Çokkültürlülükten Ricat Mı?

Cokkulturluluk

Doç.Dr. Betül DUMAN[i]

Özet:

11 Eylül hem akademik hem de siyasal alanda çokkültürlülük karşıtı söylem için milat oldu. Birçok batı ülkesinde 1970’li yıllarda çeşitliliği yönetmenin bir aracı olarak ortaya çıkan çokkültürlülük, ülkelerin milli kimlik ve devletleşme tecrübesine bağlı olarak uygulandı. 11 Eylül sonrası sosyo-politik ikliminde, birçok ülke göçmenlerin ve özellikle Müslümanların yeni gerçekleri ile yüzleşmektedirler. Paralel yaşamlar ve gettolaşma, Müslümanların ayrışması, kamu desteğinin azalması, kimlik kaybı gibi sosyal kaynaşma meseleleri bu gerçeklerin seçici okumasını oluşturdu. Sonuçta çokkültürlükten ricat ve asimilasyona yeniden dönmek çağrıları yapılmaya başlandı. Bu makale çokkültürlülüğe yöneltilen bu türden eleştirileri, İngiltere ve Avustralya örnekleri bağlamında ve göçmenlik meselesi ile sınırlı olarak tartışmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Çokkültürlülük, sosyal kaynaşma, immigration, milli kimlik, paralel yaşam/gettolaşma

Retreat from Multieulturalism?

Abstract: September 11 was a turning point for the discourse against multieulturalism both in intellectual and political field. Multieulturalism has developed as a tool of managing diversity of 1970’s in many western societies and adopted in different ways depending on the country’s experience on national identity and state formation. Under post- September 11 socio-politic climate, many countries have faced with the new realities of immigration and of particularly Muslims. Social cohesion issues such as parallel lives and ghettoisation, segregation of Muslims, decreasing public support, loss of national identity are the selective read of those realities. As a result, calls for retreat from multieulturalism and return to assimilation has developed. This article has discussed the critiques of multieulturalism with special reference to England and Autralia cases and confined itself with immigration issue.

Key Words: Multieulturalism, social cohesion, immigration, national identity, parallel lives/ghettoisation

*****

11 Eylül 2001 hem akademik hem de siyasal alanda çokkültürlülük karşıtı söylem için milat oldu. Bu tarihten itibaren ABD ve Batı Avrupa’da göçmenler ve özellikle Müslümanlar muhtelif sorunlar yaşamaya başladılar. Birçok şiddet ve terör olayında Müslüman kökenli failler bulunması[1], özellikle Batı Avrupa’da radikal Müslüman azınlığa ve onların milli güvenlik için taşıdığı tehditlere dikkatlerin çevrilmesine neden oldu. İslamcı radikallerin kendi toplumlarının içinde yaşadıkları gerçeği, ikinci ve üçüncü kuşaklarda ve anadili konuşan Müslüman göçmenlerde radikalliğin devam etmesi, kamusal endişeyi artırdı[2]. Ayrıca “başörtüsü”, “onur intiharları”, “sahte evlilikler” gibi diğer türden krizler de çokkültürlü politikaların başarısız olduğunun ve sosyal kaynaşmanın gerçekleşmediğinin kanıtlan olarak sayıldı. Çokkültürlülüğün “her yerde ve çok fazla” olduğu ileri sürüldü. Özellikle medyanın göçmenlere ve özelde Müslümanlara yönelen aynmcı ve ötekileştirici dili ve Avrupa’da genel olarak sağın güçlenmesinin de katkısı ile bu iddia güç kazandı. Nitekim 11 Eylül sonrası dönemde Avrupa’da “Çokkültürlülüğün Ölümü[3]“, “Çokkültürlülüğe Elveda[4]“, “Çokkültürlülükten Ricat[5]“, “Aşın Çeşitlilik[6]” gibi başlıklarda yapılan çalışmalar çokkültürlülüğün ciddi eleştirilere konu olduğunu göstermektedir.

Avrupa tartışmasında öncelikle göçmenlerle ve özellikle Avrupalı Müslümanlarla ilişkili olarak çokkültürlülük sorgulanmaya başladı[7]. Bu kapsamda çokkültürlülük;

a- ortak milli kimlik pahasına farklılıklara vurgu yaptığı, etnik-dini-kültürel eksende bölünmeleri artırdığı ve katılaştırdığı[8],

b- sınırlı sosyal kaynaşması olan etnik bölgeler ve gettolar oluşturduğu,

c- ayrımcılık ve önyargıları güçlendirdiği,

d- siyasal radikalizmin yükseldiği,

e- göçmen topluluklarda liberal olmayan pratiklerin sürdüğü,

nedenleri vurgulanarak suçlandı[9].

Fukuyama[10], paralel toplumların oluşmasını çokkültürlülük kavramının ortaya çıkışı ile bağlantılandırdı. Amerika, Avustralya, Kanada gibi ülkelerde ise Hispanikler, aboıjinler ve Fransız Quebec’liler gibi ulusal azınlıklar ve yerlileri de kapsayan bir çokkültürlülük tartışması başladı.

Bu dönemde Vertoc tarafından ortaya atılan “post-çokkültürlülük” terimi Avrupa’da popülerleşti ve çokkültürlülüğün aşın yönlerinin tırpanlanıp, sosyal kaynaşmayı kuvvetlendirecek alternatif model arayışlarına işaret etti[11]. Parekh çokkültürlü toplumların tarihte benzeri görülmemiş zorluklarla karşılaşmakta olduklarım vurgulayıp, meşru birlik ile çeşitlilik taleplerini uzlaştırmanın, asimilasyoncu olmadan kapsayıcı olabilmenin, kültürel farklılıklara saygı gösterirken ortak bir aidiyet hissi yaratmanın, vatandaşlık kimliğine zarar vermeden çoğulcu kültürel kimlikleri korumanın politik yollarının bulunması gereğine dikkat çekti[12].

Neticede son 10 yılda Avrupa ve Amerika’da kaynaşma politikası çokkültürlülükten uzaklaşmaya başladı[13]. Bu dönemde gözlenen temel devlet politikalarından biri sosyal kaynaşmaya ve sivil entegrasyona ağırlık vermek oldu. Diğeri, bununla bağlantılı olarak, ev sahibi ülkenin milli kimliğim güçlendirmek; bu amaçla ülkenin kültürü/değerleri hakkında zorunlu tanıtıcı programlar, vatandaşlık ve dil testleri uygulamaya koymak ve haklardan daha çok ödevlere ve yükümlülüklere odaklanmaktı[14].

Bu makalede çokkültürlülük eleştirileri göçmenlikle sınırlı şekilde ele alınacaktır. Bu kapsamda öncelikle çokkültürlülük tanımlanacak ve sosyal kaynaşma çerçevesi ile ilişkisi aktarılacaktır. Devamında İngiltere ve Avustralya olmak üzere iki ayrı ülke örneğinden yola çıkarak çokkültürlülüğe yöneltilen eleştiriler tartışılacaktır. Makale genel bir değerlendirme bölümü ile tamamlanacaktır.

Çokkültürlülük Tanımları

Çokkültürlülük (multiculturalism) ilk tahlilde farklı dini-etnik-kültürel kesimleri veya milliyetleri kapsayan bireylerden oluşan bir toplumu tasvir etmektedir. Çokkültürlülük bu çerçevede kavram olarak türdeşlik karşısında çeşitliliği temsil etmektedir. Ancak bu düzeyde bile çokkültürlülük, geçmişten farklı yeni bir durumu anlatmaktadır[15].

Kymlica[16] birçok batı demokrasisinin işgal, sömürgeleştirme ya da gönüllü olarak birden fazla ulusun aynı devlet çatısı altında toplanmasından oluştuğunu ifade etmektedir. Uluslaşma tecrübesi ya da hegemonik bir ideolojinin benimsenmesi sonucunda bu türden toplulukların farklılıklarının görmezden gelinmesi veya inkâr edilmesi süreçleri yaşandı. Dolayısıyla esasen bugün kültürel çeşitliliğin kaynaklarından biri; kuruluşunda çok etnikli ve çok uluslu olan bu devletlerdeki “çoğunluktan farklı olanların” küreselleşme ve modernleşme süreçlerinin etkisiyle farklılıklarının tanınması yönünde talepler öne sürmesidir. Kültürel çeşitlilik olgusunun diğer kaynağını göçmenler ya da göçmen kökenli azınlıklar oluşturmaktadır. Bugün 200 milyon civarında insan doğduğu ülke dışında yaşamaktadır. Birçok gelişmiş ülke istihdam ihtiyacım önemli oranda göçmenler üzerinden karşılamakta ve gittikçe artan oranda ekonomik ya da politik sebeplerle iltica ve sığınma talepleri ile karşılaşmaktadır. Geniş çaplı bu küresel göç karşısında göçmenlik politikası, yerleşim hakkı, vatandaşlığın kazanılması, insan haklarının korunması ve hukuki eşitlik öncelikli gündemleri oluşturmaktadır. Bu nedenle Amerika, Kanada, Avustralya gibi kendilerini “göçmen ülkesi” olarak tanımlamayan klasik ulus devletler dahi göçmenliğin getirdiği derin ve direnen çeşitlilik karşısında çözüm üretmek zorunda kalmaktadırlar[17].

Bu bağlamdaki çokkültürlülük meselesi, 1950 ve 60’lı yıllardaki ekonomik göçmenlerin Batı Avrupa’ya nasıl uyum sağlayacakları sorusu etrafında başlayan tartışmalardan beri Avrupa’nın gündemindedir. Komünizmin ortadan kalkması, doğuda etnik milliyetçiliklerin canlanması ve arkasından siyasal iltica ve sığınma talepleri ile tartışılmaya devam eden çokkültürlülük, ABD’nin 11 Eylül’ünden sonra asimile edilemeyen grupların yarattığı tehlikelerle ilişkili olarak gündemdeki yerini korumaktadır.

Çokkültürlülük, ikinci tahlilde, kültürel çeşitliliğin yüceltilmesini ve teşvik edilmesini anlatmaktadır. Burada “birtakım özel aidiyetlerin varlığını ve değerini kabul etmekle kalmayan ayrıca bunları siyasi normlara ve kuramlara kaydetmeyi de öneren bir siyasi programı” ifade eden çokkültürlülük, genellikle asimilasyona alternatif bir politika olarak sunulmaktadır[18]. Nitekim Parekh[19] çokkültürlü toplumlar ile çokkültürcü toplumlar arasında yaptığı ayrımda, ilkinin etnik-kültürel farklılıkları ifade etmek üzere nesnel bir durumu gösterdiğine, İkincinin ise kimlik ve tanınma talepleri, devletin aktif bir rol oynaması gibi hususları da kapsayan ideal bir durama işaret ettiğine değinmektedir.

Benzer şekilde Hail[20] çok-kültürlü ile çokkültürlülük arasında bir ayrım yapılması gerektiği kanaatindedir. Buna göre çok-kültürlü toplumlar kültürel olarak heterojen toplumları anlatırken, çokkültürlülük çeşitlilik soranlarının yönetimi için uygulanan strateji ve politikalara işaret etmektedir. Bu kapsamda farklı ulus devletler, küreselleşen dünyada benzer dirençlerle karşılaşsa da, farklı uluslaşma ve devletleşme tecrübesine sahiptirler. Bu nedenle birlik keşfetmek mümkünse de, politik program olarak bugün tek tip bir çokkültürlülükten bahsedilememekte, ülkeler çokkültürlülük politikalarında ayrışmaktadırlar.

Çokkültürlülük ve Sosyal Kaynaşma İlişkisi

Çokkültürlülük politikaları, ülkelere göre farklılaştığı gibi, kuramcılar arasında da önemli fikir ayrılıkları bulunmaktadır. Bazıları, kültürel farklılıklar ve bunların geliştirilmesine ağırlık verirken, diğer bazıları da sosyal ve ekonomik anlamda gruplar arasında eşitliği ve eşit muameleyi merkeze koymaktadırlar.

Yine kimi ülke ve kuramcılar, sosyal kaynaşmayı daha öncelikli bir hedef olarak görmektedirler[21].

Sosyal kaynaşma bağlamında çokkültürlülük çoğunlukla asimilasyona alternatif bir politika olarak ortaya çıkmaktadır. Her ne kadar asimilasyon ve çokkültürlülük sosyal kaynaşma bağlamında iki karşıt kutbu oluştursa da, Hartmann ve Gerteis’in çalışması[22] bu tek boyutlu karşıtlığı aşan bir sosyolojik harita sunmaktadır. Bu harita, iki boyutludur ve birinci boyutta sosyal kaynaşmanın sosyal (etkileşim) ve kültürel (ahlaki) olmak üzere iki farklı temeli yer almaktadır, bunları kesen ise “fark yaklaşımıdır”. Birinci boyutta; sosyal kaynaşmanın sağlanmasında ortak ahlaki bağ ve pratiklerin zorunlu olduğunda ısrar edenler ile ortak normları ve hukuki düzenlemeleri yeterli bulanlar arasında aynm yapılmaktadır. İkinci boyut; örgütlülüğün ve sosyal etkileşimin temeliyle ilgilenmekte ve birey ya da gruplan merkeze alan yaklaşım arasında ayrım yapmaktadır. Bu ızgara matrikse göre her bir hücre farka bakışı yansıtmaktadır ve ideal tip olarak görülmesi gereken üç çokkültürlülük biçimi ayırt edilmektedir: kozmopolitanizm, enteraktif çoğulculuk ve parçalı çoğulculuk[23]. Bunlara geçmeden önce çokkültürlülük öncesi hâkim olan asimilasyon ve entegrasyon politikalarına değinilecektir.

Asimilasyon ve Entegrasyon

Çokkültürlülükten önce hâkim politika olan asimilasyon, modem toplumlarda farkın değerli görülmediği bir modelin adı olarak ele alınmaktadır. Asimilasyon ulus-devletleşme sürecinde ön plana çıkmış olup, vatandaşların ortak bir kültürü ve iyi yaşam tercihini paylaşmadıkça kaynaşmış bir toplum olmayacağım varsaymaktadır. Ulus devlette politik ve kültürel topluluğun çakıştırılması ve türdeş bir ulusal kültür yaratma çabası asimilasyonu başat bir seçenek haline getirdi. Çeşitliliği değerli bulan çokkültürcüler ise, ulus-devletin yerel kültürleri unutturarak inşa ettiği kuşatıcı ve tek kültürel kalıbına itiraz etmektedirler. Asimilasyonculara göre göçmenler ya da ana çoğunluktan farklı olanlar, eşit vatandaşlıktan yararlanabilmek için ulusal kültüre asimile olmalıdırlar. Kendi kültürlerine sarılıp, kendi ülkeleri ile sıkı bağlarını sürdürüp, farklılıklarını canlı tutarlarsa kendilerine eşit davranılmamasından şikâyetçi olmamalıdırlar[24].

Özellikle göçmenlerle ilgili olarak genel kabul gören bir yaklaşım da entegrasyondur. Entegrasyon kültürel değil, sosyo-politik bir kavramdır. Entegrasyon, hiçbir kişi ya da grubun toplumdan dışlanmayacağı ve ikinci sımf muamelesi göremeyeceği kabulüne dayanmaktadır. Entegrasyoncu bakış açısında toplumu bir arada tutan türdeş bir milli kimlikten çok; ortak kurumlar, değerler ve pratiklerdir. Entegrasyon üç şeyi içermektedir: Birincisi, göçmenler geldikleri ülkeye bölünmez bir sadakat ve bağlılık geliştirmelidirler. İkincisi, göçmenler yaşadıkları ülkeden kendilerini ayrıştırmamak, ortak yaşama katılmalıdırlar. Aksi halde diğerleri de onları tanımayı reddedecektir. Üçüncüsü toplumun kuramları ve değerleri göçmenlerce içselleştirilmeli ve yaşamlarını bu yeni kimlikleri biçimlendirmelidir.

Farklılıkları olsa da, asimilasyoncu ve entegrasyoncu yaklaşımın her ikisi de tek yönlü bir süreç tasarlamakta; uyum ve değişimi göçmenlerden beklemektedir. Oysa toplumun kültürel, siyasal ve politik yapısı yeni gelenlerle birlikte değişime uğramaktadır. Entegrasyoncular da asimilasyoncular gibi farklılıklar konusunda şüpheci ve “ya hep ya hiç” mantığı içindedirler. Ekonomik, politik, kültürel, sosyal ve ahlaki alanların tümünü kuşatan bir entegrasyon talep etmektedirler. Ekonomik ve politik olarak uyum sağlayıp da, evlilik-akrabalık- komşuluk-arkadaşlık ilişkileri ve bağlılıkların kendi grup üyelerine yönlendirildiği kısmi entegrasyon durumlarını da ayrılık talebi olarak değerlendirilebilmektedirler[25].

Kozmopolitanizm

Etimolojik olarak dünya vatandaşlığı anlamına gelen kozmopolitanizm çeşitliliğin sosyal değerim önemsemektedir ancak, grup üyeliği ve sosyal kaynaşmanın bireyler üzerine bıraktığı yükümlülükler ve kısıtlardan şüphesi vardır. Bu nedenle birey hak ve özgürlüklerine dokunmadığı ve onları genişlettiği sürece farklılıkları korur ve savunur. Asimilasyonist yaklaşımın tersine, kozmopolitanizm türdeşleştirici değil, prosedürel düzeyde işleyen bir ortak kültürden yanadır. Bu yaklaşımda hoşgörü ve bireysel tercihlere vurgu yapılmaktadır. Kozmopolitanizm toplumun her kesiminin aynı çekirdek değerleri paylaşmasını talep etmemesi yönüyle asimilasyondan daha kapsayıcıdır. Ülkeye bağlılık ve aidiyeti önemserken, vatandaşlık bireyin kimlik kaynaklarından biri olarak kabul edilmektedir. Kozmopolitanizm grup farklılıklarım önemsese de, grup kimliği kamusal hak ve ödevlerin kaynağında yer almamaktadır[26].

Parçalı Çoğulculuk

Yapısal olarak parçalı çoğulculuk asimilasyonun tam karşı kutbudur. Bu yaklaşımda sosyal kaynaşmanın temelinde ortak kültür ve ahlaki bağlar yer almamakta, yerini kozmopolitanizmdeki gibi prosedürel normlara bırakmaktadır. Kozmopolitanizmden farkı ise, grup üyeliğinin bireysel bir tercih olmaktan çıkması, asli kimlik unsuru olarak görülmesi ve kamusal politikaların merkezinde yer almasıdır. Ayrıca odağında grupların etkileşimi yerine ayrı kurum ve pratikleri koruma gibi grupların hakları vardır [27].

Enteraktif Çoğulculuk

Enteraktif çoğulculuk da toplumdaki örgütlenmenin temeli olarak gruplan almaktadır. Asimilasyon gibi bu yaklaşım da güçlü bir sosyal kaynaşmaya dayanmaktadır. Asimilasyonda bu bağlar ortak değerlere dayalı karşılıklı sorumluluklar üzerinden biçimlenirken, enteraktif çoğulculukta vurgu karşılıklı tanıma ve farklılıklara saygı üzerinedir. Parçalı çoğulculuktan farklı olarak enteraktif çoğulculuk grupların etkileşimine kurucu bir işlev yüklemektedir. Etkileşim grup içinde değil gruplar arasında gerçekleşmektedir. Grup farklılığı kutlanmakta ve kimlik talepleri kamusal yaşama girişte meşru noktalar olarak ele alınmaktadır. Ancak bu bir ortak kültürün olmadığı anlamına gelmemektedir. Aksine grup etkileşimleri sonucunda sürekli yeniden tanımlanan, dolayısıyla toplumun tamamı tarafından paylaşılan ve değerli görülen bir kültür vizyonu bulunmaktadır[28].

Bu tipolojiler çerçevesinde bakıldığında; Anglo-Sakson geleneğinin örgütlülük temeli olarak “birey”i esas aldığı, sosyal kaynaşma modelinin ise asimilasyon ve kozmopolitanizm arasmda yer aldığı düşünülmektedir. Bir göçmen ülkesi olan Amerika’da asimilasyonun metaforu erime potası (melting pot) oldu. Bu yaklaşımda özel alanda ortaya çıkan etnik ve dini farklılıklar toplumun norm ve pratiklerine uyum sağladığı sürece görmezden gelinebilmektedir. Ancak uyum sağlanması gereken çekirdek değerler toplumu yöneten değerler, inançlar ve sembollerdir ki Shils[29] bunları ‘merkez’ olarak tanımlamaktadır[30].

İngiliz, İskoç, Gal ve İrlandalı gibi farklı ulusların toplandığı emperyal bir ülke olan İngiltere birey’i ve türdeşleştirici olmayan, prosedürel düzeyde işleyen ortak kültürü esas aldı. Ne Fransa gibi cumhuriyetçi ideali benimsedi ne de Almanya gibi özcü-etnik temelli bir vatandaşlık ilkesi geliştirdi. İngiltere, önceki sömürge coğrafyasından 1950 ve 1960’lı yıllarda emek açığını kapatmak için alman göçmenlerle artan çeşitliliği yönetmek için liberal bir entegrasyon politikasını uygulamaya geçirdi. Entegrasyonda; eşit fırsatlar ve hoşgörünün geliştirilmesi, ayrımcılığın azaltılması gibi politikalar önemsendi.

Amerika ve İngiltere, grup temelli hakları kabul etmemiş, grup farklılıklarını iyi niyetli ihmal etmiştir. Daha çok bireysel asimilasyonu/entegrasyonu ve birey haklarını ön plana çıkarmış bu ülkelerin toplumsal mutabakatında, azınlık hakları meselesi yer almamaktadır.

Göçmen ülkesi olarak kurulmuş ve ulusal azınlıklara sahip Kanada ve Avustralya gibi ülkelerin çokkültürlülük politikasının ise, parçalı çoğulculuğa yakın olduğu söylenebilecektir. Bunlar, grup kimliklerini ve kültürlerini tanıyan, kurumsallaştıran ve azınlık haklarını uygulamaya geçiren ülkelerdir. Avustralya ve Kanada’da farklılıkların yönetimine ilişkin bir politika ve strateji olarak çokkültürlülük resmi devlet politikası olarak benimsendi ve hem sömürgeden ayrışma hem de ulus inşasının bir parçası olarak işlev gördü. Diğer deyişle, bu ülkelerde çokkültürlülük, Avusturyalılık ve Kanadalılığı kuran tek ve esas unsur olup, vatandaşlık ile milli kimliğin ayrıştırılabileceği tezi ile şekillendi[31]. ABD’de bile federal devlet çokkültürlülük politikası içerisinde fazlaca yer almamış olsa da, etno-kültürel-dini çeşitliliğin kaynaştırılması ve Amerikanlaştırmak, ülkenin kurulması ve milli kimlik hedefinden ayrışmamaktadır[32]. Ancak İngiltere, Fransa, Almanya gibi Avrupa ülkelerinde çokkültürlülük, her ne kadar milli kimliğin kurucu unsurları ve ortak kültürle ilişkisi bu ülkeler arasında farklılaşsa da, görece güçlü bir milli kimlikle beraber var oldu. Bu ülkelerde çokkültürlülük resmi bir politika olarak ortaya çıkmadı, daha çok yerel düzeyde uygulandı. Kaldı ki Fransa, çokkültürlülük söyleminden tümüyle uzak durdu ve eşit haklar, eşit muamele, eşit fırsatlar ilkesi ile birlikte farklılıkların özel alana hapsedildiği bir asimilasyon/entegrasyon politikası işletti.

Avrupa’dan farklı olarak Avustralya, Kanada ve Amerika’da çokkültürlülük sadece göçmen temelli etniklik meselesine odaklanmamaktadır. Elbette bu ülkeler göç sonucu kumlan ve yüksek göç alan ülkelerdir. Yasal göçlerin yandan fazlası bu üç ülkeye olmaktadır[33]. 1970’li yıllara kadar bu üç ülkede de asimile edilemeyeceklerin göçmen olarak alınmaması prensibi benimsenerek göçmenlik sınırlandırıldı. Aynı dönemde İngiltere çoğunlukla sömürgelerinden göç aldı. Artık artan göçmen talebi ve bu talebin sömürge dışı ülkelerden ve özellikle Müslümanlardan karşılanması ile birlikte asimile edilemeyen gruplarla ilişkili olarak çokkültürlülük tartışması yapılmaya başlandı. Ancak Amerika, Kanada, Avustralya gibi ülkelerin çokkültürlülük politikaları göçmenlik dışında ulusal azınlıkları ve yerlileri de kapsamaktadır[34].

Çokkültürlülüğe Yönelik Eleştiriler

Ulus-devleti ideal olarak gören ve sanayileşmenin talepleri ile şekillenen asimilasyon ve entegrasyon politikaları özellikle son çeyrek yüzyılda yerini çokkültürlülüğe bırakmaya başladı. Ekonominin küreselleşmesi/ ulaşım ve iletişim teknolojilerinin yaygınlaşıp kolaylaşması ile artan göçmenlik, turizm ve yerleşme amaçlı konut edinimleri, savaş ya da etnik çatışmadan kaçan sığınma ve mültecilik talepleri dünya nüfusunun hareketliliğini artırdı. Aynı süreçte başka ülkeden gelenler “yabancı” ya da “misafir işçi” statüsünden birkaç kuşak geçtikten sonra ana ülke vatandaşı oldular. Bu gelişmeler neticesinde sanayileşmiş ulus devletlerin toplumsal kadastrolan köklü bir şekilde değişti. Üstelik küreselleşme ulus altı ve ulus üstü kimlik ve aidiyetlerin güçlenmesi ve tanınma mücadelesini de beraberinde getirdi. Çokkültürlü politikalar tam da bu süreçte önem kazanmaya başladı[35].

Her ülke tarihselliğinde değerlendirildiğinde farklı başlangıçlar bulunabilse de neredeyse tüm dünyayı etkileyen çokkültürlülük eleştirileri, ABD’ye yönelen 11 Eylül saldırıları ile başladı. 2004 ve 2005 Londra ve Madrid’de çok sayıda sivilin ölmesine neden olan tren bombalamaları, yönetmen Teo Van Gogh’un yaptığı bir film nedeni ile Fas’lı biri tarafından öldürülmesi (2004), 2006 Haziran ayında yakalanan 17 teröristin Kanada’da Parlamento binasına saldın planladıklarının tespiti, 2005 yılı Paris varoşlarında başlayan ayaklanma Avrupa’da çokkültürlülük eleştirilerini yoğunlaştırdı.

Avrupa’da çokkültürlülük eleştirileri asimile edilmeyen gruplarla ilişkili olarak ortaya çıkmaktadır. Bu kapsamda Avrupa öncelikle göçmenleri özellikle de Müslümanları yeterince bütünleştirememenin ve terörizmin sıkıntılannı yaşamaktadır. Neticede Avrupa’nın 3 büyük devleti sayılan Fransa, İngiltere ve Almanya, Müslüman sömürge coğrafyasından yani Orta Doğu, Afrika, Asya ülkeleri ve Türkiye’den göçmen aldı. Bu ülkelerde yaşanan çeşitli ayaklanma ve terör olaylarının arkasında çoğunlukla o ülkelerde doğmuş ya da yetişmiş Müslümanların olması nedeniyle, çokkültürlülük batılı olmayanları liberal kültüre entegre etmekte fazlaca başarılı olamadığı yönünden eleştirilmeye başlandı. Öte yandan Kanada ve Avustralya gibi farklı grupların tanınmasına ve grup haklarına dayalı çokkültürlülük modeli, kültürel topluluklara fazlaca özerklik tanırken, bir arada yaşama değerlerini ve gruplar arası etkileşimleri dikkate almadığı eleştirilerine uğramaktadır.

İngiltere

Çokkültürlülük İngiltere’de ulus devletleşme ya da milli kimlik inşasının bir parçası olarak değil, göçmenlikle ilişkili olarak gündeme geldi. İngiliz milli kimliği, diğer Avrupa ülkeleri ile karşılaştırıldığında etnik ve kültürel bir öz taşımayan, daha çok sivil ve politik bir kimliktir. Emperyal projesinde etnik ve ulusal farklılıkları korumaya izin vererek bir şemsiye kimlik olarak Britanyalılığı (İngiliz, İskoç, Gal ve İrlandalı uluslarının bir üst kimliği olarak) inşa etti. Britanyalılık İngiliz kurumları, parlamento, Monarşi ile gurur duymak ve sadakat göstermek ile tanımlandı. İmparatorluğun kurucuları Anglo-Sakson (Beyaz İngiliz) olsa da, İngilizlilik (Englishness) milli kimlik olmadı ve dört ulusun da gönüllü olarak katıldığı Britanyalılık üst kimliği oluşturuldu.[36] Bu bakımdan Britanya’nın etno-milliyetçi ya da kültürel türdeşliğe dayalı bir meşruiyet temeli olmadı [37]. 1981 İngiliz ulusçuluğu ve vatandaşlık tanımına kadar da “Birleşik Krallık ve sömürgeleri vatandaşlığı” geçerli idi. Bu kapsamda sömürge ülkelerden gelen göçmenler serbestçe yerleşiyor ve aynı hukuki statüye sahip oluyordu. Sonraki süreçte de göçmenlere ilişkin bireysel entegrasyona dayalı politika geçerli oldu. Ancak 1970’lerden itibaren göçmen profilinin değişmesi, Britanya’nın ayrışması tehdidi, Kuzey İrlanda, İskoç ve Gal milliyetçiliklerinin yükselmesi ve parlamentolarına daha çok özerklik verilmesi gibi sorunlar ve AB süreci, bir yandan İngiliz milli kimliği üzerinde sorgulamalar başlatırken, diğer yandan çokkültürlülüğe alan açtı[38].

İngiltere’de özellikle 1997 yılında iktidara gelen Blair döneminde “Yeni Britanya” sloganı ile çokkültürlülük doruğa ulaştı ve çeşitlilik desteklendi. Irk İlişkileri Yasası (2000) ve İnsan Hakları Yasası (1998) bu kapsamda değiştirildi[39]. 2000 yılında Runymede Trust tarafından Parekh’e hazırlatılan “The Future of Multi-Ethnic Britain” isimli Rapor ile çokkültürlülük etkisini artırdı. Parekh bu raporda, İngilizliğin (Englishness) ve Britanyalılığm (Britishness), oldukça sistematik, çoğunlukla konuşulmayan ırkçı çağrışımlara sahip olduğunu ileri sürdü. Beyaz olmak Britanyalılığın ön koşulu idi ve Britanyalılık çoğunlukla İngiliz etnikliğine indirgeniyordu. Ayrıca, İngiltere’de kurumsal ayrımcılık ve ırkçılık yapıldığı vurgulandı. Raporda, çokkültürlülüğün resmi devlet politikası olması ve grup haklarının tanınması önerildi. Parekh, Britanya’nın “topluluklar topluluğu” olarak birlikte yaşanılan ülkenin adı olduğu ve hiçbir grup ya da topluluğun Britanya’ya sahiplik iddia edemeyeceği tezini öne sürdü. Bu nedenle şemsiye kimliği, İngiliz etnik/ulus içeriğinden ayırmanın önemine vurgu yaptı. Ayrıca, İngiltere’de sosyal kaynaşmanın belli merkezi değerlere bağlılık, eşitlik ve hakkaniyet, diyalog ve hoşgörü, uzlaşma ve yer açma, çeşitliliğe saygı, ırkçılık ve yabancı düşmanlığının tasfiyesi hallerinde söz konusu olabileceğini iddia etti[40].

Ancak Parelch Raporu’nun etkileri çok kısa sürdü. 11 Eylül olayları ve arkasından 2001 yılında İngiltere’nin Kuzeyindeki Oldham, Bumley ve Bradford[41] şehirlerinde çıkan ayaklanma ile kamu politikası değişmeye başladı ve iç güvenlik, uluslar arası terörizmle savaş ve “topluluk kaynaşması” fikri gelişti. Kuzey şehirlerindeki ayaklanmalara özellikle sömürge coğrafyası olan veya İngiltere’de doğmuş ya da büyümüş Bangladeşli ve Pakistanlı gençlerin katılması ve buna mukabil yükselen beyaz ırkçılık çokkültürlü politikanın yeniden gözden geçirilmesi sonucunu üretti. O zamana kadar liberal entegrasyon politikası uygulayan İngiltere’de bu süreçten sonra ayaklanmanın nedenlerinin araştırıldığı TED Cantle Raporu gündemi belirledi.

Cantle Raporu

Bu rapor çokkültürlülüğü; göçmenlik, Güney Asyalıların sahte evlilik düzenlemeleri ve 2001 yılında Kuzey İngiliz şehirlerindeki ayaklanmalar olmak üzere üç farklı sorun alanı ile ilişkilendirerek tartıştı ve özellikle son sorunun kaynaşmamış toplum gerçeğini ortaya koyduğunu iddia etti[42]. Cantle Raporu tam da bu nedenle “topluluk kaynaşmasını” sağlayacak bir strateji metni olarak hazırlandı. Rapor çokkültürlülüğün sorgulandığı dönemde, farklılıkları ve ayrışmaları vurgulamak yerine vatandaşlık, karşılıklı güven ve aidiyet duygusunun güçlendirilmesi, ortak deneyimler ve değerler yaratarak topluluk kaynaşması inşa etmenin önemine dikkat çekti. Her şeyin ötesinde, ‘topluluk kaynaşması’ Putnamcı aşırı bağlayıcı sermayenin sorunsallaştırılması ve “köprü kurucu sosyal sermayeye” duyulan ihtiyacı dile getirdi. Elbette bu, tekbiçimlilik, tek kültürlü ulusçuluğa dönüş anlamı taşımayacaktı[43]. Zaten İngiliz, İskoç gibi farklı uluslardan mürekkep İngiltere tarihselliğinde ulusal kültüre asimilasyon seçenek olarak ortaya çıkmadı.

Beyaz Rapor

Cantle Raporuna paralel şekilde ikinci defa iktidara gelen İşçi Partisi lideri Blair, 8 yıl sonra bu defa azınlık entegrasyonunun başarısızlığa uğradığını belirterek dönemi “artık çokkültürlülüğün ötesine geçme zamanı” olarak nitelendirdi. Bu tutum özellikle İşçi Partisi Genel Sekreteri David Blunkett tarafından sürdürüldü. Blunkett “normlarımız var ve evimize gelenler bunlara uymak zorundadır” diyerek, merkezi değerlerin yeniden inşası için bir çerçeve olarak çokkültürlülüğü daraltan ve yeni göçmenlik politikasını birleştiren bir Beyaz Rapor (2002) yayınladı[44]. Söz konusu Rapor’da İngiltere’nin çokkültürlü bir ulus olduğu; asimilasyonu hiçbir zaman benimsemedikleri belirtilirken, buna dönük ilk meydan okumanın ülke içinden kaynaklandığı belirtildi. Bu noktada da özellikle göçmenliğin getirdiği çeşitliliğin milli kültür ve kimlik üzerinde yarattığı sonuçlara dikkat çekildi. Rapor’da bu kapsamda Bradford, Oldham ve Bumley kasabalarında yaşanan olayların ortak değerler etrafında birleşmiş bir ulus yerine parçalı ve bölünmüş bir toplum gerçeğini gösterdiği ifade edildi. Raporun ana mesajı yeni bir göçmen dalgasına sınırların açılmasının ancak aidiyet ve ortak kimlik duygusu edinme karşılığında tolere edilebileceğiydi. Raporda İngiliz vatandaşlığının temel direkleri, insan haklarına ve özgürlüklere saygı, demokratik değerlere sahip çıkmak, ödev ve yükümlülükleri yerine getirmek olarak belirtildi. Millet olmanın ortak unsurları ise, ayrımcılığın önlenmesi, İngiliz dilinin kabulü, sekûlerlik ve dinî farklılıklara saygı olarak ifadesini buldu[45].

Çokkültürlülükten uzaklaşmada belirleyici diğer olay, 2005 yılında Londra’da gerçekleştirilen ve çok sayıda sivilin ölmesi ve yaralanmasına neden olan tren bombalaması idi. Bu olay sonrasında Britanya kimliğinin içselleştirilmediği, etnik ve dini kimlik tanımlamalarının birincil olduğu kanaati yaygınlaştı. Britanyalılığın ancak başka bir kimlik tanımlaması yokluğunda kendini ifade etme vasıtası haline geldiği, boş gösterene dönüştüğü iddia edildi. Bu sorunu en ciddi şekilde yaşayanlar ise Müslümanlar ve İngilizler (English) idi. Kültürel ayrılık ve Müslümanların ayrışmasının Britanyalılığa meydan okuduğu değerlendirildi[46]. 2005 yılında yeniden iktidara gelen İşçi Partisi ve Blair, bu ikinci döneminde iç dinamikler, uluslar arası terörizm, Amerika ittifakı vb. sebeplerle asimilasyon politikalarına yöneldi ve Britanyalılık yerine İngilizliği teşvik eden yeni etniklik politikasını uygulamaya geçirdi[47].

Bu çerçevede İngiliz vatandaşlığının sivil ve siyasal boyutları ile aidiyet duygusunun güçlendirilmesi hedeflendi. Somut önlemler olarak ise vatandaşlık yemini, vatandaşlık testi, İngilizcenin öğrenilmesi zorunluluğu ve İngilizce bilen ve İngiltere doğumlu imamların tercih edilmesi benimsendi[48]. Ayrıca, oldukça âdem-i merkeziyetçi müfredat uygulaması ile ders seçimleri okullara bırakılmışken, 2002 yılından itibaren 11-16 yaş gruplan için vatandaşlık ve demokrasi dersleri zorunlu hale getirildi[49].

Mekânsal Ayrışma/Paralel Yaşamlar Tartışması

Çokkültürlülük eleştirilerinde konut bölgelerinin ayrıştığı ve gettolaşmanın başladığı ana tartışma başlıklarından biri oldu. Bu yöndeki araştırmalar 2001’de Kuzey şehirlerde Asyalı Müslüman gençlerin katıldıkları ayaklanma sonrasında başladı. Bu türden etnik bölgelerin belirgin özelliği yoksul olmaları değildi. Yoksul başka yerler olmasına rağmen, oralar bu bölgeler gibi ülke güvenliği ve beyaz kimlik açısından tehdit yaratmıyordu. İddia, buradaki etnik azınlıkların ‘kendi kendilerini toplumdan ayrıştırdıkları (self-segregating)’ idi. Mekânsal yoğunlaşma ve kültürel farklılığın olumsuz şekilde ilişkilendirilmesi yönündeki bu değerlendirme, medya ve sağ muhalefet üzerinden hegemonik hale geldi. Birçok araştırmacı etnik azınlıkların konut bölgelerinin kendi istekleri ile ayrıştığı ve gettolaştıklarına dair çeşitli akademik çalışmalar yayınladılar[50]. Böylece yeniden entegrasyonun sorumluluğu göçmenlere yüklendi. Bu çalışmalarda özellikle Londra dışında zenci etnik gruplara yönelik az, Asyalı gruplara yönelik yoğun bir ayrışma olduğu tespit edildi[51].

Cantle Raporu dikkatleri sosyal kaynaşmayı engelleyen ‘paralel yaşam’ sorununa çekmesi bakımından da önem taşımaktadır. Yerleşim düzeninin çokkültürlülüğün yaşanabilmesinde önemli olduğuna işaret eden Cantle, çeşitliliğin belli bir coğrafyada yoğunlaşması ve gettolaşma gibi durumların, sosyo-ekonomik yapı ile birleşerek azınlık ve çoğunluk grupların birbirleriyle etkileşimlerini belirlemekle kalmayıp, damgalanma, önyargı ve ayrımcılık süreçlerini de yapılandırdığına dikkat çekti. O’nun tespiti genelde evsahibi topluluğun daha iyi konumları tutup, daha soylu ve rantı yüksek mahallerde ve daha müreffeh şekilde yaşarken, azınlıkların daha düşük sosyo-ekonomik statüye sahip olduklarıydı[52]. Örneğin İngiltere’de Müsliimanlar diğer nüfusa oranla 3 kat daha fazla işsizdir (%15), otel ve restoranlar gibi düşük ekonomik faaliyetlerde istihdam edilmektedir, niteliksiz işgücü yüksektir ve yoğunlukla yoksul mahallelerde ikamet etmektedirler[53]. Cantle, özellikle din eksenli bölünmelerin Avrupa’da çok önemli hale geldiğini, çoklukla sınıf ve etnik bölünme ile çakıştığını ve sonuçta alışveriş yerleri, okulları, emlakçıları, işyerleri, eğlence ve müzik tercihleri, sivil toplum üyelikleri ve mahalleleri ile gündelik yaşamın birçok alanında ayrışmış ve birbirine dokunmayan paralel yaşamlar oluştuğunun altını çizdi[54]. Paralel yaşamların ve paralel tophımlarm bir arada bulunduğu bir toplumun ne derece çokkültürlü sayılabileceği sorgulanmaya başlandı. Nitekim Cantle’a göre sayıca farklı olanların varlığı o toplumu çokkültürlü tanımlamaya yetmemeliydi[55].

Başka birçok çalışmada Brixton, Londra’da Notting Hill, Manchester’da Moss Side, Birmingham’da Handsworth gibi yerlerde ve Leicester ve Bradford gibi küçük kasabalarda farklı yaşam tarzları, yüksek suç oranlan ve düşük kalite konutlan ile etnik bir kapanma ve hatta gettolaşma eğilimi saptandı[56]. Esasen İngiltere’de tartışılan paralel yaşam sorunu, Amerika’nın gettolaşma[57] olarak yaşadığı sorundur[58] ve analizlerin kullandığı göstergeler çoğunlukla Amerikan menşelidir. Ancak etnik mekânsal yoğunlaşmalara tümüyle olumsuz bir yaklaşım, Amerikan menşeli araştırmalara da meydan okumaktadır. Amerika’da yapılan analizlerde bu türden yoğunlaşmaların ekonomik verimlilik, istihdam ve dayanışma ürettiği, mekânsal ve sosyal hareketlilik sağladığı gibi değerlendirmeler de bulunmaktadır. Nihayetinde İngiltere’de de gettolaşmanın mit olduğu[59] ve ayrışmanın azaldığı yönünde çalışmalar yapıldı ve Urban Studies dergisinde “ayrışma”nın nasıl tanımlanacağı ve nasıl ölçümleneceğine” dair akademik tartışmalar başladı[60]. Bu yöndeki çalışmalarda, etnik yoğunlaşma/gettolaşma tespit edilse de uygun konut fiyatları, eğitim ve gelir düzeylerindeki düşüklük, anadil konusundaki yetersizliğin belirleyici olduğu vurgulandı[61]. Ayrıca kendi etnik gurubundan insanlarla birlikte yaşamanın, yardımlaşma ve kültürel güvenlik gibi nedenlerle de tercih edildiği ancak göçmenlerin, fırsat oluştuğunda yoksul mahallelerden daha konforlu yerlere taşınmak istedikleri tespit edildi[62].

Bu tartışmalar ışığında, 2005 yılında Londra Belediyesi tarafından Londra ve İngiltere’de etnik temelli konut bölgeleri ayrışması araştırıldı ve “Patterns of Ethnic Segregation in London” isimli bir Rapor yayınlandı. Bu araştırmada 20 tanesi Londra’da olmak üzere, İngiltere ve Gal’de nüfusun üçte birinden azının beyazlardan oluştuğu 38 bölgenin karma nitelik taşıdığı görüldü. Latimer ve Leicester (Hintliler), Whiteside ve Pendle (Pakistanlılar) şehirlerinde bir etnik grubun nüfusun üçte ikisini oluşturduğu tespit edildi. Ancak hiçbiri aşırı kutuplaşma yani gettolaşma göstermiyordu[63].

Sonraki süreçte, mekânsal/konut bölgesi ayrışma analizlerinden başka, etnik azınlıklar ve beyaz İngilizler arasındaki etkileşimi ölçen çalışmalar yapılmaya başlandı. Aynı dönemde yayınlanan Irk Eşitliği Komisyonu Raporunda; Beyaz İngilizlerin % 94’ünün diğer etnik kökenlerden arkadaş edinmediklerine, hatta anlamlı bir etkileşim ve ortak deneyim yaşamadıklarına işaret edildi[64]. İngiltere’de ayrışmanın sadece yeni gelenlerin yerleşim tercihleri ile yaşanmadığı, taşınan/ayrılan insanlarca da yaratıldığı vurgulandı. Bu kapsamda “beyaz kaçış” olgusu, İngiltere’de yaşanan çokkültürlülük sorununun somut olgularından biri olarak görülmektedir. Dorling ve Rees[65] bu kaçışın “beyaz etnik ve kısmen ırkçı motivasyonlu” bir göç olduğunu ve mekânsal ve sosyal kutuplaşmayı artırdığını iddia ettiler.

Esasen, ayrışma ve paralel toplum tartışması kamuoyunun gündeminde oldukça geniş yer aldı, ancak daha önemlisi medyada ve kamu politikalarında kültürel farklılıkla ilişkilendirilmiş mekânsal ayrışma/yoğunlaşma meselesine oldukça olumsuz yaklaşılmasıdır. Bu olumsuzluk özellikle Müslüman azınlıklar için geçerlidir.

Ayrışmış Bir Grup Olarak Müslümanlar ve İslamafobi

Çokkültürlülük tartışmalarında doğrudan Müslümanlara odaklanan bir paralel toplum tartışması yürütülmektedir. Müslümanların kamusal ve siyasal alanda bir tehdit olarak algılanması terörizm ve sekülerizm kaygıları ile ilgilidir. Çokkültürlülük tartışmalarında ise bu tehdit algısı, İslam’ı ve Müslüman’ı, İngilizliği kuran başat kültür ve miras ile uyumsuz gören bir ırkçı çizgiye dönmektedir. Kundnani[66] çokkültürlülükteki değişmeyi göçmenlerle ilgili görürken, Modood[67] 11 Eylül sonrası dönemde açığa çıkan İslamafobi ile ilişkilendirmektedir. Aslında Britanya’da 1950-60’lı yıllarda “renk”, 1970- 80’lerde “ırk”, 1990’lı yıllarda “etnisite” temelinde tanımlanan azınlıkların artık “din” eksenli tanımlandığını ve ırkçılığın yerini İslamafobiye bıraktığım söylemek daha doğru gözükmektedir[68].

İngiltere’nin Müslüman kimlikle sorunu öncelikle göçmen profilinin değişmesi ve genişlemesi ile ilgilidir. Sömürge coğrafyası Pakistan, Bangladeş ve Hindistan’dan İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde İngiltere’ye göç edenler, ucuz emek gücü olarak memnuniyetle karşılandılar. 1990’lı yıllara gelindiğinde Doğu Avrupalı ve Ortadoğulu Müslüman göçmenler geldi ve Müslümanlar en geniş azınlık grubunu oluşturdu. 1951’de 51.000 olan Müslüman nüfus 1,6 milyona ulaştı. Müslüman nüfus artışının sağladığı görünürlük, uluslar arası terörizm ve iç ayaklanma tecrübesi ile birleşti. Ayaklanma ve terör saldırılarının arkasında ya İngiltere doğumlu ya da İngiltere’de büyümüş Müslüman gençlerin bulunması ciddi bir kırılma yarattı. Daha önceki inanç, ikinci ve üçüncü kuşak göçmenlerin İngiliz yaşam tarzına ve değerlerine uyum sağlayacağı idi. Bugün tam da ikinci ve üçüncü kuşakların yaşadığı ayrışmanın ulusal endişeyi artırdığı anlaşılmaktadır[69]. İngilizliğin tekrar canlandırılması çabalan bununla bağlantılıdır.

Nitekim Irk Eşitliği Komisyonu Başkanı Trevor Phillips, Manchester’da yaptığı “After 7/7: Sleepwalking to Segregation” başlıklı konuşmada; “Britonlar birbirilerine yabancı olmaya başladılar… İngiliz Müslümanları topluma en az entegre olan ve en fazla ayrışmış topluluktur” iddiasını popülerleştirdi. Ayrıca Bangladeş ve Pakistanlıların toplumdan gittikçe daha fazla ayrıştıklarına dikkat çekerek, ırk ve din ekseninde gittikçe bölünen bir toplum olduklarını belirtti. Bazı konut bölgelerinin gettolaşmaya başladığı ve uyurgezer şekilde ayrışmaya gittikleri uyarısında bulundu[70]. Temel iddia, Müslümanlar ve diğer göçmen toplulukların kendileri dışındaki kültürlere açık olmadıkları için kaynaşmakta başarısız olduklarıydı. Resmi söylem evde İngilizce konuşulmamasının, güçlü kan bağlarının, Pakistan ve Bangladeş’te geçirilen uzun süreli tatillerin, kendi doğum yerlerinden kimselerle evlenmenin, etnik ayrışmayı derinleştirdiği yönündeydi. Neticede sosyal kaynaşma sorununun yükümlülüğü Müslümanların sırtında idi ve kendi üzerinde düşünen bir söylem cılızdı.

Esasen İngiltere dâhil tüm Avrupa’da İslamafobinin tekrar canlandığı gözlenmektedir. Neticede Avrupa’da İslamafobi ya da Müslüman kimliğin “öteki” olarak görülmesi yeni değildir. İslam’ın ortaya çıkışından başlayarak

Avrupa, Müslümanlığı “öteki” olarak kurmuştur[71]. Yeni olan İslamafobinin sağduyuya yerleşmesi ve doğallaştırılmasıdır. İslamafobi tüm Müslümanları türdeş bir kitle ve batı kültürüne tehdit olarak algılayan bir tanımlama olup, göçmenlere duyulan ırkçı düşmanlık İslam korkusu ile birleşmektedir[72].

İslamafobi ve Müslümanlara dönük önyargılar, hem devlet söylem ve politikasında hem de medyada canlı tutulmaktadır. Müslümanlar, en hafifinden, refah devletinin tüm avantajlarından yararlanan ancak entegre olmayarak toplumdan kazandıklarını geri vermeyen, İngiltere’de yaşıyor olmanın sunduğu fırsatları takdir edemeyen kimselerdir. Kundnani[73] göçmenlerin anayurtlarındaki gibi yaşayamayacaklarım, İngilizcenin sosyal içerme unsuru olduğunu, kültürel farklılığın kadınları baskılamaya gerekçe olamayacağı eleştirileri ile sorumluluğu yine Müslümanlara yükledi. Malik[74] ise çokkültürlülükte ileri gidildiğine belli bir dini ibadeti yapma, belli bir dili konuşma veya belli bir kültürel pratiği izleme hakkının özgürlük olarak nitelenmekten öte “kamusal iyi” olarak görülmeye başlandığına dikkat çekti. Ayrıca, Müslüman toplulukların Avrupa toplumuna ve onun politik değerlerine ne derece entegre olma niyetleri olduğunu sorgulayıp, özgürlük, hoşgörü, demokrasi, cinsiyet eşitliği ve sekülerleşme gibi merkezi Avrupa değerlerine bağlılıklarını tartıştı. Bu dönemde Müslüman etnik grupların İngiliz değerlerini benimsemedikleri, kendi cemaatlerini geliştirdikleri bağlılıklarla İngiliz kimliğini sahiplenmedikleri ve ülkeye aidiyetlerinin zayıf olduğu iddiaları yükseldi[75].

Bu gelişmeler, Müslümanların ‘içerdeki düşman’ olarak algılandığı, Asyalıların ve özellikle Güney Asyalıların batı toplumunu tehdit eden “öteki” olarak deneyimlendiği bir sürece evrildi. Nitekim Asyalı İngilizler zenci İngilizlerle karşılaştırıldığında iki katlı bir ırkçılıkla karşı karşıya kaldı[76]. Bunda söylem düzeyinde kalmayıp, güvenlik gerekçesiyle Müslümanları hedefleyen uygulamaların da etkisi vardı. Nitekim 11 Eylül 2001 ve devamında 7 Temmuz 2005 olayları sonrasında İngiltere’de Müslümanlara yönelik çok sıkı bir denetim geliştirildiği bilinmektedir. Yerel yönetimlere İslamcı radikalleri izlemeleri için ciddi kaynaklar aktarılırken, yerel meclislerin tehditleri önlemek için polis gücünün gözü ve kulağı olarak işlev gördüğü bilinmektedir. Ayrıca İngiliz Gizli Servisi (MI5) Mekke’ye Hac için giden Müslümanları izlemekte, üniversitelerden İslami siyasi radikalizme meyleden ve Asyalı görünüşlü öğrencileri takip etmesini istemektedir[77]. Ancak elbette sadece İslamafobiyi güçlendiren, Müslümanları denetim altında tutan politikalar uygulanmadı, aynı zamanda ülkede hoşgörünün geliştirilmesi, dini kurumlar üzerinden etkileşimin artırılması, ayrımcılığın önlenmesi yönünde arayışlar da oldu.

Bu eleştirilerin haklı olmadığına dair çalışmalar da yapıldı. Örneğin Moodod’a göre bu eleştiriler pragmatik ve eşitsiz işleyen çokkültürlülüğün bir sonucu idi[78]. Benzer şekilde Abbas[79], İngiliz Müslümanları örneğinden yola çıkarak çokkültürlü İngiliz politikasının istenen sonuçları üretmediğini dile getirdi. Çokkültürlülük mevcut ekonomik ve siyasi eşitsizliklerle daha ileri bir etnik ayrışmaya ve tabakalaşmaya yol açmakta, zaten etnik olarak tabakalaşmış İngiliz toplumunda diğer eşitsizlikleri ihmal ederek bölünme ve parçalanmayı derinleştirmektedir. Ayrıca bu kesimleri kendi kültür köklerine dönmeleri için baskı altına almaktadır. Abbas’a göre[80] çokkültürlü toplum; “Afrikalı göçmenlerin tuvaletleri temizlediği ve üst-orta sınıf İngiliz beylerinin avukat, pilot, cerrah olduğu bir toplum. Çokkültürlü kelimesi varsa eğer eşitlik ya da saygı çağrısını taşımıyor artık…” Bu sebeple Abbas ‘ortak vatandaşlık’ ve ‘asimilasyon’ temasına dönme çağrısında bulundu.

İngiltere’de yükselen çokkültürlülük eleştirileri başta Fransa, Almanya, Hollanda, Danimarka, İsveç gibi Avrupa’nın diğer ülkelerinde de çoğunlukla göçmenlik ve Müslüman azınlıklarla ilişkili olarak yapılmaktadır. Dış politikadaki gelişmeler, yeni kaynaşma politikası, İslamafobi ve ayrımcılık, Müslümanların kültürlerine daha fazla sarılmaları ve içe kapanmalarına neden olmaktadır. Avrupa’da yapılan seçimlerde sağ partilerin iktidara gelmeleri ya da toplumsal desteklerini artırmaları, çokkültürlülük karşıtı tartışmaları beslemekte ve bu tartışmalardan beslenmektedir. Neticede çokkültürlülük politikalarının Müslümanlar eksenli tartışılmasına, çokkültürlülükle din ilişkisinin üzerinde yeniden düşünülmesine ihtiyaç vardır. Bu, dini bölünme yanı sıra din ile çakışan sınıfsal-etnik bölünmenin de çokkültürlülükle ilişkisinin derinleştirilmesine yol açacaktır. Avrupa’nın diğer ülkelerinde yaşanan tartışmaların dışarıda tutulduğu bu çalışmada, bundan sonraki bölümde çokkültürlülüğü devlet politikası olarak benimsenip, daha aktif şekilde ve milli kimlik sürecinin bir parçası kılan Avustralya örneği irdelenecektir.

Avustralya

Avustralya, Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’dan gelenlerle kurulmuş bir göçmen ülkesidir. Kanada gibi Avustralya da İkinci Dünya Savaşma kadar sömürge ülkelerinden göç alıp, Beyaz Avustralya siyaseti güttü. 2. Dünya Savaşı sonrasında göçmenlere yönelik asimilasyon politikası uyguladı. 1970’lerden itibaren ise göçmenlik politikası değişti ve Kanada’yı takiben çokkültürlülüğü resmi devlet politikası olarak ilan etti. Göçmenlerin düşük ücretli işlerde çalışması, kiranın ucuz olduğu banliyölere yerleşmesi, gündelik yaşamda da ayrışmaların başlaması gibi sonuçların vatandaşlığın İngiliz etnisitesi ve kültürüne dayanması nedeniyle olduğu iddiaları güç kazanmaya başladı[81]. Savaş sonrası Alman göçmenlerin bu dönemde seçmen haline gelmesi ve etnik toplulukların siyasetin merkezine yerleşmesi de belirleyici oldu. Tam da bu dönemde çokkültürlülük resmi devlet politikası olarak ilan edildi. Bunu ayrımcılık yasası takip etti. Ki bu türden tedbirler Avustralyalılar ile Avustralyalı olmayanlar arasında evlilik, işyeri çeşitliliği, kültürel etkileşim ile karşılıklı adaptasyon için zemin hazırladı[82].

İşçi Partisi ve Başbakan Whitlam dönemi (1972-75) Beyaz Avustralya politikasının sonu oldu. 1973 yılında Göçmen Bakanı Al Grassby “Çokkültürlü Toplum: Gelecek İçin” programı başlattı. Ulusu “çokkültürlü aile” olarak tanımlayan Grassby[83] İngilizce konuşmayanların sosyal ve ekonomik dezavantajlarına odaklanan bir program sundu. Etno-kültürel çoğulculuğun kabulü, sosyal hakların genişletilmesi, göçmen eğitim programları, yerleştirme hizmetleri, etnik radyo, ırk ayrımlarının önlenmesi politikaları uygulamaya konuldu[84]. 1975-83 döneminde Malcom Fraser’in Liberal Koalisyon hükümeti çokkültürlülük politikasını devam ettirdi. 1978 yılında Galbally tarafından ortaya konulan Göçmen Hizmetleri ve Programlan ile geniş bir çokkültürlülük yaklaşımı geliştirildi ve sosyal devlet fonksiyonlarını ve eğitim hizmetlerinin göçmenlere yaygınlaştırılması öngörüldü. Bu Rapor Fraser Hükümetince benimsendi ve Hükümet etnik meseleye öncelik vererek, araştırma ve eğitim faaliyetleri için bir enstitü kurdu. 1981 yılında bu enstitünün açılışında Başbakan Fraser çokkültürlülüğü “Avustralya’nın eşsiz bir başarısı” olarak sundu[85]. 1982 yılında ise Multiculturalism for Ali Australiatıs: Our Developing Nationhood Raporu ile çokkültürlülük, ulusun ve ulus kimliğin merkezine yerleştirildi ve sadece göçmenler değil tüm Avustralyalılara kapsamını genişletti. Burada çokkültürlü toplumun 4 kurucu ilkesi şöyle açıklanmaktaydı: a- Sosyal kaynaşma, b- kültürel kimliği koruma, c- fırsat eşitliği ve eşit sorumluluk, d- Avustralya toplumuna bağlılık ve katılım.

1983’te iktidara gelen Hawke-Keating Hükümetinde de çokkültürlü politika ve programlar devam etti. Sonraki süreçte Başbakanlığa bağlı bir Çokkültürlülük Ofisi kuruldu. 1984 yılında Milliyet ve Vatandaşlık Yasasında yapılan değişiklikle oturma izni olanların vatandaşlığa geçirilme politikası sürdürüldü: Süre iki yıla indirildi, 50 yaş üzerindekiler İngilizce testinden muaf tutuldu, vatandaşlık soyut sivil değerlerle, milli birlik ise çeşitliliğe saygı temelinde tanımlandı.

Fitzgerald Raporu: Milli Kimlik ve Vatandaşlık Tartışması

Çokkültürlülük konusundaki hoşnutsuzluk 1988 yılında başladı. 1988 tarihli “Göçmenlik: Avustralya’ya Bağlılık” adlı Fitzgerald Raporu ile milli kimliğin sıfatlarından biri olmaya indirgenen çokkültürlülük, ölçeğini küçülttü. Bu Rapor Avustralya’ya Avrupa ülkelerinden gelen göçün azalıp, Doğu-Ortadoğu ve Güney Asya ülkelerinden göçün arttığı bir dönemde yazıldı. Söz konusu Raporda göçmenlerin Avustralya toplumunun ve demokrasisinin kurumlanma ve kurallarına saygı duymaları gerektiği vurgulanıyor ve odakta da Avustralya, Avustralyalı kimliği ve Avustralya’ya bağlılık yer alıyordu. Raporda; çokkültürlülüğün sadece göçmenler ve etnik topluluklar için bir anlam ifade ettiği iddia edildi. Yerliler mesela kendilerini bununla tanımlamıyordu. Ayrıca, Avustralyalılık kimliğinin güçlendirilmesi halinde çokkültürlülüğün daha az bölücü ve tehdit edici olacağı belirtildi. Yine, çokkültürlülüğün toplum olarak fazlaca tartışılmadığına işaret edilirken, milli kimliğin belirsiz olmasının yarattığı sıkıntının altı çizildi[86]. Bu nedenle Rapor Avustralyalılar için uyarı işlevi gördü.

Sonraki süreçte çokkültürlülük eleştirileri derinleşti ve Avustralya’nın örneğin Kanada’dan ayırt edilebilmesi için milli kimliğin çokkültürlülükten ayrı olarak doldurulması ihtiyacına dikkat çekildi.[87] Avustralya’da çokkültürlülük o kadar kurucu bir değerdi ki Göçmen Bakanı Al Grasby’nin belirttiği gibi “çokkültürlülük çıkarıldığında geriye bir şey kalmıyordu” [88]. Esasen tepeden uygulanan bir strateji olan çokkültürlülük sömürgenin İngiltere’den ayrıştırılması sürecinin de parçası idi. Ancak tam da bu ayrıştırma süreci çokkültürlülüğe itirazların da temelinde yer alıyordu. Çokkültürlülüğün ulusal kimlik yerine geçmesi, aynı zamanda Avustralya’nın beyaz İngiliz mirasının erimesine neden oluyor, daha önemlisi çokkültürlülüğe Avustralya’nın katkısını da ortadan kaldırıyordu. Neticede çokkültürlülük sadece Avustralya’da uygulanan bir politika değildi. Bu türden eleştiriler karşısında “Avustralya çokkültürlüdür ancak ondan başka ve öte de bir şeydir” görüşü güç kazanmaya başladı[89].

Muhalefet lideri John Howard’m güçlü muhalefeti ile çokkültürlülük üzerindeki siyasi mutabakat dağıldı. Eski Avustralya değerlerine inanan Howard çokkültürlülüğü “kafa karıştırıcı ve hedefsiz” bir kavram olarak suçladı ve “kimliğimiz nedeniyle bu kavramla özür diliyoruz” değerlendirmesinde bulundu. Howard, “Tek Avustralya” stratejisini önerdi ve bu proje ile 1990 seçimlerini kazandı[90]. Esasen sonraki seçimleri İşçi Partisi karşısında kaybetmiş olsa da, Howard’m liberal-ulusal koalisyonunun çokkültürlülüğe karşı başlattığı kampanya ve Fitzgerald Raporu sonraki dönemde de etkisini sürdürdü.

Nitekim 1989 yılında yayınlanan “Çokkültürlü Avustralya için Ulusal Gündem” Raporunda da İngiliz mirasının Avustralya’nın tanımlanmasında belirleyici olduğu, göçmenleri ve turistleri cezbeden esas nitelik olduğu ifade edildi. Bu, aynı zamanda, çokkültürlülüğün de sınırı olmaktaydı. Ulusal Gündem ayrıca, çokkültürlü politikayı tüm Avustralyalılar için kabul edilebilir kılacak bir boyut ekledi: Küresel rekabette ekonomik etkinliği sağlamak için, işgücü çeşitliliğine ve çeşitliliğe duyarlı bir yönetime verilen değer. Çeşitliliğin piyasa değerine vurgu yapan bu yeni yorum “üretici çeşitlilik” şeklinde 1992 yılında resmi propagandası yapılan bir slogana dönüştü. Bu çerçevede niteliksiz etnik göçmenleri önleyebilmek için Avustralya hükümeti nitelik ve sermaye temelinde yerleşme izni vermeye başladı[91].

Keating ve Howard döneminde ise (1995-2000), çokkültürlü politika yeni bir içerik daha kazandı: Çokkültürlülüğün haklar kadar yükümlülükleri de içermesi. Yükümlülük olarak ise Avustralya toplumuna sadakat, onun çıkarlarına ve geleceğine bağlılık, anayasa-hukukun üstünlüğü ve demokrasi değerlerine bağlılık ve ulusal dili öğrenme zorunluluğu sayıldı. Yeni çokkültürlülük politikası “çeşitlilik içinde birlik” oldu[92] ve milli birlik ve ortak politik değerlere odaklanarak çokkültürlülüğün etkisi azaltıldı.

2000’li yıllara gelindiğinde vatandaşlık, çeşitlilik yönetiminin ana aracı olarak görülse de çokkültürlülük ölçeğini iyice daralttı. Joppke[93] bunun nedenini Avustralya’nın milli kimliğinin kurucu unsura olarak çokkültürlülüğün bulunmasına bağlamaktadır. Tilbury[94] ise ulusal bütünlük ve milli kimlik kaybı, uluslar arası terör olayları ve muhafazakâr yönetimlerin yabancı düşmanlığını artırmasını vurgulamaktadır. Nitekim Howard[95] 2006 yılında 11 Eylül sonrası oluşan korkulan ve yabancı düşmanlığım ateşleyecek şekilde, ulusun inşası ve sosyal kaynaşmanın sağlanması için çokkültürlülükten uzaklaşmak gerektiğini belirtti. O’na göre; çokkültürlülük hoşgörüyü ifade ediyorsa Avustralya çokkültürlüdür ancak kültürlerin federasyonundan bir ulus inşa edilemez. Ancak ana kültür üzerinde etki yaratıp onu değiştirip onunla karışırsa bir ulus olabilir. Bu ulusun kültürel merkezinde İngilizce konuşma ve Anglo-Sakson kimlik vardır. Bunlar tümüyle Avustralyan değildir ancak merkezde bu değerler vardır.

Benzer şekilde Başbakan’m aşağıdaki söyleminde de çokkültürlülüğün yarattığı tehditler ve ‘aşırı çeşitlilik’, ortak değerlere dayanan sosyal kaynaşmaya tehdit olarak çerçevelenmektedir. Ulusal Basın Kulübü’nde yaptığı konuşmada Howard[96], çokkültürlülüğü milli kimliğin kurucu unsuru olmaktan çıkarıp, eski kimlikle sabitlemeye çalışmaktadır:

21. Yüzyılda sosyal kaynaşmayı sağlamak ve sürdürmek Avustralya’nın en büyük başarısı olarak kalacaktır. Farkın kutsanması ortak değerlerimizin kaybı pahasına olmamalıdır, Avustralyalılar bu değerlerden gurur duymaktadır. Ortak değerler sosyal çimentodur, bunsuz toplumumuz risk altındadır… Birçok ulus belli düzeyde kültürel çeşitlilik deneyimi yaşamaktadır ancak aynı zamanda bunları kuşatan hâkim bir kültür de işlemektedir. Avustralya örneğinde hâkim kültür Hıristiyan etiği, Aydınlanmanın ilerici ruhu ve İngiliz siyasal kültürünün kurumlan ve değerleridir.

Avustralya’da çokkültürlülüğün milli kimlik ve vatandaşlığa zarar verdiği yönündeki eleştirilerine, Kanada örneğini inceleyen Kymlica[97] katılmamaktadır. O’na göre çokkültürlülük resmi politika olduğundan beri Kanadalılarla göçmenler arasında milli kimlikten dayanışmaya kadar bağlılık oluşmasına hizmet etmiş, daha kapsayıcı ve eşitlikçi kamu kurumlan oluşmasına katkı sağlamıştır. Kymlica’ya göre sorun, diğer ülkelerde var olan güçlü milli kimlik ve gururdur; bu, göçmenlere ayrımcı uygulamaları cesaretlendirmektedir.

Ayrışmış bir Topluluk olarak Müslümanlar Tartışması

Amerika ve Kanadalıların aksine Avustralyalılar kendilerini etnik kökenleri ile tanımlamamaktadır. Ayrıca Avustralya’da ne Amerikan kentlerindeki gibi gettolaşma ne de İngiltere’de ki gibi paralel yaşam tecrübesi yaşanmadı. Ancak küreselleşme sürecinin etkileri ve ekonomik kriz dönemlerinde Avustralyalılar hem pozitif ayrımcılığa hem de özel destek alan gruplara düşmanlık geliştirdiler. 11 Eylül olayı ve uluslar arası terörizm ile 2006 yılında yaşanan Cronulla ayaklanması ve İslamcı köktenciler, önyargıları ve yabancı düşmanlığım güçlendirdi.

11 Eylül 2001 öncesi dönemde görmezden gelinen bir kesim olan Müslümanlara yönelik tutumlar ve yaklaşımlar bu tarihten soma oldukça değişti ve Müslümanlar korku ve endişenin, güvensizliğin, nefretin yöneltildiği kesim olmaya başladı. Her 11e kadar toplam nüfusun yüzde ikisine denk gelen (300.000) ve çoğunluğu Lübnanlı ve Türkiye kökenli olan bu topluluğun türdeş olmadığı kabul edilse de, Avustralya’da da Müslümanlar terör faaliyetleri ile birlikte anılarak, görünür ve damgalanır hale geldiler. Özellikle Müslüman kadınların başörtüsü, ayrımcılığın en önemli unsuru oldu. “Terörist” gibi sözlü saldırılar yanında fiziksel saldırılara da uğrayan Müslüman kadınlar, toplumda yükselen İslamafobinin esas mağdurları oldular. Hızla sosyal hayattan çekilmeleri beraberinde eğitim ve iş hayatından uzaklaşma, erken evlilik ve erken doğum gibi bir kısır döngüye çekti onları[98].

Sonuçta Müslüman topluluk ayrı bir etnik kesim olarak değil de kendi milli kimlik, kültür ve yaşam tarzlarına bir tehdit olarak görüldü. Müslümanlığa ilişkin bilgi eksikliği de bu türden yargıları güçlendirdi. Avustralya medyasının Hizbul Tahrir gibi aşırı İslamcı uçlan Müslümanlığın temsilinde kullanan haber ve değerlendirmeleri, Suudi Arabistan ve Afganistan örnekleri, ortalama Avustralyalıların zihninde İslam ve batı arasındaki önemli farklılıklara vurgu ile birlikte yer etti. Diğer bir deyişle Müslüman olmayanlara ilişkin meseleler bireysel suç olarak aktarılırken, Müslüman kökenliler için genel olarak İslam ile ilişkili bir anlatı yolu seçildi. Böylece Müslümanlara ilişkin kalıp yargılar şiddet, suç, terör, kadınların bastırılması gibi liberal olmayan pratikler etrafında şekillendi”.

Ayrımcılığa en çok uğrayan kesimin Müslümanlar içinde başörtülü olanlar olduğu belirtilmelidir. Özellikle eğitimsiz ve resmi dili konuşamayan ikinci kuşak Müslümanların, Avustralyalı kimliğine ilişkin sorgulamalar yaşadıkları ve milli kimliğe ilişkin duygularının tehlike altında olduğu değerlendirmeleri yapılmaktadır. Ancak buna rağmen Müslüman Avustralyalı şeklinde kimlik tanımlamalarının gittikçe güçlendiği de belirtilmektedir[99] [100].

2007 yılında 1401 kişi ile yapılan bir saha araştırmasında Avustralyalıların yaklaşık yarısının Müslümanlarla çok nadiren ya da hiç temas halinde olmadıkları tespit edildi. Avustralyalıların büyük çoğunluğu (%71) göçmenlerin Ortadoğu, Asya ve diğer Müslüman ülkelerden değil, İngilizce konuşan ülkelerden ve Avrupa’dan alınmasını istiyordu. Avustralyalıların üçte ikisi göçmenlerin asimile olmasını, çoğunluk Avustralyalı gibi yaşamasını, giyinmesini ve davranmasını istemekteydi. Yine yarısı Müslümanların sosyal kaynaşma üzerinde olumsuz etkisi olduğuna inanmaktaydı. Daha kötümser olanlar ise Müslümanları Avustralya demokrasisine, kilise ve devlet ayrımında işleyen sekülerizmine, hukuk ve düzenine ve özgürlüklere bir tehdit olarak değerlendirmekteydi[101]. Avustralya’da da çokkültürlülük karşıtı söylemin ciddi bir mesafe aldığı görülse de, çokkültürlülüğün Müslümanlıkla ve dinle ilişkisi Müslümanların değerlerini, yer seçimi saiklerini ortaya çıkarmaya, beklentilerini anlamaya dönük araştırmalarla zenginleştirilmektedir.

Halk desteğinin Olmadığı Tartışması

Çokkültürlülüğe yönelik bir diğer eleştiri halk desteğinin olmadığı idi. Esasen halk desteği/ kamuoyu değerlendirmesinin de Fiztgerald Raporu ile başlayan süreçte farklılaştığı görülmektedir. 1988 ve 1997 yıllarında yapılan araştırmalarda halkın üçte ikisi çokkültürlülüğü desteklese de etnik farklılıkların sürmesi noktasındaki destek çok azdı. 2003 yılında yapılan araştırmada ise Avustralya’da doğmayanların, farklı etnik kökenlilerin tümüyle Avustralyalı olabileceklerine yönelik inanç düşüktü. İngilizce konuşma zorunluluğu, siyasal kurumlara saygı beklentisi yüksek, tümüyle Avustralyalı sayılabilmek için Avustralyalı ataların olması gerektiği, Hıristiyan olunması gerektiği gibi seçeneklere ilgi yüksekti. 1995 ve 2003 Sosyal Tutumlar Araştırmalarında halkın çoğunluğun daha asimilasyonist görüşe yaklaştığı görülürken, bu çokkültürlülüğün tümüyle reddi anlamına gelmiyordu[102]. Çokkültürlülüğün içeriği yeniden tanımlanıyor ve ortak değerleri kuvvetlendirecek sosyal kaynaşma vurgusu kazandırılıyordu.

Ancak özellikle 2006 yılında Cronulla[103] ayaklanmasında binlerce genç erkek ve kadının Avustralya bayrağını ırkçı sloganlarla yırtmaları, Avustralya çeşitliliğinin çelişkisini gösterdi. 2007 yılı araştırmasının da gösterdiği gibi özellikle Müslümanlara dönük yabancı düşmanlığı artmış ve kendi yaşam biçimine Müslüman kesimlerin tehdit oluşturduğu yönündeki algı güç kazanmıştı[104]. Ki bu durum siyasetçilerce çokkültürlülükten uzaklaşma ve sosyal kaynaşma yönünde adım atılmasına meşruiyet zemini sağlıyordu. Nitekim bu gelişmeler ışığında 2006 yılı sonunda, Hükümet çokkültürlülük terimini bıraktı. Değişimi sembolik olarak anlatması bakımından Göçmenlik ve Çokkültürlülük Meseleleri adı altında kurulan bölümün isminin Göçmenlik ve Vatandaşlık olarak değiştirildiğini belirtmek anlamlı olacaktır. Hükümet, çokkültürlülüğün politika temellerinin kalacağını ancak, merkezi değerlere dayanan ortak vatandaşlık vurgusuna öncelik verileceğini açıkladı. Sorun, bazı Avustralyalıların ulusal bağlılık ve sadakatin önüne kendi kültürlerini koymaları, ayrılıkçı eğilimlerin güçlenmesi, tek bir toplum gibi değil de etnik kültürlerin federasyonu şeklinde bir zafiyet yaratılması olarak ifade edildi. Bu çerçevede, 2007 yılında Hükümet Avustralya vatandaşlığını güçlendirmek için 4 yıl oturma süresi getirip, vatandaşlık ve dil testlerini herkesi kapsayacak şekilde uygulamaya yeniden koydu. Hükümet, resmi vatandaşlık testini, göçmenlerin Avustralya toplumuna tümüyle katılmaya hazır olduklarım gösteren, dilini öğrenmeyi ve Avustralya’nın yaşam tarzını anlamalarını güvenceleyen bir araç olarak değerlendirdi[105]. Tilbury[106], bu gelişmelerin Hıristiyan etiği, İngiliz siyasal mirası, Avrupa Aydınlanmasına dayalı bir ortak değerler tanımlamasına geri dönülmesi ve çift vatandaşlık uygulaması olsa da, göçmenlerden kendi kültürlerini bırakıp, sadece Avustralya’ya sadakat göstermelerini bekleyen dışlayıcı bir vatandaşlık ürettiğini ifade etmektedir.

Sonuç

Çokkültürlülük politikalarından ricat olup olmadığı ve ricatın sebeplerinin göçmenlik ekseninde tartışıldığı bu çalışmada aşağıdaki tespitleri yapmanın mümkün olduğu görülmektedir. Birincisi her ülkenin milli sınırları içerisinde bu­yandan göçmenlik, diğer yandan yerli topluluklar ve ulusal azınlıklar kapsamında çeşitliliği yönetmek amacıyla çokkültürlülük asimilasyona alternatif bir sosyal kaynaşma politikası olarak gündeme geldi. Ancak anlamı ve uygulamaları itibariyle tek tip bir çokkültürlülük modelinden bahsedilemez. Anglo-Sakson geleneği daha çok bireyi ve bireysel entegrasyonu esas alan ve grup kimliği ve haklarını tanımaktan uzak bir çokkültürlülük modeli izlerken, Kanada, Avustralya gibi ülkelerde “farklılığı” kutsayan, grup aidiyetlerini ve haklarını önceleyen, devletçe aktif şekilde desteklenen çokkültürlülük modeli işlev kazandı. Bu ayrışmada ülkelerin tarihi, ulus-devletleşme tecrübesi önemli rol oynadı. Çokkültürlülüğün milli kimlik ve devlet inşasının bir parçası olduğu Kanada, Avustralya ve kısmen Amerika örnekleri, çokkültürlülüğün daha güçlü bir milli kimlikle karşılaştığı Avrupa örneklerinden farklılaşmaktadır. Bu farklılık Avrupa içinde de gözlenmekte, ülkelerin emperyal tarihleri, yönetim biçimleri, milli kimliğin kurucu unsurları gibi hususlar belirleyici olmaktadır. Örneğin etnik temelde ulusu tanımlayan Almanya ile cumhuriyetçi ideali benimseyen Fransa arasında çokkültürlü politika ve uygulamalar farklılaşmaktadır. Benzer şekilde emperyal dönemde merkeziyetçi ve üniter yapı sergileyen Fransa’nın çokkültürlülüğe bakışı, sömürgelerini yerel yöneticiler üzerinden dolaylı olarak yöneten Britanya’nınkinden farklı olabilmektedir. Ayrıca çokkültürlü politikaların eğitimden, konuta, istihdamdan dini kuramlara kadar her alanda ve her düzeyde uygulamaya geçirilmediği görülmektedir. Uygulamalar yerel yönetimlerle sınırlı olabildiği gibi resmi devlet politikası olarak da ortaya çıkabilmektedir.

İkincisi, genel olarak çokkültürlülük eleştirilerinin 11 Eylül ile başlayan süreçte hegemonya kazandığı ve ırkçılık, yabancı düşmanlığı, politik-dini ve kültürel hoşgörüsüzlük, ayrımcılık gibi yeni bir psiko-politik ortamı biçimlendirdiği görülmektedir. Fler ülke örneğinde farklı iddialar ortaya çıkmış olsa da milli kimliğin kaybı, gettolaşma ve paralel toplumlar tartışması, özellikle Müslümanların ayrı bir toplum olarak ayrışması, çokkültürlülükten beklenen sonuçların doğmaması ve kamuoyu desteğinin yokluğu, çokkültürlülüğün sosyal kaynaşma bağlamındaki eleştirileri arasında yer almaktadır. Çokkültürlülük sosyal kaynaşmayı sağlayıcı bir seçenek olarak benimsendi. Ancak asimile edilemeyen kesimlerin varlığı ve bunların güvenlik, liberal ve batı değerlerinin korunması gibi ve sosyal kaynaşma açısından yarattığı tehditler, eleştirileri başlattı. Ayrıca farklılığı teşvik eden ve kutsayan bir çokkültürlülük politikasının da bir arada yaşama değerleri üretmediği, tam tersi sonuç doğurduğu görülmeye başlandı. Nitekim Hartmann ve Gerteis[107] çokkültürlülüğü savunanların “hangi tür farklılığın değerli ve korunması gerektiği, çeşitliliği artmış ve kutsanan bir toplumda sosyal bütünlüğün nasıl sağlanacağı hakkında” bir şey söylemedikleri iddiasındadırlar. Bu itibarla eleştirilerin çokkültürlülük modelleri içinde en çok da kamusal politikalarda grup kimliğini esas alan ve etkileşimi, makro kültürü önemsizleştiren parçalı çoğulculuk uygulamaları ile ilişkili olduğu görülmektedir. Böyle bile olsa, çokkültürlü politikaları benimseyen ülkeler ile diğerleri arasında hangisinin daha kaynaşmış olduğuna dair ampirik bir veri bulunmadığı da belirtilmelidir.

Bununla bağlantılı diğer bir sonuç ise göçmenlerle ilgili olarak söylem ve uygulama düzeyinde çokkültürlülükten bir geri çekilme olduğudur. Vatandaşlık testi, vatandaşlık yemini ve seremonisi, vatandaşlık derslerinin zorunlu hale getirilmesi, ülke dilinde yetkinlik talep edilmesi, ikamet sürelerinin uzatılması yönünde yapılan değişiklikler, bu kapsamda önemlidir. Banting ve Kymlica[108] çokkültürlülükten uzaklaşmanın yerli topluluklar ya da ulusal azınlıklardan daha çok göçmenlikle ilgili bir durum olduğunu ve bunun da retorik düzeyde kaldığını ifade etmektedirler. Onlar’a göre eğer batı demokrasileri çokkültürlülük fikrini reddedecekse bunu sadece göçmenlerle ilişkili olarak değil yerli topluluklar ve ulusal azınlıklar için de yapmalıdır. Neticede bu türden toplulukların etno-kültürel talepleri (toprak talebi, öz-özerk yönetim, dil hakları, ayrı eğitim sistemi vb.) kamusal alanı daha çok ilgilendirmekte ve daha farklılaşmış bir vatandaşlık isteği ile karşılaşılmaktadır.

Üçüncilsü, bilindiği gibi Avrupa’da Müslüman nüfus en geniş azınlığı oluşturmakta olup, 15-20 milyon olan bu nüfusun 2025 yılında iki katma çıkacağı öngörülmektedir. Avrupa’daki Müslüman göçmenler farklı İslami pratik ve geleneklerden, etnik ve dil kökenlerindendir. Örneğin Fransa’da Kuzey Afrikalılar (Fas, Cezayir, Tunus vb), İngiltere’de Asyalılar (Pakistan, Bangladeş, Hindistan), Almanya’da Türkler çoğunluktadır[109]. Önceki dönemlerde göç alan ve göç veren ülke arasında sömürge ilişkisi varken göçmenlik bir sorun teşkil etmemekteydi. Ancak 1950 ve 1960’lı yıllarda iktisadi gelişmenin ortaya çıkardığı emek açığını kapatmak ve emek maliyetlerini aşağı çekmek amaçlı olarak göç alman ülkeler değişmeye başladı. Bu tarihlerde Almanya, Avusturya gibi ülkelerde göçmenler “misafir işçi” olarak görüldü ve sosyal kaynaşma sorun edilmedi. Fakat göçmen nüfus çoğalmaya başladıkça, kendi ulusal azınlıkları ve yerlileri ile birlikte çeşitliliği yönetmenin bir aracı olarak çokkültürlülük yolunda ilerleme başladı. Küreselleşme süreci ile ulus-devlet dışı aidiyetlerin ön plana çıkması, Müslüman ülkelerden daha yoğun göçmen alınması, Müslüman nüfusun doğum hızının yüksekliği ve kendi kültürlerine sıkı bağlılığı, göç ettikleri ülkelerdeki yaşam standartlarının düşüklüğü ile birleşerek istenmeyen sonuçlar üretmeye başladı. Bunlar Avrupa için tarihsel kökleri olan bir tehdidi yeniden canlı hale getirdi. Türkiye’nin AB üyeliğinin önünde batı tarafından dile getirilen kültürel engeller bu kapsamda hatırlanmalıdır. Buna eklenen terör olayları oldu. Çokkültürlülükten kırılma tam da bu süreçte gelişti. Avrupa’nın Müslüman topluluklarla ilişkisi, İslamafobi ekseninde önyargıları ve ayrımcılığı destekleyen, karşılıklı güven duygusunu azaltan bir mahiyette ilerlemektedir. 11 Eylül olayları ile ateşlenen bu korku, Hükümetlerin söylemlerinde türdeş bir Müslüman toplum varmış gibi tüm Müslümanlara teşmil edilen bir ötekileştirme sürecini başlatmış gözükmektedir. Bu da Müslümanların dışlanma duygusunun artmasına yol açmaktadır. Her ne kadar yaşanılan ekonomik kriz, işgücü piyasası üzerindeki baskıyı ve göçmen ihtiyacını şu an için hafifletmiş olsa da, Avrupa’nın gittikçe yaşlanması sorunu, yeni ekonominin gereklerine göre daha nitelikli işgücü tahdidi ile göçmen kabulünü gerektirecektir. Bu nedenle çokkültürlülük politikaları tartışılmaya devam edecektir. Çokkültürlülük karşıtı söylem, İslam’ın batının kültürü, demokratik değerleri ile bağdaşmadığı, Müslümanların bulunduğu ülkelerde paralel yaşam/getto oluşturarak yaşam tarzlarına aykırılık gösterdiği gibi özellikle medya üzerinden seçici bir okuma ile kamuoyunu biçimlendirmektedir. Esasen getto tipi mahallelerin oluşması tek başına tehlike değildir. Neticede ekonomik olanaklar, tanıdıklık ve akrabalık gibi faktörlerin etkisinde yerleşme tercihleri yapılmaktadır. Ancak getto sakinleri kendilerini mensup oldukları gruba sıkıştırıyorlarsa, toplumun geri kalanı ile etkileşimlerini çok sınırlı tutuyorlarsa sosyal kaynaşma açısından tehlike çanları çalıyor demektir.[110] Bu yönden değerlendirildiğinde paralel toplum tartışması gerçekçi gözükmemekte, ancak daha dışlayıcı bir vatandaşlık ve göçmen politikasının, ayrımcılık ve önyargıları beslemenin, Müslüman kesimleri içine kapanmaya zorlayacağı düşünülmektedir.

Beşincisi, çokkültürlülük eleştirileri çokkültürlülük öncesi asimilasyon politikalarına tümden geri dönüş çağrısı taşımamaktadır. Zaten bu olanaklı da gözükmemektedir. Sahici tartışma çerçevesi esas olarak türdeşlik ve çeşitlilik arasında denge kurmaya odaklanmaktadır. Bu bağlamda konut alanlarında ve okulda ayrışmanın önlenmesi, ayrımcılıkla mücadele, fırsat eşitliği, mahalle düzeyinde etnik-dini kimlikler arası etkileşimi geliştirecek mekanizmaların inşası, medya ve kültür politikası, sosyal kaynaşma ve çeşitlilik arasında ilişkiyi yönetmenin araçları olarak ortaya çıkmaktadır. Yine eğitim ve dini kurumlar politikası da diğer araçlar olarak gündemdedir. Bununla birlikte Kymlica[111], göçmenlerin ekonomik durumlarının kötüleşmesi, sınıf altı/madun kesimlerden ya da niteliksiz işlerde çalışanlardan oluşması gerçeğinin de çokkültürlü politikalarda dikkate alınması gerektiğini ifade etmektedir.

Neticede çokkültürlülük tartışması derinleşerek devam edecek ve sadece göçmenlerle ilgili olarak değil, ulusal azınlıklar ve yerlilerle ilişkisi bakımından da ciddi eleştirilere ve gözden geçirmelere konu olacaktır. Göçmenlik meselesine ilişkin olarak ise çokkültürlülüğün özellikle din ile ilişkisini yeniden düşünmeye ihtiyaç olduğu açıktır.


[1]    Bu kapsamda çok sayıda sivilin ölmesine neden olan Madrid (2004) ve Londra (2005) tren bombalamaları, Hollandalı yönetmen Teo Van Gogh’un yaptığı bir film nedeni ile öldürülmesi (2004), 2006 Haziran ayında Kanada’da Parlamento binasına yapılacak saldın öncesinde yakalan 17 teröristin tutuklanması, 2005 yılı Paris varoşlannda başlayan ayaklanma gibi olaylarda faillerin Müslüman kökenli olması sayılabilecektir.
[2]    Munira Mirza, Senthilkumaran, Abi ve Ja’far, Zein, Living Apart Together. British Muslims and the Paradox of Multiculturalism, London: Policy Exchange, 2007 Ayncabkz. http://www.nolicvexchange.org.uk/assets/Living Apart Together text.pdf. 5.10.2010’da girildi.
[3]    Arun Kundnani, “The Death of Multiculturalism”.’ London: Institute of Race Relations, 2002, http://www.irr.org.uk/2002/april/ak000001 .html. 20.09.2010’da girildi.
[4]    Rainer Bauböck, “Farewell to Multiculturalism. Sharing Values and Identities in Societies of Immigration”, Journal of International Migration and Integration, 3(1), 2002, s. 1-16.
[5]    Christian Joppke, “The Retreat of Multiculturalism in the Liberal State: Theory and Policy”, British Journal of Sociology, 55.2.2004, s. 237-257.
[6]    David Goodhart,                   “Too Diverse?”, Prospect, 95,                     2004, http://www.pvospectmagazine.co.uk/article details.php?id=5835.20.09.2010’da girildi.
[7]    Müslüman olmayanların Müslümanlara yönelik olumsuz yargısı gittikçe artmaktadır. 2008 yılında yapılan bir araştırmada Ispanya’da %58, Almanya’da 50%, Fransa’da %38 ve İngiltere’de % 23 oranında Müslümanlar hakkında olumsuz düşünülmekte, müslümanlar batı uygarlığına tehdit olarak görülmektedir. Islamın şiddeti özendiren ve hoşgörüsüz bir din olduğu değerlendirilmektedir. Elbette bu oldukça seçici ve amaçlı bir okumadır. Bu konuda bkz. Iıttp://pewglobal.org/reports/dispIay.php?ReportID=262
[8]    Mirza vd, “Living Apart Together. British Muslims and the Paradox of Multiculturalism”.
[9]    Lloyd Wong, “Multiculturalism and Ethnic Pluralism in Sociology: An Analysis of the Fragmentation Position Discourse”, Canadian Ethnic Studies Journal, v: 40, n:l, s. 11-32, Bahar2008,s: 12
[10]  Francis ukuyama, “Identity and Migration”, Prospect, v:   131, 25 Subat 2007

htto://www.prospec tmagazine.co.uk/2007/02/identitvandmigration. 15.09.2010’da girildi.
[11]  Wong, “Multiculturalism and Ethnic Pluralism in Sociology”, 12
[12]  Bhikhu Parekh, Rethinking Multiculturalism: Cultural Diversity and Political Theory, Palgrave Macmillan, 2000 (2. bs., 2006), s. 56.
[13]  Joppke, “The Retreat of Multiculturalism in the Liberal State”, s.244
[14]  Anika Havering, “Managing the ‘Enemy Within’: British and German Policy Responses to Muslim Immigrant Populations in the Last Decade”, 2009, http://www3.surrev.ac.uk/Arts/CRONEM/CRONEM- papersQ9/Haverig.pdf. 3.9.2010’da girildi.
[15] Milena Doytcheva, Çokkültürlülük, çev; Tuba Akıncılar Onmuş, İstanbul: İletişim Yayınlan, 2009, s. 16.
[16] Will Kymlica, Finding Our Way, Toronto: Oxford University Press, 1998, s. 39.
[17] Parekh, Rethinking Multiculturalism, s. 55-56.
[18] Doytcheva, Çokkültürliilitk, s. 17-25.
[19]  Parekh, Rethinking Multiculluralism, s. 6-7.
[20]  Stuart Hall, “Conclusion: die Multi-cultural Question”, B. Hesse (Der.) Un/Setlled Multiculturalisms: Diasporas, Entanglements, Transniptions, London, New York: Zed Boks, 2000, s. 210.
[21]  Kadir Canatan, “Avrupa Toplumlannda Çokkültürcülük: Sosyolojik bir Yaklaşım”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2/6, Kış 2009, s. 83.
[22]  Douglas Hartmann ve Joseph Gerteis, “Dealing with Diversity: Mapping Multiculturalism in Sociologie Tenus,” Sociological Theory, v: 23.2,2005, s. 219-220.
[23]  Hartmann ve Gerteis, “Dealing with Diversity”, s. 224.
[24]  Bhikhu Parekli, “Unity and Diversity in Multicultural Societies”, Internatonal Institute for Labor Studies, Genova, Mart 2005, http://www.ilo.org/public/englisli/bureau/inst/download/lnarekh.pdf. 20.08.2010’da girildi.
[25]  Parekli, “Unity and Diversity in Multicultural Societies”, s. 13.
[26]  Hartmann ve Gerteis, “Dealing with Diversity”, s. 229.
[27]  Hartmann ve Gerteis, “Dealing with Diversity”, s. 229-230.
[28]  Hartmann ve Gerteis, “Dealing with Diversity”, s. 230-32.
[29]  Edward Shils, The Constitution of Society, University of Chicago Press, 1982, s. 93.
[30] Hispanik göçmenler olgusu Amerika’nın birliğini ve sosyal kaynaşmasını tehdit eden bir durum olarak ortaya çıkmaktadır. Huntington’ın “Who We Are” ve “The Hispanic Challenge” çalışmaları, Hispaniklerin İspanyolca konuşan, kendi kültürünü sürdüren bir ulusal azınlık olarak kendilerini görmeye başladıklarını; ayrı bir ulusal kimlik edinip, ulusal azınlık meselesini Amerikanın asli bir meselesi haline dönüştürdüklerini iddia etmektedir. Geçmişteki göçmen grupların aksine, MeksikalIlar ve diğer Latin gruplar Amerikan kültürüne asimde olmamakta ve kendi politik, dilsel bölgeselleşmelerini oluşturup, Amerikan rüyasını kuran Anglo-Protestan değerlerini reddederek kültürel olarak içe kapanmaktadırlar (Samuel Huntington, “The Hispanic Challenge”, Foreign Policy, 141, Mart/Nisan 2004, s. 30-45 (32), Samuel Huntington, “Who Are We? The Challenges to America’s National Identity”, New York: Simon and Schuster, Information Management, The University of Brighton, 2004, s. 230.
[31]  Joppke, “The Retreat of Multiculturalism in the Liberal State”, s. 249.
[32]  Tariq Moodod, “Multicultural British Citizenship and Making Space for Muslims”, Cycnos, v: 25, n:2, 2008. Aynca, http://revel.unice.tf/cvcnos/index.html?id=62Q8.25.09.2010’da girildi.
[33]  Kymlica, Finding Our Way, s. 42.
[34]  Joppke, “The Retreat of Multiculturalism in the Liberal State”, s. 240.
[35] Ted Cantle, Community Cohesion: A New Framework for Race and Diversity, NY: Palgrave Macmillan, 2005, s. 3-5.
[36]  Krishna Kumar, “English and French National Identity: Comparisons and Contrasts”, Nation and Nationalism, 12 (3), 2006, s. 413.
[37]  Eva-Maria Asari, Daphne Halikiopoulou, Steven Mock, “British National Identity and the Dilemmas of Multiculturalism”, Nationalism and Ethnic Politics, 14: 1-28, Routledge, 2008, s. 11.
[38]  Moodod, “Multicultural British Citizenship and Making Space for Muslims”, ttp://revel.umce. fr/cvcnos/index.htmDid^T^OS. (25.10.2010’da girildi)
[39]  Shailja Sliarma, “Sleep-walking into Segregation: The Backlash Against Multiculturalism and Claims for a Differentialist Citizenship”, Cronem, The University of Surrey,

http://www3.surrev.ac.uk/Arts/CRONEM/CRONEM-DapersQ9/Sharma.pdf. 22.10.2010’da girildi.
[40] Parekh, “Rethinking Multiculturalism”, s. 38, 56
[41]  İngiltere’nin Kuzeyi tekstil endüstrisinde gece vardiyalı olarak çalışmak amacıyla bu bölgeye İkinci Dünya Savaşı’ndaıı beri yerleşen ve çoğunluğu Bangladeş ve PakistanlI göçmenlerden oluşmaktadır. Ayaklanma ırkçı nitelikte değil, otoriteye karşı başlamış olsa da polisin konuyu ele alışı coğrafyanın ırki ayrışmasına odaklandı.
[42]  Home Office, Secure Borders, Safe Heaven: Integration with Diversity in Modern Britain, London: The Stationery Office, 2002, s. 1-5.
[43]  Cantle, Community Cohesion, s. 11-12.
[44]  Joppke, “The Retreat of Multiculturalism in the Liberal State”, s. 251.
[45]  Home Office, Secure Borders, Safe Heaven, s. 7-8.
[46]  Asari vd, “British National Identity and the Dilemmas of Multiculturalism”, s. 12.
[47]  Tahir Abbas, “After 9/11: British South Asian Muslims, Islamophobia, Multiculturalism, and the State”. American Journal of Islamic Social Sciences, 21 (3): 2004,26-38.
[48]  Home Office, Secure Borders, Safe Heaven, s. 33-34; Joppke, “The Retreat of Multiculturalism in the Liberal State”, s. 252.
45 Asari vd, “British National Identity and the Dilemmas of Multiculturalism”,s; 21
511 R. Johnston, J. Forrest, and M. Poulsen, “Are there Ethnic Enclaves/Ghettos in English Cities?”, Urban Studies. Vol 39, 2002, s. 591-618. R., Johnston, M. Poulsen, and J. Forrest, “On the Measurement of Meaning of Residential Segregation: A Response to Simpson”, Urban Studies, Vol 42, 2005, s. 1221 – 1227. Ludi Simpson, “Ghettos of the Mind: The Emprical Behaviour of Indices of Segregation and Diversity”, CSSR Working Paper, 2006/06, The University of Manchester. http://www.ccsr.ac.uk/publications/working/2006-06.Ddf. 23.09.2010’da girildi.
[51]  Johnston vd., “Are there Ethnic Enclaves/Ghettos in English Cities”, s. 591
[52]  Cantle, Community Cohesion, s. 70.
[53]  Paul Gallis, Muslims in Europe: Integration Poiicies in Sekcted Countries, CSR Repoıt for Congress, İS Kasım 2005, s. 13-14. http://www.fas.ore/sgp/crs/row/RL33166.pdf. 05.10.2010’da girildi.
[54]  Cantle, Community Cohesion, s. 70.
53 Cantle, Community Cohesion, s. 65.
[56] Johnston, “Are there Ethnic Enclaves/Ghettos in English Cities”, 591.
37 Amerikan çokkültürlülüğü göçmenlerin hızla Amerikanlaşacağı, bireycilik ve sivil kültüre duyulan inanç temelinde yaşatılmaktadır. Ancak araştırmalar Amerikanın bölünmüş bir toplum olduğunu, Zenciler ve Hispanikierin gettolaştıklannı, Afrikalı Amerikalılar ve beyaz Amerikalıların farklı yaşam sürdüklerini, beyaz ve zenci Amerikalıların tek ortak televizyon programının pazartesi akşamları yayımlanan futbol olduğunu, Afrikalı Amerikalıların da eğitim ve ekonomik refahları yükseldikçe yine ayrı konut bölgelerinde yaşamaya devam ettiklerini, her kentte “zenci milyonerler için kapılı gettolar” oluşmasına tanık olunduğunu, ortaya koymaktadır (D. Phillips, “Annual Martin Luther King Memorial Lecture”, Londra, 17 Ocak 2004).
[58] Benzer şekilde Etzinger, Hollanda’da Türkler ve Fashlann Amsterdam, Rotterdam ve Utrecht
yoğunlaştıklarına, yüksek işsizlik yaşadıklarına, 20 yıldır Hollanda’da yaşamalarına rağmen Hollandaca konuşamadıklarına ve hatta çoğunluğunun bir HollandalI ile gündelik yaşamlarında karşılaşmadıklarına değinmektedir (H. Etzinger, “A Future for the Dutch: Ethnic Minorities Model”, Muslims in Europe, B. Lewis ve D. Schnapper (Der.), London: Pinter Publishers, 1994). “ y> Bu konudaki bir çalışma için bkz. Deborah Phillips, “Parallel Lives? Challenging Discourses of British Muslim Self-Segregation”, Environment and Planning D: Society and Space 24,2006, s.25-40.
[60]  Ludi Simspon, “Statistics of Racia) Segregation: Measures, Evidence and Policy”, CSRN. Occasional
Paper, n. 24. 2004, http://www.ccsr.ac.uk/Dublications/occasion/Occ24.pdf. 10.09.2010’da girildi. Tartışma için bkz. Johnston, “On the Measurement of Meaning of Residential Segregation”, s. 1221 – 1227.
[61]  Johnston vd, “Are there Ethnic Enclaves/Ghettos in English Cities”, s. 595
[62]  Vilindir ICalra ve Nishna Kapoor, “Interrogating Segregation, Integration and Community Cohesion Agenda”, CCSR Working Paper, 2008/16, http://www.ccsr.ac.uk/publications/working/2008-16.pdf. 19.09.2010’da girildi.
[63]  Bains Baljit, Patterns of Ethnic Segregation in London, Greater London Authority, DMAG Briefing 2005/38, http://static.london.Eov.uk/gla/publications/factsandfigures/dmag-briefing-2005-38.pdf. 19.09.2010’da girildi.
[64]  Cantle, Community Cohesion, s. 14
[65]  Danny Dorling ve Rees Phil, “A Nation Still Dividing: The British Census and Social Polarisation 1971 — 2001”, Environment and Planning, A 35(7), 2003, s. 1287 – 1313.
[66]  Anın Kundnani, “The Death of Multieulturalism”, 2002, httn://www.in’.org.uk/2002/april/ak000001 .html. 20.09.2010’da girildi.
[67]  Tariq Modood, “Muslims and the Politics of Difference”, Political Quarterly, 74(1), S. 100-115, Ağustos 2003, s. 101.
[68]  Tahir Abbas, “After 9/11 ”, s. 27.
[69]  Bilkis Malek, “Rethinking Segregation”, Soundings, n: 34, Kasım 2006, s.146-157.
711 Trevor Philips, “After 7/7: Sleepwalking to Segregation”, Manchester Council for Community Relations’da yapılan konuşma, 22 Eylül 2005, http://www.cre.gov.uk/Default.aspx.LoclD- 0hgnew07s.RefLoclD-0hg00900c002.LaiiE-EN.htm. 03.09.2010’da girildi.
[71]  Müslümanlar “gerici, vulgar, şiddet yanlısı, eğitimsiz, barbar ve genel olarak batı değerlerine ve kültürüne yabancı” olarak nitelenmektedir (Zafer Iqbal, “Understanding Islamophobia: Conceptualizing and Measuring the Construct”, European Journal of Social Sciences, v: 13, n:4,2010, s. 574.
[72]  Abbas, “After 9/11: British South Asian Muslims, islamophobia, Multiculturalism, and the State”, s. 29.
[73]  Arun Kundnani, “The Death of Multiculturalism”, httrı://www.irr.orE.uk/2002/april/ak000001 .htinl. 2002, 20.09.2010’da girildi.
[74]  Kenan Malik, “Against Multiculturalism”, New Humanist, v: 117, n: 2, London: Rationalist Press Association, Yaz 2002, http://newhumanist.org.uk/523/against-multiculturalism. 19.09.2010’da girildi.
[75]  G wyn Prins ve Robert Salisbury, “Risk, Threat and Security: the Case of United Kingdom”, RUS I Journal, v: 153, n.l, Şubat 2008, s. 22-27.
[76]  Tariq Modood, “British Muslims and the Politics of Multiculturalism”, T. Modood, A. Triandafyllidou, R, Zapata-Barrero, (Der.) Muticulturalism, Muslims and Citizenship, Routledge, 2006, s. 5-7.
[77]  Nasar Meer ve Tariq Moodod, “İslam and Birtish Multiculturaiism”, Global Dialogue, v:9, n: 3-4,2007, htlp.7/www.worIddialogue.org/content.piın?id=416&PHFSESSID=9b2873ec61de674b3i3430c3a625a800 25.10.2010’da girildi.
[78]  Tariq Moodod, “A Defence of Multiculturaiism”, Soundings, After Identity, issue: 29, Kış 2005, s. 62- 71,63.
77 Tahir Abbas, “Recent Developments to British Multiculturaiism: Ideology, Philosophy and Politics with Special Reference to British Muslims”, “Establishing Evaluation Model for Administrative Reform in the 21st Century: Analytical Tools and Cases isimli uluslar arası konferansta sunulan bildiri, Belçika, www.kapae.or.kr/uploads/,. .03/…/BritislıMulticulturalisnıfAbbashdoc. 28.10.2010’da girildi.
811 Tahir Abbas, “Recent Developments to British Multicultural Theory, Policy and Practice: The Case of British Muslims”, Citizenship Studies, Vol. 9, No. 2,2005, s. 153- 166.
[81]  Jock Collins, Migrant Hands in a Distant Land: Australia’s Post-war Immigration, Sydney and London: Pluto Press, 1991, s. 153-197
[82]  Brian Galligan ve Winsome Roberts, Australian Multiculturalism:Its Rise and Demise, Australasian Political Studies Association- Conference University of Tasmania, Hobart, 29 Eyliil – 1 Ekim 2003, httD:/Avww.utas.edu.au/govemment/APSA/GalliganRoberts.Bdf. 11.09.2010 ’da giriidi.
[83]  Al. J. Grassby, A Multicultural Society for the Future, Canberra: Australian Government Publishing Service, 1973, littp://www.multiculturalaustralia.edu.au/doc/grassbv 1 .pdf. 05.09.2010’da girildi. 
[84]  Lenny Roth, “Multiculturalism”, NSW Parliamentary Library Research Service, Briefing Paper No:9/07, Haziran 2007, s.9. 
http://www.parliament.nsw.gov.au/prod/parlment/publications.nsf/kev/Multiculturalism
[85]  Galligan ve Roberts, Australian Multiculluralismtlts Rise and Demise, http://www.utas.edu.au/govemment/APSA/GalliganRoberts.pdf. 11.09.2010’da girildi.
[86]  Stephen Fitzgerald, “Immigration: A Committment to Australia “, The Report of the Committee to Advise on Australia’s Immigration Policies, Canberra: Australian Government Publishing Service, 1998, s. 10.
[87]  Joppke, “The Retreat of Multiculturalism in the Liberal State”, s. 245.
[88]  Grassby, A Multicultural Society for the Future, htto://www.multiculturalaustralia.edu.au/doc/grassbv 1 .pdf. 05.09.2010’da girildi.
85 Joppke, “The Retreat of Multiculturalism in the Liberal State”, s. 245.
911 Roth, “Multiculturalism”, s. 17.
[91]  Joppke, “The Retreat of Multiculturalism in the Liberal State”, s. 246,247.
[92]  Amanda Wise, “Multiculturalism or Social Cohesion?: The Australian Debate”, Metropolis Conference, 8-12 Ekim 2007, Melbourne,
http://www.comDas.ox.ac.uk/fileadmin/files/ndfs/Non WP pdfs/Events 2007/Wise%20Multiculttiralism %20or%20Social%20Cohesion%20Conference%20Paper%20Metronolis.pdf. 09.09.2010’da girildi.
[93]  Joppke, “The Retreat of Multiculturalism in the Liberal State”, s. 248.
[94]  Farida Tilbury, “The Retreat from Multiculturalism: the Australian Experience”, Pluralism, Inclusion and Citizenship, 3rd Global Conference, Interdisciplinaiy.net, Salzburg, Kasim 2007, http://www.mter-disciDlinarv.net/ati/diversitv/Dluralism/ol3/Tilburv%20Daper.pdf. 09.09.2010’da girildi.
[95] John Howard, Neil Mitchell ile mülakatı, Radyo 3AW, Melbourne, 24 Şubat 2006, http://www.nm.gov.au/media/interview/2006/lnterviewl788.cfm. 05.10.2010’da girildi.
55 John Howard, National Press Club konuşması, Great Hall, Parliament House, 26 Ocak 2006, http://www.pm.gov.au/media/sDeecli/2006/speechl754.cfin. 05.10.2010’da girildi.
[97] Will Kymlica, “The Current State of Multiculturalism in Canada”, Canadian Journal for Social Research, 2(1), 2009, s. 15-34.
[98] IDA, Avustralia Deliberates: Muslims and Non-Muslims in Australia, 2007,

http://ida.org.au/U5erFiles/Fiie/UPDATED%20DP%20FINAL%20REPORT/AUSTRALlA%20DELIBE RATES%20-%20FlNAL%20REPORT%20-%20CHAPTER%20TWO%20-%2Q2008.pdf, 09.09.2010 tarihinde girildi.
m IDA, A vustralia Deliberates: Muslims and Non-Muslims in Australia, s. 36-37.
[100] IDA, Avustralia Deliberates: Muslims and Non-Muslims in Australia, s. 38.
1111 IDA, Avustralia Deliberates: Muslims and Non-Muslims in Australia, s. 5-6.
[102] Roth, “Multiculturalism”, s. 7-9.
11,3 Cronulla, Sidney’de orta sınıfın yaşadığı, 17.000 nüfuslu bir banliyödür. Nüfusun yansı yerlidir ve %17’si özellikle İngilizce konuşan deniz aşın ülkelerdendir. Diğer banliyölerle karşılaştınldığında görece türdeş bir banliyödür.
1114 Tilbury, “The Retreat from Multiculturalism”, s. 11.
[105] Roth, “Multiculturalism”, s. 25.
[106] Tilbury, “The Retreat from Multiculturalism”, s. 9.
[107] Hartmann ve Gerteis, “Dealing with Diversity”, s. 220
[108] Keith Banting ve Will Kymlica, “Introduction”, Multiculluralism and the Welfare Stale: Setting the Context. K, Banting ve W. Kymlica (Der.), Oxford: Oxford University Press, 22006, 1-47, s.7.
[109] Gallis, Muslims in Europe: Integration Policies in Selected Countries, s. 13.
[110] Parekh, “Unity and Diversity in Multicultural Societies”, s. 16
[111] Kymlica, “The Current State of Multiculturalism in Canada” , s. 24.



[i] Doç. Dr., Yıldız Teknik Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Enformatik Bölümü

Kaynak:

Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 23. Sayı, 2011,207 – 239

Yazar
Betül DUMAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen