En Geniş Manasında Ülkücülük Kendi Nefsini Aşma Cehdidir

Nevzat Kösoğlu ile Söyleşi 

MUHABİR- 40 yıl kadar evvel merhum Fethi Gemuhluoğlu bir konferans esnasında Necip Fazıl’a hitaben: “Üstad, siz imhaya memursunuz ve memuriyetinizi yerine getirdiniz, ama ihyaya memuriyet sizin işiniz değildir.” diye seslenmişti. Gemuhluoğlu’nun bu görüşüne katılır mısınız? Türk milliyetçilerinin zihin kodlarını imha-ihya algısı bakımından nasıl değerlendirirsiniz? 

HOCA- Çok güzel bir soru; aynı zamanda çok açılmaya müsait bir soru. Fethi Ağabey’in söylediğinin ne derece doğru olduğundan fazla emin değilim. Çünkü Necip Fazıl imhaya giderken aynı zamanda ihyanın ufkunu gösteriyordu. Yani Necip Fazıl, Türk’ün ruh köküne bağlı kalmak diye sanatkârca ve çok büyük meseleleri böyle bir cümle içerisinde hallediveren üslubunda aynı zamanda ihyanın istikametini ve bana göre ölçülerini de gösteriyordu. Onun Büyük Doğu Marşı’nı hatırlayın, o imha değil bir ihyanın ölçülerini verir; birçok kitapları yine öyleydi. Onun imhası Cumhuriyet döneminin, inkılaplarının yanlış ve zorlamalı uygulamalarına karşı bir isyandı. Bu manada imha idi. Ama dediğim gibi yazdıkları, çizdikleriyle de aynı zamanda Türk milletinin ihya istikametini göstermiş bir insandır. Gemuhluoğlu Ağabeyimiz burada biraz, şairlik etmiştir herhalde, imha ile ihya meselesi derken. 

Türk milliyetçilerine gelince, bizim zihin kodlarımızda bizim ruh dünyamızda imha da vardır ihya da vardır. Nasıl? Şu şekilde: Yanlış Batılılaşma hareketine karşı biz de Necip Fazıl gibi isyan halindeyiz, başlangıcından beri. Ziya Gökalp Türk milliyetçiliğinin hedefi bir Türk-İslam Medeniyeti kurmaktır der, Türk-İslam Medeniyeti kurmaktır. Bütün düşüncelerinde bu Türk-İslam ayrılmazlığı vardır ve vurgulanır. Ondan sonra gelen milliyetçilerin hepsinde de bu böyledir. Cumhuriyet dönemi Batılılaşma hareketlerinde özellikle Batıya özenme işi, biraz mübalağalı söylersek, islami bütün duyguların ve bütün motiflerin silinmesi istikametine meyl edince bunun karşısında ilk duranlar, haykıranlar elbette ki Türk milliyetçileri olmuştur, olmaya da mecburdur. Niye? Çünkü Türk milliyetçileri, Türk milli kültürünü korumak ve yüceltmekle kendilerini görevli addeden, bu hareketin öncüsü telakki eden insanlardır. Bunların, Türk kültürünün kapılarının ardına kadar kanun zoruyla Batı kültürüne, Batı yaşama tarzına, Batı üslubuna açılması haberini hoş görmeleri mümkün değildir. Onun için bu manada imhacıdır, isyancıdır, karşı koyucudur. Türkiye’de milliyetçi adı altında bir siyasi hareketin doğmasının da temel sebebi budur. Çünkü Batılılaşma hareketi resmi ellerde, kanun zoruyla millete Batılı yaşama tarzını enjekte etmeye, kabul ettirmeye kalkmıştır. Biz ise Batılı yaşama tarzı değil Türkçe, Türk gibi yaşama tarzını savunan bir camiayız. Elbette bu harekete karşı biz, sorudaki tabirleri kullanayım: İmhacıyız! 

İhyacılığa gelince, ihyacılık bizim temel çizgimizdir. Türk milletinin, Türk kültürünün nasıl yükselmesi gerektiği, hangi kodlarla, hangi çizgilerle ilerlemesi gerektiği konusunda elbette bizim söyleyeceklerimiz vardır; söylenmiştir bol miktarda da. Bizim halkçılık, yani Türk milliyetçilerinin halkçılık, köycülük, medeniyetçilik, ilimcilik gibi ilkeleri hep Türk kültürünün daha güzele, daha yükseğe doğru oluşmasının ilkeleridir. Bunlar bizim Türk varlığının medeniyet seviyesini aşması yolundaki mücadelesinde temel ilkelerimizdir, Türk milliyetçiliğinin ilkeleridir. Bunlar üzerinde şimdi fazla durulmuyor olabilir, ama dediğim gibi halkçılık, köylülük, halkın ve köylünün değerlerine sahip çıkıp onları yüceltmek aynı zamanda medeni hizmetleri onlara götürmek, çift anlamlıdır. Efendim, medeniyetçilik, dünyadaki medeniyet yarışından asla kopmadan o mertebelere çıkmak, ilimcilik, hiç bir ideolojik saplantıya girmeden Türk milletinin meselelerini ilmi bakış açılarından çözmek; ilimcilik budur. Yani Marksizm’in şu izmin, bu izmin bir takım ideolojik çerçeveleri vardır ki onun dışına çıkamazlar. Onlar düşünce itibariyle ister istemez sınırlıdırlar. Ama Türk milliyetçilerinin düşüncesinde bu manada sınır yoktur. Türk cemiyetini problemlerini tek sınırı vardır: İlim. İlim ile çözeceksiniz, ideolojik bir mesele değil bu. İktisadi yapınız ne olması lazım geldiği, hangi tedbirleri almamız gerektiği, sosyal adaleti nasıl sağlayacağımız günün, çağdaş ilminin size vereceği ilkelerdir. Başka bir ideolojik saplantı yoktur. Bu bakımdan “Türk milliyetçilerinin temel çizgisi ve karakteri, omurgası zaten ihyacıdır.” 

MUHABİR- Kavramlardan devam edersek,  malum 2012 yılındayız, bu yılda dahi hala kavram olarak bir “Milli Kimlik”, “Türk Milliyetçiliği”, “Milli Duruş”gibi kavramlar hâlâ tartışılmakta. Bu tartışmanın nedeni sizce bu kavramların gerçekten anlaşılamamasından mı kaynaklanıyor, yoksa bu tartışmalar bu kavramların tekâmül etmesine mi vesile oluyor?. Bu noktada görüşlerinizi alabilir miyiz? 

HOCA- Bu kavramlar çok sade kavramlardır. Aslında, tartışılacak hiç bir tarafı yoktur bunların. Amma iki şey var: Birinci soğuk savaş döneminde iyice tüylenen, palazlanan sosyalist-marksist kesim, soğuk savaşın bitmesine ve Kâbe’lerinin yıkılmasına rağmen hala Türk edebiyatında, Türk basınında ve benzer kamuyu etkileyen organlarda, hala etkili durumdadırlar; kabul etmek lazım. Bu etki onları vaktiyle milliyetçi yazarları, şairleri, düşünürleri görmemek şeklinde mücadeleye sevk etti. Ahmet Hamdi hiç yoktu onların nazarında, çok sonraları keşfettiler Ahmet Hamdi’yi; Peyami Safa hâlâ yoktur mesela. Bu soğuk savaş sonrası dönemlerde sadece görmemekle de yetinmediler, liberallik, hürriyetçilik, küreselleşme gibi ek kavramlar ışığında saldırmaya başladılar, iyi de saldırıyorlar, istiskal ediyorlar, alay ediyorlar, vuruyorlar, çağı geçmiş kavramlar, böylece çağı geçmiş insanlar havasına getiriyorlar o insanları. Batı’nın milliyetçilik konusundaki zaaflarından istifade ederek aynı zamanda bize vuruyorlar. Bu şudur: Batı’da milliyetçiliğin tercümesi nasyonalizmdir. Nasyonalizmin iki hastalıklı tezahürünü Batı görmüştür: Nazi ve faşist hareket olarak ki, iki hastalıkla tezahür Batı’ya çok acı çektirmiştir. O acıyı çekenlerden hala yaşayanlar var. Onun için Batı’da nasyonalizm dedi mi insanlar irkilirler, kaçarlar. Bizde de tercüme olarak, aynen nasyonalizm diye geçtiği için Batı bizden çok ürker. Bu ürküntüyü ve kelime yakınlığını bizdeki eski sosyalistler kullanarak bize yükleniyorlar. Şimdi çuvaldızı başkasına batırdık, iğneyi biraz da kendimize batıralım bu konuda. Bu da şudur: Bizim milliyetçilerin kendi ilke ve inançlarına imanı biraz zayıflamıştır ve sol cephenin darbeleri ve dünya kamuoyunun bu irkilip çekilmesi karşısında, bizimkilerin imanı biraz zayıf düşmüştür. Israrla ve şiddetle kendi ilkelerine, kendi istikametine sahip olup, milli kimlikti, efendim sana söyleyeyim, milli duruştu, milliyetçilikti, bunları tam anlamıyla savunamamıştır. Bu iman zafiyetidir. Yoksa bu kavramların anlaşılmayacak bir tarafı yok. Bizim siyasilerden birisine, bir kaç sene evveldi, gazetecinin biri siz milliyetçimisiniz diye sordu. O da biraz da öfkeyle, döndü gazeteciye, “Ben bu toprağın çocuğuyum, bu milletin ferdiyim.” dedi, “Başka ne olabilirim!” dedi. İşte milliyetçilik bu kadar sade, bu kadar basittir. Bizimkilerin milliyetçi kabul etmediği şu an ki iktidarın bir adamı diyor bunu. O kendini bilmez sosyalistlerin yüzde 99’u yurtdışına çıktıları zaman milliyetçidirler, başka çareleri yoktur; Türkçe konuşuyorlar, Türkçe şarkı söylüyorlar, milliyetçi olmaktan başka çıkar yolu yoktur. Bu bakımdan rahmetli Peyami Safa’nın, 1940’larda yazdığı bir yazısında söylediği şey çok doğrudur: “İnsan için milliyetçilikten başka çıkar yol yoktur.” diyor. Dünyada yaşıyorsak milliyetçilikten başka çıkar yol yoktur. Çünkü bu toplum içine doğuyorsun, bu toplumun kültürüyle kişiliğini ve kimliğini kazanıyorsun. Doğru-yanlış, hangi toplum içerisine doğmuşsan o toplumun, o cemiyetin kültürü içerisinde; aileden başlayarak, okuldan devam ederek giden bir süreç içinde kişiliğini ve kimliğini kazanıyorsun. İşte milliyetçilik dediğimiz budur. Ve kişiliğini ve kimliğini kazandığın toplumun elbette ki taraftarı olacaksın, başka ne olabilirsin yani? Kıbrıs Meselesi tartışılıyor, ben Yunan’dan yanayım diye bir anlayış olamaz, yok böyle bir şey. Bazı komünistlerde Yunan’dan yanayız da demediler. Yani milliyetçilik dediğin de kendi mensubiyetini hissettiğin topluma bağlılıktır. O toplum için fedakârlıkta bulunma duygusudur. Yani İbn-i Haldun’un “asabiyet” dediği şey tam da budur. Milli kimlik dediğimiz şey, bu kültürün, yani şahsi manada milli kimliği, öznel milli kimlik diyorum ben ona, aldığınız zaman bu toplum içerisinde ben sosyalleşiyorum, kimlik ve kişiliğimi bu toplumdan kazanıyorum. 

MUHABİR- Yemekler? 

HOCA- Yemekler, hepsi kültürdür. Ben bunları seviyorum, bunlara bağlıyım, onlarla kişiliğimi, kimliğimi, işte bu milli kimliktir. Amerika’ya gidip de bana bir lahana dolması getir bakayım dediğin zaman, işte kimliğini ortaya koymuş olursun. Bana yoğurtla mısır ekmeği getir dediğin zaman, hem kimliğini ortaya koyuyorsun hem de Karadenizli olduğun anlaşılıyor. Yani bunlardır milli kimlik. Milli duruş da kendi milletinden yana durmaktır. Yani bu o Bakanın söylediği, başka ne olma ihtimalim var dedi. Benim milletim, benim toprağım. Bunların, bu tartışmaların, bu kavramlardan gelişmelere yol açıp açmadığı tartışılabilir, ama teorik olarak yol açar. Yani bir kavramın tartışılması o tartışmalardan yararlanmasını bilen zihinler için ve o kapasiteye sahip olan kafalar için gelişmeci olur. Bir noktasını alır, bir şey hatırlatır, yeni bir ufuk açar vs. vs. Ama bizde Türk milliyetçiliği üzerindeki tartışmaların böyle bir şey açıp açmadığından, bugünleri konuşuyorum, evvelce açmıştır; Gökalp’ler, Babanzadeler döneminde. Bugünlerde açar mı açmaz mı? Bundan çok fazla emin değilim. Çünkü bunu tartışanlar daha çok işte küreselleşme vs. filan gibi düşmanca duygularla saldırıyorlar, tartışıyorlar. Yani dostça bir yaklaşım yok. Onun için de yine de yararlanmasını bilenler için az çok, keçiboynuzundan şeker emmek gibi de olsa bir faydası vardır. 

MUHABİR: Bir kitabınızın arka sayfasında, milli devletlerin vaktinin geçmediğini, 21. yy’da da bu yapılarla geçireceğimizden kuşkumuz olmadığını söylüyorsunuz. 

HOCA- Evet. 

MUHABİR- Dolayısıyla peki bu noktadan hareketle bu globalleşme dediğimiz, küreselleşme dediğimiz ve kutsal saydıkları ve milliyetçilerin en büyük düşmanı gibi görünen bu kavramlarla mücadele ederken bu ayırımı nasıl yapacağız? 

HOCA- Şimdi küreselleşme dediğiniz hadise aslında bir ideolojik tavır değildir. Küreselleşme ulaşımdaki, iletişimdeki ve bilişimdeki hızlanmanın getirdiği doğal bir sonuçtur. Dünya daraldı, küçüldü; bugün buradasın, bir saat sonra Almanya’dasın, televizyonları açıyorsun, harp oluyor bir yerde, sen harbi seyrediyorsun sıcak yatağında, küreselleşme bu, dünyanın daralması işi. Ha bu daralmayı isteyen ve bundan yararlanan, ilk hamlede yararlanan büyük sermaye güçleri de var. Bunlar da küreselleşmeyi sanki ideolojik bir tavırmış gibi pompalıyorlar. Niye? Çünkü dünya tek pazar haline gelecek, bunlar üretiyorlar, satacaklar. Hiç bir engellenmeyle karşılaşmadan, hiç bir gümrüğe uğramadan mallarını satacaklar, yani onların derdi de bu. Bu bakımdan küreselleşmeyi pompalıyorlar. Fakat teorik bakımdan bu küreselleşme, evrensel insan, dünya vatandaşlığı. Bunlar 19. yüzyılda tartışılmış meselelerdir. 19. yüzyılda tartışılmış ve böyle bir şeyin insanlık tabiatına aykırı olduğu ve hiç bir zaman gerçekleşemeyeceği sonucuna ulaşılmıştır. Bu bakımdan bu tartışma bitmiştir felsefi düzeyde. Ama dediğim gibi 20. asrın ortalarından itibaren, bu felsefi bir tartışma değil, tekniğin gelişmesinin bizi götürdüğü bir hal olarak ortaya çıktı. Bunun da hiç değilse 15-20 yıllık gelişmelerine ve tezahürlerine baktığınız zaman küreselleşmenin milli devletleri yok edebileceği ki çok uzak bir ihtimal,. Milli devletleri yok etmedikçe de küreselleşmenin rahat etmesi ve ben hedefime vardım demesi mümkün değil. Küreselleşme konusunda en güçlü atılım olarak, Avrupa Birliği meselesinde mesela İngiltere’ye bakın, yukarı İskandinav ülkelerine bakın, Yani sıkıştığı zaman herkes devlet diye bağırmaya başlıyor. Şimdi Almanya’nın, omuz vermesi işte hep bu yüzden. Almanya Avrupa Birliği vasıtasıyla Avrupa’ya hâkim olmak istiyor, onun derdi de o. 20. asırda iki harbe girdi, ikisinde de mağlup oldu. İkisinde de Fransa ve İngiltere’nin işbirliği ve arkasından Amerika’nın gelmesi vardı. Şimdi hiç olmazsa Fransa’yı koltuğunun altına almaya çalışıyor. Yani bence Avrupa Birliğindeki hadise bu, küreselleşme olmaktan çok Almanya’nın siyasi projesidir. Almanlar akıllı adamlardır ama eninde sonunda bu siyasi projenin bir yerden patlak vereceği kanaatindeyim. 

Dünyada etnisite meselelerini, küçük etnik grupları kurcalayan bu küreselleşme propagandasıdır. Niye? Çünkü ne kadar ufalanırlarsa, ne kadar küçülürlerse onları ezmek o kadar kolay olur. Küreselleşme ideologları, -farz-ı muhal- ideolojik propagandasını yapan kuvvetler bir araya gelip sakal tutup düşünseler: “Almanya’yı bir ezip geçsek filan.” Almanya’yı sen zor ezersin, yani onu düşünme bile. Ama ufak ufak devletler, kolayca onlara göre ezilebilecek durumdadır. Onun için de bu etnik kavgaları veya başka ayırımlara dayanan kavgaları mümkün olduğu kadar kışkırtmaya çalışıyorlar. Ama bunlar ne getiriyor? milli hassasiyetlerin sertleştiğini gösteriyor. Irkçı akımlar artıyor hani dünya kardeş olacaktı? Küreselleşme hikâyeleri arttıkça ırkçı akımlar da artıyor. 

MUHABİR- Türkiye’ye nasıl yansıyor bu? 

HOCA- Türkiye’ye de işte aynı şekilde yansıyor. 

MUHABİR- Devletin milli yapısı etkileniyor mu? 

MUHABİR- Türkiye şimdi Batı’nın bir takım standartlarına uymaya çalışıyor ya, bütün mesele bu. AB standartlarına uyma meselesinin bize iş hayatında ve iktisadi diğer alanlarda çok faydalı olduğu kanaatindeyim. Mesela standartları getiriyorsun, temizlik olacak, şu kalite olacak, bunlar bize çok şey kazandırıyor. Çünkü biz kendi halimize kalırsak bunlara biraz zor hallederiz. Onun için Batı’nın zorlamasıyla bunları yapıyoruz. Ama bunlar bir şeyi değiştirmiyor, bunlar bizim lehimize ve milli hassasiyetlerle çelişen değil, tam tersine milli hassasiyetleri besleyecek olan şeylerdir. Bugün gazetelerde iki günde bir yerli markalarla dünyaya çıkalım haberleri manşetlerde. İşte bu milliciliktir, yerli markalarla; mademki gayen dünya birliğidir, ne işin var senin yerli, yabancı markayla? Bunlar milli hassasiyetlerin artışlarıdır. Türkiye’de henüz öyle ciddi ölçüde ne küreselleşmenin eseridir bu diyebileceğimiz gelişmeler var ne de bu vesileyle bak bu kadar kuvvetlendik diyeceğimiz gelişmeler var, ama bu hava içerisinde Türkiye de gidiyor. Benim sadece Türkiye’nin değil, başka hiç bir devletin bu işte kaybedeceği kanaatinde değilim. Ha Avrupa Birliği, Avrupa Birliği’nin bir küreselleşme modeli olduğundan da emin değilim. Çünkü altında Alman hâkimiyeti var, bana göre. Onun için onun akıbetinin nasıl geleceği hakkında da şimdiden bir şey söyleyemeyiz. Zaten adamların bizi almaya niyeti yok, zaman zaman sanki bizim de pek gitmeye niyetimiz yok gibi görünüyor, ama dediğim gibi bir takım faydalarını görüyoruz onun. 

MUHABİR- Kitabınızın önsözünde bir tarifiniz var, diyorsunuz ki, “Kendini kendinden bir şeyler vererek bir davaya adamış benim kıbleme dönük bütün ülkücüleri rahmetle ve saygıyla anıyorum.” Bu tanımlama bazılarına hayli kapsayıcı gelebilecek bir tanımlama, bu ifadeyi biraz açabilir miyiz? 

HOCA-  Kelime anlamında ülkücülük, idealizm dediğimiz şeydir, insanın nefsini, yani kendini, bağlandığı bir mefkûre adına aşma cehdidir. Diyeceksin ki yahu bunun adı tasavvuf. Evet, tasavvufta ülkücülüktür tabi, insanın kendini aşma cehdi. Bunu eğer tarikat kanalına sokarsan ülkücülük tasavvuf yoludur. Milliyetçiliğin bir ahlâkı olarak, bir tavrı olarak, milliyetçilikle bağlarsan bu ülkücülüktür, bugün kullandığımız manada. Yani ülkücülükte kendi aşma cehdi derken, bu kendini aşma nedir, nasıl olur? İşte kendinden bir şeyler vererek olur; ülkücülük, alarak olmaz, vererek olur.  Yani bizim mücadelemizi düşünün, 1970’lerdeki mücadelemizi düşünün, kimse bir şey almıyordu, hep veriyordu. Gerektiğinde canını veriyordu. Ne için veriyordu? İnandığı dava için veriyordu, Türk milletinin bekası için veriyordu, Türk milliyetçiliğinin yükselmesi için veriyordu. Candan öte bir şey var mı daha? Yok. Bunu bile inandığı dava uğruna verebilen insan, işte o ülkücüdür; 1980 öncesinin ülkücüleri bunlardır. Ülkücünün komünisti de olur. Çünkü ülkücülük genel bir tavır, dediğim gibi nefsini aşma cehdi. Komünisti de olur, komünistlerden de böyle ülkücüler vardır. İnandığı davanın, komünizmin başarısı için hayatını verenler oldu. Yanlıştılar, batıldılar, ama onlar da batılın inanmışlarıydı. Bu manada ülkücülük, dediğim gibi Türk milliyetçiliği diye, Türk Devleti’nin yükselişi diye, Türk dünyasının geleceği diye, sadece nutuk çekenlerin değil kendi nefsinden o davaya bir şeyler katanların tavrıdır. Biz şimdi nutuk çekiyoruz, ama 1980 öncesinde nutuk çekmenin ötesinde bir takım zahmetler çekiyorduk, bir takım korkular çekiyorduk, bir takım şahadetlerle karşılaşıyorduk. İşte ülkücülük bunlardır. En geniş manasında ülkücülük kendi nefsini aşma cehdidir. Bunu dediğim gibi dini bir kavram gibi alırsan işte tasavvuf ehlinin yürüdüğü yoldur. Milli bir tavır olarak alırsan, milliyetçilik, milli değerler uğruna kişinin kendini aşmasıdır. Kendini aşma da, kendinden bir şeyler vermesidir. İnsan kendini böyle aşar, kendinden bir şeyler vererek. 

MUHABİR- Mesela somut olması açısından Atatürk gibi bir kavramı, bir önderi ülkücü olarak değerlendirebilir miyiz bu dediklerinizden sonra hocam? 

HOCA- Tabi, Atatürk de bir ülkücüydü. Yani dediğim gibi ülkücülük kendini aşma, yani Atatürk’de kendini aşma cehdi diye alırsan biraz yanılgı olur orada, Atatürk’ün öyle bir cehdi yoktu, ama bir hedefi vardı, bir hedefe varmak için mücadelesi vardı, bu da bir ülkücülük. 

MUHABİR- Bir adanmışlıktan bahsedebiliyoruz. 

HOCA- Evet, bir adanmışlık söz konusu. O adanmışlık da dediğim gibi sadece işte lafla, sözle değil, kendinden bir şeyler vererek, ancak kendinden bir şeyler vermekle olur, nefsini aşmakla mümkündür. Bu dediğim gibi tasavvufa girersen, mesela riyazet de bir şeydir, kendinden bir şey vermektir, çok hoşuna giden elma şurada dururken onu yemiyorsun, riyazet yapıyorsun. Bu da kendinden bir şey vermektir. Az yiyorsun, az içiyorsun, az konuşuyorsun vs. 

MUHABİR- Biraz daha güncel olması açısından, Türkiye’nin son dönemde bilhassa tarihi etki alanında yoğunlaşan hayli aktif bir dış politika izlediğini görüyoruz. Dışarıda olduğu gibi içeride de Türkiye’nin değişen dış politikasına karşı sert eleştiriler de geliyor. Sizce Türk milliyetçileri bu yeni politikanın neresinde olmalı veya yanında yer almalı mı? 

HOCA- Şimdi, Türk milliyetçileri teorik olarak aynı zamanda İslamcıdırlar, hiç kimsenin şüphesi olmasın. Eğer bu Türk milliyetçiliği fikrinin mübeşşiri Ziya Gökalp ise aynı zamanda İslamcıdırlar onlar. Ziya Gökalp’ın bir Türkçülük programı var, bir de İslamcılık programı vardır, bunları yayımlamıştır. Bu bakımdan, teorik olarak Türkiye’nin İslam dünyasına ilgi duyması, bunu politik ilgiye çevirmesi ve kullanması gayet tabiidir ve olması gerekendir. Elbette ki Türk milliyetçileri de bunun yanında olmalıdır. Ayrıca meseleyi sadece milliyetçiliğin fikri yönü, ideolojik tarafıyla bakarak değil bir tarihi gerçek olarak baktığın zaman da sen istesen de istemesen de bir gün o Arap dünyası ile karşı karşıya kalacaktın, bunun çaresi yoktu. Niye? Çünkü 1918’e kadar bunlar senin askerin olarak Kanal’da,  Irak’ta, Kuttülamare’de çarpışmış insanlar, Çanakkale’de dövüşmüş insanlar. Yani bizim İmparatorluğun nihai imzasının atıldığı güne kadar Araplar bizimdir, bizim askerimizdir. Kral Hüseyin meselesini  fazla ciddiye almamak lazım, tabi ona Arap düşmanlığı diye habire zorlamışlardır ama çok önemli değildir, o birkaç aşiretin isyanıdır, o kadar. Araplar bizimle beraber olmuşlardır. Şimdi bizimle bu kadar beraber olan insanlara, bizim bir yakınlık duymamız, bir duygusal beraberlik hissetmemiz doğal bir şeydir, milliyetçiliğimizin icabıdır. Tarihi şuur diye bir şey varsa, işte dediğim gibi 1918’e kadar iner. Ondan sonra Araplar hep seninle beraberdir. Ne zamana kadar? Tuğrul Bey Bağdat’a girdiği zamandan beri bizimle beraberdir. Yani biz girmeden evvel de Mısır’daki Kölemenler, Kıpçaklar yani bizimle, onlar da bizdir. Suriye Memlûkleri onlar da bizimle. Yani bin yıldır Arap coğrafyası bizim tesirimiz altındadır, bin yıldır. Bizim onlara yakınlık duymamız, bizim onlara ilgi göstermemiz ve bunu bir siyasi tavır haline dökmemiz fevkalade doğrudur, olması gerekendir. Aynı şekilde Balkanlar da öyledir. Boşnaklar kendilerini Türk sayarlar. Bizim bu insanlara siyasi bakımdan da yakınlık duymamız ve politikamızı buna göre geliştirmemiz haktır. Amma, orada bir amma vardır, politika gerçekler üzerine oturur. Bizim rahmetli Türkeş derdi ki, “Gözünüz daima ufuklarda olsun ama ayağınızı katiyen katı topraktan ayırmayın. Çok büyük şeyler düşünün, ileriyi düşünün ama devamlı gerçekçi olarak kalın.” derdi. Şimdi gerçekçi ol, Arap ülkelerine bu dönüşümü, şimdi dünyanın 40 bin türlü fırıldağı var, dönüp duruyor; Amerika, Rusya, Çin, Almanya her taraf fırıldak. Dünya kurulalı beri böyle, fırıldak üzerine kurulmuş. Şimdi bu fırıldaklar içerisinde sen bir adım değil de üç adım atmış olmakla acaba gerçekçi mi hareket ettin, doğru mu hareket ettin? Bugünün imkânlarının elverdiği şekilde mi hareket ettin, yoksa mübalağa mı ettin? Mübalağanın da dış politikada yeri yoktur, getireceği tehlikeler vardır.  Türk milliyetçilerinin tartışması gereken nokta budur. 

MUHABİR- Sizin kanaatiniz nedir? 

HOCA- Valla ben kişisel bir kanaate, kanaat seviyesinde ulaşamadım. Beni en fazla düşündüren Türkiye’nin İsrail’le bozuşmasıdır. Bir tarafından bakıyorum yani İsrail’e bu dirsek çıkarmanın yapılması lazımdı. Bunu da Türkiye’den başka yapacak yoktu ve Türkiye dirsek çıkardı, iyi de etti gibi görüyorum. Ancak, İsrailliler, çok akıllı ve çok güçlü bir devlet. O zamanda ah keşke şu yanlışı yapmasaydık diyebilir miyiz, bilmiyorum. Bu konularda kesin hükümler vermek benim için mümkün değil. Çünkü benim çok özel olarak ilgilendiğim konu değil, ama ruhen gönlüme sıcak geliyor. Eğer biz Müslümansak, eğer Kudüs dediğin mekân,  benim dedemin pasaportsuz gidip geldiği kendi ülkesi ise ki öyleydi, birinin bunu yapması lazımdı. 

MUHABİR- Biraz da bu meseleyle bağlantılı olarak devam edelim isterseniz? Cengiz Dağcı’nın cenazesine iştirak etmek için Kırım’a giden heyette idiniz, izlenimleriniz nelerdir bölge ile alakalı, cenaze atmosferi ile alakalı? Cengiz Dağcı’ya,  cenazesine Türkiye’nin  üst düzey sahip çıkması ve olayları organize edip İngiltere’den Kırım’a kadar olayların tamamına nezaret etmesini nasıl değerlendirirsiniz? Bundan göründüğünün ötesinde bir mana çıkarabilir miyiz? 

HOCA- Valla çok güzel ve övünçle değerlendiriyorum, Türk Devleti bunu yaptı. Bu hassasiyette, bu güzellikte Hariciye Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun payı zannediyorum bir hayli yüksektir. Yani Dışişleri Bakanı o değil de AK Parti’den falanca efendi olsaydı belki bu dikkati gösteremezdi, Davutoğlu’nun hassasiyetleri yüksek, her halükarda güzel bir şey. 

Türkiye’nin fi tarihinde ona pasaport vermemesine gelince; o zaman çok farklı bir zaman. Yani İkinci Dünya Harbi’nin zamanı, Rus tehdidi altında olduğumuz bir zaman ve Cengiz Dağcı da sıradan bir asker kaçağı yani. Onun için, onu çok fazla önemsememek lazım. Hatta Cengiz Dağcı, kendisi de o işi çok fazla önemsemez. O Türkiye’ye kırgınlığını bu sürgünler, vesaireler karşısında hiçbir tavır almamış olmasına bağlar. Doğru olabilir o da ama bugün sahip çıkması, işte tam Türk Devleti’ne yakışan budur. Şimdi benim bir projem olacak, onu da açıklayayım burada ilk defa: Biz, nerede bir Türk varsa o, Türk Devleti’nin koruması altında olmalıdır, Türk Devleti bu gözle bakmalıdır derdik hep. Bu bakımdan Cengiz Dağcı’ya gösterilen ilgi, hassasiyet göğsümüzü kabarttı ve Türk Devletine yakışan budur dedik. Aynı şekilde şimdi benim Sayın Cumhurbaşkanı’na Enver Paşa’nın şehit olduğu yerde bir anıt yaptırılması teklifim olacak. Enver Paşa’nın na’şını fevkalade isabetsiz, yanlış bir kararla, aldılar Türkiye’ye getirdiler. Tabi bu cehaletten oldu. Sayın Demirel güya, Cemal Paşa’nın ki geldi, Talat Paşa’nın ki geldi, Enver Paşa yalnız kaldı, ben ona da sahip çıkıp, getireyim gibi iyi niyetli bir düşünceyle girdi, ama işin içinde cehalet vardı, çünkü Enver Paşa oraya dönmek için gitmedi. Çok açık bir şekilde yazıyor ki, “Ben buraya ölmek için geldim.” Zeki Velidi’nin Hatıralar’ını okursanız, orada görürsünüz. Ölmek için geldim,  başaramam ben de biliyorum diyor, ama ben burada ölürsem benden sonraki bir nesil bu bayrağı kaldırır ve Türkistan istiklalini kurar diyor. Böyle bir maksatla gitmiş bir adam ,  ziyaret gibi gelenin geçenin, özellikle savaşa gidenlerin, oraya gidip, dua edip, oradan güç alıp gittikleri bir yer. Böyle bir yerden onun naaşı kaldırılır mı? Burası benim vatan toprağım. Ayrıca Afgan Kralı Emanullah Han’ın buna, insanın gözünü yaşartan mektupları var, “gel” diyor, “Sen bir İslam kahramanısın, biz senin ölümüne razı değiliz, halkım razı değil.” diyor. “Oralarda ölme, gel başımızın tacı ol.” diyor. Enver Paşa diyor ki, “Hayır, ben burada bir işe başladım. Bu işi bitireceğim, burada öldüğüm zaman üstüme atacak bir parça toprak bulurlar. Burası da benim vatanımdır.” diyor. 

MUHABİR- Ülkücü duruş dediğiniz de bu. 

HOCA- Hah, burası benim vatanım diyen bir adamın kabri oradan alınıp buraya getirilir mi? Yani bu yanlışı da telafi etmek üzere, bizim Türk kültüründe ne derler, makam diye bir kavram vardır. Yunus Emre’nin 9 yerde makamı vardır. Yani aslında nerede olduğu da belli değil ama 9 yerde mezarı vardır, makamı vardır. 

MUHABİR- Sarı Saltuk gibi. 

HOCA- Sarı Saltuk öyle. Enver Paşa’yı da tamam getirdiniz buraya, orada bir makam yapın, ufak bir türbe yapın. O orada ebedi olarak kalsın diye düşünüyorum. Bunu yapması lazım yani Türkiye Cumhuriyeti’nin, bunu yapması lazım. 

MUHABİR- Devam edelim, milliyetçilerin Türk dünyası ile rabıtasını istenen olgunlukta ve muhkemlikte görüyor musunuz?  Asya’nın derinliğine uzanan geniş Türk coğrafyasında otoriter rejimler var malumunuz, bu otoriter rejimlerin geleceği ile alakalı ne düşünüyorsunuz? 

HOCA- Şimdi Türk milliyetçilerinin Orta Asya’ya ilgilerini tabi fevkalade zayıf görüyorum. Yani biz 50 sene, 100 sene Türkistan türküleri söyleyerek milliyetçilik yaptık, ama herhalde kişiliğimize de mi sindi, ne oldu çok zayıf kaldık. Yani ilk önce şöyle bir huruç ettik, gidenlerin başı duvara vurdu, döndüler, ondan sonra her şeyi bıraktılar. Hâlbuki inanmış insan çok daha sert, diri olur. Başını duvara vurur, bir kere daha, bir kere daha o duvarı yıkarsın; Milliyetçilerin böyle olması lazımdı olmadı. Türk Devleti’ne yıktık kabahati. Aslında Türk Devleti gayet de iyi gitti, gidiyor da, Türk dünyası konusunda. Zayıf olan Türk milliyetçileridir, Türk Devleti zaaf göstermedi, benim kanaatim. Orta Asya, Türkistan bölgelerindeki cumhuriyetlerin yönetim şekillerine gelince, yönetim şekli de bir kültür meselesidir, belli bir yetişmişlik düzeyidir. Bizim Türkistan Cumhuriyetlerinde, Arap ülkelerinde görüldüğü gibi hiç demokratik tecrübe yok. Burada demokrasilere doğrudan doğruya, bir hamlede geçişin ben çok fazla mümkün olmayacağını, çok sıkıntılı olacağını düşünüyorum. Nazarbayev gibi akıllı adamlar, belki bunu zamana yayarak normal bir siyasi düzen haline, demokratik davranışları getirebilirler, ama diğer yerlerde beklememiz lazım. Beklememiz lazım derken, bu bir zorunluluk mudur? Hayır, hiç de zorunluluk değildir. Eğer insan hakları kavramını, demokrasi yahut da bu çoğulcu sistem dediğimiz sistemden ayırır da bağımsız olması gereken bir kültürün parçaları gibi düşünürse bizim onlardan isteyeceğimiz, insan haklarına saygılı yönetimler kurmalarıdır. Ama bugüne kadar insanlık, insan haklarına saygılı yönetimleri, ancak demokratik rejim içerisinde kurabilmiş. Onun için demokrasi istiyoruz. Yoksa Cumhurbaşkanını bir kişinin seçmesi yahut halkın seçmesi çok da fazla önemli değildir. Biz onu bu sebeple istiyoruz. Oralarda kendi geleneklerine dayalı, böyle insan haklarına saygılı demokratik rejimler ortaya çıkabilir mi? O da mümkün, kendine mahsus bir yapı oluşturabilirler. Bu konuda mesela Özbekistan’dan aslında ben umutluyum. Çünkü Özbekistan Türkistan’ın kültür merkezidir, tarihi kültür merkezidir ve zengin bir kültüre sahiptir. Bu manada bir tecrübesi olmasa da zengin bir kültüre sahiptir. Onlar böyle bir model, umarız ki geliştirirler. 

MUHABİR- ‘Arap Baharı’na benzer geniş halk hareketleri Türkistan coğrafyasında da vuku bulabilir mi ? 

HOCA- ‘Arap Baharı’ndan evvel işte Kırgızistan Baharını yaşadılar fakat bunun yeni bir şey getirdiğine ben inanmıyorum, görmüyorum daha doğrusu. Fazla iddialı laf söylemeyeyim, ama yani Kırgızistan Baharı tamam yaşandı, Ahmet gitti Mehmet geldi, o kadar. Arap Baharı dediğiniz yerlerde de henüz her şey iyi değil, daha işler oturmuş değil. Nereye varacağı henüz pek belli değil. Bu nedenle bir şey söylemek için erken. 

MUHABİR- Tekrar ülkemize dönecek olursak, uzun zamandır tutuşturulmaya çalışılan bir etnik fitne fitili var. Türkiye bununla mücadele ediyor. Bu konuya çözüm getirme noktasında baktığımız zaman Türk milliyetçileri kendi arasında dahi çok zıt fikirlerle bölünmüş durumdalar. milliyetçi diye tabir ettiğimiz aydın kesim bu konuyla ilgili çözüm noktasında kendilerini nasıl konumlandırmalı, nerede yer almalı? 

HOCA- Şimdi bakın şunu söyleyeyim, siyasi meseleler çok cephelidir, çok yönlüdür. Türk milliyetçilerinin de böyle uygun adım yürür gibi tek bir noktaya vurması, bakması mümkün olmayabilir, olması şart da değildir, onu da söyleyelim. Şimdi bir siyasi parti var milliyetçi olarak. Onun tutumu farklıdır, dışarıda milliyetçilik yapan, yani siyasi partili olsa bile bağımsız olan milliyetçiler vardır, onların tutumları farklıdır. Farklı da olabilir yani bunda bir anormallik yok. Ben burada kişisel fikrimi söyleyebilirim, o da şudur: Kürt hareketi, daha evvel bunu söyledim galiba, Kürt hareketi bir milliyetçilik hareketidir, Kürt milliyetçiliğinin hareketidir ve bana göre geç kalmış bir harekettir, çok geç kalmıştır. Yani I. Dünya Harbi sırasında yahut Balkan Harbi sırasında Kürtler böyle bir taleple ortaya çıksaydılar, bir şeyler yapma ihtimalleri vardı. Çünkü imparatorluk dağılıyor, herkes bir tarafından bir şey koparmaya çalışıyor, Kürtler de işte, biz de bu bölgeyi isteriz deyip ayaklanabilirlerdi, fakat ayaklanmadılar. Bizim istiklal mücadelemizde yine ayaklanmadılar, yani bu bakımdan bizim Kürtlere teşekkür borcumuz vardır. Ne I. Dünya Harbi’nde ne İstiklal Harbi’nde bize sorun çıkarmadılar. Tamam, bizim onlara teşekkür borcumuz var, ama şimdi 90-100 sene sonra milliyetçiliğe kalkınca biraz vakti geçmiş oluyor. Niye vakti geçmiş oluyor? Türk Devleti bugün 1918’lerdeki Osmanlı Devleti değil, yani çok daha güçlü. Nüfusu neredeyse 8-10 misli artmış, iktisadi gücü de öyle, yani bu devlete baş kaldırıp da ben şunu isterim, bunu isterim demek biraz haylazca bir tavırdır, en yumuşak ifadesiyle haylazca tavırdır. Ama Kürtler buna kalkışmışlardır. Ben bu Kürt milliyetçiliği fikrinin ve heyecanının Kürtlerin okumuş kesimleri ile münhasır olduğunu düşünüyorum. Okumuş kesimlerin de hepsi değil, bir kesimiyle sınırlı olduğunu düşünüyorum. Halkın bu duyguya kapıldığı kanaatinde değilim. Ama PKK’nın baskısı devam ederse, bir gün halk da buna katılabilir. Ben bugün katıldığı kanaatinde değilim. Yani sokaklarda taş atan, zaman zaman yürüyen böyle yaşmaklı, peçeli kadınlar Kürt halkı demek değildir. Hele bu parlamentodaki sarsaklar, onlara ne diyeceğimi bilmiyorum, onlar hiçbir zaman Kürt halkını temsil edemezler. Şimdi bu sözümüzle geleceğimiz ilk nokta bir kere PKK’yı bitireceksin. Bu konuda tartışmaya girmeyeceksin, PKK bitecek, PKK’nın halk üzerindeki baskısı bitecek. Halk yeniden devletle konuşacak, devletle sarmaş dolaş olacak. Bugün Van’da bir musibet dolayısıyla devletin ve halkın gösterdiği tavır yani bir halkı kökünden değiştirmeye yetecek nitelikte ve güçtedir. Ama bir yandan PKK sürekli yine orayı işlemektedir, bunu bitirmek lazım. Benim kanaatim, PKK’nın bitmesiyle birlikte bu BDP’nin de bitmesi lazım. Çünkü o dokunulmazlık zırhı altında faaliyet yürütüyor. Bunlar en azından Türk halkını öfkelendiriyor. Ha sonra? Sonrası bence kolay olur. Kürtçe konuşmak vesaire falan, bunlar hiç problem değildir. Doğrudur, bunlar bizim devletimizin yanlışlarıdır. Yani kalkmış Kürtçe konuşmayacaksın! Kardeşim nereden çıktı yahu! benim anam-babam Kürtçe konuşuyor, ben de bununla doğmuş büyümüşüm. Yani Kürtçe konuşmayıp ne halt edeyim diyor adam, yüzde yüz haklı olduğu noktalar. Bunların kaldırılması ve yaraların sarılması lazım. PKK’nın kaldırılması şartıyla ve PKK kaldırıldığı zaman Meclis’tekilerin de burnunun düşeceğini düşünüyorum. Onlar da o kadar yukarıdan atamazlar herhalde diye düşünüyorum. Bu mahalli idareler, özerklik vs. biraz teknik konular gibi geliyor bana. 

MUHABİR- Öyle bir ihtimal var mı? 

HOCA- Merkezi devlet devam eder. Bunda hiç tartışma olmaz, fakat bizim idare hukukumuzda, idare tarihimizde adem-i merkeziyetle tevzii mezuniyet diye bir kavram vardır. Yani mahalli idarelerin yetkilerini genişletmek, tevzii mezuniyet, onlara yetkiyi veren kimdir? Merkezdir, yukarıdan. O yetkiyi verir, onu biraz genişletir, daraltır vesaire. Bu kanalın yine aynı kavramlar içerisinde kullanılarak genişletilmesi, daraltılması biraz teknik meseledir, tartışılabilir. PKK’nın ortadan kalkması, dönüp dönüp oraya geliyoruz, bir defa insanların gönüllerinin ısınması bakımından bunda zaruret var. Yani o PKK’nın ufak ve büyük eylemlerini gördükçe Türk bir taraftan öfkeleniyor, Kürt bir taraftan öfkeleniyor. Bu öfke üzerine bina edilmez bu işler, mutlaka bir yumuşak zemine ulaşmak lazım. Hükümet bu açılım işlerinde yanlış yaptı. Açılım mı yanlıştı? Hayır, ben hala açılımın yanlış olduğu kanaatinde değilim, fakat açılımı yönetemedi. Açılımı Kürtlerin önünü temizlemek şekline döktü. Böyle olmaz devlet bunu yapmamalı, beceremedi, ama sonradan akılları başlarına geldi. Şimdi çok keskin bir tarzda PKK bitecek, inşallah bitecek. Biterse o gönül yakınlığı da şey yapar, kurulur yani daha evvelce nasıl var idiyse bundan sonra da olur, diye ümit ediyorum. 

İnsanların gönlünde yeniden birbirine karşı sevginin oluşması lazım, aslında ben o sevginin çok kaybolduğu kanaatinde değilim. Şimdi kimse devletin farkında değil, Kürt vuruyor, kırıyor devletin farkında değil. Bize devleti okuturlarken derlerdi ki, devlet teneffüs edilen hava gibidir. Yaşadığın zaman fark etmezsin, ama yok olduğunda maazallah, o zaman anlarsın. Hastalandığın zaman hastaneye gidiyorsun, arabana atlayıp yola gidiyorsun, her şey var, kullanıp duruyorsun, devlet aklına gelmiyor ki. Ama bir yerde yolunu kesip de yasak dedikleri zaman, ha o zaman anlıyorsun devlet varmış diye. Şimdi devleti hep yok farz ediyoruz. Devletin olması için de PKK’yı bitirmesi lazım, PKK’yı bitirmesi lazım. Şimdi, o kadar yumuşak davranıyorlar ki, kaçakçılık, yahu kaçakçılık kanunsuzluktur, onu kanuni hale getirmek için şimdi uğraşıyorlar. Yahu kaçakçılık kanuni hale gelir mi? Hiç olmazsa söyleme. Yani burada halka yumuşak gelmek için her şeyi yapıyorlar, fakat bu yetmez, bu yetmez. Devletin güçlü olduğunu mutlaka görmesi lazım, bilmesi lazım, o zaman inşallah iyi olur. Ama Kürt meselesi ortadan kalkar mı? Hayır, onu da bilin. Biz hep bununla yaşayacağız, hiç sorun değil ama böyle kanlı kavgalı, bıçaklı filan değil, kendi tabii seyri içerisinde devam edebilir. 

MUHABİR- Türkiye’de yaşanan ve kamuoyunda da demokratik mücadele, demokratikleşme olarak sunulan ve bunun çok fazla yansıması olan hadiseler yaşanıyor. Özellikle Türk Silahlı Kuvvetlerinin çok etkilenmiş olduğunu görüyoruz bu demokratikleşme denilen süreç. Bir milliyetçi münevver olarak nasıl bakıyorsunuz peki bu yaşanan olaya? 

HOCA- Üzüntüyle bakıyorum. Fakat; üzüntüm nereden kaynaklanıyor? Üzüntüm Silahlı Kuvvetlerin bu duruma düşmesinden kaynaklanıyor. Hiç kimse Silahlı Kuvvetleri ortada fol yok yumurta yokken yakasından yakalayıp mahkemenin huzuruna çıkaramaz. Bunu ne Tayyip Bey başarabilir, ne başka bir bey başarabilir Ha, demek ki ortada bir şey var. O şey olduğuna da ben inanıyorum. O şey, neyin adıysa 1980’de darbe, 1960’da darbe, bir 28 Şubat da aynı hadiseler… 

MUHABİR- Siz hepsini yaşadınız. 

HOCA- Evet, bunların içinde yaşamışız. Asker bunu alışkanlık haline getirdi. Ve kendisi bu  hale düştü, bu düşme onun kabahatidir. Bir iki ay evvel televizyonun birinde bir asker, generaldi galiba; enteresan şeyler söyledi. Bizim söylemek istemediğimiz şeyleri söyledi. Dedi ki yani, biz dedi, devletin imkânlarını babamızdan kalan miras gibi kullandık gittik ve hep böyle devam edecek zannettik diyor. Böyle devam etmedi, yakamızdan yakaladılar bizi, diyor. 

MUHABİR- İtiraf etti yani. 

HOCA- Evet, yani hakikaten, sonra dünkü gazetelerden orduevlerinde fiyatlar arttırıldı diye okuyunca güldüm tabi. Hakikaten har vurup harman savurdular. Hesap soramazsın, teftiş yollayamazsın, yani devlet içinde devlet, olmaz öyle şey. Orduyu bu duruma düşürenler düşünsünler şimdi. Ben mahkemeye intikal eden meseleler hakkında katiyen konuşmak istemem, konuşanları da hep kınarım, Başbakan da olsa. Önce sen saygı göster ki başkaları da saygı göstersin. Mahkemeye düşen mesele konuşulur mu konuşulmaz. Efendim şu uzunmuş, bu kısaymış, bilmem ben. Bir şeye inanırım: Durup dururken hiç kimse bir generali yakasından tutup mahkemeye götüremez, buna inanırım. Ondan sonra, ondan sonrası mahkemenin işidir. Üzülürüm, neye üzülürüm? Asker kendini bu duruma düşürdüğü için üzülürüm. Çünkü asker hala gönlümüzde Peygamber ocağı gibidir. O Peygamber ocağının zulümlerini yaşayan bir insan olarak bunu söylüyorum. O duruma düşmemeliydi, düştü. Hesabını verecek. Ha bunun adı demokrasi, adı ne olursa olsun, hiç beni ilgilendirmiyor. Sadece yaptıklarının hesabını asker de verir. Osmanlı’da yeniçeri ayaklanırdı, ayaklanırdı ama sonunda hesabını da verirdi yani. Hiçbir yeniçeri ayaklanmasının geri kalanları affedilmiş değildir, hepsinin kellesi alınır. Evet, yeniçeri isyan eder, kazan kaldırır, başarılı olur, Padişahı değiştirir, Ahmet’i indirir, Mehmet’i getirir, ama Mehmet’in ilk işi isyancıları kılıçtan geçirmektir. Bu işin usulü budur. 

MUHABİR- Peki hocam, 12 Eylül’ü yapanların yargılanması gündemde, Nisan ayında da mahkeme var. En azından bir, psikolojik olarak bir şey hissediyor musunuz? 

HOCA- Yoo, hissetmiyorum. 

MUHABİR- Anlamı var mı? Yaşadınız süreci. 

HOCA- Hayır. Yani öyle bir intikam duygusu yok bende. 

MUHABİR- İntikamdan değil de hocam, bir demokratikleşme sürecinde, bir şeyler yapıldığının göstergesi, sembolik olarak? 

HOCA- Bana mübalağalı geliyor, yani Kenan Evren bir ayağı çukurda bir adam. Bana mübalağalı geliyor. Yani askerin yaptığı birçok şey yanlış, terbiyesizce, milletine karşı filan, filan, filan ama yani bizim Türk insanında da öyle bir ayağı çukurda adamı kaldırıp, olmaz yani götürsen ne olacak. Onu ben hoş karşılamıyorum. Vaktiyle bunlar, askerler Erbakan’a yaptıklarını hatırlatıyor bana. Yani Erbakan’ı mahkeme bayramdan önce bıraktı, birkaç gün önce bıraktı, tahliye etti. Bunlar bayrama bir gün kala evinden aldı, yine içeriye attı. 

MUHABİR- 80’de. 

HOCA- Herkes o zaman küfretti, bu olmaz, bu olmaz. Mahkeme bırakıyor, bayrama bir gün kala, arife günü alıp içeri getiriyor. Bu aşağılıkları yapan adamlarda da yüksek duygular aranmaz, ama şimdi dediğim gibi 90 yaşındaki Kenan Evren’i kaldırıp da yatağından, gel ifade ver demek de yakışık alan bir şey değildir, bize yakışmaz, bırak söylenen söylenmiş, yapılan yapılmış. Yani Kenan Evren’i mahkûm edeceksin de ne olacak? Bunlar uygun değil. 

MUHABİR- Bazı gruplarla ilgili kanaatinizi ifade ederken, bu adamlar Türk olduğunun ister farkında olsunlar ister olmasınlar, yaptıkları şey Türk’tür diyorsunuz. Bu, bahsettiğiniz mesele hal lisanı ile var olan bir Türklük meselesi midir? Onu mu kastediyorsunuz? Eğer böyle ise hal ile var olan bir Türklüğe, Türk milliyetçilerinin yaklaşımı hususunda ne söylersiniz? 

HOCA- Söylediğim şudur: Bunlarla oturup konuşsan, efendim milliyetçiliğe ne gerek var, Müslümanlık yeter, hepimiz Müslüman’ız derler. Ne güzel, tamam dediğin doğrudur. Fakat bunu söyleyen adam Erzurum’da doğmuş, büyümüş, Atatürk Üniversitesini bitirmiş adam. Bunu söyleyen bilmem Erciş’te doğmuş veya başka yerde, hep o siyasetçinin söylediğini hatırlarım: Bu coğrafyanın çocuğu, bu toplumun çocuğu. Başka türlü olamaz, onun yaptığı her şey Türk’tür, o farkında değil. Türkçe öğretiyor. Babanzade’nin Ziya Gökalp’a yazdığı meşhur makalede, yani Türk milliyetçilerine, İslam’da dava-i kavmiyet yoktur diye meşhur makalesinde diyor ki, “Siz ırkçı değilsiniz.” efendim “Türk kültürünü yükseltmek istiyorsunuz.”. “Yahu bu sizin hakkınız değil, aynı zamanda vazifenizdir, elbette Türk kültürünü yükselteceksiniz.” diyor. Ama diyor insanları bir şeye çağırırken “Ey Türkler!” demeyin diyor, “Ey Müslümanlar!” deyin diyor. Mesele orada kalıyor. Ey Türkler demeyin, Ey Müslümanlar, olur biz zaten onu deriz. Yoksa diyor, Türk kültürünü yükseltmek sizin hakkınız değil aynı zamanda vazifenizdir diyor. Şimdi bu insanlar Türkiye’de yetişmiş olmaları itibariyle isteseler de, istemeseler de orada yaptıkları şey Türk’tür. Türk gibi davranıyorlar, Türk gibi yaşıyorlar. Yahu başka, başka bir şey bilmiyor ki, bilse belki yaşayacak da, bilmiyor. Türkiye’den gitmiş Anadolu çocuğu bunlar, yaptığı her şey Türk olmaya mecbur amma buna bir de atıf kaynaklarını bunların Türkleştirebilsek o zaman dört dörtlük insan olacaklar, yaptıkları da dört dörtlük olacak, kendileri de. Yani atıf kaynaklarını Türkleştirmek derken şunu söylüyorum, gerçi onlar Osmanlı’ya çok yakınlar, çok seviyorlar vesaire ama bütün atıf kaynakları onunla sınırlı, ayrıca dört Halife döneminden oldukça fazla kaynak sunarlar, ona da bir diyeceğimiz yok, tabi ki hep saygı duyduğumuz, İslam’ın en güzel, en mükemmel yaşandığına inandığımız bir dönemidir, ama oradan biraz yukarı çıksınlar. Sultan Alparslan’dan, Selçuklu’dan, Baybars’tan, Osmanlı’dan daha bol atıflar kullansınlar. Bir ahlaki kahramanlık, bir ahlaki yücelik örneği verecekleri zaman git bunlardan da dersini ver, oraları pek bilmiyorlar, o tarafları noksan. Ama dediğim gibi Anadolu’dan yetişip gitmiş insanlar oldukları için her şeyleri Türk olmaya mecburdur. Ha ne kadar? Canım kendileri ne kadar iyi yetişmişlerse o kadar. Yani bunların hepsi dört dörtlük yetişmiş, kişiliklerini, kimliklerini dört dörtlük almış insanlar değil ki. Ne kadar almışsa o kadarını veriyor orada, ama bu verdiği şey mutlaka, yine de Türk’tür. Çünkü Türklük, bunu da tekrar edelim, Türklük nutuk çekmekle olmaz, davranışla olur. 

MUHABİR- Son olarak Türk milletinin geleceğinin inşa sürecinde Türk milliyetçilerinin bu sürece katkı sunma kabiliyetini nasıl görüyorsunuz? 

HOCA- Ben Türk milletinin geleceğini inşada Türk milliyetçilerinin katkısını çok iyi görmek istiyorum. Fakat bunun sadece siyasi kanala sıkıştırılmış olmasını yanlış buluyorum. Yani Türk milliyetçilerinin Türk milletine hizmetleri sadece bir parti içerisinde olmaz, kim ne derse desin. Türk milliyetçileri hayatın her alanında Türk milletine hizmet edebilirler, etmelidirler. Türk milliyetçiliğinin köycülüğünden, halkçılığından, çağdaşçılığından, ilimciliğinden bahsettik. Bu alanlarda yükselen, bu alanlarda Türk hayatının, Türk kültürünün yükselmesi konusunda katkıda bulunan her insanın Türk milletine hizmeti vardır. Milliyetçinin durumu nedir? Milliyetçiliği eğer inhisara alırsanız, ben milliyetçiliğin artık bir siyasi inhisar meselesi olduğu kanaatinde değilim. Milliyetçilik o zorunlu duvarı çoktan aşmıştır. Onun için hayatın her alanında milliyetçilik için kendilerini yarış halinde hissetmelidirler. Türk milletinin kültürüne ne kattım, ne katabilirim devamlı düşünmelidirler. Yine rahmetli Peyami Safa’dan bir şey nakledeyim, bir cümle nakledeyim, diyor ki: Dua ederken tabi ki kendiniz için bir şeyler isteyeceksiniz, isteyin de diyor, her duanızın sonunda millet için de bir şey katın ona diyor. Yani milliyetçiler çalışkan oldukları sürece, yaratıcı oldukları sürece Türk milletine katkıda bulunurlar; milliyetçiliğine değil, milliyetçiliğin katkıya ihtiyacı yoktur, ama milliyetçi olanların Türk milletine katkıda bulunmaları, taşıdıkları duygunun, tuttukları istikametin zorunlu bir neticesidir.  

MUHABİR- Mevcut hali nasıl görüyorsunuz? 

HOCA- Mevcut hali çok da iyi görmüyorum, onu söyleyeyim ama ben bu noktada kavramı çok genişletmek istiyorum. Yani milliyetçilik kavramını, Türk milletine hizmet kavramını çok genişletmek istiyorum. Nasıl genişletmek istiyorum? Çok ters misal vermeyeyim de, Türk diline hizmet eden, iyi bir şiir yazan, iyi bir hikâye, roman yazan adam Türk milletine hizmet ediyordur. Bu adam Yaşar Kemal’dir, eyvallah, tamam. 

MUHABİR- Orhan Pamuk? 

HOCA- Orhan Pamuk Türk milletine bir Nobel hediye etmiş adamdır, o kadar, gerisine ne dersen de. Yaşar Kemal şiir gibi roman yazmış adamdır, Türkçenin en güzel örneklerini vermiş adamdır, bitti. Bu manada milliyetçiliği genişletmek istiyorum. Yani ne bir partinin ne bir ocağın, grubun, zümrenin inhisarında tutulmaması gereken bir duygudur. O Bakanın dediği gibi, bu toprağın ve bu milletin çocuğu olan insanın tabii duygusudur, o da herkeste vardır. O Türk olduğunu bilmeden Türkçülük yapanlar gibi herkeste vardır. Burada Türk’ün yaşama tarzına, anlayışına, dünya görüşüne vesairesine hizmet eden her insan Türk milliyetçisidir ve Türk milletine hizmet etmiştir. Meseleyi bu boyutlarında alırsak inşallah Türkiye’nin geleceği parlaktır. Dündar Ağabey’in sözünü her zaman tekrar ederim, evet Türk tarihinin sarkacı yükselişe geçmiştir, bunu kimse geriye döndüremez. Benim de inancım odur. 

MUHABİR- Fransa parlamentosunda görüşülen soykırımı inkâr yasası Türkiye açısından ne ifade ediyor? Fransızların amacı nedir? 

Bu tür girişimler Türkiye’yi uluslararası arenada müşkül durumlara düşürüyor. Tüm dünyanın kafasında Türkler böyle bir soykırım yaptı mı acaba diye düşünmelerini sağlıyor ve bu kafalara yerleşiyor. Ermenistan’daki Ermeniler gerçekten çok zor durumdalar yalnızca Türkiye’de 50-60 bin civarında kaçak işçi durumunda olanlar vardır. Diaspora Ermenilerinin tabiri caizse tuzları kuru, onların derdi Ermenilerin geleceğinin inşası falan değil. Onlar fantezi peşindeler, bu taraftakilerde kullanılıyorlar da farkında değiller. Fransızlar çok açık bir şekilde I Dünya Savaşı’nda Ermenileri kullandılar Osmanlı’ya karşı kışkırttılar. Bizim diplomatlarımızı tek tek isim isim tespit ederek şehit ettiler ve en büyük desteği Fransa’dan aldılar. Ayrıca Fransa’nın Cezayir’de yaptıkları hâlâ hafızalardaki tazeliğini koruyor. 1915’de yaşananların müsebbibi Osmanlı yönetimi değildir. Osmanlı tehcir sırasında çok dikkatli davranmıştır. Oradaki kafilelere Kürt eşkıyalar çok sayıda saldırı düzenlemiş ve Ermenileri öldürmüşlerdir. Ayrıca en büyük kayıp hastalıktan olmuştur. Dolayısıyla bütün bunlar ortada iken Fransa’nın bu çabaları Türkleri zora düşürüyor, ama yanlış yoldalar. Başkanlarının bu denli Türk düşmanlığı bunları körüklüyor. 

MUHABİR- Teşekkür ediyoruz vakit ayırdığınız için. 

HOCA- Estağfurullah, ben teşekkür ediyorum.

Kaynak:

Mart 2012 – Yıl 101 – Sayı 295

http://turkyurdu.com.tr/1059/nevzat-kosoglu-ile-soylesi-en-genis-manasinda-ulkuculuk-kendi-nefsini-asma-cehdidir.html

Yazar
Nevzat KÖSOĞLU

Nevzat Kösoğlu, 7 Ekim 1940, Erzurum, İspir doğumludur. 10 Ekim 2013’de Ankara’da vefat etti. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü mezunudur. Ankara’da “Babıalide Sabah” adlı gazetede... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen