Bir Kurucu Akıl Olarak Yahyâ Kemal

Dr. Sait BAŞER

Türkçedeki “yanmak” ve “uyanmak” kelimeleri arasındaki kök birliği, kavram planında anlama ve görme ile de ilişkilendirilmelidir. Çünkü anlamanın uyanma ile olan ilişkisi son derece tayin edici niteliktedir. Uyanma ise bir yanma türüne atıf yapıyor. Gerek yanmanın, gerek uyanmanın insandaki karşılığını aradığımızda Türkçemiz bize yirmidört ayar bir kavram daha sunar: Gönül… Aslında uyanan da yanan da gönül olmalı. Kutadgu Bilig müellifi “gönül olmasa göz işe yaramaz” der. Gönül insanda yanan irfan ateşinin ontik ocağı!

XIX. yüzyıl gibi Türk medeniyetine kıyameti yaşatan kan ve ateş asrında, kıyamet ateşinin kıvılcımlarından tutuşan gönüllerin sayısı az değil. Akademizmmin soğukluğu içerisinde Osmanlıcılar, Türkçüler, İslâmcılar etiketlerini vurarak tasnif ettiğimiz münevverlerimizin Yahyâ Kemal’in tespitiyle “dertleri bir ve aynı”dır. Sultan III. Mustafa’dan beri bütün ıslahat ve inkılâpçılarımız aynı dertten muztarip ve aynı gayeye yöneliktirler: Emsalsiz bir tarihî îmânı, büyük bir milleti yine tarihin kaydettiği en insânî medeniyeti, vahşî Batı emperyalizminin kutlar sofrasından kurtarmak; cehâlet ve taassubun ayrık otlarından temizlemek, hikmetin duru kanallarını insanlığın hizmetine açık tutmak… Şu veya bu nispette bulunuşu tartışılabilir ama, adı geçen cereyanlarda saydığımız kaygıların ortaklığını tespit edebiliriz. Şehbenderzâde’den Ahmet Cevdet Paşa’ya, Nâmık Kemal’den Ziyâ Gökalp’e, Mehmet İzzet’ten Sait Halim Paşa’ya, Mehmet Âkif’e kadar hatta Enver Paşa’ya Mustafa Kemal Paşa’ya kadar devrin aydınlarında o kıyamet çığlıklarını işitebilirsiniz. Âkif’in “Çanakkale Şehitleri” sahnenin dekorunu bize en acıtıcı biçimde tasvir ediyor. Böyle bir yağma, kıtal ve imhâ kampanyasıyla üstüne çullanılıp, boğulmaya çalışılan bir medeniyet daha yoktur. Sonraki kuşakların kimlik ve gurur kaynağı olan böyle bir savunma da yoktur.

Türklük bütün unsurlarıyla ve tam anlamıyla bir varlık yokluk mücadelesine kalkışmış, herkes aklının erdiği, gönlünün yettiği ölçüde, bazen hâin damgası yemeyi göze alarak, çok defa unutulmak bahasına, hatta unutulmak ne kelime hatırlanmayı düşünmeden kendini ateşe atmıştır. Gene üstadın tabiriyle “Türk’ün ateşle imtihan edildiği” Anadolu hareketine “Kuvva-ı Milliye” denmesi, aktif kuvvetlerin tükenmesi sebebiyle idi. Bu tükenişin arkasından ortaya çıkan Mustafa Kemal Paşa’ya üstadın “milletin yedek kuvveti” sıfatını vermesi bundandı. “Vatan acısı tadılmadan anlaşılmaz”dı (N;1941). Ancak takatin sıfıra indiği o günlerde inancın zirve yaptığı görülüyordu:

“Ateş ve kanla boğar bir gün ordumuz lekeyi

Bu insanoğluna bir şeyn olan Mütareke’yi” (Beyatlı;1966:12) Eğil Dağlar , 12 ?)

Dolayısıyla, adetâ kıyametin içinden doğan bir bâsü ba’de’l-mevt gibidir “Kuvvâ-ı Milliye”! Ve onun için büyük Âkif ebedî istiklâl marşında herhangi bir müşahhas güce gönderme yapma imkânı bulamaz. Dayanılacak olan yegâne kudret, bu yaralı medeniyetin rûhî kuvvesidir.

Bu öyle bir tükeniştir ki, neredeyse bütün zahirî güçler “izmihlâl” halindedir. Yegâne isti’natgâh Kuvvâ-ı Milliye’dir. Ama bu kuvve de cehâlet, taassup ve asırların yığdığı ihmallerle mafsalları kireçlenmiş, kilitlenmiştir. Ancak nüfûz-ı nazar sahibi ve yokluktan varlık çıkarabilme tecrübesine ulaşmış, yokluğun can hırâş yaratıcı sesini duymuş ve duyduğu sesi milletine bir ruh gibi tekrar ona üfleyerek görünür kılmış, tabir caizse “o sesi” âdetâ tekrar yaratmış o büyük evlâtların elinde tekrar biçimlendirilmiştir.

Yani, Kuvvâ-ı Milliye tamlamasının haber verdiği metafizik gönderme, elbette ki Türk rûhunun kozmik kökünde mevcut bir değerdi. Ama beşerî zaafları görmemezlikten gelmek mümkün mü? En büyük îmanların doğuş asırlarında bile yüzde yüz bir toplum mutâbakatı, tam bir fikir ve îman birliği bulunamazken, asırların yüküyle takati tükenmiş Türt toplumunda da sosyal psikoloji bir çöküntü tablosu sunmaktaydı. Türk rûhunun en derin köklerindeki “Kuvve” dediğimiz şey yeniden keşfedilmek, bir kuyumcu titizliği ve Ferhat azmiyle su yüzüne çıkarılmak, tekrar anlamlandırılmak, yorumlanarak yönlendirilmek, satıhta tutulmak, hayata katılmak ihtiyâcında idi.

Bunun için bugün bize kolay görünen Türk tarihinin kronolojik siyâsî tablosu bağlamında kimlik tartışmaları abes görülebilir. Halbuki 1900 ler başlarken böyle bir tablo yoktu. El yordamı, göz kararıyla ve aydın sezgisiyle, müphem ve muğlak ipuçları kullanılmaktaydı. Vakıa medeniyet muhteşemdi. Ama kökleriyle irtibatını kaybetmişti. Hoca Ahmet Yesevî bir meçhuldü. Hun ve Göktürk isimleri bilinmiyordu. Divânü Lugâti’t-Türk duyulmamıştı. Fâruk Sümer de “Oğuzlar”ı yazmamıştı. İmam Mâturîdî ise ancak XXI. Yüzyıl başlarında farkedilebildi. Keza Sadreddin Konevî’yi yeni duyuyor, İbn-i Sînâ’nın eserlerini henüz ele alabiliyoruz.

Evet, tablo kendi kültür tarihimizi bilmek bakımından son derece kısırdır. Yahyâ Kemal bu yıllarda: “Bugün insanlığın meçhûlü olan iki şey var. Biri coğrafyada kutup, öteki târihte Türklüktür” derken bir şâir fantazisi söylememektedir. Ancak yeni bir devlet kurulmuş ve yola çıkılmak zorundadır. Müttefik Batı dünyası, üzerimizde kurduğu baskıyı şimdi görmekteyiz ki, asla hafifletmeyecektir. Hem bu tehdidi yerine göre göğüsleyecek, zaman zaman da sakinleştirmeye çalışacaksınız, bu esnâda da içeride de yeni bir toplum yaratacaksınız. Yeni bir toplum demek yeni bir madeneniyet paradigması üretmiş olmayı şart kılacağından eğer böyle bir paradigma üretemiyorsanız “düşmanı teskin etme” politikasıyla bu ihtiyacı örtüştüreceksiniz. Gökalp sistemindeki hayli göze batan bilgi noksanları hüküm yanlışlıkları, genel siyâsetin ihtiyacı olan değpindiğimiz stratejik örtüştürme adına işe yaradığından Gökalp muhaliflerinin itirazlarına ciddi manada kulak verilmemiştir.

Gökalp’in gerekçe ve mehazları ne kadar zayıf, çelişik yahut yanlış da olsa, yeni dönemin siyâsetinde ana özne olarak öne çıkan “Türklük” kavramını Batı medeniyet paradigmasına uyarlanabilir hale getirmesi ve bu kavram üzerine istenen toplum projesini inşa imkanı sağlaması bakımından değerliydi.

Gökalp bilhassa bir taassup gösterisine dönüşen din eksenli hayat kavrayışındaki irrasyonalite engelini bertaraf etmeye çalışır, diğer yandan da hem bu irrasyonal zihniyetin beslenmesini sağlayan, hem de düşmanın husûmetini tetikleyen Osmanlı kültürel ve siyâsî yargılarından çıkmak adına büyük bir cehdin içerisindeydi. Tehdit algıları ve tespit ettiği ihtiyaçlar birer vakıa kabul edilse bile, Ziyâ Gökalp’in ürettiği fikrin seksen beş yıllık macerasına baktığımızda, toplumda gerçek bir mütabakatla benimsendiğini iddia etmek imkânsızdır. İç siyâseti bir ölçü olarak alırsak, yüzde yetmiş, yüzde otuz nispetleriyle iki kanatlı ve âdetâ birer sâbiteye dönüşen siyâsî realite, bu projenin ne kadar sentetik kaldığını anlamamıza yetmelidir. Kaldı ki, ortadaki yüzde otuzluk resmî tercih sayılan cenah, gerçekte Ziyâ Gökalp perspektifinin eseri olmayıp, açıktır ki, önemli ölçüde Alevî ve Kürt mensûbiyetinden beslenegelmiştir. Bu hükmü, genel seçim sonrası oy dağılım tabloları beliğ biçimde gözümüze sokuyor. Resmî söylemlerdeki laf kalabalığını halkın tercih gerekçesi saymak, sadece gönüllü bir aldanıştır. Kaldı ki Türk modernleşmesini belirleyen dinamikler ve süreçler köklerini III. Mustafa, III. Selim, II. Mahmut ve sonraki bütün sultanlarla Osmanlı düşünürlerinde tespit edilebilen şeylerdir.

Burada Mustafa Kemal Paşa’nın İstiklâl marşını ve onun fikrî zeminini oluşturan Türk bayrağındaki sembolizmi bile bile muhafaza etmesi, bu noktada yaratılan tek parti ideolojisi şartlanması mensupları için önemli bir düşünce ufku saklamaktadır. Ancak Âkif’in şahsında islâmcı, ümmetçi anlayışa da ancak bu ölçüde imkan verildiğini, ötesine atlandığında Türk müslümanlığından uzaklaşma endişesiyle resmen irtica damgalamasıyla tavır takınıldığını söylemek de bir namus borcudur. Atatürk’ün Fuat Köprülü’ye büyük fedakârlıklarla Türkiyat Enstitüsünü kurdurması, bu noktada bir arayışa işâreti bakımından başlıbaşına bir fenomendir.

Fuat Köprülü, Dârü’l-Fünûn’da medeniyet tarihi hocası olan müderris Yahyâ Kemal’in açık tilmiziydi. “Türk Edebiyâtında İlk Mutasavvıflar” adlı eseri Yahyâ Kemal’in “milliyeti Yesevî’de aramak gerekir” düşüncesiyle ona verdiği vazife dolayısıyla yazılmıştı. Elbette Fuat Köprülü’deki bilimselliği su götürmez dil, tarih ve kültür nosyonu Gökalp ütopyalarından çok daha ileridir ve sağlam zemin vermektedir.

Nihat Sâmi Banarlı merhumun üstaddan aktardığı ilginç bir nükte bizce Yahyâ Kemal’in fikir dünyasında önemli karşılıkları olan bir çıkış değeri de taşıyor: “Bu iş yanlış oldu” demiş. “İsmet Paşa şiir yazmalı, ben ise devleti yönetmeliydim. O zaman hiç olmazsa sadece şiir mahvolurdu.” (birdağdan, nükteler)

Yahyâ Kemal’in yaşadığı devrin revaçtaki cereyanlarından hiçbirisine nispet edilememesi, bize değerli bir bakış açısı verir. Bu durum, muktedir sanat ve şahsiyetine rağmen, mevcut bir çizgiye katılmayış bizi daha baştan, onun kurucu ve yaratıcı niteliğini teslim etmek zorunda bırakır. O bildik bir Türkçü değildir, gözü kapalı Osmanlıcılıktan uzaktır ve sahih bilgiler ışığında bir tarih ve kültür kurgusu yaratma peşindedir. Ayrıca safdil bir ümmetçilikle de ilkişkilendirilemez. Pekiyi, Yahyâ Kemal ne yapmıştır?

Yeni bir fikir kurmuştur. Tabiyatıyla sistemci bir filozof değildir. Zaten kültürü sistemleştirmenin bir ideolojik tavır olarak karşısındadır. Ama büyük bir Türk kültürü görmekte ve bunu yüksek sanatıyla aktarmaya da çalışmaktadır. Hattâ sanatını önemli ölçüde fikrinin emrine vermiştir deriz ama, bu defâ da onu Gökalpvârî bir şâir çizgisine taşımaktan korkarız. Buna rağmen, Yahyâ Kemal sanatı, taşıdığı kalite ayarında ciddî ve yüksek bir fikrin, anlamanın, yorumun da taşıyıcısıdır. O, fikrini kurarken milletinin mukadderâtını aynen şiir yazışındaki olağan üstü titizlikle hesap etmiştir fikrindeyiz. Türklüğün âdetâ yeniden yaratılacağı XX. yüzyılın ilk yarısında, Yahyâ Kemal’in hangi fikrin veya kültür siyâsetinin, nasıl bir insan ve toplum teşkil edeceğini birçok yazısında hesapladığını görüyoruz. Topkapı Sarayı’nda, Ezansız Semtler… gibi yazılarında Siyâsî Portreler’inde o derin anlama, analiz ve kaygıyı buram buram hissettirmektedir. Dolayısıyla uygulanmakta olan kültür siyâsetinin muhtemel zararlarına karşı, “Kör Kazma” gibi kendi çapında etkili bir takım tâbirler geliştirdiği de tespit edilebiliyor. Bu etkili adam, dile ve fikre öylesine hâkimdir ki, bazen bir mısraı bir cümlesi resmî siyâseti etkisiz kılabilmiştir. Osmanlı ve Selçuklu’yu görmemezlikten gelen Gökalp turancılığını 1071 Malazgirt öncesini Türklük için kable’t-tarih addetmek sûretiyle kulağı onda olan entellektüel tabaka nezdinde iptal etmesi gibi.

Bir yalnız adamdır Yahyâ Kemal. Onun da beşerî yönleri vardır. Ona karşı koymaya çalışanların, hadden aşırı istismâr ettikleri Canan Hanım, takma dişler gibi o kimliğin kıratına uymayan yaklaşımları ciddiye almamak gerektiğini düşünüyoruz. Fakat tamaman insânî bir eğilim olarak yorumlanabilecek gönül macerâları ve işret âlemlerine katılması bir bakıma onu mürteci damgası yemekten kurtarmıştır.

Kendi Gök Kubbemiz’deki Türkçe, Türk dil tarihinin hem halkıyla bütünleşen, hem tarihî ve kültürel kodların mükemmel bir duyuş, düşünüş zarafetiyle kullanımı yönüyle mükemmel Türkçenin örneklerini teşkil etmektedir. Lakin üstad absürt dil teorilerine ve öztürkçecilik cehaletine de bir an dahî itibar etmemiştir. İthaf”da, Ezan-ı Muhammedî’de, Itrî’de, Kocamustâ Paşa’da, Atik Valdeden İnen Sokak’ta… Türk inanmasını başta zikrettiğimiz Kuvvâ-ı Milliye’nin ontik köküne kadar indiren mütefekkirimiz, Babanzade Ahmet Naim Efendi tarzı dindarlığı da tabii ve iddiasız bir uslupla sarsabilmiştir.

Dîvan şiirine son asırda Yahyâ Kemal ölçüsünde hâkim ikinci bir şâir bulamazsınız. Ama onun Eski Şiirin Rüzgâriyle’de yazdıklarında o eski dil ve üslûbun içine tarihi, kültürü ve fikri realitelerini kaybettirmeden nasıl sokup yoğurduğunu ve selefleriyle arasındaki mesâfeyi ne kadar açtığını görürsünüz.

Modern Batı edebiyâtının tesiriyle bir çok meşhur kalem, kopya eserler neşretmeyi millî edebiyat zannederken Yahyâ Kemal o tarzı ancak bir mektep, laboratuar çalışması diye mütalaa eder. Kültürel ve sosyolojik realitesini, rengini, ışığını, kokusunu kendi toprağından alan, “kökü mâzide” bir modern edebiyattan yanadır. O edebiyâtın en güzel örneklerini yaratmıştır. Behçet Kemal Çağlar’ın ifadesiyle üstad, döneminin entellektüel muhitine kendi rengini öylesine kabul ettirmiştir ki, Cumhûriyet devri düşünce, edebiyat ve şiirinde o, teneffüs edilen bir atmosfer haline gelmiştir.

Necip Fâzıl, Fâruk Nâfiz, Yâkup Kadri, Nâzım Hikmet, Behçet kemal Çağlar, Orhan Seyfi, Hâlide Edip, Fâlih Rıfkı , Hamdullah Suphi, Münir Nûrettin, Ekrem hakkı Ayverdi, Sâmiha Ayverdi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nihat Sâmi Banarlı, mehmet Kaplan ve yetiştirmeleri, elbette Fuat Köprülü, Nûrullah Ataç, Câhit Tanyol, Abdülhak Şinâsi Hİsar, Ahmet Hâşim, Fâzıl Ahmet Aykaç, Fuat Bayramoğlu, İsmâil Habip Sevük, İsmâil Hakkı Uzunçarşılı, Suut Kemal Yetkin, Süheyl Ünver, Vehbi Eralp, Mustafa Şekip Tunç, Peyâmi Safâ, Yılmaz Öztuna… ve daha nice farklı sahaların önde gelen köprü başı isimleri formasyonlarını Yahyâ Kemal kıstasıyla tescil etmiş veya ettirmiş veya tamamlamış kimselerdir. Yahyâ Kemal sağken onun önüne açıktan dikilebilen (Nurullah Ataç’ın siyâseten, Milli Şef zamanındaki bir dönemlik muhtevasız muhâlefetini kaale almazsak) bir muhalif hareketin yaşama şansı olmadığını tespit ediyoruz. Bugün dahî iş muhtevâyı konuşmaya geldiği takdirde, üstâdın eserindeki kurgu, yek ahenk mahiyeti ve bütün metânetiyle önümüze çıkmakta ve akl-ı selim çizgisini temsil etmektedir.

* * *

Nizâmettin Nazif Tepedelenlioğlu düşünürümüzle ne zaman karşı karşıya gelse hürmetini: “üstad, peygamber gibi adamsın” kelimeleriyle ifâde edermiş. Nizâmettin Nazif, meşhur Tepedelenli hanedanının güngörmüş evladı, keskin dilli bir fikir adamı ve son Bağdat valimizdir. Dili sivri, kalemi işlek, dünyadan haberdar, kolay beğenmeyen bir adamdır. Yukarıdaki cümle bize göre bir iltifat olarak alınmamalıdır. Yahyâ Kemal’in fikir ve gönül dünyasında işleyen muhteşem temponun farkındalığı ile konuşmaktadır Osmanlı valisi. Bir imparatorluk, bu neslin gözü önünde yürek parçalayan binbir macerayla dağılmıştır. Yahyâ Kemal bu neslin 1913 lerden itibaren hiçbir zaman hafife alınamamış kanaat önderlerindendir. Ahmet Hamdi Tanpınar o muktedir Türkçesiyle işgal altındaki Istanbul’da hocasının ders ve sohbetlerinin Istanbul aydınlarına hergün nasıl bir taze hamle kazandırdığını anlatıyor.

Yanardağ gönüllü bu adam, Vuslat şiirindeki mütevazı ifâdesiyle “birazcık ilâh olduğunun” ve ancak yaratarak yaşanabildiğinin gayet açık bir şuurla farkındadır. Doğrusunu isterseniz onun büyük bir tehassür yaratan temaları ve işleyiş biçimi dışından bakarsanız, aslında ne Istanbul onun anlattığı Istanbul’dur, ne şiir, ne müzik, ne tarih, ne dil Yahyâ Kemal’de gördüğümüz formülle bir yerlerde hazır olup kendilerini görecek bir göz ve anlatacak bir dil beklemektedirler. Yahyâ Kemal’in mükemmeliyetçiliği hani “mısraın levh-i mahfuzdaki halini arayışı” aslında tamaman orijinal yaratmalardır. Bakış formülüdür.

Yârab ne müsâvâtı ne hürriyeti ver

Hattâ ne o yoldan gelecek şöhreti ver 

Hep neşve veren aşkı terennüm dilerim 

Yârab bana bir ses yaratan kudreti ver . (Beyatlı; 1988:33)

“Bir ses yaratma” ülküsü Yahyâ Kemal’de gençlikten kalma bir özlemdir. Aslında onun nezdinde “bir ses yaratmak”, bir form, bir mânâ daha ötesi geçmişte var olduğunu düşündüğü yeniden güncel bir biçimde yaratmak demekti. Bir ses yaratmak, “Bu sazların duyulur her telinde sâde vatan” 

Mısraındaki yüklü duyuşu kendi eserinde de inşâ özlemi idi. Bir ses yaratmak, Türk mîmârisinde gördüğü estetiği güncelleyip şiiriyle de birleştirmek, şiiri bir mezâmir etkisine yükseltmek, Itrî’de, Dede’de gördüğü, tasavvur ettiği yüksek mûsıkî idrâkini gelecek kuşaklara ulaştırmak, tarih ve imtidat kavramını bir felsefe derinliğine kavuşturmak, milleti vatanla denk, “milleti, vatanın ayağa kalkış biçimi” diye gören yaklaşımı bir maya birliği kurucu eleman ortaklığı olarak vatan sathındaki insanlara duyurmak, bu bağlamda milliyeti “kalp ve menfaat birliği” realitesine göndermek ve daha nice o bakış formülünün eseri olan fikir ve kavramlar, o yanardağ gönülde terkip olunan, âdetâ ses yaratmayı sesle yaratmak şeklinde anlayan çabalardır. 

Bu yalnız adam, bu âbide adam, bu kreatör üstad esasen o sesi yaratmıştır. Milletin bunca zaman kaybı ve ızdırapla aradığı ideal terkip bize göre onun sesinde ve burada bizi bekliyor.

“O dem ki şevk ile tâbân olur gönül gönüle

Bilâ irâde şitâbân olur gönül gönüle

 

Görünce âyîne-i neşvesinde lâhûtu

Kemâl-i vecd ile kurbân olur gönül gönüle

Yeter hikâyet-i hâlât-ı Şems ü Mevlânâ

Ne rütbe mihr-i dırahşân olur gönül gönüle

Hudûd-ı aklı aşan mânevî seferlerde

Yegâne meş’al-i îmân olur gönül gönüle (Beyatlı; 1983:35)

Bibliyografya:

*Bu makalenin yayınlandığı yer: “Bir Kurucu Akıl Olarak Yahya Kemal”, Yahya Kemal Beyatlı-Ölümünün 50. Yılı, Editör: Kazım Yetiş, TC Kültür ve Turizm Bakanlığı, Anma ve Armağan Kitapları Dizisi 9, İstanbul 2008, ss412-419.

Beyatlı, Yahyâ Kemal; 1966, Eğil Dağlar,

Beyatlı, Yahya Kemal; 1983, Eski Şiirin Rüzgarıyle,

Beyatlı, Yahyâ Kemal; 1988, Rubâiler ve Hayyam Rubâilerini Türkçe Söyleyiş, İstanbul

N; 1941, “Vatan Acısını Duyuş”, Cumhûriyet, 14 Ağustos.

Kaynak:

http://saitbaser.com/2013/12/04/bir-kurucu-akil-olarak-yahya-kemal/

Yazar
Sait BAŞER

Aralık 1957 tarihinde Isparta-Yalvaç’ın İleği köyünde doğdu. İstanbul Sağmalcılar Lisesini bitirdi. Üç yıl Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde okudu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde yüksek öğren... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen