Türkiye’de ‘Kadercilik’ Acıya Katlanmanın ‘Afyon’u Olarak İşleyen Bir Şey

Güven Adıgüzel, Prof. İlhami Güler’le Konuştu

Kültür Gündemi Özel Röportajı

İlhami Güler’le, Has Parti tecrübesini, kavramsal olarak muhafazakârlığı, El Kaide’yi, Ali Şeriati’yi, Batı’nın insan hakları ve özgürlük anlayışını, kültür devrimlerini, Cumhuriyet’i, kader meselesini, Erzurum’u, Rachel Corrie’yi, ilahiyat fakültelerini, İslamcılığı, Ankara okulunu, modernizmi ve zihin açıcı daha birçok meseleyi enine boyuna konuşmaya çalıştık… 

Erzurum’un Tortum ilçesinde başlayan bir taşra hikâyesinin entelektüel eylemci bir kimliğe doğru koşar adım ilerlemesi meselesiyle girelim isterseniz. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne gitmeniz bilinçli bir tercih miydi, planlı bir yolculuk muydu?

İlkokulda iken abim Arapça öğretmeye başladı. Hiç sevmiyordum. Döverek öğretiyordu. Amacı beni İmam Hatip’e gönderip imam yapmaktı. Dayım Kars’a bizi ziyarete geldiğinde dedim ki “Dayı, ben İmam Hatip’e gitmek istemiyorum, ben liseye gidip oradan da kaymakam, hâkim olmak istiyorum, ülkeye ve İslam’a oralarda hizmet etmek daha iyi.” Dayım, abime tespih ile “tefeül” yapmayı önerdi. O da kabul etti. Ben “tek” dedim, abim de “çift” dedi. Dayım çekmeye başladı. Hayatım da o kadar yoğun heyecan yaşadığımı hatırlamıyorum. Sonunda benim dediğim çıktı ve ben İmam Hatip’e gitmekten yırttım.

Üniversite sınavına girerken (1980) 18 okul işaretliyorduk. İlk 17 tanesi Siyasal, Hukuk vs. idi. Bir tane de “Jeoloji Mühendisliği” işaretlemiştim. Ne olduğundan ziyade söylemesi havalıydı ve hoşuma gidiyordu. Birisi, İlahiyatı da yazmamı tavsiye etti. “Oradan hem kaymakam hem de müftü çıkıyor” dedi. Ben de, müftülüğü boşver, çıkarsa kaymakam oluruz diye son sıraya yazdım ve ilahiyatı kazandım. Sonra da öğrendim ki, kaymakamlık yokmuş. Allah’ın müdahale ettiğine inanıyorum.

Henüz genç sayılabilecek bir yaşta ‘Allah’ın Ahlakiliği Sorunu’ isimli -aynı zamanda doktora teziniz de olan- bir kitapla tüm şimşekleri üzerinize çektiniz, bu kadar kışkırtıcı bir başlık kullanmanızın nedeni neydi?

O başlık, “Kader” sorununun Türkçeye çevrilmiş ifadesidir. Başlığı koyarken birçok hocam engel olmaya çalıştı. Dinlemedim. “Tehallaku biahlakillah: Allah’ın ahlakı ile ahlaklanın” meşhur hadisi İslami literatürde kullanılır. Gazali, bir kitabını bu hadisi şerh etmek için yazmıştır. Türklerin Teoloji kültürü zayıf olduğu için tepki gösteriyorlar.

Yeni bir zihin inşasına doğru

Allah’ın ahlakîliği’ söylemi üzerinden kader inkârcılığı yaptığınıza dair birtakım ağır eleştiriler de almıştınız o dönem sanırım. Geçtiğimiz aylarda katıldığınız bir televizyon programında bu görüşlerinizi daha sarih ve kitlelere ulaşacak biçimiyle de ifade ettiniz. Buradan yola çıkarak; insanın yaşantısında olup biten her şeyden Allah’ın iradesini soyutlamak gibi bir durumdan bahsediyor olamazsınız, o zaman ‘ilahi kader’ vurgusunun ve Allah tasavvuruna yönelik düştüğünüz bazı şerhlerinizin tam olarak anlaşılamadığını söyleyebilir miyiz? 

Sünniliğin (Eşarilik olarak) ezeli/mutlak ilme ve irade sıfatlarına yaslanarak izah etmeye çalıştığı “Kader”, Cebriyeciliğin sofistike, teolojik ifadesidir. Allah’a yapmadıklarını iftira etmek anlamında da Kur’an’ın deyimi ile “Allah’a iftira” ve “zalimlik”tir.

Öneriniz; cebriyecilik ekolüyle mesafeyi koruyarak, kader kelimesini hiç kullanmadan -bu alanda- yeni bir zihin inşası mıdır o halde?

Benim önerim, “Sünnetullah” kavramıdır. Yani Allah ile insan arasındaki ahlaki ilişkinin ahlaki kurallara bağlı olarak dost-düşman, iman-küfür olarak işlemesi. Buna göre, Külli irade (Allah’ın iradesi) cüzi iradeye (insanın iradesine) bağlıdır. Türkçede halk bunu: “Kör Allah’a nasıl bakarsa, Allah da köre öyle bakar” sözü ile doğru bir şekilde ifade etmiştir.

Efkâr-ı umumiyenin algıladığı manadaki ‘kader’ kelimesi, kavramsallığıyla aktif-şuurlu bir yaşantıya -her şey nasılsa olacağına varır algısıyla- büyük bir engel oluşturur mu?

Türkiye’de “kadercilik” pasif olmanın “nedeni” olarak işleyen bir halet-i ruhiye değil; zayıflığın, başarısızlığın ve tembelliğin sonuçlarını cesaretle ve dürüstlükle kabullenememenin “mazereti”, yani acıya katlanmanın “afyon”u olarak işleyen bir şey.

“İlahiyatçılara rağmen Tanrı’ya inanıyorum”

Borges’in “Çok şükür! İlahiyatçı ve teologlara rağmen tanrıya inanıyorum…” derken işaret ettiği merkezden hareketle, sizin de teologlara ilişkin “yarı doğruyu söyleyen kişi” şeklinde bir tanımlamanız mevcut. Önemli bir ilahiyat fakültesinin temel İslam bilimleri bölümünde görev yapan bir ‘Kelam’ ana bilim dalı hocası olarak, Kelam, Teoloji ve İlahiyat kavramlarının paralel izdüşümü hakkında bir değerlendirme yapmanızı istesek? Erken dönem İslam âlimlerinden Allah razı olsun. Dişlerini tırnaklarına takarak İslami ilimleri tedvin ederek İslam’ın bir medeniyet dini haline gelmesini sağlamışlardır. Onların samimi gayretleri olmasa idi, erken dönemde İslam’ın başına büyük tehlikeler gelebilirdi. Ancak, muzaffer olunan fetih toplumu dönemlerinde “âlimlik”, Yahudilik’teki ve Hıristiyanlık’taki “haham” ve “Papaz” gibi din sömürüsü yapan “din adamı” sıfatına yaklaştı. Oysa, “din alimi”, İslam tarihindeki isimlendirilmesi ile “ulema”, otoritesini “ilim”den alır (verrasihune fililm,3/7); din adamlarında olduğu gibi özel elbiselerden, sarıktan, cübbeden, imameden, kavuktan almaz. Teolog/ilahiyatçılık, din adamlığından (imam, müftü, vaiz) ziyade, Din âlimliğinin Cumhuriyet versiyonudur. Türkiye’de Cumhuriyet devriminden sonra gardları düşük, hatta birçoğu aşağılık psikolojisi yaşadığı için çeşitli şaklabanlıklar yapıyor.

Türkiye’de ilahiyat fakültelerinin genel durumuna bakacak olursak, düşünce muhafazakârlığından kurtulamama türündeki eleştirileri ve orijinal seslere tahammülsüzlük noktasındaki tolerans eşiğini siz nasıl yorumluyorsunuz? Akademyanın ruhu yok mu sahiden?

Türkiye’de akedamiyaya intisab etmek, bir “meslek” edinme işidir. -Bilimsel araştırma veya entelektüel merak, artı değer yaratan toplumların yarattığı boş zamanın doldurulması olarak gelişir- Genellikle de iyi (para getiren) işlere gidemeyen orta ve alt sınıf ve zekâ seviyelerinin tercihidir. Bilimsel merak, düşünsel taaccub, entelektüel tutku bu topraklarda fazla yoktur. Ozanlık, şairlik, çobanlık, göçebelik karakterinin baskın olduğu toplumlarız. Araplar, sekizinci yüzyıldan on üçüncü yüzyıla kadar “teolojik düşünme” aşamasına geçmişlerdir. –Bu arada, Avrupa halklarının “aydınlanma” ile teolojik düşünmeden antik Yunanda ilk defa aktüelleştiği gibi tekrar “felsefi düşünme”, akabinde de “bilimsel düşünme” aşamasına geçtiklerini belirtelim. O tarihte düşünme duraklamış ve hafıza işlemeye başlamıştır.

Türkler, İslam’ın tasavvuf yorumu kanalı ile Müslüman oldukları için, bu aşamaya geçememiş ve Şaman dinine daha yakın olan “mitolojik düşünme” aşamasında kalmışlardır. Selçuklu ve Osmanlı medreselerinde üretilen teolojik metinlerin “Arapça” diliyle yazıldığı ve Türklerin bu metinlerin içeriklerinden –Başta Kur’an ve Hadis metinleri olmak üzere- haberdar olmadıklarını hatırlatalım. Mustafa Kemal, mitolojik düşünme aşamasındaki bir toplumu “uzun atlama” ile “bilimsel düşünce” aşamasındaki bir toplumsal seviyeye ulaştırmak istedi (Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.) Gerçeklikte böyle bir şey olmadığı için, seksen senedir distribütörlük veya maymunluk yapıyoruz. Öncelikle akademyanın “kafası” olmadığı gibi, ruhu hiç yoktur.

İnsan hakları ve Batı

Entelektüel eylemci kimliğinize en çok yakışan adres olan ‘Doğu Konferansı’nın ve onun yayın organı olan Doğudan dergisinin gönüllü destekçilerinden biriydiniz. Doğu Konferansı’na nasıl dâhil oldunuz. Sizce neden önemliydi bu oluşum? İddiasını ne kadar yerine getirebildi ayrıca?

Doğu Konferansı, Amerika’nın Ortadoğu’ya iyice sarkıntılık ettiği yıllarda Ortadoğu’daki entelektüellerin kendi aralarında ‘sömürgecilerin dolayımı olmadan iletişim kurarak kendi sorunlarını yüz yüze konuşma’ girişimi idi. Epeyce başarılı olduğu kanaatindeyim. Gezilerine katılmadım, ama yurtiçindeki faaliyetlerine katıldım. İç politikadaki kimlik siyasetleri derinleştikçe topluluk da dağıldı.

Birçok mecradaki yazı ve konuşmalarınızda, Batı’nın insan hakları ve özgürlük kavramlarını sorguluyorsunuz. Bu kavramlar, Batı’nın kendini korumak için kullandığı biçim ve formlara örnek olarak gösterilebilir mi? Doğu’nun kadim geleneğinde, insan haklarının kardeşliğin yerine ikame edilebilmesi mümkün değildir mesela ya da helalleşme kavramının başka bir şeye tevili söz konusu bile olamaz. Hangi eleştirel noktadan ve hangi saiklerle bakmalıyız bu kavramlara?

İnsan hakları, “yakın tehlike”nin olduğu durumlarda -Batı’nın uzun yıllar süren din, sınıf ve ırkçılık savaşları sonunda- keşfettikleri menfaatin altın kuralı olan “sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma” kuralına bağlıdır. “Uzak tehlikenin’’ olduğu durumlarda işlemez. Batının sürekli “İki yüzlülük” yaptığı suçlaması da buradan kaynaklanır. Çünkü temeli “hakkaniyet” anlamında ahlaka dayanmaz. “Doğu” diye kültürel monolitik bir yapı yoktur. Uzak Doğu’nun Hint ve Çin bloklarını ayırmak gerektiği gibi, Doğu Akdeniz veya Mezopotamya’yı da bu ikisinden ayırmak gerekir. İbrahimi monoteist vahiy/peygamber geleneğinin insani-ahlaki değerleri, mitoloji ile karışık teolojik düşüncelerinden arındırılarak modern dönemlerde entelektüel, ahlaki ve hukuki-politik bir dile ve kurumsal bir çerçeveye henüz kavuşturulmuş değildir. Her şeyden önce, Levinas’ın işaret ettiği gibi, iki bin yıllık Batı felsefesinin -bugün “bilim ve teknoloji” olarak devam ediyor- bütünüyle bir “ontoloji” olduğu; semitik düşüncenin ise “ilk felsefe” olmayı hak eden bir “ahlaki düşünme” olduğunu anlamak gerekiyor. 

Ceviz Kabuğu programında sarf ettiğiniz “Atatürk’ün kültür devrimleri cinayettir” sözünüz program yöneticisi tarafından oldukça sert bir tonda eleştirilmişti. Atatürk’ün Fransız devrimine öykündüğünü ya da bu devrimi taklit ettiğini mi düşüyorsunuz? Kültür devrimlerinin batılılaştırma projesinin bel kemiği olduğunu hatırlarsak, bu kasıtlı cinayetlerin azmettiricisinin yine bu Batılılaşma kafası olduğunu söylemek de mümkün galiba?

Bireysel “ihtida” veya “irtidad”ı anlarım da, bir toplum adına buna kalkışmayı anlayamam. Ne hakla? Kimin verdiği yetkiyle? Samimi olabilirsin, ama samimiyet, yanılmayı önleyemez ki. Kültür değişmesinde entelektüel veya siyasi önderin rolü ıslah ve ikna yoluyla olmalı. O tarihten itibaren yaratılan kültürel travma hâlâ atlatılmış değil.

Sizin Atatürk’ünüz kim?

Peki, sizin Atatürk’ünüz kim? Kültür devrimleri cinayetinin bir numaralı faili mi? Milli mücadele ruhunun bir kahramanı mı? En çok hangisi?

Milli mücadeledeki rolüne ve çabasına dil uzatan çarpılır. Mustafa Kemal’in samimiyetinden asla kuşku duymam. Otokrat olmasını da anlarım. Hem “saltanat” kültürü, hem de Batı’daki Fransız jakobenizmi aynı psikolojiye dayanır (sultan, kanıt ve güç anlamına gelir. Saltanat ise, kanıtı güç olan yönetim demektir). Yoklukla burun buruna gelmiş bir toplumu, “devrimler” ile çağın geçerli raconuna (muasır medeniyet) kavuşturarak var kılma çabası. Ancak, “kültür devrimi” yapmak yerine, mevcut değerleri ıslah ve tecdid yolunu tercih edebilirdi. Bunu yapabilmesi için de, kültürel ve entelektüel hegemonyanın “İslamcı”ların elinde olması gerekiyordu. Oysa vakıa böyle değildi. O, Batıcı “pozitivist”lerin etkisinde kalmış bir otokrat idi.

İlkokulu üç yıl okumuş bir ablam var. Yetmiş küsur yaşında. Bana bir rüyasını anlattı. Rüyada Atatürk, yan odada hasta olarak yatıyormuş. Ablam da medrese kalıntısı hocalarının kendisine anlattıkları (kefere-fecere) imaj ile ona uzaktan nefretle bakıyormuş. Atatürk yatağından doğrularak ablama yönelmiş ve sert bir üslupla: “Kim ne derse desin; Ebu Yusuf’a göre ben Müslümanım.” demiş. Ölüler ile –peygamberler dahil- yaşayanların ilişkisi “nefret-muhabbet” ilişkisi olamaz; minnet, saygı, eleştiri, örneklik ve ibret… daha doğru tavırlardır.

Geçtiğimiz yaz Ali Bulaç’ın fitili ateşlemesiyle başlayan, sizin de -İstanbul’da tertiplenen “İslamcılığın Geleceği” konulu panelde sunumu yapılan- bir inceleme yazınızla dolaylı yoldan katkı verdiğiniz İslamcılık tartışmaları bir hayli ilgi uyandırmıştı. İslamcılık kavramsal bir krize mi dönüştü, bitti mi, hiç başlamadı mı, evrildi mi? Her Müslüman doğası gereği zaten İslamcı mıdır? Son tahlilde İslamcılık mevzusunda nerede duruyorsunuz?

“Profesyonel düşünür”ler olarak “gazeteci”lerin tartışmalarında rahatsız edici bir ruhsuzluk sezinlenir. Ün ve kazanç saikleri, düşünce nesnesini “meta”laştırır. Örneğin, Necip Fazıl’ın bir şair-dava adamlığı yanı/hali, bir de öteki hali vardır. İslamcılık tartışmalarında da bu görülüyor. İslamcılık hakkındaki görüşlerimi merak edenler, bahsettiğiniz “Gelecekte Bir İslamcılık İçin Metafizik ve Metodolojik Ön Mülahazalar” başlıklı metne bakabilirler.( Kur’an’ın Ahlak Metafiziği. Ankara Okulu yay. 2013, 83-95)

İslamiyat, Tezkere, Bilgi ve Hikmet dergilerinin kapanması

28 Şubat rüzgârlarının çok sert estiği bir dönemde haysiyetli yayınlar yapmış, dikine yazılar yazmış, hem ‘tarihselci’ eğilimden hem de ‘gelenekselci’ eğilimden ülkenin en orijinal kafalarını bir araya getirebilme başarısını göstermiş; -parasızlıktan çıkarılamayan Yenilikçilik özel sayısı ile yayın hayatına veda etmiş- Türkiye’nin yüz akı olan bir dergiye, yani İslamiyat’a gelirsek; bu kadar önemli bir çabanın yarı yolda kalması meselesinden ne gibi dersler çıkarmalıyız? İslamiyat dergisi tecrübesinden sizin payınıza düşen neydi? Bir arzu nesnesi olarak bürokrasi ve siyaseti entelektüeller için yıkıcı bir faaliyet olarak mı görmeliyiz?

İslamiyyât, Bilgi ve Hikmet, Tezkire… gibi dergiler, Türkiye İslamcılığının entelektüel ocakları olarak seksenlerden itibaren bir müddet tütmüşler; buraları tüttüren zevat, sonra da gömlek çıkarıp küresel güç odakları ile anlaşıp siyaset yapmaya karar veren siyaset esnafının iğvasına ve ayartmasına kapılarak siyasete ve bürokrasiye koşarak bu ocakları söndürmüşlerdir. Siyasi faaliyetten daha büyük eylem tarzı olmadığını iddia eden bazı akademisyenlerin sonradan “stratejist” olarak siyasi iktidara hizmet etmeleri bunun kanıtıdır. İktidarda “ne” yapacağınızı yeterli bir entelektüel çaba ile üretmeden ve bir ideal olarak ona inanmadan güç, ün, popülerlik, zevk ve çıkar kaygıları ile iktidar olduğunuzda iktidarda kalmak için koalisyona girmeyeceğiniz şeytan olamaz. Başta “büyük Şeytan” olmak üzere. Bunun adı da “siyaset” olur.

İlhamiyyât; Dinî-Teolojik Aforizmalar ismiyle yayımladığınız fikri hacmi oldukça ağır kitabınızı “En iyi olarak bildiğini sandığı şeylerden bile şüphe edebilme cesaretini gösteren, hakikati elinin altında hazır değil; onu içinde ve ufuklarda arayan ve vicdanını kolay kandıramayan herkese…” şeklinde bir ithafla açıyorsunuz. Şüpheyi bir cesaret meselesi olarak mı görüyorsunuz?

İman, cüret edilmiş bir şüpheyi öncelemiyorsa “dogmatik”, yani kapatma yolu ile edinilmiş kültürel bir taklittir. Ali Şeriati’nin bahsetmiş olduğu tarih ve toplum “zindan”ında size içirilmiş bulanık bir sudur. Dogmatik ruh, önyargılarını, inancını sorgulamaya cesaret edememe ve değiştirememe korkusu ve iktidarsızlığıdır. Dinler, şüphe etme cesaretini gösterebilen cesur insanların “imanı” ile doğar, buna cesareti olmayan korkak müminlerin “inanç”ları ile de çürür, kokar ve ölürler.

Hoşgörü mü, Hor-görü-mü…

Direnişin teolojik boyutuna şöyle bir yorumunuz var; “İslam dünyasının epeyce bir bölümünün işgal altında olduğu bugünlerde, zalimlere karşı yükseltilmesi gereken değer “hoşgörü” değil; hor-görü-dür.” İsmet Özel ‘Surat asma hakkı’ndan bahis açar. Hoşgörünün cılkı çıktı mı sizce de?

Hoşgörü, galip ve güçlülerin erdemi olabilir. Kızma, nefret etme, mesafe duygusu olmayanların hoşgörüsü, kurnazlık olarak ikiyüzlülük ve zayıflığın erdem olarak takdimidir. Allah, Ğafur, Rahim olduğu kadar, Kahhar ve Zuintikamdır. Hoşgörüden bahsedenlerin karakterine bakmak lazım.

Bir anti-emperyalist manifesto niteliği de taşıyan ve yine çokça tartışılan kitabınız ‘Direniş Teolojisi’nin de “Kendini ‘tarihin sonu’ olarak insanlığa dayatan zalimliğe/israfa (kapitalizm) ve dünyamızı esir almaya çalışan tağuta (ABD) dünyanın her yerinde direnen herkese…” gibi yeis kırıcı şık bir ithafı mevcut. Yerel ve küresel direniş metotlarının uygulanmasını konusunda hala ümitvar bir noktada mısınız?

Meta üretimi veya teknoloji geliştikçe insanlığın direncinin ve ruhunun gevşediği genel bir gözlem olarak söylenebilir. Bunalım artsa da henüz hakkaniyete, adalete ve vicdana dayanan seküler veya dinsel direniş yolları zayıf ve cılız.

İslam coğrafyasında hüküm süren emperyalist zulme karşı silahlı direniş yöntemini benimsemiş birtakım oluşumlar mevcut. Genel manadaki cihat kavramının/ruhunun genç ve idealist Müslümanlar tarafından nasıl özümsenmesi gerektiği konusundaki değerlendirmeniz nedir? Bir de meseleyi Taliban ve El-Kaide gibi kimsenin girmek istemediği birtakım güncel yapılanmaları da dâhil ederek konuşacak olursak… Silah ve direniş meselelerine bu örgütlenmeler üzerinden nasıl bakılmalıdır?

Cihat, küfre ve zulme karşı topyekün bir cehd ve gayrettir. Küresel sistemin haksızlıklarına karşı konvansiyonel karşılık verme imkânı olmadığı için lokal olarak “terör” şeklinde aktüelleşiyor. Vicdanın ve fiziksel bedenin sıkıştırılmasının bir semptomu olarak “terör” ile dini bağnazlık, yobazlık ve cehaletin ürünü olan “terör”ü birbirine karıştırmamak gerekir. İslam dünyasındaki şiddet eylemlerinde her ikisi iç içe.

Devam edecek…

Kaynak:

http://kulturgundemi.com/soylesi/ilhami-guler-turkiyede-kadercilik-aciya-katlanmanin-afyonu-olarak-isleyen-bir-sey-haber-2574

Yazar
İlhami GÜLER

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen