Evliyası Olmayan Yerde Türk de Yok Demektir !

Evliyası Olmayan Yerde Türk de Yok Demektir !

Prof. Dr. Erol GÜNGÖR

Yahya Kemal, İstiklâl Harbinde savaşan Türk askerlerini anlatırken, bütün ecdat ruhlarının bu askerle yan yana çarpıştığını, hatta eskiden sadece yeşil bayrakla saflar önünde görünen ecdadın bu defa ordu halinde savaşa katıldığını söyler. İstanbul fethedilirken de ordunun önünde bir ruh ordusu vardı: Şeyh Edebali Hazretleri, Hacı Bektaş, Hacı Bayram ve daha niceleri. Fethettiğimiz her yerde, müdafaa ettiğimiz her yerde daima ruhlar önümüzde olmuştur. Türk topraklarını, bugün elimizde bulunmayanlar da dahil, karış karış gezin, her kasabanın bir fetih hikâyesi vardır. Ya ora halkını Müslüman etmek için gitmiş bir veli, kâfirler tarafından şehit edilerek mezarı düşman elinde kaldığı için kurtarılmasını ister ve fetihte askerin önüne düşer, ya muhasara sırasında evliyadan biri askere gizli bir giriş yeri gösterir, ya bir veli düşmanın toplarını eliyle tutarak İslâm askerini zarardan korur, ya muharebenin en sıkıntılı bir anında beyaz atlı, yeşil sarıklı insanlar peyda olarak düşman saflarını darmadağın ederler.

Türkün Vatan Anlayışı Formülü

Bu ruhlardan hiçbiri gelmese bile, fetih sırasında asker içinde bulunan bir veli şehit olarak yeni alınan yere defnedilir ve orası mukaddes bir toprak olur. İsterseniz Türkün vatan anlayışı için şöyle pratik bir formül bulabiliriz: Nerede evliya kabri varsa orası Türk toprağıdır. Evliyası olmayan yerde Türk de yok demektir. Eğer olsaydı mutlaka içlerinden ya bir şehit, ya bir ulu kişi çıkardı ve halkın gönüllerini kendi kabri üstünde birleştirirdi. Zaten manevî kudretiyle halkı koruyacak birinin bulunmadığı yerde Türk nasıl yaşar?

“Kabir Ehlinden Yardım İsteyiniz”

Halkımızda çok köklü olan bu bağlılığın hangi kaynaklardan geldiği araştırılabilir. Hepimizin bildiğine göre, kabirlerin ziyaret edilerek dua okunması, hatta sıkıntılı anlarda ölmüş  büyüklerden yardım dilenmesi hakkında hadiseler vardır. Hz. Muhammed Efendimiz; “Başınız dara düştüğünde, sıkıştığınızda kabir ehlinden yardım isteyiniz” buyurmuşlardır. Fakat ayni İslâm ümmetine mensup olanlar arasında Türkler kadar ölüleriyle elele yaşayan, her adımda onların yardımını alan bir başka millet gösterilemez. Birinci Dünya Harbinden sonra Araplara paylaştırılan Osmanlı topraklarındaki bütün kutsal merkat ve makamlar taşından toprağına kadar Türk eseridir. Eğer atalarımız bunlara kıymet vermeseydi hiçbirinin yerli yerinde kalması beklenemezdi.

Dara Düşenler Türbe Önündedir

Cezayir’den Macaristan’a, oradan Bağdat’a ve Yemen’e kadar her türbe Türklerin eseri olmuştur. Bağdat surlarına hücum ederken can veren Türk erlerinin gönlünde İmam-ı Azamın türbesi yatıyordu; Fahreddin Paşa’nın ordusu çekirge yiyip çarık kemirerek Peygamber’in merkatını müdafaa etti; Bursa’yı işgalden kurtaran Türk askeri, Osman Gazi’nin türbesi önünde hora tepen Yunanlıyı kovalıyordu. Macaristan’a gidip de -eğer ateist, devrimci değilse- Gül Baba türbesini ziyaret etmemiş Türk’e rastlayamazsınız. Bin bir günaha boyanmış aşüftelerimiz bile Eyüp Sultan türbesi önünde diz çökerler. Güreşçimiz, boksörümüz, er bekleyen kızlarımız, kocasıyla geçinmeyen kadınlarımız, işi ters giden tüccarımız, oğlu gurbete giden analarımız, savaşa giden neferimiz hep Türbe önündedirler.

İspatınız O İnanç Kadar Güçlü Olamaz

Okumuş gençlerimizin çoğu, aldıkları materyalist terbiye dolayısıyla, ecdat ruhlarından yardım almanın bir batıl itikat olduğunu sanırlar. Hatta akıllı-başlı bir insanın nasıl olup da bunlara inandığına hayret ederler. Bu çocuklara kısaca şunu haber verelim ki, insanların sosyal hayatta kıymet verdikleri hiçbir şeyin fizikî temeli yoktur. Muhtaçlara yardım etmenin, vatan veya insanlık için fedakârlık yapmanın niçin gerektiğini kimse ispat etmiş değildir. İnançlar da, yaşadığımız hayat içinde, en az fizik kanunları kadar gerçekliğe sahiptir, çünkü insanların hayatını onların inançları idare etmektedir. Hatta isterseniz meselâ Beşiktaşlı Yahya Efendinin dargın eşleri barıştırmasına, Telli Baha’nın genç evlilere saadet getirmesine, Dumlupınar’daki askerin önünde Hüdavendigâr’ın yeşil sancak açmasına maddeten imkân olmadığını ispat edin. Sizin ispatınız hiçbir zaman o inanç kadar güçlü olamaz. Aslında evliyadan yardım umanların sizi buna inandırma endişesi veya ihtiyacı duyduğunu da sanmıyorum.

Karşımızda Hiç Tek Düşman Olmadı

Böyle bir münakaşanın kimin lehinde netice vereceği aşikârdır: Velilerle el ele verenler bize bu vatanı bağışladılar, onların maneviyattan mahrum materyalist torunları kendi ocaklarını söndürmekten başka varlık gösteremiyor. Türk kültürünün bu hususiyeti bilhassa istiklâl ve hürriyet konusunda ehemmiyet  kazanmaktadır. Şunu katiyen hatırdan çıkarmayalım: Türk milletinin düşmanı çoktur ve bu düşmanlar tarihin her devrinde bize karşı topluca hücum etmişlerdir. Anadolu’ya girişimizden ta 1914’teki son Haçlı seferine kadar hiçbir zaman karşımızda tek düşman olmadı.

Ordu Kuvvetini Ecdadın Ruhlarından Almaktadır

Bugün bile batı dünyasında birkaç insaflı münevver ve mütefekkir dışında hemen herkes Türklerin Anadolu’dan kovulmasını ister. Hristiyan dünyasının barışmaz düşmanlığı yanında bir de Kuzey komşumuz Rusya’nın asırlık istilâ plânları bulunmaktadır. Etrafındaki devletlerin hepsi ile dost, bir kısmı ile de ittifak içindeyiz, ama bunların hepsi de bizim aleyhimizdedir. Dış düşmanlar yetmiyormuş gibi, son zamanlarda kendi çocuklarımızın bir kısmı da Türkiye’yi esir edecek bir sistemin ajanları haline gelmiş bulunuyor. Bütün bunlara karşı kim duracak? Hangi kuvvet milletimizi eskiden olduğu gibi bundan sonra da koruyacak? Elbette ki Türk ordusudur. İşte bu ordu bize geçmişimizden kalan en büyük miraslardan biridir ve asıl kuvvetini maziden, ecdadın ruhlarından almaktadır.

Geleneğimizde Ücretli Asker Sınıfı Yoktur

Bütün ordular muhafazakârdır veya öyle olmak zorundadır. Savaş gücünün temeli olan disiplin, maneviyat, hiyerarşi ve bunlarla ilgili her türlü sembol, merasim ve itiyatlar tamamen geleneklere dayanır, geleneği eski ve güçlü oldukça da kuvvet kazanır. Bizim savaş geleneğimizin kuvvetli oluş sebeplerinden biri de, ordunun bir ücretli asker sınıfı halinde olmayışıdır. Bu hususiyet, ordunun doğrudan doğruya milleti besleyen kaynaklardan, yani milletin manevî gücünden faydalanmasını temin eder. Vaktiyle bizim karşımızdaki Avrupa orduları para ile toplanmış sergerdelerden meydana geliyordu, bunlara maneviyat vermek üzere çok defa kadınları ve çocukları da bölükle gelir, ordugâhları birer düğün alayı manzarası alırdı. Kökleri, mensup oldukları sosyal tabakalar, bilgi ve inanç sistemleri birbirinden çok farklı olan bu adamların yegâne ortak tarafı, zafer kazanıldığı takdirde mümkün olduğu kadar çok çapul yapmak arzusuydu.

Türkler Hep Ordu-Millet Oldular

Bir Osmanlı müşahidi bunlar için “bir alay veledi zina” diyor. Hakikaten, “Ölürsem şehit, kalırsam gazi” diye savaşa giren insanlara kıyasla ücretlilerden rastgele toplanmış ordularda saygıdeğer bir taraf bulmak çok zordur, belki çoğunun babaları da belli değildir. Böyle bir ordunun maneviyatı savaş sırasında değil, savaştan sonraki yağma sırasında yükselir ve bu yüzden asıl kahramanlıklarını kadın ve çocuklara karşı gösterirler/Avrupa tarihinde bu orduların bizzat Hıristiyan halka yaptığı muamele bile eşsiz birer gaddarlık örneği olmuştur. Prusya ordusunun kuvveti muhakkak ki, köklü ailelere dayanmasından ve bunların savaşı yüksek seviyede insanlara mahsus bir faaliyet saymalarından ileri geliyordu. Türkler hep ordu-millet oldular. Yeniçeriler dışında bizim devamlı asker sınıfımız da yoktu. Savaşacak çağda bulunan herkes asker olabiliyordu.

Savaşa Dua İle Başlanır, Gülbank Çekilir

Düşmanla hudut olan yerlerde, yani taarruza uğrayan yerlerde halkımız normal işini bırakarak bir an içinde ordu teşkil ederdi. Sokaklarda “Ey Ümmet-i Muhammed, kâfir geliyor” diye bağırılması bütün Türklerin silâha sarılması için kâfi idi. Ordunun belkemiğini teşkil eden Yeniçeriler de halkımızın diğer fertleri gibi yetişiyorlardı. Herhangi bir Türk köyünde geceleri okunan Ahmediye, Muhammediye, Hazret-i Ali cenkleri gibi kitaplar yeniçeri kışlalarında da okunur, ihtiyar yeniçeriler gençlere eski savaşların hatıralarını anlatırlardı. Savaşa dua ile başlanır, gülbank çekilir, yürüyüşte ve hücumda tekbirler alınır, çarpışma sırasında sancak dibinde ordu hafızları tarafından fetih suresi okunurdu. Bu gelenek Mohaç’ın gazilerini tâ Malazgirt gazilerine, oradan da Bedir’de çarpışan iman ordusuna bağlıyordu. Nitekim Çanakkale’de ve Dumlupınar’da, hatta Kore’de çarpışanlar da ayni geleneğin yeni örneklerini verdiler. İstanbul’u alan Yeniçeri, yine Yahya Kemal’in söylediği gibi, fetih müjdesi veren Peygamber’in, İslâm’ın kılıcını pençesinde tutan Hz. Ali’nin, gülbanki gökleri tutan Hacı Bektaş Veli’nin ve nihayet kaderin yüce sahibinin aşkına vuruyordu.

O Kadar Güzel Bir Terkip ki

Bizim İslâm olmayan atalarımız da, tıpkı Müslümanlar gibi, ruhlarının Tanrı’ya uçacağını düşünerek dövüşürlerdi. Savaşta ölen bir kişi mutlaka ve mutlaka Tanrı’nın cennetine giderdi. Sonra Türkün mizacı bu yeni imanla ne güzel birleşti! İnsanlık tarihinde bu kadar güzel bir terkip görülmüş müdür? Öyle bir millet ki, hayatı boyunca geliştirmiş olduğu en güzel hasletleri yine en yüce bir sistemle birleştiriyor. Onun nazarında savaş başkalarının malını gaspetmek veya kabilesinin intikamını almak için değil, inandığı büyük gerçeği duyurmak ve savunmak için yapılıyor. Bu yüzden bizim tarihimizde aman dileyene kılıç kalkmamış, hiçbir zaferden sonra en ufak bir gaddarlık görülmemiştir. Türk halkı ileride asker olacak çocuklarına korku vermemek için erkek evlâdını dövmez; sonra bu çocuk kendi canına kasteden düşmanı esir olarak köyüne getirdiği zaman herkes bu düşmana garip nazarıyla bakar ve öyle muamele eder. İşte ordu-millet olmanın en güzel taraflarından biri de budur: Ordu-millette vazifesi savaş yaparak adam öldürmekten ibaret bir sosyal sınıf mevcut değildir. Ülkenin halkı ve hükümeti hangi gayelerle savaşa giriyorsa ordusu da ayni gayelerle dövüşür, savaş bitince de işine döner.

Çarpışan Topyekûn Millî Varlıklardır

Okumuş gençlerimizin birçoğu, yine aldıkları materyalist terbiye dolayısıyla, harbin artık bir ağır sanayi ve teknoloji meselesi olduğunu söyleyeceklerdir. Aslında bu fikir doğrudur, ama sadece böyle düşünenler için. Kalbinde savaşacak iman olmayanlar için geriye ancak demir ve çelikten yapılmış silahlar kalıyor. Ancak kendini yapayalnız hissedenler, hiçbir güç kaynağı bulamayanlardır ki; demir ve çelikten medet umarlar. Silâhın insandan daha güçlü olduğunu kim görmüştür? Zannedilmesin ki; savaş meydanlarında yapılan mücadele fikir ve inanç kavgasından apayrı bir şeydir. Asker olanlar, modern harplerde manevî gücün eskisinden de büyük bir önem kazandığını bilirler. Çünkü artık çarpışan kuvvetler birer ordu değil, topyekûn millî varlıklardır. Ordu-millet olmanın ehemmiyeti burada tekrar ortaya çıkıyor. Milletin her ferdî kendini bir ordu mensubu olarak görmeli, herkes yanyana çarpışacağı insanlarla ayni duyguları, ayni inançları paylaşmalıdır.

Kurşun Karşısında Allah’a Sığınmışlardı

Bizim münevverlerimiz arasında artık eski inanç birliği yok, ama halkımız yine ecdat ruhlarından aldığı ilhamla dimdik duruyor. Vaktiyle pozitivizm cereyanına kapılarak dinsiz olan İttihatçı zabitler, Gazze muharebelerinde düşman kurşunu karşısında Allah’a sığınmışlardı. Belki bizim bugünkü devrimcilerimiz de, istihfaf ettikleri halkın kudretini görünce onlara iltihak edeceklerdir. O kadar köklü ve kuvvetli bir millî kültürümüz var ki, elbette kendisinden kopmaya çalışan çocuklarını bir gün hizaya çeker.

Gönül Tabipleri, İnsan Mimarları, Ruh Sanatkârları

Bugün üzerinde yaşadığımız Türkiye; Evliyalar Yatağı, Âşıklar Diyarı ve Erenler Ocağıdır. Vaktiyle bu gönül tabipleri, insan mimarları, ruh sanatkârları et-kemikten oluşan insan kitlelerini fazilet şahikası haline getirmeyi başarmışlardır. Nasıl ki güneşten nimetlenen yeryüzü ve yeryüzünde yaşamakta olan insanlar, bu aydınlatıcı, ısıtıcı hayat kaynağını ne kadar bilseler ve bildirseler, elbet güneş olamazlar. Din, vicdan ve iman terbiyesinin okşayıcı müdahalesi olmadan, hayvani zaafların kisve değiştirip yüksek vasıflar ve faziletler haline gelmesi asla mümkün değildir. Koruğun şeker gibi tatlanması için güneşin terbiyesine nasıl ihtiyacı varsa, salkım salkım dünyayı dolduran ekşi ve buruk kitlelerin de kıvamına gelmesi için ısıtıcı ve hayat verici bir manevi güneşe ihtiyaçları aşikârdır.

Ulular Bugün Huy Mu Değiştirdiler?

Şu halde cemiyete soluk aldırmak ve içine düştüğü gaflet gayyasından kurtarmak için, aşkı ve imanı ile hayat anlayışı ile gelmiş ve gelecek ulular kafilesinin baş tacı gerçek münevverleri irfan hayatımıza mal etmek, kültürümüzün içine almak, beşeri olduğu kadar milli bir borçtur. Evet, vatan sathına şamil, etrafında toplanacağımız böyle bir rehbere olan ihtiyaç, artı inkâr götürmez bir hakikattir. Beşeriyetin en müşkül zamanlarında gelip yetişmiş o ulular bugün huy mu değiştirdiler ki bizden kaçsınlar? Kaçan onlar değil, biziz. Eğer sevmesini, inanmasını, bağlanmasını bilirsek bir yeni doğuş, bir taze hasat ile tarih kaderimiz içindir ki; yolumuza devam edebiliriz.

———————————————————–

TÖRE, Sayı:19, Aralık-1972, s. 8-12.

Kaynak:

Yenises Dergisi, Haziran – 2017 sayısı, Yıl: 22, Sayı: 258, Sf. 2 – 8

 

 

 

 

 

Fotoğraf Altı

Duvarında “La ilahe illallah, Muhammed’ur Resulullah, Ya Veliyullah” yazılı olan,  Türk Yurdunun tapu mühürlerinden Hacı Bayram Veli Hazretlerinin Ankara’daki Türbesi

 

 

Yazar
Erol GÜNGÖR

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen