Kutadgu Bilig’de Türk ve İran Siyaset Nazariye ve Gelenekleri

 

Prof. Dr. Halil İNALCIK

İslâm kütür çevresi ötesinde öz Türk kültürünün yazılı zengin kaynaklarını Uygur devri eserleri teşkil eder. Malümdur ki, Karahanlılar, İslam kültür çevresine girmiş olmakla beraber Uygur kültürünü kuvvetle temsil ve devam ettirdiler. Reşid Rahmeti Arat, Uygur ve Karahanlı kültür kaynaklarını bize açan, böylece Türk kültürünün öz temelleri üzerinde canlanmasını ve gelişmesini hazırlıyan bir Türk alimi idi. O, Türk kültürünün en büyük abidelerinden biri olan Kutadgu Bilig’in metnini ve bugünkü Türkçeye tercümesini, daha önce W. Wambery ve W. Radloff’un görmediği metinleri de kullanarak Batı’nın filolojik metodlarına göre mükemmel bir şekilde yayınlamakla, şüphesiz Türk kültür tarihi incelemelerinin temel taşlarından birini koymuştur. Kendisi önsözünde (Kutadgu Bilig, II, Tercüme, s. VIII) der ki, “Yusuf Has Hacib’in bu eserinde, Türk dil ve edebiyatından başka Türk içtimaiyatı, Türk tarihi ve umumiyetle Türk kültür tarihi ile uğraşanlar da kendi sahalarını aydınlatacak bir çok parıltılar bulacaklardır”. Reşid Rahmeti Arat komşu kültürlerin eserdeki yakınlarını, tahlil kısmında ileride ele almağa vaadetmiş ise de (Metin I, XXI), çok yazık ki, ecel buna müsaade etmemiştir.

İslâm kütür çevresi ötesinde öz Türk kültürünün yazılı zengin kaynaklarını Uygur devri eserleri teşkil eder. Malümdur ki, Karahanlılar, İslam kültür çevresine girmiş olmakla beraber Uygur kültürünü kuvvetle temsil ve devam ettirdiler. Reşid Rahmeti Arat, Uygur ve Karahanlı kültür kaynaklarını bize açan, böylece Türk kültürünün öz temelleri üzerinde canlanmasını ve gelişmesini hazırlıyan bir Türk âlimi idi. O, Türk kültürünün en büyük abidelerinden biri olan Kutadgu Bilig’in metnini ve bugünkü Türkçeye tercümesini, daha önce W. Wambery ve W. Radloff’un görmediği metinleri de kullanarak Batı’nın filolojik metodlarına göre mükemmel bir şekilde yayınlamakla, şüphesiz Türk kültür tarihi incelemelerinin temel taşlarından birini koymuştur. Kendisi önsözünde (Kutadgu Bilig, II, Tercüme, s. VIII) der ki, “Yusuf Has Hacib’in bu eserinde, Türk dil ve edebiyatından başka Türk içtimaiyatı, Türk tarihi ve umumiyetle Türk kültür tarihi ile uğraşanlar da kendi sahalarını aydınlatacak bir çok parıltılar bulacaklardır”. Reşid Rahmeti Arat komşu kültürlerin eserdeki yakınlarını, tahlil kısmında ileride ele almağa vaadetmiş ise de (Metin I, XXI), çok yazık ki, ecel buna müsaade etmemiştir.

Büyük bir Türk alimi ve saygı değer bir ağabeyi olarak tanıdığımız Reşid Rahmeti’nin unutulmaz hatırasına adadığımız bu iddiasız yazımızda, onun yayınladığı Kutadgu Bilig metinine dayanarak esere hakim Hint-İran ahlak ve siyaset görüşleriyle öz Türk geleneklerini ayırt etmeğe çalışacağız.

W. Barthold’a göre Kutadgu Bilig; “Padişahlara, memurlara vesair halka ahlak öğretmek için” yazılan, Şarkta, bu arada İran’da çok yaygın eserler grupu arasına sokulabilir. Eser “baştan sona kadar İslam ruhiyle” yazılmıştır ve Uygurlardan geçmiş olması ihtimali azdır. (1a- la W. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi hakkında Dersler, İst. 1927, s. 121-123.). R. R. Arat’a göre, Kutadgu Bilig “İnsana her iki dünyada tam manası ile kutlu olmak için lazım olan yolu göstermek maksadı ile kaleme alınmış bir eseridir”. Yusuf Has Hacib, her şeyden evvel bir şair-mütefekkirdir. “İnsan hayatının manasını tahlil ve onun cemiyet ve dolayısıyle devlet içindeki vazifesini tayin eden bir felsefe, bir hayat felsefesi sistemi kurmuştur. O, Orta Asya’da iç mücadele neticesinde sarsılmış olan “ahlak prensiplerini yeniden tanzim etme” kaygusiyle bu eseri yazmış olmalıdır (1b- Cilt I, Metin, s. XXV.). Bununla beraber Arat, eserin ayrı ayrı parçalarından bir netice çıkarmağa çalışmanın insanı yanlış yollara götürebileceğini haklı olarak işaret etmektedir. (2- İbid, s. XXIII.) Arat, eserde İran tesiriyle arüz vezninin kullanılmış olduğunu, Arapça ve Farsça bir çok terimler bulunduğu ve Arapça (Tazi tili) eserler ile Fars uleması (Tejik bilgesi)nin anıldığını işaret etmektedir. Yusuf, her halde Arapça ve Farsça bilmektedir.

Kutadgu Bilig rahmetli Sardir Maksudi Arsal’a göre, Telemaque gibi terbiyevi bir gaye günden bir eserdir. Gayesi, XI. Asır aydın Türklerinin ahlak ve devlet idaresi hakkındaki fikirlerini gelecek nesillere ulaştırmak, hükümdarlara ve devlet adamlarına bu gelenekleri aşılamaktır. Eserde “içtimai hayat, ahlak, devlet idaresi hakkındaki fikirleri tamamiyle İslamdan önceki Türklerin telakkileridir” (3- S. M. Arsal, Türk Tarihi ve Hukuk, İstanbul, 1947, s. 90, 98). “Edebi fikri malzemenin hemen hepsi Türk hayatından alınmıştır”. “Müellifin kullandığı darbı meseller Türk atalar sözleridir”.

“Bu ahlaki ve hukuki telakkileri ve bu devlet teşkilatını onbirinci asırda Müslüman Uygur Hanlıklarında hakim olan telakki ve teşkilatın biraz idealize edilmiş bir hülasası olarak kabul edebiliriz” (4- İbid,., 118). Sadri Maksudi Arsal, eserdeki fikirlerin “Türklerin tarihi hayatları zarfında toplamış oldukları fikir ve ahlak hazinesinden alınmış” olduğu noktası üzerinde durmakla beraber bazı yabancı tesirleri de kabul etmektedir; ona göre Yusuf’un fikri yetişme çağı 1030-40 yılları arasında olmalıdır. Otto Alberts’in sürdüğü gibi (5- Archiv für Geschichte der Philosophie, VIII (1901, s. 330), İbn Sina tesiri söz konusu olumaz. Daha ziyade Farabi ile Çin filsofu Konfuçius’un tesirleri görülür. Hükümdarın sahip olması gereken vasıflar, ilmin ve aklın devlet idaresinde rolü, adaletin ehemmiyeti hakkında Farabi ile Yusuf’un fikirleri arasında “çok büyük bir müşabehet” vardır (6- S. M. Arsal, İbid, s. 119).

Konfuçius’un eserlerinden bazılarının Uygurcaya tercüme olunduğunu gösteren diller mevcuttur ve onun ahlak, hukuk ve devlet idaresi hakkındaki görüşleriyle Yusuf’un fikirleri arasında “inkar olunmaz benzerlikler vardır” (7- İbid., s. 120).

Katudgu Bilig’in ne çeşit bir eser olduğu, ona sonradan nesir ve nazım olarak eklenen önsözlerde doğru bir şekilde belirtilmiştir. Buna göre, bu nevi eserlerle başka memleketlerde Edebü’l-mülük, Ayin ü’l-memleke veya Pendname-i mülük, Turanlılar arasında ise Kutadgu Bilig denmektedir. Yine bu önsöze göre, kitapta, memleket ve şehirlerin idaresi, idarecilerin bilmesi gerekli şeyler, hakimiyetin icap ve şartları, devletin çöküşü ve ayakta kalması sebepleri bildirilmiştir.

 

A. Kutadgu Bilig’de Hint-İran geleneği.

Yusuf şüphesiz Şehname’yi görmüştür. O, Türklerin efsanevi kahramanı Tonga Alp-er’e İranlıların Afrasiyab dediklerini kaydeder (beyit 280). Dahhak ile Feridün’un akıbetine dair sözleri (b. 241) kendi çevresinde Şehname’nin iyi bilindiğine delil olarak alınabilir. Nihayet Kutadgu Bilig, Şehname vezninde (faülun faülun faülun faül) yazılmıştır. Fakat hemen söylemeliyiz ki, Yusuf’un eserindeki görüşler, idare sanatı hakkında XI. Asırda İran ─ İslam dünyasında yayılmış ve kökleşmiş bir takım telakkilere irca olunabilir ki, bunlar da çok daha eski Hint-İran kaynaklarına götürülebilir.

Sasani devletinin son zamanlarında, hükümdarlara iyi bir devlet idaresinin esaslarını öğretmek gayesini güden nasihat kitapları Andarzname veya Handname adı altında çok yayılmış bulunuyordu. Bunlardan en meşhuru I. Husrev Anüşirevan zamanına ait Tansar’ın mektubu, o devirde hayli bir durumu ele alarak ahlaki ve siyasi nasihatlar vermektedir. (8- A. Christensen, L’Iran sous les Lassanides, Copenhag 1936, 58-61). Başka bir tanesi, Buzurcmihr Risalesi’dir ki, Ortaçağ İslam tarihinde çok meşhur olduğu gibi, Osmanlı Türkçesine de çevrilmiştir.

İslam devrinde bu Eski-İran eserlerinin tesiri altında, hükümdar ve yüksek sınıflar için ahlak, siyaset, devlet idaresi, teşrifat, etiquette, pratik yaşama kaidelerinden bahseden ve adab adı altında toplanan bir sürü risaleler meydana çıktı. İslamda bu tarzın ilk büyük mümessili olan İbn Mukaffa, Zerdüştlükten Müslüman olmuş bir İranlı olup eserlerinin büyük kısmını Pehlevi dilinden tercüme edilmiş bu gibi risaleler teşkil etmektedir. O, aynı zamanda Kalilagh ve Demnagh (Kelile ve Dimne) adlı eseri de Pehlevi’den Arapça’ya çevidi. Bu kitabın aslı, Sanskrit dilinde hükümdarlara mahsus bir nasihatname olan Pançatantra’dır (9- Pançatantra hakkkında bak. Kemal Çağdaş, Pançatantra Masalları, Ankara 1962. Eserin yazılışı tarihi tespit edilememiştir. Teklif edilen tarihler M.Ö. 200 ile M.S. 500 arasında değişmektedir. (İbid. S. 9-10) Devlet idaresi ve ahlak üzerinde hakimane düsturlar, eski Hind’de en çok Kautiliya adına bağlanır. Pançatantra yazarı da onu anar (Kautiliya hakkında N. Ch. Bandyopadhyaya, Kautiliya or an exposition of his Social İdeal and Political Theory, Calcutta 1927) Materyalist bir ahlaka dayanan bu esere göre insanın kılavuzu akıldır ve insan kendi saadetini bulmak için başkalarının saadetine saygı göstermelidir. Hareket hattımız geçmişteki örneklere dayanmalıdır. Aşağı kitleler ekonomik bakımdan devletin temelidir. Devletin unsurları yedidir. Hükümdar, kendisine yol gösteren vüzera, tabaası, kaleler, müdafaa ve taarruz kuvvetleri, hazine ve müttefikler. Hükümdar tebaaya çocukları gibi muamele etmelidir. O, her türlü otoriteyi temsil eder. Bu otorite, bu dünyayı idare eden kanun’dan çıkar. Hükümdar kanunu yerine getirmekle mükelleftir. Kanuna dayanarak kötüleri cezalandırır. Adalet hükümdarın birinci vazifesidir. Adaleti yerine getirirken kendi sevgi ve nefretine tabi olmamalıdır. Tarafsızlık adaletin ilk mehengidir. Adaletle idarede ikinci unsur akla tabi olmaktır. Adaleti yerine getirmekte en ehemmiyetli yol Hükümdarın bizzat davayı dinleyip hüküm vermesidir. Hükümdarın vazifeleri, zulüm ve taarruzu önliyerek tebaanın hayıtını ve malını korumak, adaleti tarafsızlıkla yerine getirmek, ziraat ve sanayün gelişmesine önayak olmak ve halkı zenginleştirmektir. Umumi olarak eski Hind’de devlet nazariyesi için B. Prasad, Theory of government in Ancient India (Post-Vedic) Allahabad 1927.). Eser, hayvan masalları içinde idare ve siyasete ait kaideler ve ahlak dersleri verme gayesini gütmektedir. Fikirler, ekseriya masallar içinde kısa veciz hikmetler ve düstürlar şeklinde ifade edilmiştir. Eserin Anüşirevan’ın veziri haki Burzöe’ye atfolunan Pehlevi tercümesi kayıptır. Eser, daha sonra Gazneli Sultan Behramşah (1118-1152) adına Munşi Ebu’l-ma’ali Nasrullah tarafından ilavelerle Arapçadan Farscaya çevrildi (10- Şimdi mükemmel ilmi bir neşirini Mocteba Minovi yapmıştır: Tarcuma-i Kalila wa Dinna, Tahran 1343). Bu sere Sasani İran’ında büyük rağbet gördü. Bütün bu pratik ahlak ve siyaset kitaplarının gayesi, hayali hikayeler ve hakiki hayattan alınan misaller ve hakimane vecizelerle insanlara mutlu bir yaşamın yollarını göstermek ve bilhassa hükümdarlara başarılı bir idarenin sırlarını ve pratik kaidelerini öğretmektir. Bunlar İslamdan Önceki İran cemiyetinde yüksek sınıfların yaşama telakkisi, dini-ahlaki ve siyasi fikirlerini ifade etmektedir. Kelile ve Dimne önsözünde (11- İbid. s, 29.). İbn Mukaffa bu eserin Padişahlara idare sanatında gerekli bir kılavuz olduğunu ve Anüşirevan’ın memleket işlerini ona göre düzenlediğini iddia eder.

Eski Hint-İran Nasihatname ve Siyasetnamelerinde devlet, hükümdarın kuvvet ve kudretinden, otoritesinden başka bir şey değildir. Siyaset ise, hükümdarın bu otoritesini koruma ve kuvvetlendirme ve bunun vasıtalarını, yani askeri ve parayı halkın hoşnutsuzluğuna sebep olmadan sağlama yoludur. Halkın huzursuzluğu ve hoşnutsuzluğu otoriteyi tehlikeye düşüren, fakirliğe yol açan bir durumdur. Hükümdar bundan olabildiği kadar kaçınmalıdır. Bu da, ancak adil olmakla mümkündür. Bu eserlerde adalet esas itibariyle, halkın üzerinden zulmü gidermek, kuvvetlinin zayıfı ezmesine meydan vermemek, tebaanın can ve malını emniyette bulundurmak şeklinde anlaşılır. Hülasa, hakimiyet adalete sıkı sıkıya bağlı bir kavram olarak meydana çıkar. Başka deyimle, iyi bir siyaset hükümdarın şahsi meziyetlerine gelir dayanır. Hükümdar insaflı, yumuşak ve af edici karakterde ise, adil bir hükümet kurmak mümkündür. Onun içindir ki, siyaset ahlakdan ayrılmaz, siyasetnameler aynı zamanda bir ahlak kitabı, bir ahlaki öğütler dergisi mahiyetindedir.

Taberi’nin Sasani kaynaklarından naklettiği şu rivayet, eski İran devlet anlayışını iyi aksettirir: Kisra Perviz, hazinesinde büyük meblağlar toplanmıştı. Hazineye mal toplama için şiddet gösterilmesine müsaade ediyordu. Bunun sonucunda (yani para hazinede toplanıp tedavülden kalktığı için) fiyatlar çağrından çıktı ve geçim zorlaştı. Halk Kisra ve devlet aleyhine döndü. Kendisi tahttan indirilip suçlandırılırken diğer zulümleri arasında bilhassa vergi toplarken şiddet kullandığı, halkın elindeki malları toplayarak geçimlerini güçleştirdiği ileri sürüldü. Buna karşı Kisra şu cevabı vermiştir: “Tanrıdan sonra hükümdarlar ayakta tutan ve kuvvetlendiren şey para ve askerdir. Ordu ve silah ancak büyük paralar sayesinde elde edilir. Lazım olan mal ancak ciddi çalışmak ve vergi tahsili esnasında kuvvet sarf etmekle toplanabilir. Hazinede para toplama işine ilk defa biz başlamış değiliz… Bu mal ve hazineler hükümdarlığın ve memleketin temelidir. Düşmana karşı senin kuvvetindir” (12- Taberi, Tari al-umam va’l-mülük, terc. A. Temir-Z. Kadiri, III, Ankara 1965, s. 1238-49).

Burada bir taraftan hakimiyeti tutmak için askere ve bunun için de paraya ve hazineye ihtiyaç olduğu düşüncesi, diğer taraftan hazine yığmanın halka zulüm yapılmasına yol açtığı ve büyük miktarda altın ve gümüşü hükümdarın hazinesinde tutmanın halkın geçimini güçleştirdiği düşüncesi, iki zıd siyaset olarak karşı karşıya konmuştur. Bu çatışma, daha derin bir görüşü aksettiren şu düşünce ile giderilmiştir: Can ve malı huzur içinde olmıyan raiyyet mal üretip zenginleşmez ve fakir olan raiyyetin vergi kabiliyeti de azalır. O halde hazineyi doldurmak için hükümdarın reayayı yumuşak ve adil bir idare altında tutması, zulmü önlemesi gerekir.

Kelile ve Dimne’ye göre (13- s. 319) “raiyyetin emniyeti Pedişaha ve memleket işinin düzende olması takvaya, akıl ve sebata ve adle bağlıdır”. Hükümdar adalet, acıma ve şefkat ile ve kötülere karşı otoritesini gösterme ve cezalandırma suretiyle mutluluğa ve dünyayı hükmü altına almağa muvaffak olur (14- s. 27). Eski Hint-İran geleneğini aksettiren muahhar bir eserde, Kabusname’de (15- The Naşihatname known as Qabüs-name of Kai Ka’üs b. Iskandar, ed. R. Levy London 1951, s. 125. Tipik bir pendname olan bu kitabın II. Murad için Mercimek Ahmed tarafından yapılan tercümesi (yayınlayan O. Ş. Gökyay, İst. 1944), s. 337) (yazılışı 1082) aynı görüşü şu şekilde formüllendirilmiş buluruz: “Şunu bil ki, hükümdarlık askerle, akser de altınla kudret kazanır, altın da bayındırlıkla ele geçer, bayındırlık ise adl ve insafla yayılabilir. Onun için adl ü insaftan gafil olma”. Adalet dairesi denilen bu formül Kutadgu Bilig’de daha açık ifade olunmuştur (b. 2057-59): “Memleket tutmak için çok asker ve ordu lazımdır, askerini beslemek için de çok mal ve servete ihtiyaç vardır, bu malı elde etmek için halkın zengin olması gerekir. Halkın zengin olması için de doğru kanunlar konulmalıdır; (16- Altı çizgili mısra şöyledir: budun baylıkınga törü tüz kodun.) Bunlardan biri ihmal edilirse dördü de kalır. Dördü birden ihmal edilirse beylik çözülmeğe yüz tutar”.

Yusuf Has Hacib’in eserinde bu siyaset görüşü hakimdir. Çeşitli yerlerde bu fikre döner ve başka başka şekillerde açıklamağa çalışır. Mesela “Halk zenginleşti ve memleket nizama girdi; halk hükümdara dualar etti. Halk kurtuldu ve zahmeti denilen şey ortadan kalktı. Kuzu ile kurt birlikte yaşamağa başladı… Bu müddet böyle huzur ve asayiş içinde geçti, halkın ve memleketin her işi yoluna girdi. Memlekette yeni şehir ve kasabalar çoğaldı. Hükümdarın hazinesi altın ve gümüş ile doldu. Hükümdar rahat etti ve huzura kavuştu; şöhret ve nüfuzu dünyaya yayıldı. “(b. 1039-1044). “Ey hakim! Memlekette uzun müddet hüküm sürmek istersen, kanunu doğru yürütmeli ve halkı korumalısın. Kanun ile ülke genişler ve dünya düzene girer, zulüm ile ülke eksilir ve dünya bozulur. Zalim, zulmü ile bir çok sarayları harap etmiş ve sonunda kendisi açlıktan ölmüştür.” (b. 2033-2035). Başka bir yerde (b. 5152) hükümdarın “hazinesi, maiyeti ve askeri vardı, bunlara dayanarak her istediğini buldu.”

Kutadgu Bilig’de bu anlayışı aksettiren daha bir çok misaller bulmak mümkündür (bak. B. 894-895, b. 5540, b. 5459-5463, b. 1924-1928). Yusuf bu anlayış içerisinde devlet idaresinde adalete baş rolü tanıdığı için eserde Hükümdar Küntoğdı, adl’i temsil etmektedir (b. 68). “Beyliğin temeli adalet yoludur” (.bu beglik köki ol könilik yolı) (b. 821). Diğer prensipler sırasiyle şunlardır. “Devlet” “hired” (akıl) ve “kanaat”. Devlet, vezir Ay-toldı’dır. Akıl ise onun oğlu Ögdülmiş’dir. “Kanaat” vezirin akrabasından Odgurmış tarafından temsil edilir (kayda değer ki, metinde, devlet, raiyyet kelimeleri Farscada kullanılan şekilleriyle Arapça kelimelerdir).

Adaleti temsil eden hükümdarın vazifeleri şunlardır (b. 5540-5550, b. 5574-5584):

1. Para ayarını temiz tutmalı, 2. Halkı adil kanunlarla idare etmeli ve kuvvetlinin zayıfa tahakküm etmesine meydan vermemeli, 3. Haydutları ortadan kaldırmalı, 4. Yolları açık ve emin tutmalı, 5. Herkese mertebesine göre muamele etmeli.

Yine Sasani geleneğini aksettiren ve Ardaşir b. Babek çağına atfolunan bir risalede de hükümdarın görevleri: Adl göstererek raiyyetin durumunun iyiye götürülmesi, yolların emniyeti, raiyyetin evinin barkının korunması ve zalimlerin elinin ondan uzaklaştırması (18- Arapça, yazılan Nasihatu’s-selatin mahiyetindeki kitaplarda yahut siyasetu’ş-şer’iyye’lerde bu formül umumiyetle şöyle ifade olunur.( )şeklinde sıralanır (19- Rasa’ilu’ul-Bulaga: Yayın. M. Kurd Ali, 3. baskı. Kahire 1964, s. 383.) Büyük kısmı itibariyle Eski İran devlet geleneklerini aksettiren Nizam’ül Mülk’ün Siyasetname’sinde (ilk üç fasıl) hükümdarın vazifeleri, asileri cezalandırıp itaat altına sokmak, her hizmet sahibini kendi kifayetine göre yerine ve mertebesine getirmek, adalet ile reayanın huzurunu sağlamak, kanallar, köprüler yaparak, yeni köyler ve şehirler kurarak memleketi kalkındırmaktır. Hükümdarın başta gelen vazifesini haftanın belli günlerinde bizzat reayanın şikayetlerini dinleyip doğrudan doğruya adaleti yerine getirmektir. Herkese mertebesine göre muamele etmek, “herkesi kendi menziletine koymak” sınıflar düzenini muhafaza etmekle ilgili olup bu çeşit nasihatnamelerde daima zikrolunur.

Müslüman fakihların Siyasetu’ş-er’iyye’lerinde halife veya sultanın vazifeleri, aynı kaynaktan gelen fikirler çerçevesinde aşağı yukarı aynı şekilde tasvir olunur. Ancak Şeriat’in korunması ve Şeriat hükümlerinin yerine getirilmesi tabiatiyle bunların başına ilave olunur (20- Halifenin vazifeleri. Şeriat’in tatbiki ile beraber adaleti yerine getirme, umumi barışa ve asayişi koruma, bu gayelerle ceza müeyyidelerini kullanma, islam ülkesini müdafaa, Şeriatçe tayin edilmiş gelirleri toplama, maaşları tesviye, devlet hizmetlerine ehil kimseleri tayin etme ve onarın işlerini devamlı şekilde kontrol etme.). Devletin esas idari fonksiyonları da asker, hazine ve adalet temellerine dayanan devlet anlayışına paraleldir. Yani hükümdara başlıca üç nevi memur lazımdır. 1. Kılıç kullanan yiğit kimseler (asker), 2. İstişare ile memleket işlerini düzene koyan hakim ve bilgili devlet adamı (vezir), 3. Devlet gelirlerini ve giderlerini tutan ve hazineyi dolduran zeki ve mahir katipler (bürokrasi).(21- Kutadgu Bilig, beyit 5910-5914, XI-XIII. asırlarda İran’da idare teşkilatı için şimdi şu esere bakılmalıdır: H. Horst, Die Staatsverwaltung der Grosselğuqen und Horezmsahs (1038-1231), Wiesbaden, 1964).

Hükümdarın mutlak hakimiyetine dayanan bu devlet sisteminde, otorite sahibinin halka, kuvvetlinin zayıfa karşı zulmünü ve suistimallerini önleme manasında anlaşılan adl, hükümdarın en mühim görevi sayılır. Sasanilerde ve daha sonra İslam devletlerinde büyük divan tertibi ve hükümdarın bizzat tebaanın şikayetlerini dinliyerek hüküm vermesi bu asli görevin yerine getirilmesi içindir: Mezalim Divanı, Daru’l-adl veya Divan-i Ali adiyle anılan bu divana herkes gelip şikayet sunabilirdi.

Sasanilerde her ayın ilk haftasında raiyyetten herhangi bir kimse divana gelmek ve doğrudan doğruya hükümdara şikayetini okumak hakkına malikti (22- Christensen, p.289).

Nizam’ül-Mülk, Siyasetname’de (23- Siyar al-mulük (Siyaset-name), yayın. H. Darke,Tarhan 1962, s. 19) bu adetin gerçek gayesini açıklar. Padişahlar haftada iki gün mutlaka doğrudan doğruya halkın şikayetlerini (mezalim) dinlerler ve hakkı yerine getirirler. Böylece memleketin her yerinde zalimler şikayet korsusiyle kötülük yapmaktan çekinirler. Şikayetler, umumiyetle Padişah adına otorite icra edenlerin suistimallerine karşıdır. Hatta doğrudan doğruya Padişahın bir emri, bir kanun veya nizam aleyhinde de şikayette bulunabilirler. Hükümdarların hükmü süratle verilmeli ve nihai olmalıdır. Şikayet dinleme, hükümdarın her şeyin üstünde olan mutlak otoritesini göstermeğe vesile olur. Bu suretle yüksek divan, hükümdarın adalet ve hakimiyetinin en yüksek derecede tecelli ettiği bir yerdir ve Doğu devletinin mahiyetini en belirli şekilde ortaya koyan bir müessesedir. Bütün İslam devletlerinde, Sasanilerde olduğu gibi, bu müesseseye birinci derecede ehemmiyet verilmiştir. (24- Müessese hakkında bak. E. Tyan, Histoire de I’organisation judiciaire en pays d’Islam, 2. baskı, Leiden 1960, s. 83-86, 433 vd.) Kutadgu Bilig’de adalet, ananevi İran-İslam devletlerinde olduğu şekliyle ve aynı ehemmiyetle belirtilir (bilhassa Kün-Toğdı’nın adaletin ne olduğu hakkında XVIII. Fasıl, beyit 792-822). Beg der ki: Taht üç ayak üzerindedir, hiçbir tarafa eğilmez. “Hareketim ve sözüm bütün halk için aynıdır”. Ben işleri doğruluk (könilik) (25- R. Arat, Könilik kelimesini doğruluk diye çevirir. İkinci manası adalet’tir ve yerine göre adalet şeklinde çevrilmesi doğru olur. Beyit 821: ‘Beyliğin temeli doğruluk üzerinde kurulmuştur.’ yerine ‘Beyliğin temeli adalet (könilik) üzerine konulmuştur.’ diye çevirmelidir. Eski ve Orta Çağ devletinin bu temel prensibi Batıda Ivstitia Regnorum Fundamentum şeklinde ifade edilmiştir. “İşleri adalet ile hallederim; insanları bey veya kul olarak ayırmam.. ben işleri bıçak gibi keser atarım, hak arayan kimsenin işini uzatmam”. Zulme uğrayarak kapıma gelen ve adaleti bulan kimse benden tatlı tatlı ayrılır. Benim sertliğim zalimler içindir. Kanun karşısında herkes eşittir. (b. 812; törü bulsa mindin kapugka kelip; burada kapı Osmanlılarda kullanıldığı gibi hükümdarın hükümet işlerine başkanlık ettiği yer, yani divandır).

Hükümdarın sahip olması gereken vasıflar bütün nasihatnamelerde en önemli bir konuyu teşkil eder. Zira yukarıda açıkladığımız gibi siyaset ahlaka dayanır. Her şeyden evvel hükümdar idarede, akla ve bilgiye dayanmalıdır: bilig birle begler budun başladı: ukuş birle il kün işin işledi (b. 1952)

Akıl ve bilginin lüzumu Kutadgu Bilig’de uzun parçalar halinde sık sık tekrarlanır (mesela 1948-1973). Akıl ve bilgi ile hareket eden iki dünyada da kutlu olur (b. 1973).

Hint-İran geleneğinde de akıl ve bilgi üzerinde ehemmiyetle durulur. Kelile ve imne’ye göre (26- S. 408: ( ) akıl saadetin temel direğidir ve gayeye erişme için bir anahtardır. Kabüsname (tercüme, s. 349) bu fikri şöyle ifade eder: “Her işin evvelinde aklınla, bilünle danış, andan ol işi it. Zira Padişahın vezir ve vüzerası akıl ve bilüdür”.

Kutadgu Bilig’i bu bahiste İran geleneğini takip ettiğini şu beyitler de gösterebilir: “İnsan akıl ile yükselir, bilgi ile büyür. Her ikisi ile insan itibar görür. Buna inanmazsan Nüşin-Revan (Anüşirevan)a bak” (b. 289-290).

Katadgu Bilig’de idare edenin başta gelen vasıflarından biri hilmdir, tebaasına karşı yumuşak ve bağışlayıcı olmasıdır. “Kim halka hakim olursa onun tabiatı yumuşak, tavr ve hareketi asilane (tüzün) olmalıdır… Onun dili ve sözü tatlı olmalı, kendisi tevazu göstermelidir”. Hükümdar adalet, kanun ve cezalandırmayı temsil ettiği için hislerine tabi değildir. Fakat idare başında olan vezir mutlaka yumuşak ve tatlı sözlü olmalıdır. (b. 546-522). Kelile ve Dimne’ye göre (27- S. 247-50.) hükümdara gerekli hasletler, yani hilm (yumuşaklılık), sahavet (eli açık olma) ve şecaat arasında en mühimmi hilm’dir. Hilm padişahın şahsını “mehib ve mükerrem” kılar, asker ve raiyyet kendisinden hoşnut olurlar, kendisine şükrederler, “mülk ve devlet” sarsılmaz. Buna karşı, bir tek kötü hareket ile cihan harab olur, halka kırgınlık ve nefret gelir. Hilm akıl ve tecrübe sahiplerine danışmakla meydana gelir. Hilm ile askeri raiyyeti kendisine bağlamış olan hükümdarın memleketini düşman istila edemez.

Hükümdarın raiyyete karşı vazifelerinden biri de herkese kendi derecesine göre “mürüvvet” göstermektedir. (28- İbid., s. 8. Fatih devrinde Vezirazam Mahmud Paşa’nın on iki yıl yanında sırkatibi olan müverrih Tursun Bey, ve siyaset hakkında tarihinin başına koyduğu mukaddimede klasik Hind-İran devlet geleneğini tekrarlar. Ona göre hükümdarın haiz olması gereken dört fazilet adl, hilm, seha ve hikmettir. Hilmin ehemmiyetinden bahsederken “mürüvvet Şeriatı yener” diye bir atasözü ile nakleder (Tarihu Abu’l-feth, s. 20).

Umumi olarak Katadgu Bilig ile Hint-İran geleneğinde padişahın sahip olması lazımgelen diğer “hasletler” listesi birbirine çok uygundur.

Kutadgu Bilig diyor ki: “Bey tok gözlü, haya sahibi ve yumuşak tabiatlı olmalı (b. 2000) “beyin dili dürüst ve kalbi doğru olmalı” (b. 2010) “beye cömertlik ve alçak gönüllülük lazımdır” (b. 2049).

Kabüsname (s. 357-364) beyliğin hasletlerini şöyle sıralar: adl, kerem, heybet gösterme, na meşru işlerden sakınma, aceleciliği terk etme, her işin kolayını gözetme, gerçek söyleme, sözüne sadık olma.

Nizam’ül-Mülk’de hükümdar için gerekli vasıflar (hasletler) şöyle sıralanır: “haya ve hüsnü’l hulk ve af ve tevazu ve sahayet ve sıdk ve sabr ve şükr ve rahmet ve ilm ve akl ve’adl”.

Yine ona göre beylere yakışmayan huylar şunlardır: “hukd u hased ve kibr u gazab ve şehvet ve hırs ve emel ve lucac ve durung ve balh ve hüy-i bad ve zulm ve hodgami ve şitab-zedegi ve na-sepasi ve sebük-sari”.

Kutadgu Bilig’de aynı huylar kötüler (b. 2010-2078). İhmalkarlık, zulm, yalancılık, korkaklık, hasislik, inadcılık, kibirli ve mağrur olmak, acelecilik, hiddet hükümdarda olmaması gereken şeylerdir.

Netice itibariyle, Kutadgu-Bilig’de devlet anlayışının ve siyaset ve ahlak kaidelerinin geniş ölçüde Hint-İran kaynaklarına dayandığına şüphe yoktur. Bu telakkiler bütün müslüman milletlerin ortak kültür mirası haline gelmiştir. Yusuf Has Hacib’in X-XI. Asırda Doğu İran’da ve Maveraünnehir’de kuvvetle canlandırmış olan eski İran geleneklerini ve buna dair eserleri tanımış olması tabiidir. Merkezleri Balasagun ve Kaşgar bölgesinde X. Asır ortalarında İslamiyeti kabul etmiş olan Karahanlılar, asrın sonlarında kuvvetli İran ananelerini yaşatan Müslüman Samanilerden Maveraünnehr bölgesini zabtettiler (kendilerini eski İran Sasani sülalesine bağlıyan Samani’lerin (29- W. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi hakkında dersler. İst. 1927, s. 75. Karahanlılar için şimdi O. Pritsak, İA, VI., 251-73; Onun bu konuda basılmamış dissertationunu maalesef göremedik.) himayesinde Rüdegi, Kelile ve Dimne’ye nazmen Farsçaya çevirmişti).

Karahanlılar, İslam kültür dairesine girmiş olmakla beraber menşede doğularındaki yüksek Uygur kültürüne de bağlı idiler.

Kutadgu Bilig’de adetleri sayılı İslami-İrani terimler hariç, bu mücerred konuyu işlemek için kullanılan dil tamamiyle Türkçedir. R. R. Arat’ın belirttiği gibi, bu Türkçe şüphesiz Uygur sahasında işlenmiş Türkçe idi. Yusuf’un, Uygurların Burkancılık (Budizm) kültür ve felsefesine yabancı olmadığını gösteren izler vardır (30- Arat, Kutadgu Bilig, I, Metin, Giriş, s. XXII; S. M, Arsal, İbid, s. 94.). Onun Sanskritçeden Türkçeye çevrilmiş eserleri, bu arada siyaset kitaplarını görmüş olması ihtimalden uzak değildir. Hint siyaset görüşleri İran yoluyla olduğu gibi Uygur yoluyla da alınmış olabilir.

 

B. Kutadgu Bilig’de Türk Devlet Geleneği,

Yusuf bir taraftan Anüşirevan’ı örnek gösterirken öbür taraftan da bir takım Türk ulularının adlarını anarak onların fikirerini nakletmektedir (31- Kutadgu Bilig, I. Metin, s. XXVII.). Ayrıca bir çok Türk atasözleriyle fikirlerini destekler. Türk devlet geleneğini her şeyin üstündü tuttuğunu şu sözleri ortaya koyar (b. 267):

körü barsa emdi bu türk begleri

ajun beglerinde bular yigleri.

İran devlet geleneğinde her şeyin üstünde hükümdarın mutlak otoritesi vardır. Hatta bu otorite kanun üzerindedir. Bu sınırsız otoriteyi yalnız adalet düşüncesi sınırlar. Pendnamelerin çoğunda adaletin de, yine hükümdarın menfaatini gözönünde tutan pragmatik bir gayeye tabi olduğunu gösterdik (adalet olmazsa huzursuzluk ve kargaşalık doğar, halk fakirleşir, hükümdarın gelir kaynakları kurur). (32- Eski İran’da adaleti yerine getirmenin Tanrıya karşı bir vazife olduğu hakkında bak. Al-Cahiz’e atfolunan At-tac fi ahlaki’l-mulük, Beyrut 1955, s. 268-270). Adaletin yerine getirilmesi, tamamiyle hükümdarın bir bağışlama hakkıdır. Onun mutlak otoritesini sınırlayan objektif kaideler şeklinde maddeleşmemiştir. Adalet, büyük divanda hükümdarın bir lütuf ve ihsanı şeklinde tecelli eder. Pendnameleri yazanlar, adaletin garantisi olarak hükümdarın adil olması, insaf ve hilm sahibi bulunması gibi ahlaki prensiplere dayanmaktan başka yol bulamamışlardır.

Kutadgu Bilig’de İrani devlet ve hakimiyet anlayışı yanında kuvvetle belirtilen bir nokta, hakimiyetin töründen (kanun ve nizam) ayrılmaması, hatta hakimiyetin bizzat törü ve kut’dan ibaret olduğu görüşüdür.

“Bu Kün doğdu dediğim doğrudan doğruya kanundur” (bu Kün doğdı tigli törü ol köni) (b. 355).

“Beylik kanun ile ayakta durur” (Törü birle beglik turur ol örü) (b. 5285).

Yusuf, hükümdara “Ey aziz kut ey iyi törü” diye hitap eder (b. 939).

“Bir memleketin bağı ve kilidi iki şeyden ibarettir: biri ihtiyatlılık biri kanun; bunlar esastır” (biri saklık ol bir törü il köki) (b. 2015).

“Hangi bey memlekette adil (33- Köni kelimesini biz burada adil diye aldık.) kanun koydu ise o, memleketini tanzim etmiş ve gününü aydınlatmıştır”.

“Bey mülkünü ve halkını kanun yolu ile nizam altında bulundurur” (törü birle tüzse ili budnını) (b. 286).

Adil kanunlar koyma ve onları tarafsızlıkla uygulama suretiyledir ki, bir hükümdar uzun müddet hakimiyetini koruyabilir (bak. B. 2033).

Türk devlet ananesinde törü, ilahi menşeli hakimiyetten (kut) ayrılmaz. Bir Kagan, hususiyle devlet kurucu Türk kaganı mutlaka bir törü koymalıdır. Yazıcızade Selçukname’de Oğuz Han’ın “vasiyyet edip türe koyduğunu” anlatır. Orhon abidelerine göre, Kök Türk devletinin kurucusu Bumin Kagan tahta oturunca “Türk milletinin ülkesini, törüsünü edivermiş, tanzim edivermiş” ondan sonra dört tarafa hakimiyetini yaymış ve imparatorluğu kurmuştur. (H. N. Orkun neşri, Eski Türk Yazıtları, I, Ankara 1936, D. I. D. II). Bir ara çökmüş olan devlet yeniden bağımsızlık mücadelesine girdiği zaman Elteriş Kagan “Türk türesi bozulmuş olan milleti ecdadının türesince vücuda getirmiş, harekete getirmiş” (budunıg türk törüsün ıçgımış, budunıg eçüm apam törüsinçe yaratmış, başgurmuş” (I D 13, II D 12, I D 14).

Bilge Kagan devletin kudretini anlatırken “böyle kazanılmış, tanzim edilmiş ülkemiz, törümüz var idi” (I D 22) der. Kitabede şu meşhur paçada “Yukarıda Tanrı basmasa aşağıda yer delinmese Türk milleti ülkeni törünü kim bozar” demektedir. (I D 22). Törü’nün malzemesi, Orta Asya cemiyetinde içtimai-siyasi düzende hakim örfi hukuktur, yosun’dır. Fakat yosun, kurucu Kagan’ın iradesi ile törü halini alır. Kagan, kendi emirlerini ona ekler ve ili yeni düzenine koyar. Törü hükümdarı bağlıyan objektif hukuk kaideleri mecmuasıdır. Türk devlet geleneğinde törünün o kadar ehemmiyetli bir yer tutması, onun kabileler arasında çok titiz bir şekilde gözetilen örfi hukuka dayanmasından iler gelmiş olmalıdır. Büyük Selçuklu hükümdarlarının İran’a hakim olduktan sonra İran kisraları tipinde bir hükümdar anlayışını benimsemeleri ve Oğuz kabilelerinin taassubla bağlı oldukları törüye aykırı hareket etmeleri bu kabilelerle Selçuk hükümdarları arasındaki anlaşmazlıkların gerçek sebeplerinden biri ve başlıcası olabilir.

Cengiz Han Yasa’sı esas itibarile Türk devletlerindeki töründen başka bir şey değildir ve Yasa hakkında bildiklerimizi törü üzerine genişletebiliriz. (34- Bu mesele hakkında bak. H. İnalcık, Osmanlı Hukukuna Giriş, SBF Dergisi, C. XIII-2, s. 102-107; S. M. Arsal, İbir., s. 287-291).

Törü’nün devlet içindeki üstün yerini Yusuf şu beyitle kuvvetle belirtir: “Beylik iyi bir şeydir. Fakat daha iyi olan kanundur ve onu doğru tatbik etmek lazımdır” (idi edgü beglik takı edgürek: törü ol anı tüz yorıtgu kerek) (b. 454).

Devlet kurucu belli başlı Türk hükümdarlarının bir kanunname çıkarmış olması bir tesadüf değildir. Eski Türk geleneklerini kuvvetle aksettiren eski Osmanlı rivayetlerine göre, Osman Gazi bağımsızlığını ilan ettikten sonra kanunlar koymuştur (35- Aşık Paşazade (Tevarih-i Al-i Osman, İst. 1949, s. 103-104): “Bu bab Osman Gazi’nin kanunı ahkamın bildürür”.). Osmanlı imparatorluğunun gerçek kurucusu Fatih Sultan Mehmed biri reaya için, diğeri devlet teşkilatı için iki kanunname çıkarmıştır. Nihayet imparatorluğu bir cihan imparatorluğu durumuna getiren Kanuni Süleyman bir kanunname yaymıştır. Bu kanunnameler, sırf sultanın iradesine dayanan kanunlar mecmuasıdır ve Şeriatle bir ilgisi yoktur; başka deyimle, ancak Türk devlet geleneğinin bir sonucu sayılmalıdır.

Kutadgu Bilig’de bu köklü Türk devlet anlayışı İran devlet anlayışındaki adalet kavramını hayli değiştirmiştir: Adalet, hükümdarın bir bağışlama fiili değil, törünün doğru ve tarafsız bir şekilde uygulanmasıdır.

Kutadgu Bilig’de Türk devlet geleneğini aksettiren ikinci esas halka karşı hükümdarın vazifeleri sayılırken ortaya çıkar. Yukarıda belirttiğimiz gibi, Yusuf İran devlet geleneğini takip ettiği yerlerde mal ve hazine toplamasının ehemmiyeti üzerinde durur: Hazine hakimiyetin temelidir. (bilhassa b. 5459-5464). Bunu söyliyen Beg’e karşı Ögdülmiş şunları söyler:

“Hazineni aç ve servet dağıt. Adamlarını sevindir, onlar senin her arzunu yerine getirirler… Adamların çok ve kalabalık olsun, asker çok olunca gaza yapar hazineni doldurursun” (b. 5479-90). “Beyler cömert olursa adları dünyaya yayılır… etrafına üşüşürek asker toplanır ve ordu olur, asker ve ordu ile insan dileğine kavuşur. Cömert ol, bağışla, yedir içir… Dünya hakimi bey niçin hazine toplar, asker nerede ise orada hazır hazine alır” (b. 2050-56).

Ulug-kent beyi der ki “halk mesud olmalıdır, halkın mesud olması için karnının doyması lazımdır” (b. 5353-55). Zira “Kara budunun kaygısı hep karındır… Onların yiyecek ve içeceklerini eksik etme” (b. 4330-4327).

Orhon abidelerinde hükümdarın esas vazifesi, halkı, kara-budunu doyurmak ve giydirmek, onu zengin etmektir. Tahta çıkmış yeni kaganların en büyük muvaffakiyeti olarak daima bu nokta belirtilir. Bilge Kagan diyor ki: “Kagan olup yoksuz fakir budunu hep bir araya getirdim, fakir budunu zengin yaptım, az kavmi çok fakir budunu hep bir araya getirdim, fakir budunu zengin yaptım, az kavmi çok kıldım” (H. N. Orkun neşri, 1 C. 10). “Amcam Hakan (tahta) oturarak Türk milletini yüce etti, doğrulttu. Fakiri zengin kıldı, azı çok eyledi.” (ID, 16, 17). “Ölecek olan milleti diriltip doğrulttum. Çıplak kavmi elbiseli, fakir kavmi zengin yaptım, az kavmi çok kıldım” (1 D 29).

Bu, şüphesiz steplerde kabile hayatına bağlı bir müessese olarak doğmuştur. Beyin görevi gerçek manada halkın karnını doyurma imkanlarını yaratmaktadır. Ferscaya han-i yağma olarak geçen toy, Osmanlılara kadar bütün Türk devletlerinde dikkatle uygulanan vazgeçilmez bir müessesedir. Tabiatiyle İran devlet anlayışının galebe çaldığı yerlerde e çağlarda yerlerde ve çağlarda toy daha ziyade senbolik bir mana taşımağa başlamıştır. Fakat Orta Asya’da ehemmiyetini daima korumuş görünmektedir. Müessesenin manasını en iyi anlatan tasvirlerden birini Nizam’ül-Mülk’ün Siyasetname’sinde (36- H. Darke neşri s. 162; İngilizce tercümesi Nizam’ül-Mülk, The Book of Government or rules for Kings, trns. H. Darke, London 1960, s. 127-28.) buluruz: “Padişahlar, sabahleyin hizmete gelen kimseler yiyecek bir şey bulsunlar diye (sarayda) zengin sofralar kurdurmak hususunda daima ihtimam göstermişlerdir. Eğer ileri gelen kimselerde hemen yemeğe oturma isteği yoksa yemeklerini zamanı gelince yemelerine mani yoktur. Fakat sabahları muhakkak bu sofra kurulur. Sultan Tuğrul güzel sofralar kurulması ve çeşit çeşit yiyecekler konması hususunda fevkalade dikkat ederdi. Ata binip seyre ve ava gittiği zaman gerektiği şekilde yiyecek hazırlanırdı ve kırda sofra kurulduğu zaman o kadar yiyecek karşısında bütün büyükler ve emirler hayret içinde kalırlardı. Türkistan Hanları, hizmetliler yanında ve mutfakta bol yiyecek bulunmasını tamamiyle devlet düzenine ait bir iş olarak kabul ederlerdi. Semerkand’da Uz-kend’e gittiğimiz zaman bazı gevezelerin dilinden şunu işittik ki, Cikil: (Çigil)ler ve Maveraünnehir’liler daima derlermiş ki: Biz sultanın gelişinden ayrılışına kadar sofrasında bir lokma ekmeğini yemedik”.

Bu adeti 1330 larda İbn Battuta Kastamonu beyliğinde şöyle tasvir etmiştir: “Her gün ikindi namazından sonra sultanın kabul resminde bulunması adettir. O zaman yemek getirilir, kapılar açılır, şehirli göçebe yabancı misafir kim olursa yemeğe oturmaktan men edilmez”. Aşık Paşazade’ye göre Osmanlı sarayında “ikindi vakti nöbet ururlar ki, halk gelip yemek yiyeler” (37- 1453 de İstanbul fethinden sonra büyük toy (han-i yagma) için bak. Evliya Çelebi, Seyahatname, X, 60-62.). 1664 de Kırım asker Orduy-i Humayün’a gelince “ta’am döşenüp ni’metin hod kesreti vasfa gelmez, Tatar askeri yagma edüp orduy-i Hümayün halkına bile bezl olundu” (38- Fındıklı Mehmet, Silahdar Tarihi, I. Yayınl. A. Refik, İstanbul 1928, s. 271. Bir kamu müessesesi olarak Türk devletlerindeki bu adet hakkında bak. F. Köprülü, İslam amme hukukundan ayrı bir Türk amme hukuku yok mudur?, II. Türk Tarih Kurultayı Zabıtları, s. 383-418.)

Karahanlılar devletinde olduğu gibi şehir hayatını esas alan bir devlet düzeninde Kutadgu Bilig bu müesseseye daha geniş bir mana vermek mecburiyetinde idi. Gerçekten Yusuf, halkı zengin, orta halli ve fakir olarak üçe ayırır. Hükümdar “her şeyden evvel fukarayı gözetmelidir”, zenginlerin yükü orta hallilere yüklenmemelidir: o zaman durumları, sarsılır, fakirleşirler. Öyle hareket etmelidir ki, fakirler orta halli, orta halliler zengin olsunlar (b. 5560-67) (39- Bu nokta İ. Kafesoğlu tarafından iyi belirtilmiştir (Selçuklular, İA, 105. Cüz, s. 390). Böylece Yusuf, Hint-İran geleneğinde halkın zenginliğini hazinenin zenginliği şeklinde anlayan ve halkın refahına hizmet etmek lazım geldiğini savunan fikirle Türk devlet geleneğini uzlaştırmaktadır.

Kaşgarlı Mahmud’un Divanu Lugati’t-Türk’ü ile birlikte Kutadgu Bilig, İslam kültür dairesine girmiş olan Türk topluluklarında ve devletlerinde Orta Asya Türk kültürünün nasıl ve ne dereceye kadar devam ettiği meselesini araştırırken başvuracağımız en zengin hazinedir. Yukarıda sadece devlet anlayışı üzerinde durduk. Bu kaynak üzerinde kamu müesseseleri, medeni-siyasi terimler, adet ve telakkiler üzerinde yapılacak mukayeseli incelemelerin Osmanlılara kadar Orta Asya Türk kültürünün devamlılığı meselesi hakkında bizi büyük ölçüde aydınlatacağına şüphe yoktur. Rahmeti Arat, bu kaynağı ilmi bir şekilde ortaya koymakla Türk antikitesinin büyük bir hazinesini önümüze açmış bulunmaktadır.

———————————————-

Kaynak:

Halil İnalcık, Türk Kültürü Araştırmaları, Kutadgu Bilig’de Türk ve İran siyaset nazariye ve gelenekleri s. 259- 271

Yazar
Halil İNALCIK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen