Siyaset ve Ahlâk: Gerçeklikle İdealin Bağdaşmazlığı Sorunu

Siyaset ve Ahlâk: Gerçeklikle İdealin Bağdaşmazlığı Sorunu[i]

davut dursun

Prof. Dr. Davut DURSUN[ii]

I

Başlığında sınırlandırıcı bir sözcük olarak “etik” kavramı bulunan sempozyuma sunulan tebliğlerde hem “ahlâk” hem de “etik” kavramının tercih edilmesi bu iki kavramın anlam çerçevesinin çok kesin çizgilerle ayrılmamış olduğunu ve çoğu kez birbirinin yerine kullanıldığını göstermektedir. Son yıllarda toplumsal hayatın he­men hemen her alanında daha sık duymakta olduğumuz “etik” sözcüğü ile “ahlâk” sözcüğünün anlam çerçevesini belirlemenin sanıldığı kadar kolay olmadığı anlaşıl­maktadır. Ayrıca her iki kavramın günlük konuşma dilindeki anlamlarıyla bilim ve felsefe çalışmalarındaki anlamlan arasında da belli kaymaların olduğu gözlenmek­tedir. Genel olarak belli toplumsal alanlarda kendilerinden beklenen, talep edilen eylem ve davranışlar “ahlâk” kavramıyla karşılanırken beklenen ve talep edilenlerin dışındakiler “ahlâk dışı” olarak görülmektedir. Mesela siyaset alanında siyasi temsil görevine talip olanların halktan oy almak için verdikleri sözleri tutmamaları, kişisel menfaatleri doğrultusunda hareket etmeleri, kamu imkânlarını haksız ve hukuksuz yollarla bir tarafa aktarmaya çalışmaları, hatta bu tür amaçlan gerçekleştirmek için mafya türü çevrelerle iş tutmaları “ahlâk” ve “etik” tartışmalarını gündeme getir­mektedir.

Felsefi olarak “ahlâk” ve “etik” kavranılan, çoğu kez birbirinin yerine kullanılması­na rağmen iki ayrı eylem ve faaliyet alanını ifade etmektedir. En basit anlatımla “ahlâk”, toplumsal alanda insanlar arası ilişkilerde bireylerin uymaları beklenen ve talep edilen davranışlardır. Bunlar bir değer olarak “iyi” ve “güzel” şeklinde nitele­nen davranış ve eylemlerdir. Bu durumda ahlâktan “davranışlara ilişkin belirli bir yerde ve zamanda geçerli olan değer yargıları sistemleri anlaşılmak”ta (Bk. Tepe, 1998: 9-11) olduğu söylenebilir. Söz konusu değer yargılarının zamana ve mekâna göre değişiklik göstermesi ahlâkın dinamik bir ilişkiler sürecinde yer aldığını ortaya koymaktadır. Bunun yanında en eski felsefe disiplinlerinden biri olan etik, yapılma­sı gerekeni söyleyen veya davranışlara ilişkin normlar koyan bir faaliyet değil ya­pılması istenen eylemlere sorular soran; neyin değerli neyin değersiz olduğu, hangi eylemlerin yapılmasının doğru, hangilerinin doğru olmadığı, doğru eylemin ve ada­letin ne olduğu vb. sorulan sorma faaliyetidir. Sonuç olarak etik, ahlâk üzerinde düşünebilme, bir ahlâk felsefesi yapma etkinliği, tarihsel olarak yaşanan bir olgu olan ahlâka yönelen bir felsefe disiplini olarak gelişmiştir (Tepe, 1998: 12 vd.). Bu durumda ahlâk ve etik kavramlarının anlam çerçevelerinin farklı olduğunu, ancak birbirini tamamladıklarım söylemek mümkün.

II

Bu izahı siyaset ve ahlâkın doğaları ve arasındaki ilişkilerin sorunlu yapısına ve bu alandaki spekülasyona dikkat çekmek gerektiği için yaptık. Çalışmadaki temel so­rumuz şudur: Siyasetin doğası ile ahlâkın doğası hangi temel niteliklerle belirlene­bilir? Siyaset ve ahlâkın doğaları örtüşebilir mi? Siyaset önceden belirlenen ve sı­nırlandırılan kalıplar ve değerlerle icra edilebilir mi?

Bu sorulan sormamızın sebebi siyasetle ahlâk arasındaki ilişkilerin ciddi bir tartış­ma konusu olması ve bir toplumsal eylem ve davranış alanı olan siyasetin ahlâk temelinde yeniden oluşturulmasının istenmesidir. Aslında günümüzde sorun haline gelen sadece siyaset-ahlâk ilişkisi değil ahlâkla insan ve toplum hayatını kuşatan bütün toplumsal faaliyet alanları arasındaki ilişkilerdir. Söz konusu sorunun formü­le edilmesinde aktif rol oynayacak olan ana soru cümlesi herhalde şu olmalıdır: İnsan davranışları ahlâk bağımlı mı, yoksa ahlâk ve değerden bağımsız eylemler midir? Bu soruya tatminkâr ve anlamlı bir cevap verilmedikçe siyaset ile ahlâk ilişkilerini veya ahlâkla toplumsal faaliyet alanları arasındaki etkileşimi anlamak zor olacaktır.

Siyasetin en kısa anlatımla toplumsal hayatta güç ve egemenlik kullanımını gerekti­ren ve emir-itaat ilişkileri çerçevesinde cereyan eden faaliyetler ve eylemler alanı olarak ortaya konulması mümkün. Bu anlamda siyaset, genel nitelikleriyle iktidarı, yani başkalarına emretme ve onların davranışlarını kendi istek ve arzularına göre belirleme gücünü ele geçirme çabası olarak tanımlanabilir. Bir toplumsal hayatta en üstün emretme gücünü ele geçirmek amacına yönelen eylemler bütünü olarak siya­set, temelde iktidarı elde etme, iktidarda mümkün olduğu kadar daha uzun zaman tutunma ve iktidarı tüm toplum üyelerini kapsayacak şekilde kullanma mücadelesi ve yöntemi olarak betimlenebilir. Bu anlamda siyasetin iktidar, güç ve egemenlik hedeflerine yönelmiş bir eylemler ve davranışlar kümesi olduğu ifade edilebilir. Bir başka anlatımla siyaset, belli toplumsal alanlarda birey ve gruplarca geliştirilen farklı önlem ve problem çözme önerileri (siyasa) arasındaki yarışmalar şeklinde de tanımlanabilir (Oktay, 2003: 2). Bu çerçevede toplumsal sorunların çözümü nokta­sında geliştirilen farklı önlemlerden birinin uygulanabilirliği siyasi iktidar kullanı­mını ve egemen konumda bulunmayı gerektirmektedir. Hem farklı önerilerin uygu­lanabilir hale gelmesi hususundaki yarış hem de iktidarın elde edilmesi ve tasarruf edilmesi alanındaki rekabete yönelik eylemler siyasetin evreninde yer almaktadır. İster örgütlü iktidar, isterse önlemleri uygulanabilir hale getirmek için verilen yarış ve rekabet halindeki unsurları içeren bir faaliyet alanı olsun siyasetle ahlâk arasında yakın bir ilişkinin varlığı ve her iki unsurun birbirlerini etkilemeleri söz konusudur.

III

Ahlâk insanların toplum içindeki davranışlarını ve birbiriyle ilişkilerini düzenleme­de etkin rol oynayan bir değerler sistemi olarak görülebilir. H. Tepe’nin anlatımıyla “ahlâk kişilere kişiler arası ilişkilerde nasıl davranmaları ya da nasıl davranmamala­rı gerektiğini söyleyen hazır bir değer yargılan dizgesidir” (Tepe, 1993: 292). Bu anlamda ahlâk siyaset, ekonomi ve ticaret gibi bir toplumsal eylem alanı değil bu eylem ve davranışların nasıl olacağını gösteren bir kurallar ve değerler sistemidir. Biraz kalın çizgilerle altının çizilmesi gerekir ki ahlâk, toplum hayatında insanların davranışlarının nasıl olması gerektiğine ilişkin ölçüler koymakta ve davranış sahip­lerine bir “vazife” (ödev) yüklemektedir. Öyle ki insanların ortaya koydukları dav­ranış ve tutumlar beklenen ve talep edilen “iyi” ve “doğru” ise “erdem” ve “fazilet” olarak nitelenmektedir. Eylem ve davranışlarıyla kendilerinden beklenen “vazife”yi yerine getirdiklerinde “iyi” ve “doğru” yapmış oldukları değerlendirilip toplum tarafından takdir edilmektedir. Tersi durumda ise yani insanların gösterdikleri dav­ranış ve tutumlar aklen “kötü” olarak nitelendiriliyorsa bu durum “erdemsizlik” ve “ahlâksızlık” olarak değerlendirilmektedir (Bk. Güler, 1998: 30).

Bir eylem ve davranışın nasıl olması gerektiği, daha doğrusu onun “iyi” olarak gö­rülüp istenir olmasını sağlayan temel saikin, onun eylemi yapana sağladığı mutlu­luk, haz veya fayda olduğu ileri sürülmüştür (İzzetbegoviç, 1987: 202 vd.). Mesela Aristoteles’e göre erdem ile mutluluk arasında bir ilişki vardır ve insanın tüm davranışları nihai anlamda mutluluğa yöneliktir (Ceylan, 2001: 158). Buna karşılık bir davranış ve eylemi ahlâken iyi olarak değerlendirmede Allah’ın rızasını kazanma ve inanılan dini kurallara uygun davranma da önemli rol oynayabilmektedir. Bu du­rumda bir eylemin ahlâken “iyi” olarak nitelendirilmesinde farklı faktörler gündeme gelebilmektedir.

Siyaset açısından buradaki temel sorun “vazife” olarak çerçevelenen ve insanlardan yapmaları beklenen, talep edilen davranış ve tutumları yerine getiren aktörlerin siyasette “başarılı” olup olamayacağı sorunudur. Ahlâken “iyi” ve “güzel” davranış­ta bulunan, yani kendisinden bekleneni yapan kişi siyasette “başarılı” olan kişi mi­dir? Daha doğrusu siyasette başarı ahlaken “iyi” ve “güzel” eylemlerde bulunmak­tan mı geçmektedir? İşte bu temel soru iktidara ilişkin bir eylem ve davranış alanı olan siyasetle ahlâk arasındaki ilişkilerin sorunsallaşmakta olduğunu göstermekte­dir. Bu sorun doğal olarak siyaset-ahlâk ilişkisini tartışma alanına çekmektedir.

Siyasetle ahlâk arasındaki ilişkinin üç farklı yaklaşımla ele alınacağı savunulmuş­tur. Buna göre siyaseti ahlâka feda eden Platoncu yaklaşım, siyasetin ahlâkî değer­lere bağlanarak yapılamayacağını savunan Machiavellici yaklaşım ile siyasetin/devletin kendi varlığını sürdürebilmesi için gerekli olan ahlâkî değerlerin gelişe­ceği ortamı hazırlayacağı demokratik yaklaşım (Ağaoğulları, 1993: 283-289). Pla­toncu yaklaşıma göre devletin/siyasetin görevi erdemi hayata geçirmek olup birey­leri erdeme yönlendirmede araçsal bir konuma sahiptir. Böyle bir anlayış, bireye sınırlı bir özgürlük alanı bırakan baskıcı ve otoriter siyaset yapılanmasında etken olmaktadır. Siyasetin ahlâk açısından sorunlu olması, siyasetin doğasının ahlâkın doğasıyla aykırı özellikte olmasından ileri gelmektedir. Öncelikle siyaset toplumsal eşitsizliklerin bir sonucu olup yöneten-yönetilen ayırımına dayanmaktadır. Yöne­tenlerin neden yönetme hakkına sahip oldukları, yönetilenlerin neden itaat etmeleri gerektiği konusunda farklı tezler geliştirilmiştir. Diğer yandan siyaset bir güç ve iktidar kullanımıyla ilgili olduğundan toplumdaki oluşum ve bölüşüm dinamikle­rinde belirleyici bir role sahiptir (Bk. Alkan, 1993: 105-112). Siyasetin doğasında mevcut olan bu nitelikleri ahlâk açısından sorun teşkil etmektedir. Zira ahlak ala­nında güç kullanımı ve eşitsizliklere göre davranış onaylanabilen bir durum değil­dir.

Siyasete ilişkin eylem ve davranışlar alanında merkezi ve yönlendirici kavramın “menfaat”, ahlâk alanında ise “vazife” olduğu bilinmektedir:

“Vazife ile menfaat her İnsanî hareket tarzının iki değişik muharrikim teşkil etmektedir. Aralarında, kaide olarak, karşılaştırma yapılamaz. Vazi­fe hiçbir zaman menfaatçi değildir, menfaatin ise ahlâkla alakası yoktur” (İzzetbegoviç, 1987: 176).

Ahlâkın ne işlevsel ne de rasyonel olduğuna işaret eden İzzetbegoviç (1987: 176) ahlâkî davranışı çok çarpıcı bir örnekle anlatmaktadır:

“Eğer hayattım tehlikeye atmak suretiyle komşumun çocuğunu kurtarmak üzere yanan eve girip kucağımda ölmüş çocukla dönsem, neticesiz hare­ketsiz kalan hareketimin kıymetsiz olduğu söylenebilir mi? Faydasız bu fedakârlığa, neticesiz bu teşebbüse kıymet veren şey işte ahlâktır.”

Bu noktada bu iki merkezi ve yönlendirici kavramın bütünleştirilmesinin imkân dâhilinde olup olmayacağının sorulması gerekiyor. Ahlâkî ilkeleri niteleyen en önemli özellik kişilerin davranışlarında bir vazife olarak kendilerinden beklenen ve talep edilen tavsiye edici, yani bir tür “eylem kılavuzları” olmalarıdır. Yani ahlâk sistemleri gelecekteki muhtemel durumlara uygulanacak soyut davranış ilke ve kurallarından oluşmakta ve bireylere bir vazife olarak sunulmaktadır. İşte bu nokta­da belli durumlara ilişkin farklı önlemler dizisi ve iktidara ilişkin yarış ve rekabete yönelen eylemler olarak ortaya çıkan siyasetin gerçeklik alanının ideal olarak belir­lenen ve kişilere bir vazife şeklinde sunulan soyut davranış ilke ve kurallara göre işlemesinin ne kadar mümkün olduğu temel bir sorudur. Bu soru çerçevesinde siya­set alanındaki eylem ve davranışların tavsiye edilen, “eylem kılavuzları” olan vazife olarak telakki edilen ahlâkî ilke ve kurallara uygun olarak gerçekleşme imkânının bulunup bulunmadığı önemli bir tartışma konusu oluşturmaktadır. Siyaset ve ahlâk ilişkilerinin sorunsallaşmasında işte bu sorular çerçevesinde cereyan eden ilişkiler ve tartışmalar olduğu gözlenmektedir.

IV

Aslında insan davranışlarının belli davranış kalıplarına, kurallara ve eylem biçimle­rine göre oluşmakta olduğu belirtilmelidir. Davranış ve eylemleri yönlendiren ana saik siyasetin merkezindeki “menfaat” mi, yoksa ahlâkın merkezinde yer alan “va­zife” midir? Her bir davranışın gerçekleştiği toplumsal ortamda bir izahı ve onun öyle olmasını sağlayan bir kültürel çerçevesi olduğu açıktır. Siyasal eylem ve dav­ranışların da gerçekleştiği kültürel ortamın belli etkiler altında oluştuğu, onun öyle olmasını sağlayan bir kültürel zeminin bulunduğu, daha doğrusu bir takım “eylem kılavuzlarının var olduğu belirtilmelidir. İnsanın hiçbir eylem ve davranışının kül­türel ve toplumsal bağlamından ayrı düşünülemeyeceği, bundan dolayı da davranış­ların kültür ve değer bağımlı olarak gerçekleştikleri söylenebilir. İnsan davranışları salt mekanik bir biçimde gerçekleşmez ve süreç monist bir formda işlemez. Farklı toplumsal ve kültürel ortamlarda farklı siyasal eylem ve davranışların meydana gelmesi, temelde bu davranışlara yol gösteren “eylem kılavuzlarının, ilke ve kural­ların farklılığıyla ilgilidir. “Eylem kılavuzları” farklılaştıkça eylem ve davranışlar da farklılaşmaktadır.

Siyaset ve diğer alanlardaki aktörlere eylemlerde bulunurken nasıl davranmaları gerektiğine ilişkin davranış kalıplan sunan ahlâkın bu ilişkide konumunun bağımlı mı yoksa bağımsız bir değişken mi olduğu önemli bir sorundur ve siyaset-ahlâk ilişkisi tartışmasına bir kapı aralayabilir. Ahlâkın akılla izaha kalkışılması onun toplumsal ilişkilerdeki bağımsız konumunu ortadan kaldırmakta ve “yararlı (veya hoş) şeylerin yapılmasına indirgenmesi’yle sonuçlanmaktadır. Dietrich von Holbach’in “insan hareketlerinin tek muharriki menfaattir” tezine karşılık meşhur faydacılardan Jeremy Bentham da “İnsanlık tabiat tarafından iki hükümdarın hâki­miyeti altına sokulmuştur: acı ve zevk. Bizim ne yapacağımızı ancak onlar göster­mektedir” sözleri ahlâkın aklen inkârı ve bağımsız pozisyonunun ortadan kaldırıl­masıyla sonuçlanmıştır (İzzetbegoviç, 1987: 202-212). Kişiye bir vazife olarak yüklenilen ahlâkî davranışın aklî olarak belirli bir fayda ve menfaate yönelmiş ey­lem derecesine indirgenmesi siyaset gerçekliğinin anlaşılmasına katkı sağlayabilir.

Burada temel meselenin siyasi davranış ve eylemlere yön veren “eylem kılavuzla­rının toplumsal ahlâk ilke ve kurallarıyla ne kadar imtizaç ettikleri konusudur. Daha doğrusu siyaset alanındaki eylemlere yön veren muharrik kavram olan “menfaaf’in akla göre mi, yoksa ahlâkın temel ilkelerine göre mi tanımlanacağı mesele­sidir. Şayet bu alanda bir imtizaç problemi yoksa siyasi eylem ve davranışların top­lumsal ahlâk ilke ve kurallarına göre cereyan etmesi söz konusu olabilir. Fakat göz­lemlerle biliyoruz ki bu konuda siyasi eylem ve davranışlarla toplumsal ahlâk ilke ve kuralları arasında bir uyumsuzluk söz konusudur. Sorun siyasetin toplumsal ahlâk ilke ve kurallardan bağımsız olması mı, yoksa siyasetin ayrı ilke ve kuralları­nın bulunması mıdır? Bir başka anlatımla siyasetin toplumsal ahlâk sisteminden ayrı bir “eylem kılavuzu” var mıdır? Siyasetin dünyası ile ahlâkın dünyası arasında bir zıtlık söz konusu mudur? Mesela dürüstlük ve menfaatin bir arada bulunduğu bir durumda dürüstlüğün en iyi yöntem olduğu söylenebilir mi? Dürüstlük siyaset dün­yasında pek çok ilişkide kişisel veya “ulusal menfaate” uygun rasyonel bir davranış olmayabilmektedir.

Bu kadim soru çerçevesindeki tartışmaya siyasi eylem ve davranışların erdem ve fazilete yönelen ahlâk ilkelerine göre değil menfaat ve faydaya yönelen rasyonalite- ye göre oluştuğunu savunan düşünürler anlaşılabilir bir açıklama getirmişlerdir.

Siyaset ve ahlâk ilişkisi söz konusu edildiğinde her halükarda 16. yüzyılın başların­da yaşamış olan meşhur N. Machiavelli (öl. 1528) akla gelmektedir. Siyaseti ahlâk ilkelerine göre işleyen ideal çerçeveden ayırarak gerçekçi zemine oturtma noktasın­da siyaset teorisine önemli bir katkı yapmış olan Machiavelli, siyaset alanındaki eylem ve davranışları ahlâkın ilke ve kurallarından ayırarak siyasetin kendisine özgü rasyonel ilke ve kuralları bulunduğunu ileri sürmüştür. Bu alandaki ahlâkı akılla tanımlamaya ve onu bağımsız konumundan bağımlı hale getirmeye yönelmiş­tir. O siyaseti ahlâk ilkelerine göre kurmayı ve ideallere göre yapılandırmayı değil siyasetin gerçek hayatta menfaat saikiyle işlediğini dikkate almıştır. Machiavelli’ye göre siyasette başarının yani eylemin kendisine yöneldiği menfaatin temel ölçütü iktidarı ele geçirmek, tutunmak ve mümkün olduğu kadar uzun zaman kullanmaktır. Bunun için yapılması gereken menfaate karşı olan ve önceden belirlenen bir takım soyut “eylem kılavuzları”na uygun davranmak değil “başarılı” olmaya hizmet ede­cek eylemlerde bulunmaktır. Bu konuda kılavuz vazife olarak sunulan erdeme ve fazilete yönelen soyut ahlâk ilkeleri değil amacı gerçekleştirecek rasyonel eylem ve tecrübelerdir.

Machiavelli’nin (1984: 111) gözlemlerine göre “ancak verdikleri sözü hiçe saymış ve insanların beyinlerini kurnazca uyutmasını bilmiş prensler büyük işler yapmış­lardır ve sonunda dürüstlüğü temel almış olanlara üstün gelmişlerdir”. Oysaki insan davranışlarının “dürüstlük” temelinde gerçekleşmesi ahlâkın eylem sahiplerine “vazife” olarak yüklediği bir ilkedir. Ancak bu “vazife” çerçevesi siyasette “başa­rının sağlanmasında yeterli olamamaktadır. Buna karşılık siyasetin merkezinde yer alan “menfaat’’in gerçekleşmesi için “verdikleri sözü hiçe saymış ve insanların be­yinlerini kurnazca uyutmasını bilmiş” olanlar başarılı olmuşlardır. “Verdiği sözü hiçe saymak ve insanların beyinlerini kurnazca uyutmak” ahlâk ilkelerine ve dürüst­lüğe göre asla tasvip edilebilecek davranışlar değildir. Davranış sahiplerinden böyle davranmaları ne talep edilmekte ne de beklenmektedir. Ancak siyasette “menfaat’in ve başarının elde edilmesini sağlayan hesaba, menfaate, disipline ve akla dayanan önemli bir davranıştır. Ahlâkî davranış ise menfaate karşı olup hesaba, disipline ve akla dayalı olmakla bir ilgisi yoktur. Ahlâkî davranış daima kişisel olgunluğa daya­nır ve iyilik, hakikat ve adalet idealleriyle uyum içerisindedir. Özellikle kolektif ve genel menfaat söz konusu olduğunda bunun ahlâka dayanması imkânsızdır. A. İzzetbegoviç’in (1987: 209) şu cümleleri dikkat çekici ve açıklayıcıdır:

“Bir grubun veya milletin umumî menfaati başka bir grubun veya milletin mensuplarının sömürülmesi, kökleştirilmesi ve hatta imha edilmesini icap et­tirebilir. Yeniçağın milli devletler tarihi ve bilhassa emperyalizm tarihi, umu­mî denilen menfaatin apaçık bir cinayet mahiyetini alabildiğine dair örnekler­le doludur.”

Bu bağlamda ahlâkın bir grubun menfaatine yaptığı katkı ölçeğinde değerlendiril­mesi onun araçsallaşmasını sağlamıştır. Mesela Lenin’in proletaryanın zaferine katkıda bulunan şeyi ahlâkî olarak değerlendirmesinin Stalin yönetiminde ne tür sonuçlara sebep olduğu herkesin bilgisindedir. Bu bakımdan ahlâkın grup menfaa­tiyle tanımlanması vahim sonuçlara ve siyasi eylemlerin meşrulaştırılmasına yol açmaktadır.

Macihavelli’ye göre (1984: 111) bir prens “devleti elinde tutmak için sık sık verdiği söze karşı, iyilikseverliğe karşı, insanlığa karşı, dine karşı davranmak zorunda kalır. Bu yüzden tarihin rüzgârına göre, durumların değişmelerine göre, dönmeye hazır bir zihne sahip olmalıdır.” Bu durumda siyaset alanında belli roller üstlenen kişinin “…gerekiyorsa kötülüğü seçmesini bil”mcsi gerekmektedir. Mümkünse iyilikten ayrılmaması ve ahlâk ilke ve kurallarına uygun hareket etmesi arzulanır, ancak “kamu menfaatinin” söz konusu olduğu siyasette ahlâkî kuralların bir biçimde aşılabildiğine dikkat çekmektedir.

Machiavelli’nin bu cümlelerinden ne anlıyoruz? En kestirme ifade ile siyaset deni­len toplumsal eylem alanı ahlâkın soyut ilke ve kurallarından farklı işlemektedir. Siyasette merkezi role sahip “menfaat” ve özellikle de “kamu yaran”, bireysel dav­ranış ve eylemlere yön veren “vazife” ve “eylem kılavuzları”ndan oluşan ahlâka göre işlememekte, siyaset menfaat temelinde akıl, disiplin, fayda ve yarar ölçülerine göre yapılmaktadır.

Cemil Meriç’in (1974: 156) Machiavelli ile ilgili aşağıdaki değerlendirmesi sorunun mahiyetinin ortaya konulmasında açıklayıcı niteliktedir:

“Hükümdar” yazarına göre dürüstlük özel hayatta olur, politikanın tek kuralı iktidarın menfaatidir. Politika ahlâk dışıdır, çünkü namussuzlar arasında yüzde yüz namuslu kalmak isteyen ergeç mahvolur; tarihi eylem içinde iyi kalplilik felakete götürür insanı; zulüm, yufka yüreklilikten da­ha az zalimdir. İç savaşları önlemek için üç beş kelle koparmak zulüm değil, vazife. İktidar bir hale ile çevrili… Politikanın kaderi görünüşte cereyan etmek, görünüşte önem vermek. İnsanlar ellerinden çok, gözle­riyle hüküm verirler. Kimse ne olduğumuzu bilmez, nasıl göründüğü­müzü bilir. İçyüzümüzü bilenler de, kalabalığın kanaatini yalanlamağa cesaret edemezler. Halk yalnız neticeleri görür; dava, otoritesini kaybet­memek, vasıtalar ne olursa olsun, hoş görülür ve alkışlanır. Siyasi müna­sebetler uzaktan uzağa ve umumiyet içinde kurulur. Birkaç jest, birkaç söz… Hükümdarların yumuşak kalpliliğini zaaf sayan umumi hüküm belki de haklıdır. Sertleşmesini bilmeyen bir iyilik, iyilik olmakta ısrar e- den bir iyilik neye yarar? Bu bir nevi başkasını yok farzetmek ve sonun­da küçümsemek değil midir? Bazen katı yürekli politikacı, insanları ve hürriyeti hümanist olduğunu haykırandan daha çok sever.”

V

Siyaset-ahlâk ilişkilerinin bu sorunlu yapısı bilindiğindendir ki İslam toplumlarında iktidarı ellerinde tutan hükümdarlara, ahlâk ve adaleti tavsiye eden kitaplar yazıl­mıştır. Siyasetnâme/Nasihatnâme olarak sınıflandırılan bu kitaplarda, siyaset erkini kullanan kişilere devamlı ahlâk ve erdem hatırlatılmaya çalışılmış ve toplumu bu ilkelere göre yönetmeleri, ahlak ilkelerinden ayrılmamaları gerektiği, ayrılmaları durumunda ne gibi olumsuzluklarla karşılaşacakları anlatmıştır. Aslında devlet yönetimine ilişkin sorunların ele alınıp tartışıldığı siyasetnâme veya nasihatnâme türü eserler aynı zamanda ahlâk kitapları özelliği taşımaktadır. Siyasetin doğasının ahlâkı aşan ve çoğu kez onunla çelişen bir özelliğe sahip olduğu Müslüman düşünürlerce de bilinen bir husustu. Ancak bu onaylanan, kabul edilen bir sonuç değil ahlâkî ilke ve kurallarla dönüştürülmesi gereken bir alan olarak görülmüştür. Mese­la Osmanlı Devletinde bir dönem uygulanan ve tartışma konusu olan “nizam-ı âlem için evlât katli” ile “siyaseten kati” meselesi bu çerçevede değerlendirilmesi gere­ken örnek olaylardır. İslam uleması “evlât katli”ne vize vermiş, onaylamış değil, ancak çok kesin ölçülerle de karşı çıkmamıştır. Her ne kadar Fatih’in kanunnâme­sinde “ulema dahi tecviz etmiştir” denmişse de açıkça cevaz veren bir fetva söz konusu olmamıştır. Sadece bu konunun siyasete müteallik bir konu olduğu ve “bi­lindiği gibi amel edilmesi” tavsiye edilmiştir. Çünkü bu siyasi sorunun İslam ahlâkı bağlamında çözümlenmesi mümkün değildi. Bu olaylar grup, millet menfaati için anlamalı ve meşru gibi gözükse de ahlâk açısından onaylanması imkânsızdı.

VI

Siyasetin insanı erdemli bir varlık düzeyine yükseltmek amacı güden ahlâk alanıyla yıldızının pek barışık olduğu söylenemez. Bu dün böyle idi bugün de böyledir. Bi­rey düzeyinde onaylanmayan pek çok eylem ve davranışın siyaset alanında “müm­kün” olarak görülmesi ve hatta siyasetin gereği olarak kabul edilip onaylanması imkân dâhilindedir. Çünkü siyasetin doğası “vazife” kavramı üzerinde değil “men­faat” kavramı üzerinde oturmaktadır. Ancak bu siyasetin ahlâk dışı bir alan olduğu anlamına gelmemelidir. Çünkü insan davranışları, hangi alana yönelik olursa olsun, temelde ahlâk ve değer bağımlı davranışlardır. Ahlâk çoğu defa bağımlı değil ba­ğımsız bir değişkendir. Ne var ki siyaset alanında bu bağımlılığın derecesi gevşe­mekte ve toplum tarafından da bu durum makul ve kabul edilebilir olarak görül­mektedir. Kişinin kendisi için yaptığı bir davranışta ahlâkî ilkelerden sapması kabul görmezken bunun “kamu yararı” ve “menfaati” söz konusu olduğunda eleştirinin dozu azalmaktadır.

KAYNAKÇA

AĞAOĞULLARI, Mehmet Ali (1993), “Siyasal Ahlâk ve Devlet”, Siyasal Ahlâk ve Siyasal Ahlâksızlık, Editör: Türker Aklan, Ankara: Bilgi Yayınevi.

ALKAN, Türker (1993), “Siyasal Ahlâkın Özelliği”, Siyasal Ahlâk ve Siyasal Ah­lâksızlık, Ankara: Bilgi Yayınevi.

CEYLAN, Yasin (2001), “Etik Değerlerin İnsan Yaşamındaki Yeri”, İslâmiyât, IV/3, Temmuz-Eylül.

GÜLER, İlhami (1998), Allah ’ın Ahlâkîliği Sorunu, Ankara: Ankara Okulu Yayın­ları.

İZZETBEGOVİÇ, Ali (1987), Doğu ve Batı Arasında İslâm, Türkçesi: Sahil Şaban, İstanbul: Nehir Yayınları.

MACHİAVELLİ, N. (1984), Prens, İtalyanca’dan Çeviren: Nazım Güvenç, İstan­bul: Anahtar Kitaplar Yayınevi.

MERİÇ, Cemil (1974), Umrândan Uygarlığa, İstanbul.

OKTAY, Cemil (2003), Siyaset Bilimi İncelemeleri, İstanbul: Alfa Yayınlan.

TEPE, Harun (1993), “Siyaset Ahlâkı ya da Siyasetçinin Ahlâkı”, Siyasal Ahlâk ve Siyasal Ahlâksızlık, Editör: Türker Alkan, Ankara: Bilgi Yayınevi.

TEPE, Harun (1998), “Bir Felsefe Dalı Olarak Etik”, Doğu Batı, 1/4, Ağustos Eylül Ekim.

Dipnotlar

[i] Dursun, Davut. “Siyaset ve Ahlak: Gerçeklikle İdealin Bağdaşmazlığı Sorunu.” 2. Siyasette ve Yönetimde Etik Sempozyumu (2005): 18-19.

[ii] Sakarya Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, [email protected]

Yazar
Davut DURSUN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen