Eleştirel Aklın Sözcüsü: Zygmunt BAUMAN

Eleştirel Aklın Sözcüsü: Zygmunt BAUMAN[i]

Zygmunt Bauman

 

Doç.Dr. M. Zeki DUMAN[ii]

Özet

Bu yazıda, günümüz modem toplumlarma ilişkin yaptığı sosyolojik analizleriyle sosyal bilimler alanına önemli katkılarda bulunan ve çağımızın kuşkusuz en eleştirel ve üretken toplum bilimcilerden biri sayılan Bauman’ın; modemite, postmodemite ve küreselleşmeye ilişkin yaptığı bazı teorik çıkarımları üzerinde durulacaktır. Eserlerinde, günümüz toplumsal ve siyasal yaşamda meydana gelen değişim ve dönüşümleri kendine has felsefi bir üslupla kavramsallaştırmaya çalışan yazar, Aydınlanma aklının ürünü olan modernite projesinin genel bir muhasebesini, diğer bir deyişle; modernitenin yaşadığı krizin sosyo-politiğini yapmaya çalışmıştır.

Anahtar Kelimeler: Modernite, Postmodemite, Küreselleşme, Ulus-Devlet

 

SPOKESMAN OF THE CRITICAL MIND: ZYGMUNT BAUMAN

Abstract

In this paper some theoretical inferences on Modernity, Postmodernity and Globalization, of Bauman’s, who has important contributions to sociology science with his sociologic analyses on today’s modern society and, undoubtly, is accepted as one the most critical and productive sociologist of our age, will be dwelled upon. Efforting to conceptualize the changes and transformations which are occuring in today’s social and political life with his own specific philosophical manner, author, tried to analyze modernity project which is a product of Enlightment reason generally, in other words, the socio­politics of the crisis happened to modernity.

Keywords: Modernity, Postmodernity, Globalization, Nation-State

*****

Hiç kuşkusuz ki tarihin her evresinde, devrimci nitelikteki “toplumsal dönüşüm projeleri”nin politik mimarları olduğu gibi, yaşanan sürecin toplumsal koşullarım, ekonomik ve siyasal güç ilişkilerini arkeolojik bir okumadan geçiren bağımsız entellektüel kimlikler de var olagelmiştir. Hatta bazı dönemler, kendilerini yaratan devrimsel dönüşümlerden ziyade bu dönüşümün ekonomi- politiğini teorileştiren akademik kişilerin isimleriyle anılagelmiştir. Örneğin, 18. ve 19. yüzyıl Kıta Avrupa’sı; sosyal, siyasal, ekonomik ve askeri alanda yeni bir düzen (order) ve rejimi (regime) ortaya çıkaran Sanayi Devrimi ve Fransız İhtilali’nden çok, felsefi düşünürlerin eleştirel kimlikleri ve düşünsel etkinlikleriyle ön plana çıkmıştır.

Avrupa tarihi; her ne kadar endüstri devrimi ve kapitalizmin yarattığı ekonomik ve siyasi gelişmeler ile1789 burjuva devriminin ortaya çıkardığı demokrasi, insan hakları, eşitlik, özgürlük ve adalet gibi yeniliklerle biliniyorsa, aynı şekilde; Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanmayı yaratan entellektüel kimliklerin düşünsel varoluşa, kültürel ve tarihsel dönüşüme yaptıkları vurgularla da anılmakta, bilinmektedir. Dolayısıyla Avrupa tarihini; ne Platon, Aristoteles, Machiavelli ya da Locke’tan, ne de Descartes, Rousseau, Hegel, Kant, Marx ya da Weber’den soyutlayarak okuyamayız. Çünkü Avrupa tarihi, bir endüstri devrim tarihi olduğu kadar, bir entellektüel devrim tarihidir de.

Bu bağlamda entellektüel, kendi çağına görgü tanıklığı yapan kişidir. Her yaptığı, konuştuğu, yazdığı sadece yaşadığı döneme ışık tutmakla kalmaz, aynı zamanda yaşadığı çağın muhasebesini de yapan, bağımlı olduğu bütün konumlandırışlardan kendisini koparan, özgür ve eleştirel düşünen kişidir de. Said’in (2005:176) veciz deyişiyle; entellektüel, “diyalektik bakımdan muhalif olması itibariyle toplumda var olan her türlü yozlaşmayı, çekişmeyi ve tahakkümü ifşa edip aydınlığa kavuşturan, hem topluma dayatılmış suskunluğa hem de göze görünmeyen gücün normalleştirilmiş sükûnetine mümkün olan, her yer ve zamanda meydan okuyup bu eğilimleri kırmaya çalışmakla sorumlu olan kişidir.”

Çağlarına görgü tanıklığı yapmayı, topluma karşı sorumluluk ahlâkı olarak algılayan entellektüeller, yazdıklarıyla tanıklık ettikleri dönemin hesabını tutmakla birlikte, düzen sahiplerinden hesap sormayı da ihmal etmemişlerdir. Nitekim “akıl” dışında hiçbir otoriteyi kabul etmekle kalmayıp, her türlü referans kaynağını da yadsıyan Aydınlanma dönemi ve bu dönemin aydınları da yaşanan tarihsel kırılmaların muhasebesini fazlasıyla yapmışlardır. Bu açıdan bir dönemi resmetmekle kalmayıp, onu kendi içinde kritik edebilen, egemen sınıfların simgesel ve imgesel sermayelerini, oluşturdukları gelenek ve değerleri hiçbir çıkar gözetmeden eleştirebilen entellektüel kişilikler, Aydınlanma dönemiyle birlikte daha fazla sahnede görünmeye başlamışlardır.

Bu açıdan bakıldığında, Aydınlanmanın yarattığı eleştirel kültür geleneğinin; sadece entellektüellerin ortaya çıkmasını sağlamakla kalmadığını, aynı zamanda entellektüeli; aydınlanmanın tek yanlı rasyonalitesinin yıkıcı içerimlerinden, araçsal aklın zorbalığından, hakikat adına üretilen ütopik yaklaşımlardan ve en önemlisi, aklın profesyonel sözcülerinin irrasyonel epistemik dayatmalarından da koruyan, diğer bir deyişle; rüzgarlı bir havada alabora olan ve dalgalarla boğuşmaktan yorulan bir yolcunun, uzanabileceği bir el, sığınabileceği bir liman ve başını sokabileceği bir ev imkanını da beraberinde yaratığını söyleyebiliriz.

Modern topluma ilişkin yaptığı antropolojik, teolojik analizler; analitik felsefi ve sosyolojik çözümlemeler ve en önemlisi, Avrupa’nın dünyaya egemen olduğu son üç yüzyılın tarihini entellektüel praksis açısından kuramlaştırarak çağımıza, adeta tanıklık yapan entellektüellerden biri de, hiç şüphesiz ki Zygmunt Bauman’dır. Gerek tamamlanmayı beklediği modernitenin sıkıntılarına, sorunlarına, modern aklın yarattığı uygarlık ve kültürel birikime ilişkin yaptığı eleştirilerle, gerekse modern tarihin meydana getirdiği değişim ve bu değişimin toplumsal sonuçlarının dökümünü, hesabını yapmaya çalışmasıyla Bauman, çağının eleştirel ve üretken entellektüellerden biri olmuştur. Onu, belli bir düşünsel forma, kategorik sınıfa ve ideolojik kalıba yerleştirmek ise son derece güçtür.

Bauman, Adorno’un (2000) moderniteyi eleştirirken söylediği, “artık kişinin evindeyken, kendisini evinde hissetmemesi bir ahlâk sorunudur” tespitinden yola çıkarak, insanın kendisiyle ve toplumla kurduğu ilişkinin artık etik bir hüviyete büründüğünü ve modernitenin, bu soruna cevap veremeyecek kadar ağır bir ontolojik krizde olduğunu düşünmüştür. Ona göre bu süreçte üzerinde durulması gereken en önemli husus; moderniteyi postmoderniteye, toplumsallığı bireyselleşmeye, geleneği de sekülerleşmeye kurban vermeden ve de elde edilmiş kazanımlardan da olmadan, ahlâki bir temelde yeniden “birlikte yaşama imkânını” sunabilecek koşullarının yaratılmasıdır. Nitekim çalışmalarında gerek modern sistemlere -faşizm, kapitalizm, sosyalizm vb.- ilişkin yaptığı soğukkanlı ve cesaret verici tespitler, gerekse modern yaşamın -bireyselleşme, tüketim, hedonizm, etik vb.- getirdiği sonuçlar üzerinde yaptığı toplumsal çözümlemelerle hem çağının tanıklığını resmetmeye çalışmış, hem de bu resimde yanlış konulmuş parçaları düzeltmeye uğraşmıştır.

Bauman, modernite olgusuyla birlikte insani varoluşun değişen yeni yüzlerini ortaya koymaya, değişen toplumun değişmeyen dinamiklerini; yapısal, örgütsel ve kurumsal düzeyde kavramsallaştırmaya çalışır. Eserlerinde, bir yanda gündelik ve toplumsal hayatımıza sosyolojik bir boyuttan bakmanın dayanılmaz hafifliğini hissettirirken, diğer yandan sosyolojik tahayyülün bireye getirdiği zengin kavrayışın nimetlerini tattırmaktan da geri durmaz. Sosyolojik bir bakışın, aynı zamanda gündelik yaşamın bir sosyolojisi olduğunu vurgulayarak, birey- toplum, tarih-doğa, devlet-millet, iktidar-kitle vb. karşıtlıklar temelindeki çatışmaları, bilinen klasik yaklaşımlardan ki, -bu yaklaşımların çoğu katı pozitivist paradigmanın dikotomilere dayalı, hiyerarşik ve dikey tiplemeleridir- uzak, objektif bir tutum takınmaya çalışır.

Nitekim ısrarla, modernitenin müphemliğinden, bitmiş olduğu düşünülen/iddia edilen her/bir metnin sonuna niçin nokta konulamayacağından söz eder. Sosyolojik yaklaşımın kazandıracağı en önemli bakış açısının; söz konusu toplumsala ilişkin söylenilen her sözün, yazılan her metnin, hararetle savunulan her görüşün; hakikat, gerçeklik ve doğruluğun tümünü temsil edemeyeceğini, olsa olsa gündelik yaşamımızda durduğumuz ideolojik konumlanışımızın bir yansıması/gölgesi olabileceğini akıldan çıkarmamak gerektiği noktasındaki ısrarı olmuştur.

Bir değişim süreci olarak modernitenin gerek sınıflandıran ve kategorileştiren ikircikli tutumunu, gerekse sınırları ve sınıfları müphemleştiren, onu ortadan kaldırmaya çalışan özelliği nedeniyle anlaşılmasının güç olduğunu belirten Bauman, bu güçlüğü hem bireyin günlük yaşamda toplumla kurduğu ilişkilerin içinde, hem de bireyin iktidarla kurduğu dialojik ilişkinin içeriğinde arar. Bu açıdan Bauman’ı hem modern hem de postmodern, ama aynı zamanda ne bütünüyle modern ne de bütünüyle postmodern bir düşünür olarak görmek gerekir. Onu belli bir görüşün, kuramın veya ekolun içerisine hapsedemeyişimizin nedeni de onun bu sınırları aşan akademik duruşu olmuştur.

Onu sürekli gündemde tutan, yukarıda da vurgulandığı gibi klasik sosyologlardan farklı olarak günlük yaşamı kuran ilişkilere nüfuz edebilmesi, sıradan bir günün, sıradan bir bireyin yaşamında neyi ifade ettiğinden, gün içinde kurulan her türlü ilişki kalıplarının, takınılan değer yargılarının ve ideolojik duruşların, toplumsal kurum ve yapılarla nasıl yeniden üretildiği ve tüketildiğine kadar ki bütün karmaşık süreçleri sosyoloji disiplininin sınırlarını zorlayan bir çabayla dile getirmesidir. Nitekim siyasetten, kimliğe, ahlâktan, sanata, gelenekten, moderniteye, küreselleşmeden, postmodernizme kadar birçok konuda yazmıştır. Bu makalede ise yazarın bütün bu yazdıklarına yer verme imkânımız olmadığından, onun belli başlı birkaç konu -modernite, postmodernite, küreselleşme ve ulus- devlet- hakkındaki düşünceleri üzerinde duracağız.

 

1.  Bir Tahakküm Projesinin Rasyonalizasyonu Olarak Modemitenrn İflası

Çalışmalarında modern yaşamın hoşnutsuzluklarını ve bu hoşnutsuzlukların bireysel ve toplumsal dünyada meydana getirdiği dinsel, dilsel, cinsel ve kimliksel rahatsızlıkları ele alan Bauman, geleneksel dünyayı arkaik bir dönem olarak gören modernite düşüncesini sanık sandalyesine oturtur. Moderniteyi, “çelişkilerle dolu bir proje” olarak değerlendirir ve birçok eserinde bu çelişkilerin nedenlerini hiçbir konformist tutuma kapılmadan irdelemeye çalışır. Geleneksel dönemi adeta topa tutan ve hakikatin kendisiyle birlikte keşfedildiğine inanan modern düşünü eleştiri yağmuruna tutarak, modernitenin içinde bulunduğu hezeyanı çarpıcı örneklerle vermeye çalışır. İçinde taşıdığı paradokslarla değil aynı zamanda gelecek için vaat ettiği büyük projelerle de toplumları hayal kırıklığına uğratan modernitenin, artık üst bir anlatıya dönüştüğünü vurgulayarak, modern epistemenin soy kütüğünü tarihsel bir perspektifle yapıbozumuna uğratır.

Modernite nedir sorusuna, Berman’ın (2001) “şaşırtıcı bir paradokstur” deyişiyle ancak cevap verilebileceğini, modern siyasetin telosunun evrensellik ilkesi olması nedeniyle kamusala ilişin her şeyi birleştirmeyi düşlerken böldüğünü, evrenselliğe ulaşmaya çabalarken tikelliği öne çıkardığı için de bütünleşmeyi sağlayamadığını düşünür. Ona göre modernite olsa olsa, “hâkimiyet dürtüsüdür; umut, hırs ve öz güvenle dolu olma durumudur. Veya François Lyotard tarafından “doğa’nın boyun eğdirilmesi ve bir amaç yolunda ayrılmasıyla bir zaman dizisine sonluluk katmak için “kartezyen kararlılığı olarak tanımlanan şeyle ilişkisi olan davranışa ve tavra ilişkin bir bileşiktir” (Bauman, 2000a:176).

Habermas’ın (1994), tamamlanmayı bekleyen ya da halen tamamlanmamış bir proje olduğunu iddia ettiği modernite tanımına da kısmen katıldığını belirten yazar, modernizmin sadece eşitlik, özgürlük ve adalet gibi değerlerin benimsetilmesinde başarısızlığa uğramadığını, kendisini hakikatin temsilcisi olarak ilan etmesiyle de artık büyük bir mitosa dönüştüğünü düşünmektedir. Çünkü ona göre modern düşünün kurucu özne olarak belirlediği insan, aklını kullanarak bütün bilinemezliklere, müphemliklere ve belirsizliklere son vereceği iddiası ve cüretinde bulunmuştur. Hatta modernite, evrenin kozmolojik ontolojisini yeryüzündekilerin bilgisine sunacak kadar kendinde cesaret bulan bir yaklaşımla, üstesinden gelinemeyen ölümlülüğü bile yapısökümüne uğratarak onu üstesinden gelinebilen bir hastalık dizisine dönüştürmüştür.

Günümüzde modern düşünün bu cesaret verici ama bir o kadar da şımarık olan bu tutumunun esas nedenini “araçsal akıl” anlayışında bulan yazar, akla duyulan bu sınırsız iman yüzünden insanların ağır bedeller ödemek zorunda kaldığını, yüksek oranda psikotik ve nevrotik rahatsızlığa uğramış bireylerin oluşturduğu bir toplumsallıkla karşı karşıya kaldığımızı düşünmektedir. Örneklerini daha çok Batı Avrupa ve Amerika toplumlarında görülen bu durumun diğer toplumlara da sirayet ettiğini ve modernleşme yolundaki ülkelerde de benzer patolojik vakaların görüldüğünü dile getirmiştir. Ortaya çıkan bu toplumsal hoşnutsuzlukları, modernitenin üzerinden beslendiği ontolojik ve epistemik dayanaklardan kaynaklandığını düşünen yazar, modern düşünü, “doğuşuyla mahkemelik olan ve ömrü -davacı ya da davalı olarak- mahkemelerde geçen bir zihniyet” olarak görür (Bauman, 2003:327). Moderniteyi; her durum için belirsiz olmayan (bulgusaldan ziyade algoritmik olan) bir reçetenin olduğu ve bir reçetesi olmayan hiçbir durumun olmadığı bir dünyaya” benzetir. Ne var ki böylesine çaba gerektiren standartları karşılayan bir dünya yaratmak için, önceden inşaat alanını ideali ansızın durduran geçmiş eylemlerin saçılmış tortularından temizlemek gerektiğini, bu nedenle moderniteyi bir yaratıcı yıkım, sürekli bir sökme ve yıkma çağı; “mutlak başlangıç” art arda gelen durumların anında eskimesinin ve böylece dünün tarihinden sonu gelmeyen kurtulma girişimlerinin öteki yüzü” olarak tanımlar (Bauman, 2005:86).

Böylece, günümüz toplumlarının içinde bulundukları dönemin genel bir muhasebesini “modern felsefi düşün” içinden yaparak, modernite projesinin ağır faturasının kaçınılmaz sonuçlarını dikkatlerimize sunan yazar, bu durum nedeniyle günümüz dünyasının bir kriz içinde olduğuna inanır. Ona göre artık modern çağ; akışkan, sıvılaşmış, dağılmış, saçılmış ve düzensizleşmiş (Bauman, 2000:2) hâliyle gerçekleştirmeyi vaat ettiği projelerinde başarısız olmuştur. Bu başarısızlık nedeniyle modern birey de şaşkınlık içindedir. Modern bireyin yaşadığı bu şaşkınlık, onu yeni bir sahihlik iddiasında bulanan öğretilere, kuramlara ve müjdelerde bulunan ideolojilere bel bağlanmasına yol açmaktadır. Artık insanlar sahihlik iddiasındaki modernite anlatılarının peşine takılmamakta, tikel benliklere, kültürel kimliklere ve yerel değerlere önem veren öğretilere sarılmakta ve onların peşine düşmektedir. Hayal kırıklığına uğramanın dayanılmaz acısını evrensel ilkelere gösterdiği tepkiyle göstermeye çalışan modern birey, postmodern retoriğe kulak vermekle de moderniteye adeta başkaldırmaktadır.

Modernitenin; insanlara mutluluk, toplumlara düzen ve sorunlara çözüm getiren bir dönem olmadığını, modernlik projesinin olsa olsa “sıfır toplamlı bir oyun”dan ibaret kaldığını ve bundan dolayı da bir çıkmaza girdiğini düşünen yazar, gerek klasik gerekse postmodern sosyologların bu döneme ilişkin olarak dile getirdikleri kaygılara ve bu konudaki kavramsallaştırmalara katılır. Nitekim modern dönemi insanlık tarihi açısından “yeni bir durum” olarak değerlendiren sosyologlar, bu yeni durumun kaotik bir süreci de içinde barındığını düşünmüşlerdir. Örneğin, Durkheim modernite için, “anomi”, Weber, “dünyanın büyüsünün bozulması”, Marx, “katı olan her şeyin buharlaşması”, Giddens “elimizden kaçıp giden dünya”-olarak tasavvur etmiştir.

Bu eleştiriler de dikkate alındığında genel olarak modernite hakkında şu iki değerlendirmede bulunabiliriz. Birincisi, gerçekten de modernite; üzerinde beslendiği sembolik evren- referans, değersel kodlar, mitler, idoller, imgelemeler – ve dayandığı ideolojiler-kapitalizm, sosyalizm, faşizm, nazizm, marksizm- açısından geleneksel toplumların kozmolojik evren tasavvurundan radikal bir kopuşu sergileyecek biçimde yeni bir insan-evren ilişkisini yaratmıştır. İkincisi, sadece yapısal ve kurumsal alandaki yenilikleriyle değil aynı zamanda bilişsel ve düşünsel zihniyette yarattığı devrimsel özellikleriyle de modernite, kendine özgü bir dönemselliği temsil etmiştir.

Modernitenin, sıkıntıları yanında faziletleri de bulunduğunu, farklı, yenilikçi ve devrimci niteliği ile akla ve bilime beslediği inançla bütün tarihsel dönemlere göre daha gelişmiş bir uygarlık yarattığını düşünen yazar, ancak modern paradigmanın her şeyi araçsal akla indirgeyen epistemik anlayışının sorunlu olduğunu, bu açıdan insanlığın yeni bir etik anlayışa ihtiyaç duyduğunu, bunun asgari şartının da, ahlâki bir tutumdan kopmadan ama aynı zamanda farklılığı da ayrıştırıcı bir unsur olarak görmeden birlikte yaşamanın varoluşsal koşullarının yaratılmasıyla sağlanabileceğine inanır. Modernitenin temel sacayağını oluşturan felsefi temellerin aşırı bir biçimde emprizim ve rasyonalizme kayması nedeniyle akıl yetisinin kendisini eleştiremez konuma geldiğini, modernitenin bir gerçeklik ve hakikat projesi olduğu yönündeki iddiaların artık geçersiz olduğunu, söz konusu gerçeklik ve hakikat adına üretilen her türlü formasyonun; Foucaultvari bir deyişle; iktidar ve güç ilişkisiyle belirlenen bir konumlanışın türevi olabileceğini vurguluyor.

 

2.  Yeni Bir “Üst Anlatı” Olarak Postmodernizm Retoriği

Modernitenin krizi olarak da görülebilecek post-modern yaklaşımlara karşı eleştirel bir tutum takınan Bauman, kimi sosyal bilimcilerin iddia ettiği gibi, post- modernitenin; radikalleşmiş modernlik (Giddens, 2001), uluslararası kapitalizmin gelişimiyle ortaya çıkan kültürel bir biçim (Jamesan, 1998) zamansal ve mekansal açıdan yeni bir durum (Harvey, 2006), kapitalden bilgiye (Drucker, 1994), enformasyondan siber uzaya (Boudrillard, 2006) geçişte ortaya çıkan kültürel bir fenomen olarak görülemeyeceğini, post-modernizmin olsa olsa modern sorunsala, aydınlanma felsefesine, rasyonel akla, bilimsel nesnelliğe, ussal pozitivizme ve mantıksal rasyonalizme karşı kökten bir eleştiri yöntemi olabileceğini düşünür. Hatta post-modernite fikrinin, modern dönemdeki entellektüel ve yasa koyucuların kaybettikleri prestijleri yeniden kazanmak için ortaya attıkları bir düşünce sistemi olduğunu, bu açıdan post ekinin, modern sonrası bir toplumsallığa gönderme yapamayacağını, girildiği düşünülen yeni döneme post-modernite demek yerine geç modernlik, geç kapitalizm, neo-liberalizm gibi yakıştırmaların daha uygun düşebileceğini dile getirmiştir.

Bauman, tıpkı modernite eleştirisinde olduğu gibi postmoderniteye karşı da ihtiyatlı bir duruş sergiler. Hatta moderniteyi, kurulu bir siyasal düzeni (çift kutuplu dünya sistemini) inşa ettiği için de över. Ancak, 1990’larla birlikte kurulu düzenin yıkılmasıyla modernitenin de sonu geldiğini, bu gelişmeler karşısında adına postmodernite denilen ama aslında ne idüğü belirsiz, belirsiz olduğu kadar emniyetsiz, emniyetsiz olduğu kadar da güvensiz olan yeni bir döneme geçildiğini de kabul eder. Bu açıdan postmoderniteyi; modernitenin yarattığı; tüketim toplumunu (Boudriallard, 2004), risk toplumunu (Beck, 1992), teknoloji toplumunu (Ellul, 2003), gösteri toplumunu (Debord, 2006) ya da disiplinci toplumu (Foucault, 2000) ortadan kaldırarak, belli bir toplumsal düzeni amaçlamayan felsefi bir retorikten ibaret olduğu konusunda eleştiride bulunur.

Postmodernite dönemini, modern çağın dayandığı postülaların inandırıcılıklarını kaybetmesiyle ilişkilendiren Bauman, yeni bir çağdan söz etmenin mümkün olmadığı gibi postmodern teorinin de böyle bir iddiasının olamayacağını düşünür. Ona göre postmodernist tartışmalar, Batı toplumunun öz bilinçliği ve böyle bir bilinçliğin zemini (ya da zemin yokluğu) hakkındadır. Bu kavram, öncelikle modern bir içerik taşımasa bile modern çağın türettiği bir kavram olduğunu, postmodernist retoriğin politik göndermelerinden çok sanatsal ve kültürel görüngüleriyle ön plana çıktığını düşünmektedir. Nitekim ona göre, işlevselci, bilimsel temellere dayanan, rasyonel mimariye karşı başkaldırıyı gösteren bir tanım olarak sunulan bu kavramın, kısa sürede devralınarak, Batı sanatının tümünde görülebilen derin bir yön değişikliklerini içine alacak biçimde genişletilmiştir. Postmodernizm, “insanların oluşturduğu dünyaya ya da deneyimine özgü nihai hakikat arayışlarının sonunu; sanatın siyasal ya da misyonerce iddialarının sonunu; egemen üslubun, yerleşik sanatsal ölçülerin, sanatsal kendine güvenin estetik zeminine ve sanatın nesnel sınırlarına yönelik ilginin sonunu ilan etmiştir.”(Bauman, 1996:143).

Bauman, modern değerlere karşı radikal bir başkaldırı ve eleştirel bir tutum sergileyen postmoderniteyi, yeni bir kültür ötesi duruş ve çağın sorunlarına karşı alternatif bir çözüm arayışını da içinde barındırdığını kabul ediyor. Ancak, bunun nedenini, modern çağın felsefesinde üretilen her türlü mantığın, değerin, ahlâkın, estetiğin ve kültürel öğelerin nesnel bir üstünlükle savunulmasından kaynaklandığı görüşüne de yer veriyor. Çünkü ona göre modern bilim, doğanın gizemli yasalarını ortaya çıkararak bütün bilinmezliklere bir son vereceğini ve bunu da evrensel ilkeler ve modern hakikatler adına yaptığını iddia etmiştir.

Bu durumda Bauman, postmodern düşüncenin toplumlar nezdinde gittikçe revaç bulmasının nedenini, postmodernizmin moderniteden farklı olarak evrensel ilkelere, totaliter ideolojilere ve homojen toplumsal tasavvurlara karşı duyduğu hoşnutsuzluklardan kaynaklandığına inanmaktadır. Yerelliği ve tikelliği önceleyen bir duruşu benimseyen postmodern söylemin, farklılıklara hoşgörüyü de temel ilke olarak görmesi, onu daha da çekici hale getirdiğini düşünen Bauman, bunun nedenini de şöyle açıklıyor: İdeal anlamda, postmodernliğin çoğul ve çoğulcu dünyasında, ilke olarak bütün yaşam biçimlerine izin verilmiş; ya da daha doğrusu, hiçbir yaşam biçimi, herhangi bir yaşam biçimini izinsiz kılacak kadar bariz (ya da tartışmasız) olmamıştır. Farklılık bir baskı olmaktan çıkmış, eylem ve çözüm gerektiren bir sorun olarak yorumlanmadığı zaman, farklı yaşam biçimlerinin barış içinde birlikte yaşamaları, mümkün olabileceği kabul edilmiştir. Bu bağlamda özgürlük, eşitlik ve kardeşlik, modernliğin savunduğu sloganlar iken, özgürlük, farklılık ve hoşgörü ise postmodernliğin ateşkes formülü oluvermiştir (Bauman, 2003:131).

Modernliğin bir fırsatlar ve tehlikeler arenası, postmodernliğin de, illa modernliğin reddi, itibarsızlaştırılması ya da sona erdirilmesi olarak görülmemesi gerektiğini düşünen yazar, postmodernliği; kendi kendisini, durumunu ve geçmişte yaptıklarını daha derinlemesine, dikkatle ve sağduyu ile bakan, gördüklerini tamamen sevmeyen ve değişme gereksinimi hisseden modernlikten başka bir şey olmadığına inanıyor. Onun deyişiyle, postmodernlik; “rüştüne ermiş modernliktir: kendisini içerden değil de dışarıdan bakan, kazanç ve kayıplarını tam bir hesabını yapan, kendisinin psikanalistliğini yapan, daha önce asla dile getirmediği niyetlerini keşfeden, bunların birbirlerini iptal eden çelişkili niyetler olduğunu gören bir modernlik. Postmodernlik, kendi imkânsızlığını kabul eden modernliktir; Kendini gözetleyici bir modernlik; bir zamanlar bilinçsizce yaptığı şeyleri bilinçli biçimde terk eden modernliktir.” (Bauman, 348). Ancak, müjdeleyici bir çağın havariliğini yapan postmodernizmin de kendi içinde tehlikeler barındırdığını, postmodernliğin kazançlarının aynı zamanda kayıpları olduğunu, ona güç ve cazibe katan her şeyin, aynı zamanda zayıflık ve savunmasızlığının da kaynağı olduğunu belirtmeyi de ihmal etmiyor (Bauman,327).

 

3.  Ontolojik Güvensizliğin Yeni Adı: Küreselleşme ve Ulus-Devlet

Bauman, küreselleşme olgusunu, sadece günümüz Batı toplumlarında yaşanan politik ve ekonomik dönüşümün bütün küreye olan yansıması bağlamında değil, bu olgunun aynı zamanda 19. yüzyılın kurulu siyasal düzenini de hedef alan; sermayeyi siyasetten, emeği de yerelden koparmayı amaçlayan evrensel bir dönüşüm projesi olarak değerlendirir. Ona göre küreselleşme; modernitenin dayandığı ekonomik ve kültürel düzene karşı bir başkaldırı hareketi olduğu kadar bugüne kadar var olan dünyayı algılama ve kavrama biçimlerimizi altüst eden epistemik bir kırılmanın yankısı olarak da görülmelidir.

Bu açıdan, küreselleşmeyi, hem yapısal ve ekonomik özellikleriyle -klasik kapitalizmin dayandığı fordist üretim, sermaye ve emek ilişkisinde meydana gelen devrimsel dönüşümü bir “dünya sistemi kuramı” çerçevesinde değerlendiren, Wallerstein, Polanyi, Robertson ve Giddens- gibi, hem de kültürel görüngüleriyle – küreselleşen bir dünya sisteminin ekonomi-politiğiyle- açıklamaya çalışmış ve bu durumu iki açıdan değerlendirmiştir. Bunlardan birincisi; 20.yüzyılın kurulu dünya sisteminin dayandığı ulus-devlet ve siyasal örgütlenmenin artık aşılmaya başladığı noktasındaki tespiti gelir. Eski bir sosyalist sempatizanı olan Bauman, çift kutuplu bir dünya düzeninin özlemi içindedir. 1989 Berlin Duvarı’nın yıkılması sonrasında küresel yönetimin tek devletin egemenliğine geçmesini talihsiz bir gelişme olarak değerlendirerek, günümüzde yaşanan birçok politik sorunun nedeni bu gelişmeyle ilişkilendirir. Bauman, çift kutuplu bir dünyada güç politikası, dünyayı bölmesine karşın kendi içinde bir bütünsellik imgesi yaratmayı başardığını, paylaştığımız dünyayı “şeylerin küresel düzeni” içinde, yani iki güç kampı -ABD/Rusya- arasında çatışma ve -sonsuza dek güvenilmez kalsa da- titizlikle korunan bir dengede, yerkürenin her köşesine ve her parçasına anlamını vererek bütünleştirdiğini ifade ederek, bu durumu şöyle tasvir eder:

“Aslında dünya bir bütündü, böylesi bir anlamlandırmadan kaçan hiçbir şey yoktu içinde ve bu yüzden de her şeyin yeri, dünyanın önemli bir parçasına hükmeden ve geri kalanına da bu hükmünü hissettiren iki güç arasındaki denge açısından açıkça belliydi. Dünyadaki her şeyin bir anlamı vardı ve bu anlam bir yarılmadan, ancak tek merkezden (kıyasıya çekişme içinde birbirlerini bağlayan, sabitleyen ve yapıştıran iki devasa güçten) çıkıyordu. Büyük bölünmenin yoldan çekilmesiyle, (Rusya’nın dağılması) dünya artık bir bütünlük arz etmiyor; dünya şimdi daha çok, kestirilmesi güç yerlerde peydah olan, kimsenin nasıl yakalayacağını gerçekten bilmediği ivmeler kazanan dağınık ve oransız güçlerin bir arenasına benziyor… Hiç kimse artık kontrolü elinde tutamıyor. Daha kötüsü, bu koşullarda, “kontrolü elde tutma”nın neye benzeyeceği de açık değil. Eskiden olduğu gibi, bütün düzen sağlama girişimleri ve eylemleri yerel ve bir mesele etrafında örgütlenmiş durumda; ancak bir bütün olarak insanlık için sesini yükseltecek ya da sesini yükselttiğinde insanlık tarafından dinlenecek ve itaat edilecek kadar mağrur bir yerellik de yok artık. Herkesin rıza göstereceği, küresel işlerin bütünselliğini kavrayıp açıklayabilmemizi sağlayacak tek bir olgu da kalmadı.” (Bauman, 1999:68-9).

Böylece, tek kutuplu bir dünya düzeninin küresel barış ve uluslararası denge açısından sıkıntılı bir süreci de beraberinde getirdiğini, ulus-devletlerin de küresel sermayenin erişim kanallarını engellediği için ulus ötesi şirketler tarafından ortadan kaldırılmaya çalışıldığını düşünen yazar, bütün bu durumların yaşanmasını küreselleşmenin yıkıcı özelliğine bağlar. Ona göre modern toplumların en önemli özelliği, haritada kalın kırmızıçizgilerle çizilmiş olan bir ulus-devlet sınırına/yapısına sahip olmalarıdır. İmparatorlukların yıkılması ardından verilen kanlı mücadeleler ve bu mücadeleler sonucunda kurulan bu devletler, kendi içinde yeni bir tarih, toplum, kültür ve ideoloji de yaratmıştır. Bu açıdan modernlik projesinin politik sacayağını ulus-devlet anlayışı oluşturmaktadır denilebilir. Kendi sınırları içinde yaşayan ve devlete vatandaşlık bağıyla bağlanmış olan herkes ulusal devletin ve onun modernlik projesinin gölgesi/güvencesi altında kabul edilir. Onun için modernliği eleştiren postmodern yazın ve ulus-devletlerin kırmızı sınırlarını silmek/aşmak isteyen küresel dinamikler, modern toplumları tehdit eden başlıca unsurlar olarak görülmüştür.

Bauman, küresel politikada etkisi giderek azalan ve bu anlamda siyasi bir unsur olmaktan uzaklaşan ve vatandaşları üzerinde yönetme kabiliyetini yitirmeye başlayan ulus devletlerin meşru bir temeli bulunmadığını düşünmektedir. Onun deyişiyle modern ulus-devletlerin inşası; “görece az sayıda becerikli ve başarılı etnisitenin, henüz olgunlaşmamış, daha küçük ve talihsiz etnisiteler yığını- “olabilecek” ama “asla olmayan” uluslar- üzerinde sürdürdüğü bir şiddet öyküsüdür…” (Bauman, 2005:261). Modern ulus-devlet tavrını, bahçeci devlet metaforuyla açıklayan yazar, bu tutumu, “bahçıvanlık duruşu” olarak tanımlar. Çünkü ona göre ulus-devletler; “nüfusun mevcut (yabani, terbiye edilmemiş) durumunu gayrı meşru sayıp, var olan yeniden üretim ve özdengeleme mekanizmalarını elden çıkarmıştır. Bunların yerine, değişimi, rasyonel tasarımın öngördüğü istikamete yöneltmek amacıyla inşa edilen mekanizmaları yerleştirmiştir. Bu ölçütlere göre, nüfusu ikiye bölmüş: Beslenecek ve özenle çoğaltılacak faydalı bitkiler ve yok edilecek ya da kökünden sökülecek yabani otlar. Bu ölçütlere göre, (bahçıvanın tasarımınca belirlenen) faydalı bitkilerin gereksinimleri el üstünde tutulmuş, yabani ot ilan edilenlerin ise yok sayılmış. Bu ölçütler, bu kategorilerin her ikisini de kendi eğilimini nesneleri olarak aldı, her ikisinin de kendilerine belirleme haklarını reddetti.”(Bauman, 2003:34).

Otoriter ve baskıcı bir inşa süreci sonucu kurulan ulus-devletlerin, küreselleşme süreciyle birlikte miadını doldurduğu ve basit birer yapıya dönüştüğü konusundaki tartışmalara temkinli yaklaşan Bauman, reel politik gelişmelerin de bu örgütlenme modeline fazla ömür biçmediğini ve bu konuda yeterince kanıtın var olduğunu düşünmektedir. Ona göre, artık ulus-devletler, “bir zamanlar sahip oldukları mutlak iktisadi, askeri, kültürel ve siyasal egemenliklerle korunmamaktadırlar. Bu türden bütün egemenlikler, teker teker, küreselleşen güçlerin baskısına teslim olmak zorundadır… Ulus olmak artık savunulması gereken ve rakip iddialara karşı etkin biçimde savunulabilen nadir bir ayrıcalık değildir.” (Bauman, 2005:296). Bu açıdan dünyamız, kimlik eksenli ve bölgesel merkezli politik oluşumlara gebedir. Nitekim küreselleşme süreciyle birlikte özellikle akademik camiada en fazla; bireysel kimlikler ve azınlık hakları konuları gündeme gelmiştir. Ulusal bağların zayıflaması ve dünya vatandaşlığı kavramının geliştirilmesi ekseninde yürüyen bu tartışmalar, ulus-devletlerin de yumuşak karnını oluşturmaktadır. Bu bağlamda kimlik sorunu; her ne kadar bir temel insan hakkı ve özgürlük konusu olarak öne çıkarılmış olsa da ulus-devletin, bireyi vatandaş sıfatıyla kendine bağımlı kılmaya çalışması durumunu ortadan kaldırmayı da gündeme getirmiştir.

Küreselleşme, politik sahada yarattığı bu yıkıcı sonuçlar yanında toplumsal alanda da kaotik bir sürecin yaşanmasına kapı araladığını, küreselleşme ile birlikte kendilerini bir anda yağmur altında gören insanların sığınmaya çalıştıkları limanların başlarına yıkıldığını, altına girmek istedikleri şemsiyelerin yırtıldığını ve üzerinde durdukları toprağın ayaklarının altından kaymaya başladıklarını dile getiren yazar, bu durumun nedenini, dünya meselelerinin artık belirsiz ve kuralsız bir hâl almasında bulmaktadır. Bundan dolayı günümüzde küreselleşen toplumları betimlemek için üç kavrama -güvensizlik, belirsizlik, emniyetsizlik’ gönderme yapan Bauman (2000b:13-4), bu durumu, pilot-yolcu metaforuyla tasvir etmeye çalışır. Risk toplumunda yaşamanın getirdiği güvensizliği, “bir uçaktaki yolcuların pilot kabinini boş olduğunu, kaptanın dostane sesinin aslında önceden kaydedilmiş bir mesajın teypten çalınmasından ibaret olduğunu keşfettiklerinde yaşayabilecekleri hisse benzetir.” (Bauman, 29).

Küreselleşmenin diğer önemli bir sonucunu da, sermayenin artık geçmişte hayal bile edilmeyen yeni bir hareket özgürlüğüyle, yani emekle olan bağımlılık ilişkisini kesmesi olduğunu düşünen yazar, kendisine belli bir yer-yurt edinmek istemeyen, istediği zaman istediği yere konuşlanabilecek biçimde esnek bir üretim biçimine evrilen sermayenin, küresel ekonomik ilişkilerin de yerel devletlerin tekelinden çıkmasına yol açtığını, bu bağlamda küreselleşmeyi, başka şeylerin yanı sıra, iktidarın siyasetten tedricen ayrılması olarak da okunması gerektiğini düşünmüştür. Ona göre, “siyasetin evi, fiziksel ve coğrafi anlamda mekâna hapsolurken, sermaye ve özellikle enformasyon teknolojisi daha esnek bir biçimde siber bir mekâna doğru evrilmektedir. Sermaye ve özellikle de finans sermayesi biçimindeki iktidar akış halindeyken, siyaset yerel karakterinin dayattığı bütün kısıtlamaları taşıyarak toprağa bağlı kalmaya devam etmiştir. Diyebiliriz ki, iktidar “siyasetten kurtulmuştur” (Bauman, 2005:230). Ona göre, tarihsel bir dönüşümü, toplumsal bir değişimi ifade eden küreselleşme, “bütün bu gelişmelerin müsebbibi olma başarısını, bütün modern çağ boyunca “evrenselleşme” teriminin işgal ettiği yerin yerine geçmesiyle kazanmıştır. Bunun nedenini ise, esas olarak “küreselleşmenin, evrenselleşmenin yaptığı gibi neye ihtiyacımız var ya da olmalı ya da neyi yapmaya niyetlenmeliden çok, bize ne oluyor’a göndermede bulunmasında bulur. Kısaca, “Küreselleşme” Bauman’ın (150-1) veciz değerlendirmesiyle; “dünya işlerinin izlemekte olduğu rotalarda, onların esas olarak sınırların ve denetimin ötesinde oluşuna, neredeyse ilkel, plansız, beklenmedik, kendiliğinden ve olumsal bir nitelik kazanmasına ilişkin bir “doğallaştırmayı” işaret eder.”

Sonuç

Günümüz dünyası, çok hızlı bir değişim ve dönüşüme sahne olmaktadır. Bu değişim ve dönüşümü anlamaya/anlamlandırmaya çalışan sosyal bilimcilerin üzerinde ittifak ettikleri en önemli konu; gerek siyasi ve ideolojik gerekse ekonomik ve sosyolojik açıdan dünyanın bir belirsizliğe doğru sürüklendiği, yerleşik düzenlerin aşınmaya, geleneksel değerlerin yıkılmaya başlandığı ve aynı zamanda hiç kimsenin ontolojik güvenliğinden emin olamadığı bir durumun yaşanmakta olduğudur. Böyle bir ortama yol açan nedenlerin başında, hiç şüphesiz ki, Ortaçağdan radikal bir kopuş gerçekleştiren Aydınlanma felsefesi ve bu felsefe temelinde yeni bir dünya düzeni kurmaya çalışan modernite projesi gelmektedir. Modernite, her ne kadar Kant tarafından, “eleştiri dönemi” olarak olumlu ve yapıcı bir biçimde tanımlanmış olsa da birçok düşünür bu konuda daha olumsuz bir tutum takınmışlardır. Özellikle klasik sosyologlar, yaşananları tarif etmekte bir hayli zorlanmışlardır. Onlar açısından modernite dönemi, sadece sosyolojik ethosu yaratan yerleşik inançlar, kutsal değerler ve toplumsal normlardan bir sapmayı değil, aynı zamanda ayağımızın altında sabit duran toprakların, artık kaymaya başladığı bir dönemin de adıdır.

Gerçekten de modernite, insanlık tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar hızlı bir değişim yaratmış, bu değişimin, siyaset arenasındaki karşılığı ulus- devletler, ekonomik arenadaki karşılığı ise kapitalist sistem olmuştur. Ancak, modernlik projesi kendi içinde de sürekli kopuşlar yaşamaya maruz kalmıştır. Kimileri bu dönüşüme post ekini eklemek suretiyle post-modernizm, kimileri geç kapitalizm veya sanayi sonrası toplum, kimileri de modern anlatı biçimlerinin ve ideolojik düzenlerinin meşruiyetlerini kaybetmesi olarak değerlendirmişlerdir. Ancak, bu konular daha uzun bir süre tartışılmaya devam edilecektir. Nitekim henüz postmodernizmin neliği üzerinde tartışmalar/eleştiriler devam ederken, 1980 sonrasında sosyal bilimler yazınında en çok kullanılan ve aslında ne modernite ne de postmodernite kavramından ayırabileceğimiz kürselleşeme terimi ortaya atıldı.

Küreselleşmeyi, kimileri; tarihin, dinin ve ideolojinin sonu (Fukuyama, 2006), kimileri coğrafyanın sonu (Virilio, 2003), kimileri de, insanlık tarihinde bir “medeniyetler çatışması”na (Huntington, 2005) yol açacak bir evre olarak gördü. Bütün bu tespitlerin bize anlattığı bir gerçek varsa o da; dünyamızın çok hızlı bir değişimden geçtiğidir. Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin tetikleri bu değişimi durdurmak ne kadar mümkünse, sosyolojik anlamda bu değişimin toplumlar üzerinde nasıl bir etkide bulunacağını kestirmek de o kadar mümkündür. İşte Bauman, bizlere bu gerçeği fısıldamakta ve hakikat adına üretilmiş her tür bilginin ve ilan edilen her tür tezin neden gerçekliğin sadece bir yüzünü temsil edebildiğini göstermeye çalışmaktadır. Bu anlamda Bauman; gerek moderniteden postmoderniteye, gerekse ulus-devletlerden küreselleşme sürecine kadar ortaya çıkan toplumsal ve siyasal dönüşümleri kendine has bir üslupla ve sosyolojik açıdan ele almasıyla çağımızın önemli bir düşünürü olarak görülebilir. Bu süreçlerde gerçekleşen değişimlerin tarihsel izlerini, gündelik yaşam sosyolojisinin keyif verici okuma biçimiyle okuyucuya vermekle Bauman’ı modern çağın eleştirel aklın sözcüsü olarak ilan etmek, çok da abartılı bir değerlendirme olmasa gerek.

KAYNAKLAR

Anthony Giddens-Christopher Pierson, Modernliği Anlamlandırmak, (Çev. S. Uyurkulak – M. Sağlam), Alfa Yayınları, İstanbul, 2001.

David Harvey, Postmodernliğin Durumu, (Çev. S. Savran), Metis Yayınları, İstanbul, 1999.

Edward Said, Hümanizm ve Demokratik Eleştiri, (Çev. O. Akınhay), Agora Yay., İst., 2005.

Francis Fukuyama, Tarihin Sonu mu: Fukuyama, Marx, Modernite, (Der. C.Bertram & A.Chitty), İmge Kitabevi, Ankara, 2006.

Fredric Jameson, The Cultural Turn, London, Verso, 1998.

Guy Debord, Gösteri Toplumu, (Çev.A.Ekmekçi-O.Taşkent), Ayrıntı Yay., İstanbul, 2006.

Jacues Ellul, Teknoloji Toplumu, (Çev.M.Ceylan), Bakış Yayınları, İstanbul, 2003.

Jean Boudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon (Çev. O.Adanır), Doğu Batı Yay., Ankara, 2006.

Jean Boudrillard, Tüketim Toplumu, (Çev. H.Deliceçaylı-F.Keskin), Ayrıntı Yay., İst., 2004.

Jürgen Habermas, “Modernlik: Tamamlanmamış Bir Proje”, Postmodernizm, (Der. N. Zeka), Kıyı Yayınları, İstanbul, 1994.

Marshall Berman, Katı Olan Her şey Buharlaşıyor, (Çev. Ü. Altuğ – B. Peker), İletişim Yayınları, İstanbul, 2001.

Michel Foucault, Büyük Kapatılma, (Çev. I.Ergüden-F.Keskin), Ayrıntı Yay., İstanbul, 2000.

Paul Virilio, Enformasyon Bombası, (Çev.K.Şahin), Metis Yayınları, İstanbul, 2003.

Peter F. Drucker, Kapitalist Ötesi Toplum, (Çev.B.Çorakçı-Dişbudak), Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 1994.

Samuel P.Huntington, Medeniyetler Çatışması, (Der. M.Yılmaz), Vadi Yay., Ankara, 2005.

Theodor W. Adorno, Minima Moralina, (Çev.O.Koçak-A.Doğukan), Metis Yay., İst., 2000.

Ulrich Beck, Risk Society: Towards a New Modernity, Sage Publications, London, 1992.

Zygmunt Bauman, Bireyselleşmiş Toplum, (Çev. Y. Alogan), Ayrıntı Yayınları, İst., 2005.

Zygmunt Bauman, Modernlik ve Müphemlik, (Çev. İ. Türkmen), Ayrıntı Yay., İstanbul, 2003.

Zygmunt Bauman, Ölümlülük Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri, (Çev. N. Demirdöven), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2000a.

Zygmunt Bauman, Siyaset Arayışı, (Çev. T. Birkan), Metis Yayınları, İstanbul, 2000b.

Zygmunt Bauman, Küreselleşme, (Çev. A. Yılmaz), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1999.

Zygmunt Bauman. Liquid Modernity, Polity Press, Cambridge, 2000.

Zygmunt Bauman. Yasakoyucular İle Yorumcular, (Çev. K. Atakay), Metis Yay., İst., 1996.

——————————————–

[i] Kaynak: http://www.sdergi.hacettepe.edu.tr/makaleler/zduman.pdf

[ii]Doç.Dr., Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, Genel Sosyoloji ve Metodoloji Anabilim Dalı

Yazar
M. Zeki DUMAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen