmıştı. Bunların en önemli tarafı yalnız Türk medreselerinde ve Türk talebeleri arasında çıkmış olması ve (362) Anadolu’da Tarsus’tan Giresun’a çekilen bir battın batısında kalan bölgede vuku bulmasıdır.
[8] Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası, 115, Bilgi yayınevi, 1975.
[9] Agy ve 120.
[10] Age 116 Şehzade Korkudu 1510 da Bursa valiliğine giderken soymuşlar. Şehzade Ahmed ve oğlu Murat da taht kavgasında bunları etrafına topladı. (130) Kanunu’nin oğlu Selim ve Beyazıd çatışmasında çift bozanlar Beyazıd’ı tutmuştu.   
[11] İşsiz güçsüz boş insan demek, Age 153.
[12] Age 121
[13] Beylerbeyi, sancakbeyleri, şehirdeki subaşılar ile bunlara bağlı bütün polis güçleri, köy, kasaba gibi yerlerde valilerin, subaşıların adamları, köy kaza ve il subaşıları. Kethüdaları, Kaymakamları, hükümetin merkezden atadığı mübaşirler demektir (Age 242)
[14] Age 141, Sipahilerin soygunculuğu ve kadıların onları beraat ettirmesi 153.
[15] Age 124.
[16] Age 150.
[17] Age 154.
[18] Age 154.
[19] Age 156.
[20] Age, 160, 161.
[21] Age, 160-162.
[22] Age 183. Bunun için sefahat ve yolsuzluklarını halktan uzak tutmak için dağ başlarına güya kendilerine “medrese” yapmışlardı (187).
[23] Age 190, 188
[24] Age 204.
[25] Age 166.
[26] Age 188.
[27] Age 165.
[28] Age 164, 169, 170.
[29] Age 184, 187.
[30] M.Akdağ, Medrese İsyanları- İktisat Fakültesi Mecmuası 368-69.
[31] Osman Ergin, hem ilim vc hem de arap dili bakımından tenkit ediyor. Musa Kazım da iiim dili arapça ile edebi dil atapça arasında fark görmek istemiyor “Biz arapça okumuyoruz, arapça yazılmış fenleri okuyoruz1’ sözü söz mü? (Sırat-ı Müstakim, aded 54, sayfa 22; 1 Ramazan 1327 (1909) diyor. Aslında ilim hatta felsefi dil ile edebi dil arasında hem uslup ve hem kelime ve terimlerin kullanılışı bakımından farkın olduğunu inkar etmek imkansızdır. Ancak, edebi dili öğretmenin gereğini savunmak ayn şeydir, dil öğretimi yapmak gene ayrı şeydir.
[32] Ayrıca bak: Î.H.Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi 1 /270-284, 2/575-608, 3/490-550, 4/513-550.
[33] Bak: Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi 1 /10S, 107, 108, 112, 114. Bir örnek: Okutmakla meşgul olarak küçük bir risale dışında eser yazma imkanı olmayan İstanbullu Hafız Ahmet Şa- kir Kebir (1235-1315) (Î819-1897) üç defa icazet vererek birinci defasında üçyüz, ikinci defasında yüzelli küsür vc üçüncü defasında altmış kadar talabeye icazet vermiş, Sırp muharebesinde binbaşı rütbesi ile harbe iştirak etmiştir. Son asrın büyük alimlerinin çoğunu yetiştirmiştir (M. Zalıid Kevseri, el-Tahrir cl-Veciz, 29, H.D. 2/154. Osmanlı Müellifleri 1 /340.
[34] 12 Temmuz 1325 (1909) Dcbre’de toplanan Kongre’dc Arnavud şair Hafız Alinin Kong¬reye sunduğu medresenin durumuna dair sekiz maddelik bir ıslah programı ortaya atmış ve be¬şinci maddesinde: “Arapçudan Türkçeye Türkçcden Arapçaya tercümç ve mükaleme suretiyle Lisan-ı Arabi’nin suret-i mükemmelede tedrisi” ve altıncı maddede “Her sene sonunda imtihan¬ların ciddi ve muntazam bir tarzda icrası gibi metodun İslahını getirmektedir (Sırat-ı Müstakim, Aded 49, Sayfa 368).
[35] M.Nesib, Ulema, Meslek-i îlmi, Beyanül-Hak, aded 10, sayfa 214, 13 Zıl-Kadc 1326 (1908). Burada itham edilen İkinci Sultan Abdulhamit devridir. Beyanül Hak, aded 13, sayfa 274*de Hüseyin Hazim imzası ile şöyle diyordu “Medreselerimizin bugünkü esef verici halinden iman ve vicdan sahibinin üzülmemesi kabil raidir? Hele kalbine saplanan istibdad tırnağını, … Allah’a şükür ki her anını bir türlü acıklı azab içinde geçirdiğimiz o zulum devrinden kurtul¬duk. Bak: Aded 50, sayfa 1078, 25 Safar 1328 Sultan Abdulhamit hakkında “Ulema bu yeni darut tedrisin sürekli masraflarına karşılık olmak üzere evvelce hal edilen Hakan tarafından gasp olunup sonradan mâliyeye devredilen bir takım evkaf gösterdi” (a. 1079), Hüseyin Hazım, aded 61, sayfa 1250, 14 Curaadel Ula 1328.
[36] M. Şevketi, medreselerden sonradan tıp, hendese şubelerinin ayrılması ve ulumun en mühim akşamından olan fıkhın gittikçe genişleyen muamealatı beşere kafi derecede ileri götürülememiş olması ve binaen aleyh başka müesseselerin vücude getirilerek bir kaç şubesini gaip etmesi (Medans-i Islamiye Islahat Programı, sayfa 5, Ramazan 1329, İstanbul, Hürriyet Matbaası) medreseyi düşündürmeye başladı.
[37] Cahit Baltacı Osmanlı Medreseleri 63.
[38] ALZahid Kevseri, Makalat el-Kevserî 519, Mısır (1372 (1952) Matbaat el-Envar.
[39] Atayi 32, Î.H.U. İlmiye Teşkilatı 72.
[40] Babasının adı Süleyman dedesinin adı Kemal Paşaya izafet edilerek Kemal Paşazade denmiştir. 1468 (873 H) Tokatta doğmuş, 1525-6 (932 H) de Şeyhülislam olmuş ve öldüğü 2 Şevval 940 (16 Nisan 1534) tarihine kadar Şeyhülislam olarak kalmıştı (İsmet Parmaksızoğlu) İslam Ansiklopedisi “Kemal Paşazade’* maddesi 6/561, 564, Mecdi, Sekayık-ı Numaniye Tercümesi 381, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi 2/665 vd.
[41] İbrahim Paşanın Rum olduğunu çoğunlukla zikrederler 1494 de doğmuş, Şehzade Süleyman (Kanuni) terbiyesinde yetişmiş 1523’dc kaide ve gelenek dışı bir surette Kanuni tarafından vezirazam tayin edilmiştir. Kanuninin kız kardeşi Hatice Sultanla evlendi. 21 Ramazan 942 (15 Mart 1936) da idam edilene kadar sadrazamlık yapmıştır. İ.H.U. Osmanlı Tarihi 2/306, 535, Meydan Larousse 6/177 vd.
[42] Atayı, Şekayık Zeyli 32, l.H.U. İlmiye Teşkilatı 68.
[43] Abdurrahman Efendi, Ali Çelebinin oğlu ve Şemseddin Müeyyed Çelebinin torunu olup 860 (1456) da Amasyada doğmuştur. Amasyada sancak beyi bulunan Şehzade II. Beyazıd’ın içki alemlerinde bulunurdu. Fatih bu durumu habcı alınca şehzadenin lalası Fenarizade Ahmed Beye (884/1479) gönderdiği bir hükümde Şehzadeyi kötü yola sevk edenleri tedip etmesini bildiriyor. Bayezid Müeyyed-zade Abdurrahman’a para vererek kaçmasını tavsiye ediyor. O da Halep’e gidip okumaya başlıyor, oradan Tebriz’e Celaleddin Devvaniden okumaya gidiyor. Bayezid padişah olunca İstanbul’a geliyor ve ilmini İstanbul uleması takdir ediyor, önce kalender hane ve sonra Sahn-ı Semanda müderris oluyor ve Rumeli Kazaskerliğine kadar yükseliyor (l.H.U. O.T 2 /6S7-59) Bu esnada İbn Kemal Paşa’yı Sultan Beyazıd’a takdim ediyor ve yükselmesine yardım ediyor (a.g.e.665).
[44] Atayı, 435, Meydan Larousse, 2 /83—84, l.H.U. İlmiye 46.
[45] Atayı 278, Cahid Baltacı, O.M.374.
[46] Kanuni’nin Şeyhülislamı Muhyiddin Şeyh Mehmed Efendi (ö. 954/1547) nin oğludur. 937 (1530) de doğmuş olup 989 (1581) de Şeyhülislam olmuş ve 995 (1587) de ölmüştür. (t.H.U. 32/455. İlmiye Salnamesi 402).
[47] Âtayi, 154.
[48] 960 (1553) de doğmuş, babasından ve Ebus-Suuddan tahsilini ikmal edip mülazemet almıştı. 995 (1587) de Şam kadısı iken vefat etmişti (Atayı 296, C. Baltacı 529).
[49] 965 (957-8) de doğmuş bahasından okumuştur. 1008 (1599) da vefat etmiştir. III. Mehmed’in tahta çıkışında Anadolu Sadrına tayin edildi. Sonra Rum ulemasının sadrine tayid edilmişti ve bu vazifede iken öldü. (Atayi, 428).
[50] Babası Mehmed Paşa, anası II. Beyazıd’ın kızı Gevher Melekşah Sultandır. Ebus-Suud Efendi’nin mülazemetini elde etmişti.1072 (1603) de vefat etmiştir (Atayi, 460, I.H.U. İlmiye 74)
[51] 953 (1546) da doğmuş ve 1032 (1623) ölmüştü (Atayî 665-6)
[52] 1027 (1618) de Kırk beş yaşım bitirmeden ölmüştü (Atayî 629)
[53] 1000 (1591) Anadolu Kazaskeri, 100ı (1592) de Rumeli Kazaskeri ve 1008 (1599) den sonra dört defa Şeyhülislam olmuş. 1021 (1612) de vefat etmiştir (Ataî 553-55, İlmiye Salnamesi 422, I.H.U. Osmanlı Tarihi 32 /460, 61, Pecevi 2, 289).
[54] Atayî 560 ve bir sene sonra taundan vefat ediyor.
[55] I.H.U. İlmiye 72, Cahit Baltacı, 466 Zal Mahmutpaşa, İkinci Selimin kızı Şah Sultanla evlenmiş, hanımı ile 1580-81 vefat etmişti.
[56] Tortumludur, 1074 (1663) İstanbul’a geldi 1080 (1669) da II. Mustafa’nın hocası oldu. 1097 (1688) de Rumeli Kazaskeri olmuş ve aynı sene Erzurum’a nefyedilmişti. II. Mustafa’nın 1106 (1695) da padişah olması üzerine İstanbul’a gelmiş ve Şeyhülislam olmuştu 1115 (1703) Edirne Vakasında idam edilene kadar Şeyhülislam kaldı. Oğul ve damatlarını en yüksek mevkilere tayin ederek devlet idaresini eline geçirmişti ve kendisi ile oğlu Fethullah’ın işkence ile öldürülmesine sebep oldu (I.H.U. O.T. 32/482-85 47 /38 vd, İlmiye Salnamesi 491 vd, I.H.U. İlmiye Teşkilatı 73).
[57] 1099 Rebiul ahır 12 Şubat 15.1688’den 1099 Cemazıyelahır Nisan 1688’e kadar Şeyhülislamlık yapmıştı. I.H.U.Os.Tar. 32/481, 483.
[58] 1040 (1630) doğdu. 1105 (1693) de şeyhülislam oldu. II. Mustafa’nın tahta çıkışında az­ledildi ve sonra 1118 (1707) ikinci defa şeyhülislam oldu. 1119 (1708) da azledildi ve 1121 (1709) da vefat etti.
[59] 25 yaşında iken bahası tarafından Selanik Kadılığına tayin edildi.Yine babası Feyzullah Efendi oğlu Fethullahı kendi yerine şeyhülislam yapmak üzere ona Şeyhülislam payesi verdirdi (I.H.U. O.T.32/484) Edirne vakasında Fethullah birçok kimse ile zincire vurularak İstanbul’a Yedikule zindanlarına getirilmiş ve yalnız Fethullah öldürülmüştür (I.H.U. O.T. 4 /40 n).
[60] Cahit Baltacı, O.M. 36, 41.
[61] I.H.U. Os.Tar. 32/484.
[62] Mecdî, Şekayık Tercümesi 347, l.H.U. İlmiye Teşkilatı 68. Seyyid Rükneddin Haşan b. Muhammed İsterbadi (6. 717 H) el-Kafiye’ye üç şerh yapmıştır. Büyüğün adı el-Basît, orta el-Mutavassıt) buna el-Vafiye denir. Bir de küçük bir şerhi (Katip Çelebi, Kcşfel-7,unûn 2/1370) vardır, Üsküdar, Selimağa Kütüphanesinde 1152 no.da bulunur. 952 H. de istinsah edilmiş, küçük hacimli 230 varaktır. Selimağa Nurbanu Sultan no: 127 ve 133 de bulunur ve 126 varaktır. II. Beyazıd, bu orta şerhi kasdetmişti.
[63] Meedi, Şakayık Tercümesi 440, Î.H.U. İlmiye 148.
[64] C.Baltacı, Osmanlı Med. 26.
[65] Î.H.U. İlmiye 148, Mecdi agy.
[66] Î.H.U. İlmiye 263 notta.
[67] Ahmed Hikmet Müftüoğlu, bu hususta der ki: “1000 (1591) tarihinden sonra” her mas¬lahata hatır karışmakla ve emirde müsamaha olunmakla bir “ilmiye zadeganı” sınıfı zuhur etti bu sınıf mensubunu baba yuvasında,ana kucağında ruus ve mevleviyet olarak kesbi rifat edenler ve talebelikten yetişenler bekar ocağında ve haşir ovasında meyus-u fazilet kalırlardı (On Birinci Asri Hicride Türk Menabii îrfani, Mihrab 21-22, Teşrin Evvel 1340 (1924) sayfa 723).
[68] Meşhur medrese alimi Küçük Hamdi (Yazır) şöyle der: “Niçin Mebadi-i Ulum-u îslamiye harabezar alem olmuş!
Niçin imamet, hitabet, vaizlik, müderrislik tevliyet (mevleviyet) ve saire gibi emanet-i ilahiye beşikteki çocuklara irsen tefviz olunmak, Kanun hükmüne girmiş, naehiller eline düşmüş ve o vazaif-i aliyeyi bihakkın ifa edecek zevat yetiştirilmemiş ve huday-ı nabit olarak kendiliğinden yetişip de sırasmda bil fiil ifayı hizmet edenler haib ve haşir bırakılmış! (Beyanul-Hak aded 9 -sayfa 180 1326/1908).
[69] 1541-1600 (948-1008) yıllarında yaşamıştır. Kırk kadar eser yazmış ama en önemlisi olan “Künhul-Ehbar”ı 1000-1007 (1591-99) yıllarında kaleme almıştı (İslam Ansiklopedisi c.l / 304-306)
[70] III. Muradın hocası Nevali Efendi’nin oğlu Sadeddin (984-1042 /1576—1633) 1007/1599 da Hocazadeler Kanununu göre ilk olarak Şah Sultan Medresesine (elli akçelİ-Dahil) müderris oldu (Atayî, 749, C. Baltacı, Osmanlı Medreseleri 438, İ.H.U. ilmiye 73).
[71] Şeyhî Abdulkadir Efcndi’nin Kazaskerliği esnasında oğlu Abdurrahmîm Efendi Efdalzade medresesine, kırk akçe ile 990/1582 de müderris oldu (970/1562-1002 /1593 yıllarında yaşadı (Atâî 325) Bu medrese 990/1582 lerde elli akçeliler arasına girmişti (€.Baltacı, Os. Med. 439, 441, 532).
[72] İ.H.U. İlmiye 69.
[73] Ali, Künhul-Ahbar basılmamış c.l, 5, 29.
[74] Türk çocuklarından kabiliyetli olanlarında büyük kimselere intisap etmiş olmaları, Paşa ve ağalara dayanmak suretiyle okuyup yazmadan mülâzım müderris ve kadı oluyorlardı (Ali agy).
[75] Ali, Künhul Ahbar basılmamış c. 1, 33.
[76] l.H.U. İlmiye 70, C. Baltacı 63 ve not 11.
[77] Leo Strauss, Persecution and the Art of Writing, 19, Free Press, 1952.
[78] A. Süheyl Ünver, age 211.
[79] A. Süheyl Ünver, Fatih Külliyesi, 194-220.
[80] Molla Lütfi için Bk: Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde îlira 45 vd. Î.H.U. İlmiye Teş. 232, A. Süheyl Ünver, Fatih Külliyesi 189, 215, 6. Molla Lutvfî’nin katli ile igili İsmet Parmaksızoğlunun yayınladığı “Risale’ye de’bak. Belleten, 675-682 sayı: 176, Ekim 1980. Bu Risalenin yeniden neşre muhtaç olduğuna işaret etmeliyiz.
[81] Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde tüm 84, 86. Kadızade Ahmed Şemseddin Mahmud Efendi (Edirne kadısı) nın oğludur 918 (1512) de doğmuştur. Normal Medrese tahsili görmüştür. 988 (1577) de Şeyhülislam olmuş, 988 (1580) de vefat etmiştir. Zeki, asabi ve atılgandı. Mütead­dit eserlere şerh ve haşiyeler yazmıştır. Ne çareki rasathanenin yıkılmasına sebep olması ile ha­tası, sevabından büyük olmuştur. (Bak: Ataî, Şekayık Zeyli, 259, ilmiye Salnamesi 392-3, 1.H.- U. Os. Med. 32/453-4, Cahit Baltacı 68, Aydın Sayılı İslam Ans. 9/631, Osmanlı Müellifleri 1/401).
[82] Kasım Kufravî, İslam Ans. 2/634, Kadızadeler tabiri, Doğan! Mustafa Efendinin 990 (1582) de doğan Kadızade Mehmet Efendiye atfen verilmiştir. Balıkesir’de doğmuş, Birgivinin talebesinden ders görmüştür (Bk: Î.H.U. Os. Tar. 31 /3Ö3-374).
[83] Üstüvani Mehmed Efendi Şam’dır, orada adam öldürdüğü söyleniyor, kaçmış İstanbul’a gelip Ayasofya Camiinde direğin dibinde vaaz verdiğinden bu ünvanı almıştı, önemli olan ilmi zihniyeti ve nüfuzudur. Sonraya bıraktığı tesirin değerlendirilmesi de değişik olabilir.
[84] Î.H.U. Osmanlı Tarihi 31 /373.
[85] C. Baltacı 45.
[86] M. Şevketi, Medaris-i İslamiye Islahat Programı, 38. madde kısaltılmış. Ramazan 1329 (Ağustos 1911) İstanbul Hürriyet Matbaası. Şevketinin anlattığına örnek ders veren hocanın gıdası husufunda Alasonyalı Ali Zeynel-Abidin b. Haşan (1268-1336 / 1851-1918) bocasının tavsiyesini talebesi M. Zabid Kevseri’y® Şöyle nakleder: “Yeni âlim kendini akşam sabah ders vermek ve ders hazırlamakla çok yorulur, kuvveti tükenir, iyi gıda alarak bunu telafi etmesi gerekir. “Sabahleyin yarım litre (ritl: 390 veya 540 gram) sütü yumurta ile karıştırarak iç ve üç yüz gram koyun eti kızartmasını da öğleyin ye’1 demişti (M.Z. Kevscri, el-Tabrir 39—40).
[87] Şeyh Ali Efendi zade Muhyiddin, Medreselerin Islahı, s.5. 26 Şubat 1341 (1897).
[88] Muhammed Zahid Kevscri’nin izahım aynen buraya almak yerinde olur:
Osmanlıların payitahtında (İstanbul) eski sistemin hükmü, mesela Fatih camiine her sene yirmi yeni âlim tayin edilir. Vilayetlerden gelen talebe ya kendileri veya velileri tarafından hangi hocanın yanında okuyacaklarını seçerler. Hocaları onları “Sarf’tan başlatır ve hocaları ile bera­ber her sene tesbit edilmiş olan kitapları okuyarak on beş senede okumanın son merhalesine gelir ve hocası ona yazılı veya sözlü icazet verir. Böylece talebe ilimlerin çoğunda alacağım almış olur. Artık tam kendi hürriyeti ile en iyi âlimdir diye seçmiş olduğu hocasının küçük bir kop­yası olmuş bulunur. Hoca, bütün gücünü her gün vereceği dersi hazırlamaya verir. Ve Ker gün sadece iki ders verir. Bu sistemin iyi ve kötü taraflarını sayıp dökme yeri burası değildir. İcazet vermeğe devam etme yanında yeni sisteme geçildi ve nihayet o da kalktı (el-Tahir el-Veciz 9. notta) Mısır 1360 (1941).
[89] Türk Maarif Tarihi 1 /84 de ilk (iptidai) okulda bile öğretimin yaulış metodu anlatılmak tadır. Aynı sayfanın notunda daha acıklısını Osman Nuri Ergin, kendi hayatından vermektedir.
[90] Arapçada “ığrab”m ne olduğunu bir kelime ile ifade etmeli gerekirse, kelimenin cümle içindeki durumunu tayin etmek: Kelime, fiil mi, isim mi fail mi, meful mu, muzaf mı, muzaf ileyh mi, Arapçaya mahsus olarak: mensub mu, merfu mu, mecrur ve meczum mu, şart ve ceza mı olduğunu bildirmek üzere okumak veya harekelemektir.
[91] Dostum, emekli müftülerden eski tarz medrese tahsili yapan ve yaptıran Mustafa Yazıcıoğlu’nun kendi hocasından öğrendiğini harfi harfine ricam üzerine yazmıştır.
[92] Dr. Hüseyin Atay ve Kardeşi Modern Arapça c.1/71 Ankara 1962,

—————————————

Kaynak:

Atay, Hüseyin. “Medreselerin gerilemesi.” Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 24 (1981): 15-56.

Yazar
Hüseyin ATAY

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen