Türk Milletinin Hayatında, Türk Kültüründe Din ve İnanç

Muzaffer ÖZDAĞ

Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının oluşturduğu mekâna Eski Dünya denir. XVI.ncı yüzyıl başlarına kadar insanoğlu Dünyayı bu üç kıta ile onu çevreleyen denizlerden ibaret sanmış; XVII nci yüzyılın sonlarına kadar, Dünya tarihi bu üç kıtanın, genellikle iskan ve ümrana müsait bölümlerinde yaşanmıştır.

Eski Dünyanın; Asya, Avrupa, Afrika karalarının toplam yüzölçümleri 85 milyon Km2 dir. Türk dil ve kültürüne, Türk soyuna mensup kavimler, Türk Milletinin binlerce yıla erişen ve kesintisiz bir bütünlük, süreklilik ifade eden tarihi içinde bu 85 milyon km2. lik eski dünya yüzeyinin yaklaşık 55 milyon kmi2. lik bölümünde kısa veya uzun sürelerle (yüzyıllar veya çağlar boyu) hükümetleri, medeni varlıkları, dil ve kültürleri, siyasi ve askeri kudretleri ile egemen olmuşlardır. Daha derli bir anlatımla Asya kıtasının hemen tümü, Avrupanın ortalarına kadar uzanan vüsatte doğu yarısı, ve Kuzey Afrika (Afrikanın medeniyete açık bölümü Sudan, Mısır, Libya, Tunus, Fas) Türk hayat, egemenlik ve faaliyet alanı olmuştur.

Türk Milleti tarihle yaşıt denebilecek kıdemdedir. Kadim milletlerin büyük bir bölümü munkariz olmuş; isimleri dahi unutulmuştur. Modern milletlerin büyük bölümü kültürel kimlikleri yaşadıkları ülkenin tarihiyle bütünleştirilmeyecek ölçüde muhtelit ve nevzuhur kuruluşlardır. Tarihle.yaşıt Türk milleti günümüzde de yüksek hayatiyeti, özlü orijinal kültürü ile önemli bir varlık ve kudreti temsil etmektedir.

Türklerin İslâm medeniyet dairesine giriş öncesi devrede vatan olarak sahiplendikleri, kültürlerinin damgasını vurdukları, kesintisiz denebilecek bir süreklilikle ellerinde tuttukları, milli şahsiyet ve şuurlarını kazandıkları alanın Karadeniz’den Çin Seddi kuzeyine, Pasifik sahillerine kadar uzanan kıtavi genişlik içinde övrazya ekseni ve Orta Asya olduğu belirgindir. Türk kudreti zaman zaman bu eksenin doğu veya batı uçlarında yoğunlaşmakla birlikte Asyanın merkezine sahip ve hakim olmayı sürdürmüş, özellikle, Çin’le mücadele durumunda bulunmuştur.

Millet hayatımızın Saka imparatorluğu devresi tarihin himmetine muhtaç destâni bir dönemdir. Türk tarihinin İslâm öncesi dönemde yaşanan binlerce yılını, yüzlerce hükümetle ilgili binlerce ayrıntıdan süzüp ayıklayarak, tarif ettiğimiz alanda ve 15 övrazya ekseni üzerinde siyasi, kültürel birliği kurup sürdüren BÜYÜK HUN ve GÖKT’ÜRK İMPARATORLUKLARI çerçevesinde kavrayabiliriz, Büyük Hun ve Göktürk İmparatorluklarının milli varlığımız yönünden müstesna önemleri kıtavi genişlikteki övrazya ekseni üzerinde bütün Türk boylarının birliğini ve vatan coğrafyasının bütünlüğünü kurup koruyarak kendi devrelerinde Doğudan ve Batıdan yayılma istidadı taşıyan müstevli güç ve kültürleri durdurmuş olmaları, müteakip safhalar için de, geçici siyasi ayrılıkların, bölünmelerin yıkıp silemeyeceği Ölçüde köklü, güçlü yüksek bir ortak milli kültür ve milli birlik şuuru yaratmış olmalarıdır.

Alp Ertuğ, Oğuzhan, Teoman, Mete, Çiçi, Attila, İlteriş han, İlbilge hatun, Kürşat, Bilge han, Bilge Tonyukuk, gönlümüze, ruhumuza, vicdanımıza Kurtuluş Savaşımızın kahramanları, Kuvaî Milliye gazisi büyüklerimiz kadar yakın. Damarlarımızda onların kanının dolaştığını, onların seciyesini taşıdığımızı, onların ölümsüz güzellikle esaslarını kurdukları dille konuştuğumuzu biliyoruz.

Türk dil ve edebiyatının ölümsüz şaheseri Göktürk – Orhun abidelerinde 1250 yıl ,önce Bilge amızın çağlar aşan uyarılarında aziz Atatürk’ün gençliğe hitap ve vasiyetinin esin kaynağı olan milli şuur ve imanı buluyoruz .

Kültür bir toplumun maddi ve manevi hayatının toplam ürünleriyle belirlenen yaşama biçimi ve özel kimliği olarak tarif edilebilir. Milleti yaratan, özgünlük, üstünlük kazanan kültürüdür. Kişinin ve toplumun seviye ve seciyesi yaşama biçimi genel hatlarıyla inanç ve idrakine uygun ölçülerle oluş . Böylece din ve iman kültürün en önemli unsurunu oluşturur. Din: çağlar boyunca bütün medeniyetlerde, bütün kültürlerde, milletlerin hayatında, beşeri münasebet ve faaliyetlerin bütün şubelerini etkileyen bir müessese teşkil ettiği müşahede edilmektedir.

İnsanoğlunun dimağ ve kalbini dolduran en güçlü en sürekli bir istiyak doyurucu çözüm, cevap isteyen en müşkil sual çağlar boyunca hiç şüphe yok ki ne olduğunu, nasıl ve niçin yaratıldığını, yaratılış gayesini, yaratanı, yaratana karşı ödevinin ne olduğunu bilmek olmuştur. İnsanı yaratıkların en şereflisi yapan da halikini bilmesi, bulması ve buna karşı ödevlerini ifaya yönelmesidir. Din budur. Kişinin kendine, topluma ve yaratana karşı ödevleri inandığı din çerçevesinde belirlenir.

Bilindiği gibi İslâm «Allah idraki ve tevhid şuuru olarak gerçek insanlık kadar kıdemlidir.Hazreti Ademle yaşıttır. Bir inanç ve yasama sistemi, bir medeniyet ve semavi kaynaklı ebedî son çağrı olarak 1400 yılını ikmal etmiştir.

Türklerin tarihlerinin son bin yılını teşkil eden ve günümüze erişen bölümü İslâm din ve imanı,İslâm tarih ve coğrafya kadrosu içinde yaşanmıştır. Bu sebeple;

Türk İslâm olduğu andan itibaren bu alemin tarihini yapan ve sürdüren coğrafyasını koruyan ve genişleten, bu dinin sancağını taşıyan ve yücelten yegane güç, temel güç olmuştur.

Bu sebeple İslâm tarihini Türksüz düşünmek mümkün olmadığı gibi Türk tarihinin özellikle son bin yılını, Türk milletinin cihanşumul faaliyet ve mücadelelerini Türk milletinin hayat ve hareketlerine yön veren, hedef gösteren mefküreyi, İslâmı anlamadan, dikkate almadan kavramak mümkün değildir.

***

«Türklerin İslâm öncesi devrede dini hayatları, İslâmiyete girişleri, Türklerin İslâmiyete girişlerinin Türklüğün kaderi, İslâm alemi ve Dünya Tarihi yönünden ifade ettiği mana ve yarattığı sonuçlar.»

***

Türklerin tarihlerinin İslâm öncesi döneminde tevhit fikrine ulaştıkları, İslâma çok yakın bir ahlakî, manevî dinî hayat yaşadıkları, bütün semavî dinlerin ittifakla nehyettiği, günah saydığı kötülükleri ağır cürüm sayan yüksek bir ahlaki disipline sahip oldukları, Türk toplumunda zinaya, fuhşa, kumara, ayyaşlığa, yalancılığa, yurt savunmasına ve kamu hizmetlerinden ilişik görevlerden kaçınmağa, korkaklığa nadiren rastlandığı, bu kusurları işleyenlerin Türk toplumu içinde yaşamasına, barınmasına imkan bulunmadığı tarihi şahit ve belgelerle bilinmektedir.

Millî bir hususiyet taşıyan İslâm öncesi Türk dini tanrının birliği fikriyle birlikte ruhun ölmezliğine, ahirete, hesap gününe, cennet ve cehennem bilgisine, meleklere, T’anrıya karşı sorumluluk ve ödev duygusuna, inancına da erişmiştir. Türklerin Tanrı hakkındaki tasavvurları da Fatiha’nın, İhlas’ın, Ayetel Kürsinin ilham ettiği Cenabı Hakka bir yöneliş ve arayış merhalesi gibidir. Bir manada atalarımızın Hazreti Peygamber efendimizi bekleyen, onun teşrifini hisseden ve müjdeleyen

“Haniflerin” mânevî ve fikri ortamında ve kıvamında bulunduklarını, kendilerini Allaha adanmış bir millet ve Allahın Ordusu olarak gördüklerini belirlemek hata olmayacaktır.

Türklük, arzettiğim mânevî hayat seviyesi sebebiyle, İslâmiyeti hiçbir milletin hayatında görülmeyen samimiyet, ihlas, şuur ve coşku ile, iliğine işleyen,benliği ile kaynaşan bir imanla benimseyecektir.

Sevgili Peygamberimiz bilindiği gibi sadece semavi dinlerin en mükemmeli ve sonuncusu İslâmın, Allahın son elçisi olarak tebliğcisi değil ayni zamanda İslâm devletinin kurucusu ve ilk devlet reisidir.

Sevgili Peygamberimiz ilahi vahyin ikmali ile tebliğ ve irşat ödevini tamamlayarak ebediyete, Hakka göçünce İslâm Devletine riyaset görevini Hülafai Raşidin, Ciharı yarı güzin olarak tanımlanan dört büyük Sahabe sıra ile sürdürürler. Hazreti Resulü kaybetmiş olmanın yarattığı mânevî, siyasi, kriz, iman ve dirayetle giderilir. İslâm bu dönemde Arabistan hudutları dışına, Araplığa yabancı ülke ve toplumlara İslâmi fetihlerle yayılır. İslâm Tarihinde Dört Halife; Hülefa-i Raşidin sonrası dönem mâînevi ve İslâmi manada hilafet devleti değil Emevi-Arap saltanatı olarak şekillenir. İslâmiyet Emevi yönetimindeki Arap İslâm orduları ile doğu ve batı istikametinde yayılır. Hazreti Ömer’in hilafet döneminde (634 – 644) Mısır, Suriye, Elcezire, Doğu ve Güneydoğu Anadolu, Azerbaycan İran ve Horasan İslâm Devletine katılarak Kafkaslarda Hazar, Horasan’da Göktürk yurtlarıyla temasa gelinmiştir. Emevi yönetimi doğuda ve batıda yeni fetihler yapacaktır. Ancak, İslâmi evrensellik ruhu ile bağdaşmayan, dünyevi, maddî hakimiyet ve saltanat, kavmi tahakküm gayesi önde gelen Emevî yönetimi içte ve dışta ciddi mukavemetler görür. Nihayet, dahili ayaklanma ve iç savaşlarla son bulur. İslâm Tarihinde Abbasi dönemi genel hatları ile genişleme değil, erişilen hudutları koruma dönemi olarak görülür. Arap din kardeşlerimizin İslâma İslâmi evrensellik çizgisinde yani Allahın emir ve rızasına, Hazreti Peygamberin irşadına uygun şekilde halisane hizmetleri Hazreti Peygamberin riyaset dönemi ile Hülefa-i Raşidinin idare dönemleri ile hudutlu kalır.

Yarım yüzyıllık bu dönemi takip eden 90 yıllık Emevi saltanat döneminde Araplık kavmi plandaki hamle güç ve iradesini son hudutlarına kadar kullanır.

İslâmın Abbasi çağı: Abbasi çağı Abbasi Halifelerinin hükümeti İranlı unsurlarla takviye ederek, Orduyu hizmetlerine aldıkları Türk asıllı gençlerle yeniden kurarak iktidarlarını ve devlet hudutlarını muhafazaya çalıştıkları dönemdir. Ancak çok geçmeden Abbasiler İslâm yurdunun siyasi birliğini, bütünlüğünü korumakta olduğu kadar, İslâmın iman ve itikad safiyetini korumakta da ciddi zorluklarla karşılaşırlar. Kabile rekabetleri, İslâma yenik düşen zümrelerin batıl itiyat ve itikadlarıyla renklenen, şekillenen mezhep muhalefetleri birliği sarsar. İslâmın iç ve dış düşmanları onu yıkmak için sistemli faaliyete koyulurlar.

Halife İslâm hukuk nazariyesinde bütün yeryüzü İslâmlarının, ortağı, vekili, naibi olmayan tek devlet reisidir. Darül İslâmın korunması için asker toplamak vergi koymak onun hakkı ve görevidir. Kanun koyucusu odur. Bir süre sonra Abbasi halifeleri,değil doğudan batıya, bütün İslâm Ülkelerinin tek hakim, sahip ve koruyucusu bulunmak, Emir ve nüfuzları hilafet başkenti seçtikleri Bağdat’ta hatta kendi saraylarının bahçe duvarları içinde dahi geçmeyen,arkaik semboller durumuna düşerler.

Hicretin 4 ncü. yüzyılı, Milâdın X. ncu yüzyılı başlarken İslâm maddi ve manevi planda müthiş tehlikelere maruz bulunmaktadır.

Basra körfezi bölgesini ellerine geçiren, bütün Elcezire ve Arabistan bölgesini etkisine alan Karmatilik İslâmı tamamen reddeden, mal ve kadında iştiraki esas alan ilkel ve vahşi bir komünizm hareketini devletleştirmiş, Basrayı, Kufeyi, Şam kapılarına kadar bütün Suriye’yi istilâ ve tahrip etmiştir. Karmatiler Miladi 930 yılında Mekke’yi de işgal ve yağma ederler. Kâbeyi soyup tahrip ederler. 50.000 müslüman ve hacıyı şehrin sokaklarında ve Kabe’nin hareminde katledip naaşlarını (cesetlerini) Zemzem kuyusuna atarlar. Kisveyi Beyti Şerifi paylaşıp Haceri Esvedi gasbedip çekilirler. Karnati komünist diktası yüzyıl boyunca bölge için korku ve endişe kaynağı olur. Ayni dönemde İran’da zerdüşti maziye dönüş ifade eden Büveyhi saltanat ve tegallübü şekillenir. Büveyhiler Bağdat halifesini de denetimlerine alırlar. Geniş ve tarihi İslâm Ülkesi Mısır Fâtimi Şia dalaleti (sapıklığı) ile İslâmdan kopmuş Mısır halkı İslâm cilası altında şuur altında yaşattığı Firavunlar çağının itikat ve itiyatlarına yönelmiştir. 6 ncı Fâtimi halifesi El Makim bi Emrillah Fâtimi devlet reisi sıfatıyla halkının bu ruh hâletinden yararlanarak kendini Tanrı ilan etmek cüretini gösterecektir (1017) ..

Endülüste Fransa istikametindeki İslâm hamlesi bilindiği gibi Emevî çağında Puvatye’de durmuş, İslâm hududu Preneler olarak istikrar bulmuş idi.

Emevî hanedanının kanlı bir tasfiyeye tabi tutuluşu esnasında kurulmak imkânını bulan bu hanedana mensup Muaviye bin Hişam oğlu Abdelrahman Şimâli Afrika tariki ile Endülüse iltica etmek önce müstakil Kurtuba Emirliğini tesis etmekle bu kıtayı Bağdat hilâfetinden ayırmış bulunuyordu. 912 yılında III. Abdurrahman devrinde bu imâret Endülüs Emevî hilafetine dönüşmekle İslâmi devletin nazari birliği de darbelenmiş oldu.

Doğu Roma İmparatorluğu İslâm dünyasının maddi, manevi, siyasi plandaki derin sarsıntısından yararlanarak İslâma karşı güçlü bir taarruza geçmiş ‘Kilikyayı’ Suriye’nin Önemli bir bölümünü, Antakya’yı istila ve işgal etmiş Lübnan’a girmiş, İslâm’ın 400 yılda tesis ettiği hudutları aşarak ve Avasım ve Sugurdaki İslâm halkı topyekûn katl ve esir ederek Doğu Romayı eski hudutları ile ihya etmek çabasına girmiş bulunuyordu. Bizans İmparatoru bununla da yetinmeyip Kudusü almak, İsa mesih dinini yüceltmek Arapları Hicaza, Yemene kadar kovalayıp çöle hapsetmek, Mekke’yi işgal ve tahriple orada İsa Mesih için bir taht kurma programını benimsiyordu.

Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa (Aleyhi’s-selâm) Miraçta Cebrail (Aleyhi’s-selâm) refakatinde semâvati, mânevî mertebe ve irtifaları aşarken selefi olan Enbiyayı Kiramı görür, tanır, selamlaşır. Bir mübarek zatı tanıyamaz. Cebrail (Aleyhi’s-selâm)a O’nun hangi peygamber olduğunu sorar. Cebrail (Aleyhi’s-selâm) O peygamber değil, Sizden üç yüz yıl sonda dünyaya inerek sizin dininizi, İslâmı Türk İllerine yayacak olan ruhu mübarektir deyince çok sevinen Peygamberimiz avdetinde her gün bu mübarek zat için dua eder. Müjde verdiği sahabeler Peygamberimize bu zatı göstermesi için ricada bulunurlar. Efendimiz Cenabı Hakka yakarır. Anında meclislerinde pür silah, börklü kırk atlı belirir. Selam ve sena ile yaklaşan bu yiğitlerin Türk Hakanı Said Buğra Han ile gaza arkadaşlarının ruhları olduğu anlaşılır. Sahabeler sevinirler, hamdü senada bulunurlar.

Üç yüz yıl geçer. Büyük Türk Yurdunda Kaşgarda Karahanlı Türk Hakanının bir oğlu dünyaya gelir. Ona Satuk Buğra adı verilir. Doğumu anında dağlar tepeler zikirle sarsılmış, güzel . kaynaklar fışkırmış, bayırlar ormanlar çiçeklerle donanmıştır. Kahinler bu fevkaladeli halden Buğranın büyüyünce Müslüman olacağını sezerler. Hakandan onun Öldürülmesini isterler. Annesi bir çocuktan ne çekiniyorsunuz, büyüsün, dediğiniz gibi Müslüman olursa o zaman öldürürsünüz diyerek suikastı Önler. Satuk Buğra 12 yaşında kırk arkadaş edinmiştir. Atlanır, ava çık~r. Peşine düştüğü bir tavşan onu doruklara çeker yalnız bırakınca heybetli bir ihtiyar belirir. Bu Buğra’yı İslâm’a davet ve ona rehberlik etmek Cenabı Hak tarafından görevlendirilen Hızır Aleyhi’s-selâmdır. Buğra Müslüman olur.

Hakan babası vefat etmiş, tahta amcası çıkmıştır. Buğra amcasını İslâma davet eder. Hak yoluna girmeyi red eden amcasını depremle yarılan yer yutar.

Halk, Buğranın İslâma çağrısına koşar, onu ve kırk yiğit arkadaşını izler.

Buğra bütün milletini İslâm bayrağı altında topladıktan sonra putperestliği kaldırmak İslâmı yaymak için Çin’e karşı savaş açar. Turfana ulaşır. 96 Yaşında gazi, bir pir olarak Kaşgarda vefat eder. Artuç’ta Meşhede defnedilir (956), Mümin mücahide dört kız evladından ikincisinin adı Alanur’dur. Alanur Cebrailin gökten getirdiği bir damla ilahi ışıkla hamile kalır. Doğan çocuk Ebu Talip bin Ali gibi arslan kudret ve seciyesi taşıdığından O’na Seyit Ali Arslan adı verilir. O’da dedesi gibi Türklüğe, İslâmiyete hizmet eder.

İslâmi Türk Edebiyatının en güzel eserlerinden biri olan Satuk Buğra Han Destanı Türk Ellerinde İslâm güneşinin doğuşunu, Türklerin İslâmiyet’e girişlerini, İslâm sancağı altında toplanışlarını böyle anlatmakta, böyle şiirleştirmektedir. Atalarımızın inancı budur. Türk destan motifleriyle İslâm dinine bağlılığı belirleyen bu edebi eserin tarihi gerçeklik taşıyan yönü Satuk Buğra Hanın Türk Tarihinin en önemli merhalelerinden birini teşkil eden Karahanlılar Devletinin İslâmı kabul edip halkına da benimseten ve Türkistan’a yayan ilk büyük hükümdarı olduğudur. Abdülkerim Satuk Buğra Hanın Kaşgar kuzeyinde Artuç mevkiinde bulunan kabri hala ziyaretgahtır. 956 da vefat eden Buğra Hanın X ncı yüzyılın ilk yıllarında Müslüman olduğu anlaşılmaktadır.

Karahanlıların milli tarihimizdeki şerefli, imtiyazlı yeri ilk Müslüman Türk devletini oluşturmakla birlikte, Türk kültürünü ve milli benliğini İslâm iman ve medeniyeti çerçevesinde ebediyyen yaşayacak bir zenginlik, kudret ve berekete eriştirmiş olmalarıdır.

Daha kesin bir ifade ile belirleyelim. Bugünkü milliyetimiz, Müslüman Türk kimliği Karahanlılarla oluşmuştur.

Karahanlılar İslâmı kucaklamada ilk olmakla birlikte tek değildirler.

Hemen hemen ayni tarihlerde yani X ncu yüzyılın ilk çeyreğinde İdil-Ural boyunda ahiren Kazan Hanlığını oluşturacak, anılan tarihlerde Bulgar adını taşıyan Türk boyları da kitlevi olarak İslâmı ihlas ve coşku ile benimserler.

Samanoğulları hakimiyet sahasında İslâma giren Türkler kısa bir süre sonra çok uluslu Gazneli Türk İslâm devletini oluştururlar.

Yukarda belirlediğimiz gibi Karahanlılar Devleti ilk İslâmi Türk devlet ve cemiyetinin teşekkül himmeti, Müslüman Türk milliyetinin tekevünü olayıdır.

Gazneliler Devleti ise Müslüman Türklerin diğer Müslüman milletlerle bir bayrak altında, tek devlet çatısı altında yaşama stajıdır. Gaznelilerin İslâm tarihi çerçevesinde diğer misyonları C\a Hint kıtasında İslâmlığı yaymaları ve İslâm hakimiyetini başlatmalarıdır. Karahanlı ve Gazneli merhaleleri daha sonraki çağ için bir staj, İslâm aleminde Türk Devresi için bir hazırlık ve müjdedir.

Dünyanın çehresini değiştirecek gelişmelere başlangıç teşkil eden bu oluşum İslâm için mucizevi bir yeniden doğuştur.

Zira, Türklüğün İslâmiyeti kabulle Allahın kelâmını yaymak ve yükseltmek için ordulaştıkları tarihte, yukarda özetlediğimiz gibi, İslâm Dünyası akıl almaz bir maddî, manevî anarşi ve perişanlık içindedir. Yorulan ve fıtratına uygun şekilde asabiyet ve aşiret nifakına düşen Arap âlemi, merkezi bir otorite ve iradeden mahrum bin parça halindedir. İslâm Dairesine giren Iran halkı İslâmın birlik ve kudretinden çok Sasani İran mazisine ve anılan devletin kalıp, gelenek ve siyasetine bağlılık meylindedir.

Tarihin bu kesitinde olaylar arasında olağanüstü bir eşzamanlılık, mucizevi bir senkronizasyon vardır. Bizans haçını taşıyan zülüm orduları doğu ve güneydoğu Anadolu’yu, Suriye’yi istila ile bölgenin İslâm halkını binbir hakaretle katı ye esir ederken, Karmatiler Kâbe’yi yıkıp ve kirletirken Türklerin İslâm oluşu tesadüfi değildir. Cenabı Hak Ordularını sahneye sürmektedir.

Türkler, Allahın Ordusu olarak göreve çağrıldıklarını hissetmişlerdir.

Talim ve eğitimlerini Karahanlı, Gazneli Ordugahlarında ikmâl eden Türk Milleti, Selçuklu Oğuzları ile İslâmı yüceltmek, İslâm Dünyasının birliğini, maddi ve manevi birliğini kurmak, İslâm iman ve itikadının saffetini korumak görevini yükleneceklerdir.

Bilindiği gibi Tuğrul ve çağrı Beylerin komutasında hareket eden Oğuzlar Horasan’da kurdukları devleti genişletip Hicri 431 (Miladi 1040) Dandanakan muharebesinde Gazneli engelini de aştıktan sonra İslâm

Aleminin fiilen ve hukuken hakimi ve nazımı (düzenleyicisi) olma mevkiine yükseleceklerdir.

Tarihin seci, halim, kerim, mümin ve taat sahibi olarak tanıttığı, hiçbir Cuma namazını geçirmeyen, beş vakit namazını ihmal etmeyen, haftanın iki günü oruçlu bulunur olarak gösterdiği Tuğrul Bey İslâm Ülkelerinin perişan durumuna, Halifenin çaresizliğine, Fâtimi ve Büveyhi dalaletine, bunun yarattığı buhran ve ,teessüre vakıf bulunmaktadır. Arap aşiretlerinin de İslâm’a hizmet yerine hac yollarında, Mekke çevresinde şekavet ve hacıları katl ve soymakla geçindikleri malûmdur. Tuğrul Bey Abbası halife ve yönetiminin kifayetsizliğini bilmesine rağmen, hilafetin Hazreti Peygamberin Devlet Reisliği görevine vekâlet mevkii kabul edilmesi şeklindeki inanç ve geleneğe saygı ile ihlâs ve samimiyetle Halifeye O’nun emrinde olduğunu, hükmüne aldığı bütün ülkelerde hutbeleri Abbasi Halifesi adına okuttuğunu, İslâm dünyasındaki anarşiye, Mekke yolunda ki şekâvete, Suriye ve Mısır’a hâkim dalâlete son vermek istediğini bildirir.

Abbasi Halifesi El Kasım bi Emrillah Tuğrul beyi Bağdata davet eder.

1055 yılı Ramazan ayında Bağdada giren ve-bu çevredeki Buveyhi müdahalesine son veren Tuğrul Beye, müteakip safhada tafsili uzun sürecek anarşik karışıklıkları ve isyanları bastırdıktan sonra (449 yılı zilkadesinde) 1958 yılı 24 Ocak’ında,Türk Ordusunun ve Bağdat çevresi Arap ve İslâm., ahalisinin, mülki erkân ve ümeranın huzurunda yapılan muhteşem bir törenle, halife tarafından şarkın ve garbın, yedi iklimi ile bütün İslâm âleminin dünyevî hakimiyet ve yönetimi, ibadullahın muhafaza ve siyaneti resmen devredilir. Beline iki kılıç, başına sarık ve taç, sırtına yedi iklime işaret eden tek yakalı yedi kaftan konur. Bu andan itibaren İslâm dünyasının riyaseti fiilen olduğu kadar hukukende Türk soyuna, Türk Milletine ve Hükümetlerine geçmiş olur.

Böylece Kuranı Kerimin V nci süresinin 54 ncü ayetinde tebsir edilen gerçek belirir.

“Ey iman edenler, içinizden kim dininden dönerse, Allah, müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı onurlu ve zorlu, kendisinin onları seveceği, Onların da kendisini seveceği bir kavim getirir; ki, Onlar Allah yolunda savaşırlar ve hiçbir kınayanın kınamasından (dedikodusundan) çekinmezler. Bu Allahın lütfu inayetidir ki onu kimi dilerse ona verir. Allah ihsanı bol olan ve en çok bilendir.”

Büyük Selçuklular Karmati artıklarını, hac yollarındaki şekâveti, Fâtimi tasallutunu, Büveyhilerin İslâmi birlik ve kardeşliğe uymıyan zerdûşi, kavmiyetci saltanat nifaklarını tasfiye ettiler.

Selçuk Sultanı Tuğrula Doğunun ve Batının hükümdarı, Sultani İslâm, Rükniddin ve’d, din denişinin kişisel bir iktidar olayı olmadığı, Türklüğün İslâmiyet için yüklendiği misyon, o çağda bütün Türk aydınlarınca ve milletçe bilinmekte, şevkle, övünçle benimsenmektedir.

Karahanlı hükümdar soyundan Prens Kaşgarlı Mahmut 25 Ocak 1072 de yazmağa başlayıp 1O şubat 1074’te ikmal ettiği, 1077’de Bağdatta İslâm Halifesi Muhtedi’ye takdim ettiği Divanı Lügat-i Türk adlı büyük Türk lügatinde şöyle demektedir:

“Allahın Devlet güneşini Türk burçlarında doğurmuş olduğunu ve Türklerin üzerinde göklerin bütün dairelerini döndürmüş olduğunu gördüm. Tanrı onlara Türk adını verdi ve yeryüzüne hakim kıldı. Cihan imparatorları Türk soyundan çıktı. Dünya milletlerinin dizgini Türklerin eline verildi. Türkler Tanrı tarafından bütün kavimlere üstün kılındı. Haktan ayrılmayan Türkler Cenabı Hak tarafından hak üzerinde kuvvetlendirildi. Türkler ile beraber olan kavimler bile aziz oldu. Böyle kavimler Türkler tarafından her arzularına eriştirildi. Türkler himayelerine aldıkları milletleri kötülerin şerrinden korudular. Cihan hakimi olan Türklere herkes muhtaçtır.

Onlara derdini dinletebilmek ve bu suretle her arzuya nail olabilmek için de Türkçe Öğrenmek lazımdır.”

Kaşgarlı Mahmut Abbasi Halifesine, çevresine, Arap aydınlarına Türkçe öğrenmelerini teşvik için hazırladığı bu kitapta Hazreti Peygamber Efendimizden şöyle bir hadiste naklediyor: “Türk dilini öğreniniz. Çünkü onlar için uzun sürecek bir hakimiyet vardır. “Bu Hadisle ilgili olarak şu görüşünü de kaydediyor:

“Bu hadis eğer sahihse Türkçe Öğrenmek vaciptir. Değilse dahi akıl bunu gerektirmektedir.”

Türk dilinin emsalsiz bir hazinesi olan bu eserde Prens Mahmut mütefekkir bir dilci olduğu kadar, çağın şartlarına vakıf, geniş kültür sahibi bir devlet adamı olduğunu gösteriyor. Kaşgarlı eserinde o tarihteki geniş Türk yurdunun sınırlarını, şehirlerini, göllerini ırmaklarını bu genişlik içinde yaşamakta olan Türk boylarını etraflı şekilde anlatıyor ve tanıtıyor. Bu eserde de, Orhun abidelerinde olduğu gibi, boyları, aşiretleri aşan seviye ve şuur da milli birlik duygusu, Türkçe konuşan bütün toplumların, Türk kültürüne mensup bütün halkların, tek ve bölünmez Türk milletini oluşturduğu vurgulanmıştır.

Anadolu’nun Türklüğe yurt olarak açıldığı yıllarla yaşıt olan bu eser Türk Milletinin hayat ve varlığını İslâm aleminin birlik ve saadetine ne ölçüde bağladığına da bir. işarettir.

Selçuklu Oğuzlarının Maveraünehir’den büyük kütleler halinde Ortadoğu’ya inişleri, Çin şeddinden Akdeniz sahillerine kadar bütün İslâm toplumlarının saadet ve selametini sağlamayı, korumayı Ödev edinişleri ile İslâm tarihinde Asrı Saadet muhtevasında bir ihlâsla yani İslâm evrenselliği duygusu ile yaşanan yeni bir İmparatorluk dönemi başlar.

Selçukluların Türk ve İslâm tarihi, Dünya tarihi için kalıcı mahiyette ve değişmez önemde, Türklük için ebedi şükran sebebi diğer bir hizmetleri Anadolu’yu Türklüğe ebedi yurt olarak açmaları, Türkiye Devletinin kurucusu olmalarıdır. Bu muhteşem misyon Büyük Selçukluların ikinci hükümdarı Alp Arslan’ın Malazgirt zaferi ile gerçekleştirilecektir.

Roma İmparatorluğunun Doğu ve Batı kanatlarına bölünmesinden, Patı Roma İmparatorluğunun çöküp dağılmasından sonra Bizansın uzun süre Roma dünyasına tümüyle sahip ve varis olma, Hıristiyanlığı Doğuya, Hıristiyanlık dışı aleme karşı hakimiyet iddialarını temsil eden ve bu yönde savaş veren temel güç olduğu malûmdur. Doğu Roma İkinci Halife Hazreti Ömer önünde ağır yenilgiye uğrayarak Filistin’i, Suriye’yi, Mısır’ı terkle Ortadoğu’dan çekilmekle birlikte Hazreti Peygamberin ümmetine hedef olarak gösterdiği başkentini Arap – İslâm ordu ve donanmalarının beş defa tekrarlanan fetih ve istila teşebbüslerine karşı savunmayı başardığı gibi, Anadolu’yu defaatle kat eden gaza seferlerini Doğu ve Güneydoğu Anadolu dağ silsilesinde durdurduktan sonra, IX uncu asrın ortasından itibaren karşı taarruza geçerek bu çevrede ikiyüzyıl içinde köklenen İslâm varlığını radikal şekilde tahribe yönelmiştir. X uncu ve XI inci yüzyıllar Doğu Romanın, Şark Hıristiyanlığının İslâm’a karşı üstünlük kurduğu, sürekli saldırıda bulunduğu bir devir olmuştur. Selçukluların sahneye girişi ile bu durum kökten değişecektir.

Selçuklular Ortadoğu İslâm milletlerinin dörtyüzyıl boyunca erişemedikleri neticeyi bir darbede temin edecektir. Doğu Romanın gövdesini oluşturan Anadolu, Malazgirt zaferiyle Darül İslâm haline gelecek, Türk mührü ile mühürlenerek Türklüğe tapulanacak, Türkiye olacaktır.

Malazgirt’teki karşılaşmanın Müslüman Türklüğün Anadolu’ya ilk girişi olmadığı hatırlanmalıdır. Alp Arslanın babası çağrı Bey, daha Selçuklu devleti kurulmadan, Mısır Fatimi halifesinin Tanrılığını ilan ettiği yıllarda 1015 – 16, Gazneli hudut muhafızlarını atlatarak, bütün İran’ı kat edip yıldırım gibi Doğu Anadolu’ya dalmış, 1021 yılına kadar akın ve fütühâtına devam ederek, pek kıymetli malûmat ve ganimetle yine bütün İran ve Horasanı geçerek Maveraünnehire, Tuğrul Beye ulaşmağa muvaffak olmuştu.

1040 yılında Gaznelilere karşı kazanılan zaferden sonra Oğuz boyları Anadolu’ya yöneltilmiş, Allah yolunda cihadın, Anadolu Gazasının müreccah olduğu ( öncelik taşıdığı ) öğüdü ile uğurlanmışlardır. Türk Prensi Asan bugün adını taşıyan kal(Hasankale) şehit olmuştur.

1048 yılında İbrahim Yenal kumandasındaki daki Selçuklu ordusu Pasin obasında birleşik Bizans, Ermeni, Gürcü kuvvetlerini bozguna uğratmış, Gürcü kralı Liparit ve maiyet kumandanlarını esir ettikten sonra 6 günlük bir savaşı müteakip Erzurum’u almıştır. Böylece 100 yıl evvel Bizansın İslâm’dan kopardığı bu kent tekrar İslâm yurduna katılmıştır. Bu zafer’den sonra Bizansa dikte ettirilen barış şartları içinde İstanbul’da Emevi Halifesi Velid zamanında kardeşi Maslama B. Abd. Al Malik kumandası altında yapılan dördüncü Arap-İslâm muhasarası döneminden (716 – 718) kalma harap cami ve minaresinin masrafları Bizans hükümetince karşılanmak kaydıyla onarılması, İmam ve müezzin tayini ile beş vakit ibadete açık tutulması, kendilerinin yakılması hutbenin Abbasi halifesi ve Tuğrul Bey adını okunması maddelerinin yer almış bulunması dikkat çekicidir.

Tuğrul Beyin vefatıyla, rakiplerini bertaraf ederek Büyük Selçuklu tahtına oturan Alp Arslan’nın Türklüğe ilk hediyeleri Ani ve Kars şehineTidir. 16 Ağustos 1064. Kars bugün de doğu serhaddimizdir. Müteakip yıllarda ki Türkmen akınları Anadolu kalesini her yanından Türklüğe açmayı, Bizans gücünü dağıtmayı yıpratmayı hedef alacaktır. Türkmen boyları, akıncı grupları büyük Bizans orduları ile kati neticeli bir karşılaşmağa girmeden bütün ülkeyi boydan boya kat etmediği imparatorluk idare ve ikmal mekanizmasını mefluç hale getirmeği başaracaklardır. Bu durum karşısında Türkler kesin olarak Anadolu’dan çıkarmak, savaşı Selçuklu merkez topraklarına intikal ettirerek kesin netice almak kararı ile büyük kuvvetler seferber ederek harekete geçen Bizans İmparatoru ordularını Doğu Anadolu’ya Selçuk baskenti istikametinde yürüyüşe geçirecektir.

İmparator gücünden ve zaferinden emin olduğu için Alparslanın barış teklifini kabul etmeyecektir.

Sultan Alparslan Romen D1yojenle mukadder karşılaşmasını Cuma gününe tesadüf ettirir. Alparslan’ın, alim, fakih, tarihçi imamı Ebu Muhammed bin Abdül Melik’il Buhari Sultana “Sen Allah’ın (C.C.) üstün edeceğim diye vaad ettiği dini için cihat yapıyorsun. Düşmanla Cuma günü zevalden sonra, Müslümanların senin için minberde, mescitte dua ettikleri vakit harbe tutuş’ öğüdünde bulunur. Sultan yönetimindeki İslâm dünyasını bu büyük karşılaşma için uyarmış, Halife El Kaim tarafından hazırlatılan güzel bir hutbe ve dua metni hilafet makamınca bütün camilere dağıtılmıştır.

Alparslan 26 Ağustos 1071 Cuma günü Bizans ordusunu planlamış olduğu şekilde karşılamayı çatışmayı Cuma vaktine kadar geciktirmeyi başarır.

Bütün hamilerle ‘Allahın İslâmın sancaklarını yükseltmek için hayatlarını esirgemeyen mücahitlerini yalnız bırakma. Alparslan’ı muzaffer kıl v askerlerini meleklerinle teyit eyle’ şeklinde yakarılırken, Alparslan a askerlerinin önünde atından inmiş ve secdeye varmıştır. Üzerinde kendisine kelen olmasını dilediği beyaz bir elbise vardır. Şehâdete hazırlanmıştır. Ok ve yayını atmış ön saf ta vuruşmak için kılıç ve topuz kuşanmıştır. Birlikte kılınan namazda Alparslan’ın duası şudur. Ya Rabbi, Seni kendime vekil yapıyorum. Azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve Senin uğrunda savaşıyorum, Ey Tanrım, niyetim niyetim halistir; bana yardım et; sözlerimde hilaf varsa beni kahret.’

Ve askerlerine hitap eder burada Allahtan başka sultan yoktur; emir ve kader O’nun elindedir. Bu sebeple benimle birlikte savaşmakta veya benden ayrılmakta serbestsiniz’ der. Şehadet şerbeti içmeğe hazırlanan muharipler kucaklaşıp vedalaşırlar. Savaşın ayrıntılarına girmeyeceğim. Ebedi Türkiye’nin temelleri böyle atılır. Cihan Sultanı, Ebu’l Feth (Fetihler babası, “Sultanül Âdil” Sultanül azam. Adud’ad devle lakaplarını Burhan’u Emiril müminin unvanını taşıyan Alparslan 25 Kasım 1072’de vefat eder: Mezarı Merv’rdedir. (Ebedi Türkiye’nin kurucusunun, ebedi istirahatgahının yüzyılı aşkın bir süreden beri yabancı bayrak gölgesinde kalışı hüzün vericidir.)

Alparslan’dan sonra Büyük Selçuk tahtına oğlu veliaht Melikşah geçecektir. Devlet hudutlarını Kaşgar’dan Boğaziçine, Akdenize, Kafkaslar kuzeyinden Aral gölünden, Hint Denizi ve Yemen’e kadar genişletmeyi başaran dünyanın en büyük imparatorluklarından biri haline getirdiği Selçuk Devletine Mısır ve Kuzey Afrika’yı da katarak İslâm birliğini ve Türk Dünya hakimiyetini gerçekleştirmediği emel edinen Melikşah, Türklerin hakanı, Arapların Meliki, Farsların Şahı ve Cihan padişahı mevkiindedir. 18 yaşında iktidar mevkiine gelen Melikşahın Selçuklu Ordularının Antakya’da Denize eriştiği noktada atını dalgaların içine sürmesi, Türk hakimiyetini karaların sonuna kadar eriştirme mutluluğuna eriştirdiği için şükran secdesine kapanması, bu sahilden aldığı kumları Merv’de babası Gazi ve şehit Sultan Alparslan’ın mezarına serperek onun muazzez ruhuna hitap etmesi dikkate değer bir olaydır.

Anadolunun fethi Sultan Melikşahın zamanında tamamlanacaktır. 1074’te Alaşehiri alan Türkmen boyları Adalar Denizi (Ege sahillerinde Milete erişirler 6 Nisan 1078’de İzmit ve Kocaeli bölgesi Türk hakimiyetine geçer. Anadolu hükümdarlığına getirilen Süleyman Şah emrindeki askeri kuvvetlerin başında İzrike girerek (1078) merkez edindiği bu şehirden Üsküdar’a kadar ilerler ve Boğaziçini kontrol etmeğe başlar. Telaşa kapılan Bizans Türklüğe karşı Çin’le ittifak etmek için Çin’e sefaret heyeti gönderir. 1082 yılında Bizans – Selçuk hududu, Kartal – Mali tepe mevkiindeki Dragos çayı olarak belirlenir. Bizans Anadolu’ya veda etmiştir. Türklük denizden ve karadan, doğudan ve batıdan hareketle Bizansı tasfiye için son adımı atmağa hazırlanırken Birleşik Avrupa, Batı Hıristiyanlığı Doğu Hıristiyanlığını kutsal toprakları kurtarmak bahanesi ile taarruza geçecek, tarihin en kanlı ve sürekli boğuşmasını Haçlı seferlerini başlatacaktır.

1. inci Haçlı seferinin disiplin, kumanda ve eğitimden yoksun milyonluk maceracı çapulcu gürûhundan oluşan ilk dalgasının Başkent İzmit önünde karşılanıp kırılmasına rağmen Haçlı savleti durmayacak Godfroy de Bouillion komutasındaki zırhlı şövalye ve nizami birliklerden oluşan 600.000 kişilik ikinci dalga bire karşı on seviyesindeki sayısal üstünlük ve zırhlı kitlelere karşı hafif silahlarla netice alınamaması sebebiyle I. nci Kılıçarslan’ı İzniki Bizanslılara bırakarak oyalama ve gerilla muharebeleri verilerek Anadolu içlerine çekilmeğe mecbur bıraktı. Batı Anadolu’nun muharip unsurlarımızca tahliye edilmesi, Bizansın bu bölgeye tekrar yerleşmesine çekilmeği başaramayan kitleler halinde en vahşi yöntemlerle imhasına yol açtı. Kadınlar çocuklar boğazlanarak, kaynar sulara atılarak katledildiler. Batı Anadolu gazilere mezar olmuştu.

Kılıçarslan kanlı ardçı ve gerilla savaşları ile Haçlı istila ordusunun zırhlı kollarını Anadolu derinliğinde beşte dördünü imha etmek suretiyle iyice hırpalamış olmakla beraber, bu ordu Torosları aşarak Küdüs istikametinde yürüyüşle Antakya önüne erişmeyi 7 ay süren kanlı bir muhasaradan sonra Firuz adlı bir Ermeni dönmesinin ihanetle kale kapılarını açması ile bu kente girmeği başarmışlardır. Haçlılar bir yıl sonrada Kudüs’ü alarak şehirde sakin 70.000 Müslüman’ı ve museviyi son ferdine kadar boğazlayacaktır. I. nci Haçlı seferinin sonucu olarak Bizans Batı Anadolu’ya yerleşirken Katolik Lâtinler’de iki asır ellerinde tutacakları Antakya, Prensliği (l098 – 1268), Kudüs Krallığı (1099 – 1187, Akka da 1192 – 1291), Trabulus Kontluğu (1102 – 1288), Urfa Kontluğu (l098 – 1146) devletçikleriyle Ortadoğu’da mevzilendiler. (III ncü Haçlı seferi Kıbrıs Krallığını, IV ncu Haçlı seferi İstanbul Latin İmparatorluğunu, (l205 – 1261), Mora Prensliğini (1205 – 1428), Atina Dükalığını (1205 – 1458), Naksos Dükalığını (1207 – 1566) yaratacaktır. İyonya adaları üzerindeki Kefalonyo kontluğu (1184 – 1483) III ncü Haçlı seferinin ürünüdür. Sen Jean Şövalyelerinin Rodos Devleti de Akka’dan çıkarılan Haçlı artıklarının kuruluşudur. 1521’de Kanuni’nin Rodosu fethi ile Sen Jean Şövalyeleri Anadolu sahillerini Rodos’ta 217 yıl tacizden sonra Maltaya’ya taşınmışlardır.

Haçlı seferleri Selçukluları Anadolu’dan atmayı, İslâmı çöle sürmeyi başaramamıştır. Ancak Türkleri başkentlerini, taht şehirlerini Konya’ya taşımaya, Bizansın ömrünü uzatmağı, İstanbul’un fethini 3,5 asır geciktirmeği başarmıştır.

1. nci Haçlı seferi sonunda doğan geçici durumun genel hatları ile I.nci Cihan Harbi yenilgisinden sonra batılı güçler tarafından hazırlanan siyasi formüllere büyük benzerlik gösterdiği hatırlanmalıdır.

Türk aydınlarının, dikkatine sunmak istediğim bir noktada şudur. Haçlı savletinin ve Bizansın Anadolu’yu geri almayı amaçlayan saldırılarının nasıl karşılanıp kırılabildiğinin şüpheye yer bırakmayan bir netlikle açıklanması aydınlanması gerekir.

İzan ve irfan sahipleri – Türklüğe karşı husumet ve kompleksi olmayanlar herhalde Birleşik Avrupa’nın Haçlı savletinin ve Bizansın istirdat hamlesinin Selçuklular öncesinde Anadolu’da yaşadığı zan ve iddia olunan eski Anadolu halklarınca Hititler, Frikler, Lidyalılar, İyonyalılar, Rumlar, Ermeniler tarafından karşılanıp kırılmadığını, normal olarak Hıristiyan olması gereken bu halkların, ülkenin yeni fatihlerinden kendilerini kurtarmağa gelen dindaşlarına karşı savaşmayacaklarını kabul ederler. Anadolu kesif bir yerli Hıristiyan nüfusa sahip olsa,

Anadolu’nun gayri Türk, gayrimüslim yerli halkları Selçuklulara göre çok üstün bir sayısal güçte bulunsalar, din ve dil ayrılığının, kültür ve mefküre farkının yarattığı münaferetle Küçükasyanın derinliğinde tahkimli şehirlerde, sarp arazilerde direniş ve gerilla savaşı ile Selçuklu i anını kolayca engelleyebilecekleri gibi, Haçlı ve Bizans orduları ile birleşerek koordineli hareketle henüz yerleşme imkanını bulamamış Selçukluları kolayca bozup yok edebilirlerdi. Nitekim Kilikya da Toros dağlık bölgesine sığınan Ermeniler Haçlı desteğinden ve Selçukluların maruz kaldığı baskıdan yararlanarak bir Ermeni Derebeyliği kurmak ve Türkleri taciz etmek cüreti kazanmışlardır.

Türk milliyetçiliği kana değil, kültüre ve mefküreye dayanır Ancak, kültür milliyetçiliği fatih milletin varlık ve hukukunu, varlığını, bu i vatanın inşaasına hadim olan mübarek kanını inkara kadar götürülemez.

Selçuklu gazi atalarımız olağanüstü yüksek bir mâneviyat taşımış olmalarına, büyük cesaret ve fedakârlıklarına rağmen bir avuç göçebe Oğuzun Anadolu’nun eski halklarına dinlerini, dillerini, kavmi kimliklerini unutturarak onları topyekün Türkleştirip İslâmlaştırdıklarını, yani bugünkü Türkiye halkının Fatih Oğuzların çocukları olmaktan çok, muhtedi Hitit, Frik, Lidyalı,Ermeni ve Rum çocuklarının oluşturduğu bir halita olduğunu ileri sürmek katmerli bir cehalet olmaktan çok Türkiye üzerinde emel sahibi yabancı güçlerin uzun vadeli şeytanî hesap, plan ve menfaatlerine alet olma mânasını taşıyan hamakat (aptallık)veya hiyanettir.

Gerçek şudur. Küçükasya kıtasının siyasi iklimi zayıfların, güçsüzlerin yaşamasına imkan vermeyecek kadar serttir, Anadolu bir milletler mezarlığıdır. Eski Anadolu halklarının büyük bir bölümü Türklerin gelişinden önce hemen hemen canlı hiçbir bakiye bırakmadan yok olmuşlardır. Eski Yunan – Pers, Doğu Roma – Sasanî İran, Doğu Roma Arap İslâm mücadelesinin sürekli savaş alanı haline getirdiği Anadolu’nun savaşlardan, kıtal ve sürgünlerden artakalan nüfusunun bir bölümünün de savaşın yarattığı kıtlık, salgın hastalık ve bakımsız kalan tabiatta oluşmuş bataklıkların tevlit ettiği sıtma ile kırıldığı Selçuk fethi öncesinde Anadolu’nun oldukça seyrek nüfuslu olduğu, Bizansın Anadolu’yu savunmak için zaman zaman Balkanlardan Hıristiyan terbiyesi verdiği Peçenek, Uz, Kuman Türklerini bölgeye sevk ve iskana mecbur kaldığı hatırlanmalıdır.

Selçukluların Orta Asya ve İran’dan kabaran bir deniz gibi büyük kütleler halinde ve sürekli şekilde Anadolu’ya akmaları Greko – Latin soy ve kültüre bağlı Hıristiyanlardın önemli bir bölümünün Selçuklar önünden süratli ve sürekli şekilde kaçarak, batıya doğru çekilmelerine Anadolu’yu tahliyelerine yol açmıştır. Kuruluş çağında Selçuk yönetimine katılan, bu yönetimi kolaylıkla benimseyenlerin Selçukluları yabancı görmeyen Oğuzlara akraba Peçenek, Kuman, Bulgar Türkleri olduğu kestirilebilir. Sathi şekilde Hıristiyanlaşmış, ana dilleri Türkçe olan ve kavmi geleneklerini muhafaza eden bu zümrelerin önemli bir bölümünün Malazgirt savaşında olduğu gibi Müslüman Türk camiasına katılmış olmaları mümkündür. Bizans hizmetindeki Türklerden Ortodoksluğu kuvvetli şekilde benimseyenlerin bağlanmış oldukları kilisenin yarattığı siyasi, içtimai ayrılık duygusu ile Rumluğa, Grigoryen olanların da Ermeniliğe katıldıkları belirgindir. Temel gerçek Türkiye halkının hemen bütünüyle güçlü bir Türk İslâm milliyeti oluşturacak Türklük temeline sahip bulunuşudur.

Anadolu Selçukluları hiç kınlarına sokmak imkânını bulamadıkları kılıçlarıyla bir yandan yeni vatanlarının sınırlarını korurken, diğer yandan Anadolu’nun taşını toprağını oya gibi işleyerek ayakta kalabilen örneklerini hayranlıkla, övünçle seyrettiğimiz medreseleri, kervansarayları, camileri, türbeleri, şifahaneleri ile mamur, müreffeh bir Selçuklu Türkiyesi inşa ettiler.

Selçuklu Türkiyesi kuruluş safhasında göğüslemek zorunda kaldığı Haçlı savletini ve Bizans taarruzlarını tard ederken sadece kendi varlığını değil Darül İslâmı, İslâm iman ve irfanını korumak mevkiinde bulunmuş, bu büyük misyonun talep ettiği olağanüstü büyük fedakarlığa katlanmıştır. Orta çağın siyasi evreni ümmet, mefkuresi dindir. Ancak bir diğer gerçekte şudur ki hiçbir Millet İslâm mefkuresine Türklüğün gösterdiği ihlâs ve samimiyetle bağlanamaz. İslâm dünyasını savunma külfetinin en büyük kısmı, şüphesiz ki, Anadolu Türklüğü yüklenmiştir.

Osmanlı İmparatorluğunun, Türk İslâm ve Dünya Tarihindeki Yeri

Osmanlı İmparatorluğu Türklüğün İslâm döneminde Selçukluyu takiben tesis ettiği ikinci Cihanşumul İmparatorluktur. Yeryüzünün tanıdığı süper devletlerin en uzun ömürlüsü, en şereflisidir.

Osmanlı İmparatorluğu binlerce yıllık tarihimizde yarattığımız medeniyetin ve eriştiğimiz kudretin zirvesini teşkil eder.

Osmanlı imparatorluğu, Emevi, Abbasi, Selçuklu İslâm İmparatorluklarını takiben İslâm’ın son evrensel devletidir.

Osmanlı İmparatorluğu Büyük Türk Hakanlığı, İslâm Halifeliği, Roma İmparatorluğu hukuk ve kudretini bir başta ve bir taçta cemmetmiştir. Osmanlının geniş hakimiyet alanında, ünlü kudretli bir çok devletlerin, imparatorlukların efsanevi payitahtları, başkentleri bir eyalet veya vilayet merkezi haline gelmiştir ..

Emevîlerin şanı, Abbasilerin Bağdadı, Fatimilerin Kahiresi – İlhanilerin Tebrizi, Sofya, Atina, Trabzon, Belgrat, Bükreş, Budin, Bosna, Bahçesaray, Revan, Tiflis, Tiran, Trabulusgarp, Tunus, Cezayir, Kudüs Amman – Sana, Aden, Kuveyt, sayısız Beylik, Atabeylik, Kontluk, Krallık merkezi.(Osmanlı mülkünde halen 30 devlet bulunduğu hatırlanmalıdır),

Osmanlının kuruluş ve yükselişlerini İslâm mefkuresini, gaza geleneğini dikkate almadan izah, gerçeği kavramakta yetersiz kalır.

Selçukludan boşalan Türkiye İmparatorluk tahtının ona en yakın mevki de ve en üstün maddi güce sahip beyliklerce değil küçük Kayı aşiretinin Beyi Ertuğrul’un evlatlarına nasip’ olması Türk milletinin dünyevi, şahsi, zümrevi ikbal ve iktidar hırsını değil milli mefküreyi bilfiil yaşayan ve temsil edenleri tercih etmesinin sonucudur.

Ertuğrul Gazi, Osman Gazi, Şehitler Şahı Gazi Murat Hüdavendigâr, Gazi Yıldırım Beyazıt, Gazi Mehmet Çelebi, Gazi II. nci Murat Han, Gazi Sultan Fatih Mehmet …

Bursa’nın fethinden kısa bir süre sonra inşa edilen Caminin kitabesinde Osmanlı toplumunun mefkuresini, gurur, şuur ve imanını geleceğe ait programını okumak mümkündür: Sultan İbn-i Sultan-el Guzzat, Gazi İbn-el Gazi, Şucaüddevle ve’d din, merziban-el afak, Behlivan-el cihan Orhan İbn-i Osman.

Osmanlının Haçlı seferleri seferlerinin sonucu olarak Bizanslının Selçukludan kopardığı ilk Anadolu Fatihlerinin geniş bir şehitliği halini alan Batı Anadolu ve Marmara bölgesini kurtarması ve Rumeli’de yaptığı fetihler çeşitli Türkmen beylikleri yönetimindeki bütün Türkiye halkının Anadolu’nun ilk fetih yıllarındaki sevinç, coşku ve minnet hisleriyle dolmasına gönüllerinin Osmanlıya yönelmesinde ve pek çoğunun gönüllü olarak Osmanlı hizmetine koşmasına yol açacaktır. Böylece Türkiye siyasi birliğinin manevi şartları hazırlanmış olacaktır.

Osmanlının birbiriyle bağlantılı iki misyonu bulunmaktadır: Selçuklunun inkirazı ile çözülen Türkiye Birliğini yeniden kurmak, İslâm Birliğini kurmak ve İslâmı savunmak.Osmanoğulları bu iki görevi birlikte ifa etmişlerdir.

Rumeli’de kurulan mevziler, Anadolu için güçlü istihkamlar oluşturmuş, Türklere karşı düzenlenen yeni haçlı seferleri, Sırpsındığı (1364), Çirmen (1371), I i nci Kosova (1389), Niğbolu (1396), Varna (1444), II nci Kosova (1448) zaferleriyle tahribatları Anadolu toprağına erişmeden kırılmıştır.

Timur hiç şüphe yok ki Türk tarihinin, Dünya tarihinin tanıdığı en büyük asker ve devlet adamlarından biridir. Samimi, mümin bir Müslüman, şuurlu bir Türk birlikçisidir. Kurduğu devletin hudutları içinde bütün Türkleri bir bayrak altına toplaması ve bir merkeze bağlaması emel ve programını ifade etmeğe yeterlidir. Timurlu İmparatorluğunun genel hatları ile bütün Büyük Selçuklu İmparatorluğunu (Arabistan’ın bazı bölgeleri hariç) içine aldığı gibi Altınordu Türk sahasını da kapsadığı hatırlanmalıdır.

Türkiye’nin güvenliği ve Avrupa’daki fetihlerimizin korunması için Anadolu beyliklerinin tasfiyesi, milli birliğin tesisi zaruri hale gelmiştir. Yıldırım Bayazıt Han bu zarureti görür. Ancak seçkin seleflerinin ince siyasetlerine uymayan bir istical gösterir. Bu istical ‘Gaza mefkuresi ile bağdaşmayan bir iç savaşa

Yıldırım – Timur çatışmasına, İstanbul fethinin ve Türkiye birliğinin tesisinin 50 yıl gecikmesine yol açacaktır.

Timur’un çağının coğrafya ufkuna ve Türk geleneklerine uygun olarak Orta Asya Türk yurdunu dünyanın merkezi saydığı ve Türk dünya hakimiyeti için en uygun mevkiin ve merkezin takviyesine imar ve ihyasına çalıştığı anlaşılmaktadır. Esasen Türk tarihinde Türklüğün siyasette, nüfusta ağırlık merkezi Timur’lu İmparatorluğunun 3 ncü hükümdarı (Timur’un en küçük oğlu) Şahruh’un (Muin’id dünya ve’d din, Hakanı Said Sultan Bahadır Şahruh Mirza) 1447 tarihinde ölümüne kadar Doğu’da kalacak, bu tarihten sonra özellikle Fatihle Büyük Türk Hakanlığı Türkiye’ye Osmanoğullarına geçecektir.

Fatihin ve Fethin Türk ve İslâm tarihi için ifade ettiği mana üzerinde de konumuz yönünden durmak gerekir.

Hazreti Peygamber’in İstanbul’u ümmetine bir hedef gösterdiği, fethedileceğini müjdelediği, bu görevi başaracak kumandan ve askeri övdüğü bilinmektedir .”Letüftehennel Kostantiniye Nimel Emiri emira ve niğmel ceyşü ceyşa”

Bu ödevi ifa ve bu övgüye hak kazanabilmek için nesiller, yüzyıllar boyunca nice çabalar sarf edildiği malumdur.

Nihayet Türkiye’nin – Osmanlı İmparatorluğunun bütünlüğü ve güvenliği için de ihmali caiz olmayan bir zaruri Ödev haline gelen bu fetihin Fatih Sultan Mehmet tarafından gerçekleştirilmesi büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul beyle İslâm dünyasının, mülki, siyasi yönetimini koruyuculuğunu yüklenen Türk Hakanlarının İstanbul fethini müteakip hilafet makamı hukukunu da pek haklı olarak talep ve temin ettiklerini görüyoruz.

Gerçekte Tuğrul Bey, Alparslan, Melikşah, Sultan Kılıçarslan emsali Selçuk Hükümdarları, Murat Hüdavendigar, Muradı Veli gibi Osmanlı padişahları imanları, ihlâsları hizmetleri ile bu makama ziyade si ile layık bulunmalarına rağmen aleni talep ve istihkak iddiası fethin semeresi olur.

Fatih, müminlerce Kur’anda “beldei tayibe” lafzı celili ile övüldüğü ne inanılan ‘İstanbul’un Darül Hilâfe olduğunu ilan eder ve resmen Halife ünvanını kullanmağa başlar. Zaferini Mısır Sultanına – Mekke Emirine, İran Türk Hükümdarı Cihan Şaha bildirir. Peygamberimizin işaret ettiği mucizenin gerçekleştiğini, İslâm askerinin tekbir ve tehlil ile Belde-i tayyibeye girdiğini müjdeler. Resmi yazışmalarda unvanı ‘Müslümanların rehberi gazi ve mücahitlerin efendisi, Rabbül âleminin teyidi ile müeyyed, saltanat ve hilafet semasının, dünya ve dinin güneşi, Ebul fetih Sultan Mehmet Han’dır. Bir çağ kapayan yeni bir çap açan gene Fatih, Fethi takip eden ilk Cuma günü şehre girer. Ayasofya girişinde atından iner, Şükran secdesine kapanır. Fethi yaşıyan devrin tarihçisi Aşıkpaşazade bu olayı şöyle kaydetmektedir:

‘Fethin evvel Cuma günü Ayasofya’da cuma namazı kılındı ve hutbe-i İslâm okundu. Sultan Gazi Mehmet adına kim ol Murat Gazi Han oğludur ve ol Mehmet Gazi Han oğludur. Ol dahi Sultan Bayazıt Han gazi oğludur ve ol dahi Murat Gazi Hünkar oğludur. Ol dahi Orhan Gazi Ran oğludur, ol dahi Osman Gazi Han oğludur. El hasıl Gökalp neslidir kim Oğuz Han oğludur ••• “

O çağ’ın siyasi evreni ümmet, mefkuresi din, kudret menbaaı imandır. ;

Osmanlı itila çağının ruh haletini anlamak için su örnek üzerinde de 4uruımalıdır. Fatih bir virane yığını halinde bulduğu köhne Bizansı tarihte emsa1i görülmeyen bir medeniyet ve imar hamlesi ile muhteşem biri Türk – İslâm şehri haline getirmeğe koyulur. Oğlu Bayazıt bu hamleyi sürdürür. Bayazıt Camii ve kül1iyesinin inşaatının ikmali ile ibadete açılması sırasında bu camide kılınacak ilk cuma namazında ‘Her kim ömrü boyunca ikindi ve akşam namazlarının sünnetlerini terk etmemişse imam o olsun’ buyurur. Bu şartı haiz kimse çıkmadığı için ömrü boyunca hazarda ve seferde Cenabı Hakka karşı Ödevini ibadetini “sünneti seniyeye” göre ifa etmiş olan Beyazıdı Veli imam olur.

Batı İslâm aleminin fiili ve hukuki birliği, Türkiye birliğiyle birlikte Yavuz Sultan Selim tarafından gerçekleştirilecektir.

Doğu Anadolu’yu, Suriye’yi, Lübnan’ı, Filistin’i, Mısır’ı, Hicaz’ı Osmanlı Cihan devletine katan İslâm dünyasında ve Türk vatanında mezhep nifakını Önlemek için ihtimam sarf eden Yavuz Sultan Selime Mısır’ın fethini müteakip Mekke ve Medine Emiri bu mukaddes kentlerin anahtarı ile birlikte “sahib-üe Harameyn” ünvanını sunar. Gerçek bir iman ve vecd insanı olan Yavuz 8ultan Selim bu ünvanı Haremeynin kendisi için temsil ettiği yüce değer ve manaya duyulması gerekli saygı ile bağdaştırmadığı için ‘Hadim ül Harameyn’e’ çevirir.

Mukaddes emanetlerle, Mısır’daki Abbasi soyunun son Halifesi İstanbu1’a getirilir. Türk, Arap Önde gelen bütün İslâm ülemasının icmaı ile, Ayasofya camii şerifinde yapılan törenle Hilafet hukuku O’na hakkıyla, kemaliyle layık olduğu bilfiil sabit olan Türk Hakanına devredilir.

Mukaddes emanetlerin nakli esnasında ve Topkapı Sarayındaki özel dairesine konulmasından sonrada kırk hafız bir saniye ara vermeksizin nöbetle Kuranı Kerim okurlar bu töre yüzlerce yıl kesintisiz sürer.

Türk – İslâm kudret ve ihtişamını doruğa çıkaracak olan Kanuni Sultan Süleyman zamanında Kuzey Afrika İslâmlığının devlet terkibine ve birliğine katılması tamamlanacaktır. Böylece Osmanlılar Türklüğün Selçuklular çağından beri milletçe benimseyip adandığı bir Ödevi İslâm’ın ve İslâm aleminin birliğini ve güvenliğini sağlama görevini sürdürür. Osmanlı gücü Akdenizde kurduğu üstünlükle Batıda Selçukluların erişmek imkanını bulamadığı Kuzey Afrika Arap – İslâm âleminine de koruyucu kanatları altına almış, emperyalizmin bu bölgeye girişini üçyüzyıl engellemiş geciktir iş, böylece İslâm’ın Endülüs İspanyasında görüldüğü şekilde Afrika’ a da tart ve imha edilmesini, bölgenin Arap İslâm hüviyetinin bozulmasını önlemiştir.

Türk Milletinin Bağdatta Tuğrul Bey’in şahsında Doğuya ve Batıya karşı İslâmı savunma görevini temsilen kuşandığı çifte kılıcı 900 yıl boyunca bir an dinlen e, nefes alma, nöbet değiştirme imkanı bulamadan taşıma ve kullanma zorunda bırakıldığı müşahede edilmektedir.

Hazreti İsa’nın çarmıha ümmetinin, insanlığın günahını bağışlatmak için kendi kan ve canını bedel verdiği için gerildiğine inanan Hıristiyanlardın bu itikatlarımı tartışma konusu yapmayacağım. Görülen ve yaşanan şudur ki, Türk milleti kanını, canını emeğini varlığını bin yıl boyunca İslâm’ın korunması için İslâm düşmanlarıyla savaşa adamıştır.

Böyle bir halin hiçbir dinin, medeniyetin ve milletin hayatında emsali bulunmamaktadır. Hiçbir millet bir ümmete, bir medeniyete ait ödevi bütün bir aleme karşı, bu kadar uzun süre tek başına yüklenmek zorunda ve mevkiinde kalmamıştır. Hiçbir millet Allaha, Allahın dinine, Hazreti Peygambere Türk milleti ölçüsünde saf, samimi, engin bir aşkla sevgiyle bağlanmak ve adanmak durumunda bulunmamıştır.

İslâm sancağı altında bin yıl savaşın kaçınılmaz bazı sonuçlar yarattığı da görülmektedir.

Bu sonuçlar şöyle özetlenebilir:

– Türk gücünün İslâm dışındaki dünyaya karşı yüzyıllar boyunca tek başına mücadele zorunda kalışı Türklüğü İslâm olmayan bütün dünyanın sürekli ve yoğun düşmanlığına, ortaklaşa saldırılarına, sistemli yıkıcılıklarına hedef kılmıştır.

-Türklüğün İslâm milletleri üzerindeki 900 yıla erişen koruyuculuğu milletimizin engin şefkatine adil, müsavatçı tutumuna rağmen İslâm Milletlerinde İslâm seciyesine yakışmayan, kadirbi1irlikle vefakarlıkla telif edilemeyecek sadakatle, uhuvvetle bağdaşmayacak haset ve husumet duygularına yol açmıştır.

– Türkler İslâm dışındaki ve İslâma, düşman bir dünyaya karşı yürüttükleri mücadeleyi yüzyıllar boyunca İslâm milletlerinin müttehid, birlik halindeki gücü ile değil tek başlarına yürütmek zorunda kalmışlardır. Bu durum Türk milletinin sürekli kan ve can kaybına, öz vatanlarını imar ve ihya edecek milyonlar?a genç evlatlarının ve öz varlıklarını kendi yurt ve ocaklarında değil İslâmın serhaddi gördükleri diyarlarda bırakılmasına, feda edilmesine, sarf edilmesine yol açmıştır. Türk Milletinin bu yoldaki nüfus kaybı dehşet vericidir.

– Bütün İslâm alemini, İslâm ülkelerini idare etmek ve düzene koymak görevi Türk yönetiminin bütün İslâm milletlerini Türkleştirmek gibi bir emel program ve iddiası bulunmadığı, ayrıca bütün ülkeleri iskana yeter sayı gücünde bulunulmadığı için değişik İslâm ülkelerinde hükümet, idare ve güvenlik güçlerini oluşturan Türk toplulukları zamanın akışı içinde yönettikleri yerli Müslüman (gayritürk) halk zemininde erimişlerdir. Suriye, Lübnan, Ürdün, Irak, Hicaz, Mısır, Libya Cezayir gibi Arap ülkelerinde idareci olarak yerleşen, orduyu, hükümeti oluşturan milyonlarca Türk hemen hemen kamilen Araplığa, Hindistan Fatihi Türkler yarattıkları yeni Müslüman milliyete katılmışlardır. İran ve Irak’ta da hayli, sayıda Türk erimiştir. Bu durum da Türk kudretini yıpratmıştır.

– Selçukluların enerjilerini orta doğuyu idare ve savunmaya tahsis etmeleri, ayni çağda Ortaasya Türk varlığının bir bölümünün de Hint alt kıta’sını İslâm’a açmakla meşguliyeti büyük Türk Yurdunun Doğu ucunu önce Moğol sonra da Çin tehlike ve istilasına yol açacak bir zaafiyete düşürmüştür.

Osmanlı Türk gücünün Ortaavrupa ve Akdenizde Hıristiyan Batı ile sürekli bir savaşa angaje edilip bu cephede tesbiti, ayni zaman kesitinde Farslığın Kavmiyeti mezhep taassubu halinde yeniden kalıplayıp İslâm birlik ve dayanışmasının önüne geçirmiş olması Slavlığın Kuzeyde sinsi bir dikkat içinde rahatça gelişip kuvvetlenmesine Türk ve İslâm alemini Kuzeyden Doğuya doğru gitgide tazyikini artıran geniş kuşatma hatlarıyla sarmasına, nihayet tarihi Türk yurtlarını hemen tümüyle istila etmesine yol açmıştır.

Osmanlı Türklüğünün Avrupada kara cephesinde tesbiti, diğer İslâm milletlerinin bu mücadelede yetersiz, atıl umursamaz veya çağın gerekleriyle bağdaşmaz tutumları ile Osmanlıyı mücadelesinde yalnız bırakmış olmaları Batı Avrupalı denizci milletlerin dünya denizlerine, Okyanuslara rahatlıkla açılmalarına, denizlere hakim olmalarına İslâmı güneyden de kuşatarak Osmanlı üzerindeki kuşatma kollarım birleştirmelerine imkan vermiştir.

19 uncu yüzyılın son çeyreğine girildiği sırada Hıristiyan Batı bütün dünya üzerinde tartışmasız bir üstünlük kurduğu dönemde dahi Türk mülki hakimiyetinin Adriyatik denizine Belgrat kalesine dayandığı Tuna’nın kuzeyinde Romanya’nın henüz Türkiye’ye bağımlı olduğu Afrika’ da Mısır, Sudan, Libya ve Tunus’un Türk bayrakları altında bulunduğu hatırlanmalıdır.

Ancak İslâm’a düşman dünya İslâm’ın son kalesi Türk İmparatorluğunu yıkmağa, bunun için de Özellikle Türk gücünü, varlığını ezmeğe, yok etmeğe kararlıdır.

1877 – 1878 Osmanlı Rus Savaşı Slav Milletlerin Çarlık Rusya’sının güdümünde Osmanlıya karşı açtığı yeni bir haçlı seferi olarak değerlendirilmelidir. Hıristiyan Batı genel tutumuyla Türklüğün karşısında yer almıştır. Avrupa’daki Türk İslâm varlığı pek ağır şekilde darbelenmiş, ezilmiş, sakatlanmış, bir milyondan fazla sivil Türk katledilmiş, daha fazlası göçe zorlanmış, Romanya, Sırbistan ve Bulgaristan ihya edilmiş, Bosna “Hersek Avusturya Almanlığına hibe edilmiştir. Osmanlının sakatlanması İngiliz’in Mısır’a, Fransızın Tunus’a el koymasını anılan milletlerin yaralı Osmanlıyı zahmetsizce soymasını sağlamıştır. Yine bu savaşın sonucu olarak Rusluk Ortaasya istikametinde ilerlemesini hızlandıracak, İngiltere Hindistan’ı resmen İmparatorluğuna katacaktır.

İtalyanların Libya’ya saldırısı, Rumeli’deki son Türk topraklarının yağması ve Avrupa topraklarındaki Türk-İslâm varlığının imhasına yönelik nihai adım Hıristiyan Avrupa vicdanının onayı ile Balkan milletlerince Balkan harbi sonunda gerçekleştirilecektir.

1. inci Cihan Harbi başlarken Avrupa’daki Türk hudutları Edirne varoşlarına Meriç kenarına kadar çekilmiş bulunmaktadır. Osmanlı dışında İslâm’ın bağımsız devleti ve toprağı yoktur. 350 – 400 milyon Müslüman’ın Osmanlı Mülkü dışındaki % 92 si Emperyalist Batının esiri ve tebası durumuna düşmüştür. Ancak, Osmanlının Müslüman tebaalarının çoğunluğu. İslâmi bir mefkureye bağlı bulunmaktan uzaktır. Osmanlı Türkünün I. nci Cihan Harbindeki mefkuresi İslâm birliği ve cihadı mukaddestir. Yaşanan gerçek şudur ki, bu mefkureyi Türk milleti dışında ciddiye alan, iman ve ihlasla İslâm bayrağı altına koşan da çıkmayacaktır.

Türkiye Türkleri İslâm birliği mefkuresi ile cihadı mukaddes heyecanı ile Mısır’ı kurtarmağa koşarken, Mısır’lı büyük bir rahatlık ve umursamazlıkla gelişmeleri seyretmekte galiple beraber olmağa hazırlanmaktadır.

İngiliz Generali Allenbi Kudüse girerken son haçlı seferini zafere eriştirdiği beyanatını vermekten çekinmez. Suriye ve Hicaz Araplığı mukaddes İslâm Mü1kü için verilen savaşta Sancağı Şerif altında değil, Haçlılar safında yer almağı yeğler. Siyasi mefkureleri İslâm birliği, İslâm milletlerinin kardeşliği değil Arap kavmiyetçiliği, bağımsız Arap Krallığı, İmparatorluğu, ve Türk düşmanlığı olarak belirir.

İslâm düşmanları İslâm milletlerinin dayanışmasını gönül ve fiil birliğini tahrip etmeği başarmıştır.

1. inci Cihan Harbi Osmanlının katıldığı tarafın yenilgisi ile sonuçlanır. Galipler Türk yönetimindeki İslâm birliğini temsil eden son devleti, Osmanlı İmparatorluğunu tasfiye ile birlikte gelecekte de böyle bir birliğin gerçekleşmesi ve İslâm milletlerinin bağımsızlık kazanması ihtimalini önlemek için Türk milletini imhaya karar verirler.

Mondrosun, Sevrin anlamı budur. Trakya’nın, İstanbul’un, kıyı illerimizin işgalinin, ordumuzun ve milletimizin silahsızlandırılmasının, , Yunanlıların, Ermenilerin, Pontusçuların silahlandırılıp halkımızı sistemli yok etmeğe yöneltilmesinin batıdan, doğudan, kuzeyden, güneyden saldırtılmasının hedef ve gayesi de budur. İç isyanlar da bu sonucu temin için kışkırtılır, tertiplenir.

Türk milleti varlığını hayatını, hürriyetini, haysiyetini, imanını, korumak için yeniden savaşmaya mecbur bırakılır.

Bu savaşın güdümü, yeni Türkiye’nin kuruluşu ve hayatını güvene alacak düzenlemeler yaşanan tecrübelerin ışığında şekillenir.

Yeni Türk Devletinin, Cumhuriyetin hayat düsturu olarak kabul ettiği esasların, genel dünya durumunun ve yaşanan tecrübelerin sonucu olduğu bilinmelidir.

Yeni Türk Devletinin Kuruluş Esasları Var Oluş Şartları, Kurtuluş’un Savaş ve Barış Stratejisi, Laik Milli Cumhuriyet

Osmanlı İmparatorluğunun, yani Türk’ün ve İslâm’ın son cihan ( ‘) devletinin yıkılışa karşı gösterdiği son direnç, kuruluş ve yükseliş hamleleri gibi, milletimize ebedi şeref verecek kadar ihtişamlıdır.Türk milleti devletini yaşatmak için dört yıl boyunca 8 cephede sadece düşman ordularına karşı değil, maalesef onlarla işbirliği yapan Müslim, gayrı Müslim tebaasına karşı da savaşmak mecburiyetinde kalmıştır.

Akifin dediği gibi Türk milleti hilali yüce tutmak için güneş değerinde milyonlarca evladını feda eder. Mukadder yıkılış önlenemez.

İmparatorluk Ordularının ateşkesi kabul ettikleri tarihte düşman Anadolu kapılarına dayanmış bulunmaktadır. Hasım güçler gerçekten emsali görülmemiş bir galibiyetin bütün cihanda mümessili olmak durumundadır.

30 Ekim 1918 veya 13 Kasım 1918, 15 Mayıs 1919 durumunu hatırlayalım.

Yaklaşık 350 milyon seviyesindeki dünya İslâm nüfusunun % 96 sı yani Misakı milli olarak belirlenecek mütareke hattı ötesinde kalan bütün İslâm ülkeleri Doğuda ve Batıda esaret zincirleri içindedir. Emperyalizme boyun eğmiş, anılan ülkelerin bir kısım unsurları da emperyalist güçlerin hizmetine girmiştir. Afrika’nın hemen tümü, bütün Arap Ülkeleri, Hint, Ortaasya, Uzak Doğu Müslümanları kendi yurtlarında yurtsuz., devletsiz, başsız, çaresiz ve aşağılanmış bir durumdadır. 30 milyon km2^ yi aşan İslâm coğrafyasında işgali ve parçalanması planlanan Türkiye toprakları dışında İslâm’ın haysiyet ve hürriyet teneffüs edebildiği alan kalmamıştır.

Mondros hükümlerine göre İmparatorluk ordularımız terhis edilip silahsızlandırılır, ülkenin stratejik noktaları işgal güçlerince denetime alınır, muhtemel Türk direnci Yunanının, Rum’un, Ermeni’nin ve kaderlerini onlarla birleştiren gafil ve hain unsurların saldırıları ile kırılıp son kale de çökertilip teslim alınmak istenirken yaşanan durumun İslâm’ın 1400 yıllık hayatında bu ölçüde bir tehlike ve perişanlık halini yaşamadığım hatırlamak gerekir. Durum 10 asır evvel Bizansın 9 asır evvel Haçlıların 8 asır evvel Moğolların saldırısının yarattığı durumdan daha ciddidir.

Karşılaşılan zaaf sadece siyasi vahdet eksikliği, teşkilat ve liderlik noksanı değildir. İslâm hakim medeniyet önünde ‘iman esasları ile^ değil, medeniyet planında, yenik düşmüştür. Geçmiş yüzyıllarda hasımlarından Üstün olan ve siyasi askeri mağlubiyetlerini tamir ve telafi edebilen İslâm dünyası hal içinde medeniyetini ihya edememenin yenileyememenin çaresizliği içindedir.

Mânev ve maddî perişanlığı iç içedir.

Savaş alanın da artık İslâm dünyası değil, kırıla kırıla, vuruşa dövüşe tükenmeğe yüz tutmuş, yaralı bitik Türkiye ve bir avuç Türk vardır.

Makamı hilafet dahi düşman donanmasının işgali altındadır. Bu donanmanın topları esaret mevkiindeki Hilafet ve Saltanat sarayına çevrili bulunmaktadır. Türkiye’nin bu durumda cihan galibi güçlere karşı İslâm adına meydan okumasının bu güçleri açıkça bir Hilal – Salip savaşına davet etmesinin cinnet ve intihar anlamını taşıyacağı kesindir. Böyle bir tavır, emperyalist politikaları kendi halklarınca özellikle çalışan ve sınıflarınca kabul edilmeyen ve aralarında da çeşitli ihtilaflar bulunan İşgalci müdahaleci Batılı güçleri Hıristiyan taassubu ile birleşmeğe ve kendi kamu oylarını da soygun ve saldırı politikalarına destekçi kılmağa götürebilecektir.

Türkiye savaşını hakim medeniyete, bu medeniyete mensup milletlere, bu milletlerin inandığı dine karşı değil, bu milletlerin kendi halklarını da sömüren kapitalist – emperyalist talancı savaşçı hükümetlerine karşı verdiğini, meşru savunma durumunda bulunduğunu, başka milletler üzerinde egemenlik iddiası taşımadığını vurgulamak zorundadır. Bir Müslüman- Hıristiyan, Doğu – Batı çatışmasının ucu olarak ileri mevzii olarak görünmek kendi halklarının desteğini teminde zorluk çeken Kapitalist – Emperyalist işgalci güçleri Türkiye’ye karşı yeni haçlı ordular teşkil etme imkan ve fırsatına eriştirecektir. N e İslâm dünyasının tümü ne de Türkiye değil bütün Hıristiyan alemiyle kıyasıya i çatışma galip milletlerden herhangi birinin bütün halkıyla bütünleşecek topyekûn savaş ve saldırısına karşı verilecek bir savaşı geçmişte olduğu i gibi nesiller boyu karşılama gücünde değildir.

İslâm adına meydan okuyuşun hakim medeniyet güçleri safında bulunan, ancak, rejim değişikliği sebebiyle karşıt bir tavır alan diğer bir dünya gücü Komünist Rusya’yı; Sovyetleri kuşkuya ve Türkiye’ye karşı hasmane bir tavra sürükleyeceği de açıktır.

Bu sebeple Türkiye Türklüğü İslâm’ın son kalesi olan kutsal yurdunu istiklal savaşının tarif ettiği mefkure ile savunurken olayı bir din kavgası olarak değil, vatan kavgası olarak tarife itina eder.

İşgalci güçlerin Kemalistler Hıristiyanları kesiyor şeklindeki klasik yaygara ve karalamalarına Anadolu Hıristiyanları adına Keskin metropoliti yüzlerce rahiple birlikte Yunanistan’ı ve Patrikhaneyi’de suçlayarak cevap verir. Anadolu’daki kavga din .kavgası değil, vatan kavgasıdır. Kemalist1er, Ankara hükümeti Hıristiyanları değil Türkiye’ye hıyanet eden Hıristiyan, Müslüman ayrım yapmaksızın sadakatten hıyanete sapan herkesi haklı olarak cezalandırmaktadır.

Ankara hükümetinin temsilcileri Papayı dahi Yunan istila ve zulmünü kınayan bir üslupla konuşturmayı başarırlar. Türk hükümeti bizzat sahip olmadığı kanalları kullanarak İngiliz, Fransız, İtalyan hükümetlerinin emperyalist programlarına karşı işçi sendikalarını çalışan sınıfları direnişe sevk etmek ister.

Türkiye’nin Kurtuluş Savaşındaki politik stratejisi içte birliği sağlamak dışta Emperyalist güçlerin birliğini çözmek, Cihan Harbinin getirdiği kayıp ve acılarla halkları savaştan usanmış Emperyalist hükümetlere Türkiye’nin mukavemetini kırmak ve bağımsızlığına son vermek için hali hazır şartlar içinde tahsis edebildikleri gücün bu işe yetmeyeceğini fiilen ispat etmek, bağımsızlığına dokunulmayan Türkiye’nin kendilerine karış tehditkar bir tavır ve politika izlemeyeceğine inandırmaktır.

Ermeni saldırısının kırılması ve Ermenistan komplosunun tasfiyesi, Pontus çıbanının deşilip temizlenmesi, gafil işbirlikçi unsurların isyanlarının bastırılması, itilafçı işgal ve kontrol güçlerinin geri çekilmeğe zorlanması ve nihayet Yunan Ordusunun imhası ile Türkiye yaşama gücünde olduğunu ispat etmiştir. Zafer mucizevi değerdedir. Ancak, yeni Türkiye’nin gerçek zaferi savaşı değil, barışı kazanabilmiş olmasındadır.

Türkiye’nin savaş süresindeki ve savaştan sonraki tutumu Emperyalist güçlerin münferiden veya müttefikan yeni ir savaş açmalarını ve rövanş istemelerini, intikamcı yeni bir sefer girişmelerini önleyecektir.

Türkiye büyük zaferiyle savaştığı alemin mensup olduğu medeniyeti değil, bu medeniyete mensup Emperyalis hükümetlerin o andaki politik kombinezonlarını ve bu tertiplerini uygulamak için kullandıkları kiralık bir orduyu yenmiştir. Türkiye rövanşa hazır değildir. Yeni çatışmalardan ve emsalsiz parlaklıktaki zaferinin de yarattığı yeni husumetlerden korunması, özellikle bu netice in bin yıllık yakın geçmişinin Avrupalı vicdanında ve şuur altında yarattığı kinlerle birleştirilmesini önlemesi gerekir.

Anadolu’nun fatihi ve Türkiye Devletinin ilk devlet reisi Gazi Süleyman gibi, Osmanlı İmparatorluk kurucusu Gazi Osman gibi, Mustafa Kemal’de Gazi unvanı ile pek haklı olarak onurlandırılır.

Zaferin batı dünyasında Hıristiyan aleminde yarattığı hassasiyetleri gören Mustafa Kemal’in kısa bir süre sonra bu unvanı kullanmaktan kaçındığı görülür.

Türkiye barışa muhtaçtır. Başında halifenin yani doktriner hukuka göre bütün yeryüzü Müslümanlarının yegane meşru devlet reisi sıfatını taşıyan bir şahsı bulunduran Türkiye’nin Müslüman tebaaya sahip bütün devletlerle, yani hemen tüm dünya ile ilan edilmemiş bir savaş halinde bulunacağı açıktır.

Bu kurumu koruma ve sürdürmede ısrar Türkiye’yi emperyalist Hıristiyan Batı ile olduğu kadar Batının can düşmanı Komünist Rusya ile de ihtilafa sokacak ve iki gücün Türkiye’ye karşı ortaklaşa hasım tavır almasına yol açacaktır.

Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Yeni Türk Devletinin, Cumhuriyetin kurucularının karşılaştıkları durum, Selçuklunun, Osmanlının görev yüklendiği durumdan çok farklıdır.

Niğbolu galibi ve kahramanı Yıldırım Bayazıt birleşik Haçlı ordusunu imha ettikten sonra huzuruna getirilen Batılı güçlerin en seçkin muhariplerini temsil eden prens, baron, kont payesindeki şövalyelere hürriyetlerini iade ederken bu kişilerin teşekkür makamında’ ‘Size karşı bir 4aha silah çekmeyeceğiz’ sözü vermeleri üzerine tebessüm ederek, hürriyetiniz gibi bu sözünü de size iade ediyorum. Gidin tekrar silahlanarak, gelin bana yeni zafer ve yeni ün kazanmak imkanını verin’ der.

Bursa’da bu kişilerin izlediği bir av törenine 6000 zagarcı, 7000 doğancı katılır. Av köpeklerinin ve ehlileştirilen parsların üzerleri canfes çuha örtüler ve tasmaları mücevherlerle süslenmiştir. Şövalyeler sadece Osmanlının Niğbolu’da denedikleri cesareti ve kılıçlarının gücü ile değil, servet ve kudreti ile de şaşkına dönerler.

Sakarya ve Dumlupınar galipleri İstanbul üzerine yürürken böyle bir meydan okuma imkanı verecek, işgalci güçleri rövanşa çağıracak şartlara sahip olmaktan uzak bulunmaktadırlar. Hazin, ama gerçektir: İstanbul’u galip Türk ordusu adına teslim alacak tören kıtasını, bir alayı giydirebilecek miktarda yamalıksız yeni elbise ve fotin bulunamaz.

Yeni Türkiye’nin baş emelinin iç ve dış barışı korumak olması ve bunun için bazı fedakarlıklara katlanması sebepsiz değildir. Yeni Türkiye’nin Laik bir devlet oluşu, İslâmi iman ve itikadı red etme, bir başka din ve mezhep arama ihtiyaç ve iştiyakının sonucu değil, zaferle elde edilen sonuçları, barışı koruma ve sürdürme isteğinin politik, psikolojik, askeri zaruretlerin sonucudur.

İmparatorluğun tasfiyesi ile milli devletin kuruluşu, milletin kendi hayatının düzenlemesini bizzat eline alışı, egemenliğin kayıtsız şartsız millete geçişi, milletin hayat ve varlığı ile yönetimi ile ilgili kanun ve kararları hiçbir şahıs,zümre ve sınıfa bırakmaksızın ve imtiyaz tanımaksızın bizzat almak, bunun için temsilcilerini görevlendirmek hukuk ve rüştüne sahip kabul edilmesi ile milli laik devlet doğmuştur.

Devletin lâik zihniyetle yönetimi öncelikle milletin yasa yapabilme iktidarını ifade eder, egemenliğin millete ait oluşunu ifade eder.

Millete kendi hayat ve devletiyle ilgili yasa yapabilme iktidarının din, vicdan ibadet, inanç hürriyeti aleyhinde bir tavır veya İslâm düşmanlığı seklinde yorumlanması ve uygulanması hata olur.

İster cahil ister garezden kaynaklansın her iki tutum da Milletin birlik ve gelişimini zedeler.

———————————————————

Kaynak:

http://www.21yyte.org/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2013/05/31/7024/turk-milletinin-hayatinda-turk-kulturunde-din-ve-inanc

 

 

Yazar
Muzaffer ÖZDAĞ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen