Önceki Gelenlerin Sonuncusu, Sonraki Gelenlerin İlki: Yunus Emre

 

Levent BAYRAKTAR, Hasan ONAT, Mustafa TATÇI, Nevzat KÖSOĞLU, Mustafa SEVER 

LEVENT BAYRAKTAR- İsterseniz sohbete başlarken şöyle bir metodoloji belirleyelim: Önce Yunus’un bir tarihi şahsiyet olarak, Türk kültürünün içerisinden çıkmış, Türk kültürünün aynı zamanda bilinci ve onu yoğuran bir şahsiyet olarak milli kimliğin ve Türk realitesinin oluşmasında nasıl bir fonksiyon ifa ettiğinden başlayalım. Ardından onun Türk Müslümanlığı denilen dinî hayattaki, tasavvufî düşünce içerisindeki yerini ele alalım ve sonra da bu görüşlerin ışığında, bize ilham ettiği problemlere girebildiğimiz kadar girelim. 

HASAN ONAT- Bunların anlam kazanabilmesi için Yunus’un içinde bulunduğu, yetiştiği ortamı netleştirmemiz, sonra Yunus’un din anlayışını konuşmamız lazım. Bu altyapı üzerine o söylediğiniz sonuçlar inşa edilebilir. Bunların olabilmesi için Yunus hangi ortamda Yunus oldu. Ben bunu önemsiyorum. Çünkü biz genelde boşlukta konuşuyoruz. Oysa fikirler boşlukta inşa edilmez, bir zeminin içinde doğar. Bunu ortaya koyabilirsek ondan sonra bu çözümlemeleri yapmamız da kolaylaşır. 

LEVENT BAYRAKTAR– Bu durumda, önce tarihselliği içinde Yunus Emre’yi anlamaya çalışalım. Yunus, onu yetiştiren coğrafya, tarih kesiti ve içinden çıkmış olduğu kültürün bilinci haline geldi ve ona nasıl damgasını vurdu. Bu tarihsel ortam içerisinde Yunus Emre’yi nasıl bir tarihi ve coğrafi konum içerisinde buluyoruz? 

HASAN ONAT- Tasavvufî gelenekte, daha doğrusu tasavvuf alanında yapılan bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu bir gerçek vardır. Hicrî 1. ve 2. asırlarda tasavvuf diye bir şey yoktur. Sadece zühdden söz edilir, böyle bir gelenek vardır. Şimdi buradan önemli bir iki tane tespitte bulunabiliriz. 

Tasavvuf dediğimiz hadise 11. asırdan sonra, daha önce var olan bu zühd geleneği içerisinden İslam’ın pek çok unsuruyla bütünleşerek ortaya çıkan bir dinin anlaşılma biçimidir. Hz. Muhammed’in devrinde tasavvuftan, tarikattan, mezhepten ve cemaatten bahsedemeyiz. Sadece Kur’an’ın temel kurucu ilkelerinden hareketle İslam’ı anlayan ve yaşayan Müslümandan bahsedebiliriz. Peygamber’in vefatından sonra ilk ortaya çıkan tartışma halifelik meselesinde oldu. Daha sonra ortaya çıkan ilk mezhep Haricilik, karşımıza çıkar. Daha sonra birçok mezhep oluşur. Bu mezheplerin bir kısmı siyasi, itikadi mezheplerdir, bir kısmı fıkhî, ameli mezheplerdir, ama hemen belirtelim, bunların hiç birisi dinle özdeş değildir. Dinle özdeşleştirilemez, dinin anlaşılma biçimleridir. 

Aynı şekilde Peygamberimizin vefatından yaklaşık iki asır geçtikten sonra bu zühdve takva hareketi kurumsallaşma sürecine girer. Bu süreç içerisinde özellikle bizim konumuz açısından kritik isim, bana göre aslında Ahmet Yesevi’dir. Yani o çizgi, o zamana kadar gelen oluşum farklı zeminlerdedir. Çünkü detaylara girersek bir İsmailî- Bâtınî geleneği belki burada konuşmamız lazım, ama o zamanlar bu batıni gelenek Müslümanların çoğunluğu tarafından çok da hoş karşılanmamıştır. Fakat daha sonra belki de bu geleneğin simetrik bir oluşumu Sünni algı biçiminin içinde şekillenir ve orada karşımıza Kuşeyri-Gazzalî çizgisinden apayrı bir ledünnî ilim kategorisi içerisinde, farklı bir algı biçimi çıkar. Hatta buna alternatif epistemolojiye sahip bir yapılanma demek de mümkündür. 

Ben detaylara girmeden sadece Ahmet Yesevi çizgisiyle ilgili bir iki şey söylemek istiyorum. Çünkü Yunus’u anlamak için ideal başlangıç noktası Ahmet Yesevi’dir. Çünkü Türklerin din anlayışına damgasını vuran gelişmeler Ahmet Yesevi ile birlikte başlar. 

Ahmet Yesevi her şeyden önce büyük bir âlimdir. Yusuf Hemedani hocasıdır. Bakın bu noktada Yunus’la alakalı yanlış algı biçimini de hemen düzeltme imkânı buluyoruz. Zannediliyor ki Yunus okuma yazma bilmez, Yunus sıradan bir insandır. Hayır, Yunus büyük bir âlimdir. Buradan hareketle ikinci bir yanlışı hemen daha Yunus’a girmeden düzeltelim. Yani tasavvuf işin zevk boyutudur. Yani; ilim sahibi olmayanların tasavvufta yeri olmaz. Büyük âlimlerin hepsi, İslami ilimleri bilen insanlardı. Ahmet Yesevi’nin özgün tarafı nedir? İslam’ın ahlak temelli anlaşılma biçimini hemen herkesin anlayabileceği tarzda hikmetlere dönüştürmüş ve o ahlak boyutunu öne çıkartmıştır. Zaten Hz. Peygamber demiyor mu “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” diye. 

İşte Ahmet Yesevi ile birlikte karşımıza iki tane kol çıkar. Özellikle Türk düşüncesini, Türklerin din anlayışını etkileyen boyutla bağlantı kurarak söylüyorum: Nakşîlik dediğimiz bir kol Orta Asya’dan, 16 ve 17. asırlarda Osmanlı topraklarına girdi. Ama bir başka kol vardır: O kol da Bektaşilik dediğimiz koldur. Anadolu’da bunlar daha sonra buluşurlar, ama her ikisinin de kökünde Ahmet Yesevi vardır. Ahmet Yesevi’nin din anlayışına baktığımızda tevhide aykırı bir şey bulamazsınız. Ne Ahmet Yesevi de ne de Yunus’ta, İslam’ın ruhuna aykırı diyebileceğimiz unsurlar yok. BenHikmetler’i ciddi ciddi okudum, anlamaya çalıştım. Çok orijinal şeyler yakaladım. Şu var, farklı anlaşılmalara müsait ifadeler yok mu? Var, bu son derece doğal ama dikkatle yoğunlaştığınızda mesela namazdan söz ediyor, namazla alakalı, hacla alakalı, orada namazdan söz edilmesi, namazın bir defa fiilen var olduğunun kabul edildiğini gösterir. Yunus, bunun bir ilerisini söylüyor. 

MUSTAFA TATCI- Hakikatini söylüyor. 

HASAN ONAT- Bir ilerisi, çünkü Kur’an diyor ki “namaz sizi kötülüklerden alıkoyar”. Yani nedir? Namaz kılan bir insan, Allah’ın üst seviyede, insana şah damarından daha yakın olduğu bilinci içerisinde namazın ötesine geçer. Namaz insan davranışlarını düzeltir hatta namaz akıl terbiyesidir, ruh terbiyesidir. Buna dayalı olarak Yunus onu bir adım ilerisini bizim karşımıza çıkartıyor. Mesela “bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz” değil gibi ifadeler aslında burada hem İslam’ın ahlak temelli anlaşılma biçimini ortaya koyuyor hem de ibadetlerin insanı taşıyacağı üst noktaları, o Hz. Peygamber’in, “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” hadisiyle bütünleştirerek, gözümüzün önüne seriyor. 

MUSTAFA TATCI- Ben de Hocamın kaldığı yerden, belki de başka bir açıdan bakayım meseleye. Hocam konuşurken hem Ahmet Yesevi Hazretlerinin hem de Yunus’un ayıklayıcı olduğu gönlüme geldi. Yani Ahmet Yesevi neyi ayıklamış, neyi uygulamıştır? Yunus Emre neyi ayıklamış, neyi uygulamıştır? Önceki düşüncelerin, çizgi dışı düşüncelerin tamamını ayıklamışlardır. Şimdi Ahmet Yesevi Hazretleri tarihimizde, kültür tarihimizde ne yaptıysa Yunus Emre de bence onu yapmıştır. 

Tekrar döneyim Yesevi Hazretlerine, ne yapmıştır Ahmet Yesevi diye sorulduğunda bunu üç maddede toplayabiliriz kanaat-i âcizane: Birincisi; Yesevî hazretleri dinin doğru bir şekilde algılanmasını ve uygulamasını gerçekleştirmiştir. Biz, Türkler olarak ondan doğru dini öğrendik. 

HASAN ONAT- Bilgi temelli. 

MUSTAFA TATCI- Bilgi temelli, Hocam ona işaret etti, doğru dini algılamak ve yaşamak nedir, biz Yesevi Hazretlerinden öğrendik. Birincisi bu. İkincisi derler ki; –Menakıb’ında da okudum- Ahmet Yesevi Hazretleri sünnetullaha uymak için 63 yaşında inzivaya çekildi. Bu da yanlış anlaşılan bir şeydir. Şimdi insanın tabii ihtiyaçları var, halvet hayatının içine girince artık tamamen bir ruhban gibi yaşadı diye algılanmamalı. İslam’da ruhbanlık yoktur, Yesevi Hazretleri bunu hepimizden çok iyi bilir, böyle de bir hayat yaşamadı, ama halvet hayatı yaşadı. Halvet hayatını iyi anlamamız lazım. 

Bu kavramla bir de tarikat doğmuştur; Halvetiler. Ama bunlar günlük hayatlarına devam eden insanlardı. Pek çok Halveti tanıyoruz, işte Akşemseddinler, Hacı Bayram Veliler, Somuncu Babalar, Şeyh Şaban-ı Veliler, Karabaş Veliler, Nasuhi Efendiler, Aziz Mahmud Hüdailer, bunlar hep halveti ama bunları, Sultan’ın yanında, sokakta, çarşıda, pazarda insanların içinde görüyorsunuz. Dolayısıyla bu halvet hayatını iyi anlamamız lazım. O zaman Yesevi Hazretleri de bir halvet hayatı yaşadı, fakat bu tabir-i caizse halvet, enerjisini kendi nefsi için değil de varlık, toplum, insanlık için harcamak, biriktirme ameliyesidir. 

Şimdi şuraya geçmek istiyorum, Ahmet Yesevi Hazretleri bir halvet hayatı yaşamakla beraber öyle aksiyoner bir kimliğe sahip ki yetiştirmiş olduğu 99 bin müridi Anadolu’ya ve Balkanlara göndermiştir. Yani buradan bir erenlik ile birlikte Alperenlik Kurumu tecelli etmiş oluyor. Yetiştirmiş olduğu alperenler i’lâ-yıkelimetullah için yeryüzüne dağılmışlardır. Biz Anadolu ve Rumeli diye, Balkanlar diye sınırlandırmayalım. Yeryüzüne dağılmışlardır. Yani bunun gayesi i’lâ-yıkelimetullahtır. 

Şimdi ileride şöyle bir tarihi gerçek de çıkacaktır. Biz Orta Asya’da kuraklıklardan veya akınlardan, başka siyasi sebeplerden dolayı Anadolu’ya yöneldik, Orta Asya’yı boşalttık gibi genel bir bilgi var. Ondan sonra buraya geldiğimizde pek çok problemle karşılaştık. Haçlı akınlarıyla, yeni bir dinle karşılaştık. Ondan sonra bu problemlerle uğraşırken insanlar bunalım geçiriyorlar, tekkelere sığınıyorlardı gibi basit bir algılama var. Benim kanaatime göre böyle bir algılayış doğru değildir. Tasavvufa yönelmek; varlık problemiyle, insanın kendini gerçekleştirme problemiyle alakalı bir husustur. Bir yerde Hz. Yunus; “Müşkilihalleylemek değmenin işi değil” diyor. Bu müşkil, varlık problemi, o kadar kolay çözülecek bir şey değil. Dolayısıyla gönül ihtiyacından dolayı sığınıyorlardı. 

Konuyu dağıtmayayım. Yesevi Hazretlerinin ikinci önemli yönü, kendisi münzevi olmakla beraber aksiyoner mutasavvıflar yetiştirmesidir. Üçüncü bir özelliği de elde ettiği tecrübeleri, bilgileri Türkçe vaz etmesidir. En önemli özelliklerinden birisi budur. Biz ilk defa dini, hatta dinin iç algılaması olan tasavvufu onun ifadeleriyle öğrendik. Ondan önce günlük hayatta, medrese hayatında Arapça, Farsça konuşuluyordu.- Ahmet Yesevi hazretleri medrese kökenli bir zattı, Arapçası, Farsçası vardı-. Dolayısıyla önceki şeyhler bu dili kullanıyordu. Yani Buhara, Taşkent, Semerkant ve diğer kültür merkezlerimizde medreseler hatta tekkelerde bu dil konuşuluyordu. Yusuf Hemedani, daha sonra Abdülhalik Gücdüvani Hazretlerinin eserlerine baktığımız zaman, zaten Arapça veya daha sonraki dönemde Farsça yazıldığını göreceğiz. Ama Ahmet Yesevi Hazretleri ilk defa bunu kıran kişidir, en önemli özelliği budur. 

Şimdi bunu toparlayayım; oradan Yunus’a geçeceğiz ve aynı şeyleri göreceğiz. Belki erken söylemiş olacağım, ama İsmail Hakkı Bursevi’nin Yunus Emre’nin “Çıktım erik dalına” şerhinde bir ifadesi var, o kadar güzel bir ifade ki, Yunus kimdir diye sorulduğunda ben bazen onu kullanıyorum, tabii güncelleştirerek söyleyeyim: Yunus; “Önceki gelenlerin sonuncusu, sonraki gelenlerin ilkidir” diyor. 

Şimdi bunu Orta Asya’da 1165’li yıllarda vefat ettiği söylenen Ahmet Yesevi Hazretleri için de uyarlayabiliriz. Orta Asya Türk İslam Tasavvufu için Ahmet Yesevi hazretlerine uyarlanabilecek bir söz bu. Ahmet Yesevi Hazretleri, “Önceki gelenlerin sonuncusu, sonraki gelenlerin ilkidir”. Neden böyle? Çünkü zühd ve takva hayatına dayalı tasavvufi uygulamalar önceki dönemde halka pek böyle dağılmamıştır, dağıtılmamıştır. Onun için biraz içe dönük, içe yönelik bir uygulama var. Yani geniş kitlelere mal edilmesi söz konusu değil. Fakat Ahmet Yesevi Hazretleri,önceki gelenlerin bu düşüncesini kırıyor. 

İkinci kırdığı anlayış da biraz evvel arz ettiğim gibi aksiyoner olması. Üçüncü anlayışı da ilk tecrübelerini, halvet hayatını, İslami dini hayatını, seyr-isülûkta elde ettiği duyguları, düşünceleri, görüşleri; yani yakîn bilgisini Türkçe vaz etmesidir. Halkın seviyesine indirerek. Türkçe vaz etmesindeki arka planı da iyice yerine oturtmaya çalışalım, bu şu anlama geliyor: Yesevi ile sokak, çarşı pazar dili ilk defa bir mana,  bir aşk dili haline geliyor. Sevgi dili haline geliyor, yani İslamî bir dil haline geliyor. 

Bunu nasıl beceriyor? İslam’ın içini yakalayan kişi, dilin de içini yakalamış oluyor. İslam’ın ve dilin içini yakalayan, içini anlayan, içine giren kişi, insanların içine de rahat bir şekilde girecektir. Onun için 99 bin değil belki de daha fazla bir mürit kadrosunu, aksiyoner bir kimlikle insanlığa mâl ediyor. 

Burada ahlaki değerlere de girilebilir artık. İşte Ahmet Yesevi Hazretleri için söylediğim bu üç kural âcizane Yunus Emre için, yani Batı Türkçesinde bizim aşk dilimiz olan, mana dilimiz olan, Türkçenin içi olan, İslam’ın içi olan Yunus Emre için de uyarlanabilir. 

NEVZAT KÖSOĞLU- Müsaade ederseniz, ben bir noktayı ifade etmek istiyorum. Daha doğrusu Mustafa Bey’in temas ettiği, ama yarım bıraktığı bir noktayı tamamlamak istiyorum. 

Tasavvuf üzerinde çalışan bazı kesimler, din sosyolojisi gibi tasavvufun adını vermeden sosyolojisini yapmak ve tasavvufun hangi çevrede doğduğunu ve hangi çevrelerin etkileriyle böyle bir tasavvuf hareketinin o renkte, o üslupta bir tasavvuf hareketinin vücuda geldiğini anlatmak gibi bir gayret içerisinde oluyorlar. Nitekim biz de konuşmaya başlarken Yunus’un kültür çevresi yahut siyasi tarih çevresi diye başladık. Bu yanlış bir şey de değil.

Yalnız tasavvuf, Hasan Hoca’nın dinin bir anlayışıdır dediği, Mustafa Hoca’nın dini içinden kavrama dediği ve netice itibariyle yaşanan bir haldir. Yaşamakla ulaşılan bir takım manevi mertebelerdir ve bunların ya dışarıdan müşahede ile anlatılması yahut içinden yaşayan insanın kendi mertebesine göre anlatmasından bildiğimiz bir alandır, bir tecrübedir, ama özellikle bu içeriden anlatma dediğimiz, yani o halleri yaşayan insanların anlatması ile tasavvuf hakkında malumat sahibi olmak yahut değerlendirmek biraz zordur ve karışıklıklara da sebebiyet vermiştir. Çünkü o tecrübe çok fazla şahsîdir. Yani bütün tasavvuf büyüklerinde birtakım ortak mertebeler muhakkak ki vardır, ama bunları anlatmak yani günlük lisana dökmek de çok problemli olduğu için zaman zaman değişik ifadelere kaçmak zorunda oldukları için ve netice itibariyle hangi müşterek irtifada olurlarsa olsunlar şahsî tecrübeleri olduğu için mutlaka birbirlerinden az veya çok farklılıkları olacaktır. 

Şimdi tasavvuf bu kadar şahsî bir tecrübe olduğu zaman, bunun sosyolojisini yapmak biraz zor olur. Yani dinden çok daha zor olur gibi geliyor, bana. 

Yalnız toplumların buhran dönemlerinde Mustafa Hoca’nın dediği toz duman, dönemlerinde insanların tasavvufa meyli artıyor. Yani bu tespit edilmiş gibi görünüyor. Fakat bu tasavvufa meyilin artması irtifa sahibi insanların o devirde ortaya çıkacağı anlamına gelmiyor. Sadece halkın meyili artıyor. Bu halkın tasavvufa meyilinin artmasında muhtemelen tekkelerde bedava çorba dağıtılmasının da büyük etkisi vardır. Çünkü o yokluk zamanlarında halk tutunacağı bir yer arıyor. Tekkeler bu bakımdan da çok itibar gören yerler olabilir. Başka bir takım dünyevî sebepleri daha olabilir, ama buhran zamanlarını, tasavvufun en canlı zamanları, doğuş zamanları diye yorumlamak doğru değildir. Nitekim sizler de işaret ettiniz. 

Tasavvuf bir kişisel tecrübedir, şahsen yaşanan bir tecrübedir ve mertebeler alındıkça bunun açıklanması da çok zordur. Daha ötesini açıklamazlar. Hepsi aynı şeyi söylerler. Yani bir miktar anlatırlar, ondan sonrası açıklanmaz, dile gelmez. Yunus da her şeyden önce bir mutasavvıftır. Yani bu tasavvuf geleneğinin içinden gelmiş olan bir insandır. O tecrübeyi bizzat yaşamış, eğitimini almış, Tapduk Emre’den, bilahare muhtemelen Mevlana’dan, dergâhından feyz almış ve o tecrübeyi yaşamış bir insandır. Bunu kendi yaşadığı tecrübe içerisinde değerlendirmek mümkün olabilse belki en sağlıklı değerlendirme bu olabilecekti. Yani Yunus’un tecrübesini anlayabilmek, hâl olarak mertebesini yakalamak, o her kula belki nasip olmaz ama zihnen şiirlerinde ondaki mertebeyi yakalayıp öyle ifade edebilmek. 

Pergel metaforu’nu hatırlayalım. Yunus’un da her şiirinde kolaylıkla bunu görmek mümkün. Yani bir ayağının şeriatta olduğunu kolaylıkla görmek mümkün. Ondan sonra da tecrübesi ne, yaşadığı ne diye, onları şiirlerinde çok yakından bilen dostlarımız biraz açıklayabilirler. 

MUSTAFA TATCI-  Estağfurullah. 

NEVZAT KÖSOĞLU- Şunu ifade etmek isterim, sözün etkili olması için, geleneksel kültürümüzde de böyledir, bir söyleyene bakacaksın, bir söylediği söze bakacaksın bir de muharrafa bakacaksın. Şimdi güya söyleyen birinci sıradadır ve bunun etkili olması, Yunus’un sadece öyle mucizevî Türkçe mısralar yaratmasında değildir. Yunus’un mertebesindedir. Benim inancım budur. Öyle insanlar vardır ki yani Türkçeyi doğru dürüst ifade bile edemez ama karşısına gittiğin zaman seni ezer. Bir saygı, bir ihtiram ihtiyacını hissedersiniz. Bu onun manevi kudretidir. Bu manevi kudrete, ancak mertebe ile ulaşılır. Mevlana’nın dediği gerçek olmasa da belki de bir gerçeği ifade ediyor, vardığım her mertebede “Yunus’u orda gördüm” yahut da “Koca Türkmen’i orda gördüm” diyor. E o zaman Yunus’un 600 yıldır, 700 yıldır nasıl bu kadar canlı kaldığını, nasıl bu kadar hâlâ dilden dile söylendiğinin bir ayağı da, yani güzel Türkçe, şiir gücü, onun yanında bir ayağının da bu mertebe ululuğu olduğunu zannediyorum. 

MUSTAFA TATCI- “Mansur En-el Hak söyledi, hak bu sözü hak söyledi” diyor. 

NEVZAT KÖSOĞLU- Evet. 

MUSTAFA TATCI- Tabiî ki mertebeler kat edilince söz de hakka ait olmuş oluyor, kendisi devre dışı kalıyor, fena makamlarının neticesinde hak sözü olmuş oluyor. 

LEVENT BAYRAKTAR- Hocam o zaman yavaş yavaş Yunus’un temel kavramlarına doğru girilebilir. Çünkü Yunus’un bizim irfanımıza, kültürümüze armağan ettiği çok güzel kavramlar var. Mesela bir gönül kavramı. Bunu başka dillere de tercüme etmenin çok rahat olmadığını söylerler. Ayrıca, Yunus’un bir evren tasavvuruna sahip olduğu,  Yunus’un bir insan tasavvuruna sahip olduğu görülüyor. “Yunus sen bu dünyaya niye geldin?” diye soran bir kişinin mutlaka arkasında filozofik bir şerhe muhtaç bir öğreti bıraktığı söz konusu. Dolayısıyla Yunus Emre’yi incelemek, Yunus Emre’nin kavramlarını gözden geçirmek, bizim dilimizde, Türkçede dile getirilmiş olan felsefeyi de kavramak için bir çıkış yolu olsa gerek. 

MUSTAFA TATCI- Evet. 

LEVENT BAYRAKTAR- Dolayısıyla isterseniz hocam yavaş yavaş bu kavramları gözden geçirmeye başlayalım. Sizin dikkatinizi çeken, ön plana çıktığını gördüğünüz kavramlar nelerdir. İsterseniz, mesela gönül kavramından başlayalım. 

MUSTAFA TATCI- Önce kültürümüzdeki yerini sorgulamış oluyoruz. Tabii, Nevzat Ağabeyimiz çok güzel bir noktaya temas etti. Yunus’un tabii mertebelerine bakarak gitmek lazım. Şimdi İslam tasavvufunda  bir letaif makamları var. Letaif makamlarında gönül kelimesi lazım. Kalp tam tutmuyor, değil mi hocam? 

HASAN ONAT- Fuad aslında… 

MUSTAFA TATCI- Evet Kur’an’da herhalde  “fuad” kelimesinin mukabili. 

HASAN ONAT- Ama akıl anlamında da kullanılıyor, “fuad”ın bir anlamı da akıldır. Biz genelde ihmal ediyoruz. 

MUSTAFA TATCI- İşte bu letaif makamları çok enteresan: Kalple fuad arasında bakmak lazım. Yani gönül kavramı, oraya gelinceye kadar da bu bir tek varlık, yani nefs denen varlığın aldığı şekillere, değişmelere, seyr-i sülûk neticesindeki algılama değişikliklerine bakmak lazım. Dolayısıyla şimdi letaif makamlarına göre malumunuz bir tek varlık var, onun adına nefs deniyor. O nefs, seyr-i sülûk ile yani bir rehberin kontrolünde, mürşid-i kâmil kontrolünde tekâmül ettiriliyor. Seyr-i sülûk dediğimiz, mana yollarına giriliyor ve tekâmül ettiriliyor. O nefs evvela ruha dönüşüyor. Ruh yürümekten kinaye, yani insan kendinden kendine, aslına doğru yolculuğa başlıyor burada. Nefs ruha dönüşüyor, üçüncü mertebede kalbe dönüşüyor. Aynı nefs kalbe dönüşüyor. Kalb adı üzerinde inkılâp makamı, yani bir noktası, bir cephesi mutmaine dediğimiz mertebeye, gönül mertebesine, fuad mertebesine veyahut sır mertebesine bir penceresi de bir kapısı da aşağıda nefs-i emmare mertebesine bakıyor. Bunu tekâmül ettirdiğimizde seyr-i sülûk neticesinde kalpten sırra geçiyoruz. Daha doğrusu fuada geçiyoruz. 

Şimdi işte tam bu noktada ele almak lazım. İnsan ne zaman nefsini gönül, fuad haline getirebilir. Mutmaine mertebesinde, hakkı idrak ettiği mertebede. Burada, bu seyr-i sülûk makamlarına dikkat ettiğiniz zaman salik hak dedirttiriliyor. Dördüncü mertebede hak dedirttiriliyor. Orada hak var, halk yok artık. Yani Mansur’un “en-el hak” dediği yer orası. 

İşte Hz. Yunus’a gidelim burada, “Mansur enel hak söyledi, haktır sözü hak söyledi” diyor. Hak mertebesinde hak var, kendisi yok. Burada Yunus “Gönül çalabın tahtı, Çalap gönüle baktı” diyor. İşte Çalap oturuyor artık. Yunus’un bir başka ifadesi: “Al gider benden beni, doldur içme seni” diyor. Orada benlik gitti, senlik geldi, yani hak geldi. Cenab-ı hak misafir olarak geldiği zaman evin sahibi, evin misafiri olarak değil evin sahibi olarak gelmiş oluyor bu makamda. Dolayısıyla gönül hakkın tecelli ettiği haldir, insandaki. Yani gönül nedir, Yunus’a sorduğumuz zaman, gönül çalabın tahtadır burada. Orada artık faaliyet nefs-i emmareden, nefs-i levvameden ve mürs-i mülhemeden çıkıyor, ta Cenab-ı Hakkın hak makamındaki kontrolüne giriyor. Onun için kendinde benlik kalmıyor. Yani nefsî bir benlik kalmıyor. 

HASAN ONAT- Kelam-ı kibar. 

MUSTAFA TATCI- Kelam-ı kibar da diyebiliriz. Kelam-ı kibarıyla işaret edilen mevzu belki de budur. Artık orada Rab faaliyete geçiyor. İnsanın nefsi kontrol altına alınmış oluyor. Bu noktada söylenecek çok şey var. Gönül mevzuunu kısacası, manevi mertebeler dikkate alınarak yorumlamak lazım. Yunus’un bu mevzuda pek çok ifadesi var. Belki daha sonra o ifadelere de girebiliriz. 

HASAN ONAT- Mesela bununla alakalı ben bir iki şeye dikkat çekeyim, işte bir 72 millet kavramı vardır tasavvufta; 72 millete bir gözle bakmak. 

LEVENT BAYRAKTAR- “72 millet dahi elin yüzün yumaz değil” diyor. 

HASAN ONAT- Evet mesela. Aynı şekilde işte “bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil” benzeri ifadeler vardır. Bunları yan yana getirdiğinizde yani Yunus’taki gönül kavramının aslında …. 

NEVZAT KÖSOĞLU- Çalabın tahtı olduğu anlaşılıyor yani. 

HASAN ONAT- Yani çalabın tahtı ifadesi tabi mecazi olduğu için onu anlamak çok kolay olmuyor aslında. 

NEVZAT KÖSOĞLU- 72 millete bir göz ile bakıyor, bakmazsan kıldığın namaz değil. Yani bu kadar önemli. 

HASAN ONAT- Son derece önemli ama bu insan algısıyla alakalı bir şey. Burada Yunus’un meseleye bakışı ve mesela Yunus’un ifadeleri bunu daha anlaşılır kılıyor: İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir. Sen kendin bilmezsen bu nice okumaktır. Bakın bunlar Kur’an’daki çok temel bir kavrama, insanın Ahsen-i Takvim üzere, en güzel şekilde yaratılmış olması kavramına, ondan sonra da Kur’an’ın dikkat çektiği halife, hilafet kavramına geliyor. Yani insan en güzel şekilde yaratılan, Allah’ın ruhundan üflediği bir varlık ve insan algısı bu noktada zirveyi yakalıyor. Zaten tasavvufi literatürdeki insan-ı kâmil de o mükemmeli oluşturmak, onu ortaya çıkartmak anlamında bir anlam taşıyor. Dolayısıyla burada Yunus’un gönül kavramını insan sevgisinde zirve olarak algılamak lazım kanaatimce. 

İkincisi insanı yaratan yüce yaratıcı, onun için çalabın tahtı oluyor, yani burada insana saygı aynı zamanda Allah’ın yarattığı en muhteşem varlık olan insanı doğru anlamayı, insanı doğru anlamak da yüce yaratıcıyı anlamayı beraberinde getiriyor. Bu yüzden orada muazzam bir bilinç genişlemesi olduğunu düşünüyorum. 

MUSTAFA TATCI- Bu tabii gönülden girdik ya, gönül meselenin tam ortası. 

NEVZAT KÖSOĞLU- Tam ortası evet. 

MUSTAFA TATCI- Kalpte bir orta manası da var, malumunuz insanda bedenin tam ortasına tekabül ediyor. Biz tam ortadan girdik. Aslında gönüle gelinceye kadar, Nevzat Ağabeyin bıraktığı yerden devam etmemiz lazım. Yani seyr-i sülûk kurumunu dikkate almamız lazım. Yunus’un seyr-i sülûkunu anlattığı, bizim edebiyat tarihimizde seyr-i sülûk denilen bir tür var, Sülûkname. İsterseniz kısaca bunu anlatalım. 

Yunus’ta 7 makam var, 7 mertebe var. Bu 4 kapı 40 makam denilen Ahmet Yesevi Hazretlerinin Hz. Ali Efendimizden naklen aldığı insan hayatında 4 mertebe ve 40 makamın olduğuna dair bir söz var. Yesevi Hazretleri Fakrname’sinde bunu alıyor, işliyor. Bilahare Hacı Bektaş-i Veli HazretleriMakalat’ında almış bunu, açmış sohbetinde. Yani Makalat dediğimiz kitap 4 kapı 40 makamı anlatan bir sohbet kitabıdır. Hz. Yunus da 4 kapıdır 40 makam 160 menzili var. Bu 160 menzilin tamamını yaşayan kişiye velayet derecesi verilir, diyor. Velilik derecesini bunları yaşadıktan sonra alırmış insan. Ondan sonra “Çıktım erik dalına anda yedim üzümü”nde dört makama işaret var yine. Şeriat, tarikat, yoldur varana marifet 44.44 diyor. Bunları ben 4 kapı 40 makam adı altında kitabımda işlemiştim daha önce. Fakat bunlar tabii mesela şeriatı yaşadıktan sonra şu kadar zaman geçecek, ondan sonra tarikatı yaşayacaksın gibi algılanması doğru olmayan şeyler. Bunlar iç içe kavramlar. Yani tarikat ehli olunca şeriat bırakılır, marifet ehli olunca tarikat bırakılır gibi algılanacak bir şey değil. Bu avami bir algılama olur, bu doğru bir şey değil, iç içe olan şeyler bunlar. 

Kuşadalı İbrahim Halveti Hazretlerinin bir soğan metaforu var. Soğana, Hz. Mısri de işaret ediyor, hakikat çıkınca kalasıdır şeriat diyor. Yani hakikati çıkarınca şeriat kalır. Şeriatta olunca hakikat çıkarılmaz. Hakikate varınca şeriat gerçeğe dönüşür. Yani bu soğanın hani birinci kabuğu görünür, alt kabuğu görünmez. Kabuğu soyarsın alt kabuğu görünür, sonraki alt görünmez. Derken, tabiri caizse cücüğe varırsın, özüne varırsın, özü artık şeriat haline gelir. Yani sen onu açtıkça, yaşadıkça uyguladıkça uyguladığın şey senin şeriatın olur. Hz. Yunus’un da bunu ifade eden çok miktarda beyti var. 

LEVENT BAYRAKTAR- Cevizin kabuğu ve meyvesi metaforu gibi. 

MUSTAFA TATCI- Evet, ama bunları yaşarken bir ayağı şeriatta bir ayağı hakikatte, bedeni şeriatte, gönlü hakikatte olan kişilere göre değişmeyen bir kural vardır: “Hakikat dilde bir rana gibidir, anun zerrin ribasıdır şeriat diyor” arif. Hakikat dilde bir rana gibidir, yani bir top model gibidir tabiri caizse. Ama onun üzerinde zerrin bir libastır şeriat diyor. O örtüyü mutlaka örtüyorlar yani hakikat ehli şeriatla örtüyorlar hakikati yaşadıkça. Fakat oraya, hakikate doğru tırmanırken de algıladıkları bazı düşünceler var. Mesela Yunus’un din anlayışını kurcalayan kişi tek başına mesela bizim dinimiz aşktır dediği noktada, tek başına bunu alsa bu adam karşı bir şeyler söylüyor zannediyor. “Din tamam olunca doğar muhabbet” diyor bir yerde mesela. Sanki bu dinsizlik gibi söylenebilir. 

LEVENT BAYRAKTAR- Aşk imamdır bize, diyor. 

MUSTAFA TATCI- Veya “Aşk imamdır bize gönül cemaat.” Bunu falanca hoca o pencereden, ledün penceresinden bakmadığı zaman yanlış algılayabilir. “Aşk imamdır bize, gönül cemaat. Kıblemiz dost yüzü daimdir salat.” Kıblemiz dost dediğine göre bir mürşid-i kâmil veya Tapduk Emre’yi kast ediyorsa ona rabıta ediyorsa bu putperest damgasını vurabilirsiniz, yani meselenin özünü bilmek lazım. Dolayısıyla bütün yanlış algılamaları bertaraf etmek için, doğru algılayabilmek için Yunus’un geçtiği köprülere bir bakmak lazım. 

Yunus bir şiirinde seyr-i sülûkunu anlatıyor, ancak şiirde metaforlar var, mecazlar var. Bunları tabii açmak lazım, yani Yunus’un namaz tabiri, gönül tabiri, işte cennet, cehennem, kıyamet, huri, gılman, işte kapılarda çeşitli ruhban sınıfı tabirleri geçer. Bunların her birini irdelemek, kurcalamak, içinde ne var, ne söylemek istiyor anlamamız lazım, mevzunun anlaşılması için bütün bu tabirleri “bu şeriat, tarikat yoldur varana, marifet hakikat andan içeri” çerçevesinden bakmamızda fayda var benim kanaat-i âcizaneme göre. 

LEVENT BAYRAKTAR- O zaman hocam, burada sırlı bir metinle, sırlı bir şahsiyetle de karşı karşıyayız. Yani bu elimize aldığımız Yunus Emre’nin Divan’ı Türkçedir, yüzünden okumayla anlaşılır diye bir yaklaşım çok sığ olacaktır. Dolayısıyla Yunus Divanı’nı anlamak için de bir hazırlık, bir birikim, bir kültür, hatta bir sempati, bir muhabbet gerekir. Yoksa bu metinlerin kendisini açmaları da söz konusu olmayabilir. Bu mevzuda bir şey söylemek ister misiniz? 

HASAN ONAT- Tabii ben doğrusu bu görüşe katılamıyorum. Yani burada zaten her metin için geçerlidir söylediğiniz. Yani sırlı algılanması, tabi bu bizim kültürümüzde böyle her şeye biraz esrarengiz hava verme daha cazip hale geliyor ama nihayetinde her metin, sizin kapasiteniz kadar kendisini açar. Yani bu büyük ölçüde sizinle alakalı bir hadisedir. “Bir garip ölmüş diyeler, üç günden sonra duyalar, soğuk suyla yuğalar, söyle garip bencileyin”. Bakın bu ifadeyi herkes anlar, ama siz o süreçleri bir farklı yaşadıysanız bu sizin gönül telinize daha farklı dokunur. Burada anlama dediğimiz hadise tekdüze değildir. 

Yani Yunus’ta ben şunu görüyorum, Yunus’u okuduğum zaman kendimi buluyorum en başta ve herkesin böyle bir şey içerisinde olduğunu fark ediyorum ama şimdi Yunus büyük bir âlim ve bu söylediği çok kolay anlaşılabilebildiğini düşündüğümüz sözlerin arkasında muazzam bir bilimsel birikim var. İşte o birikime ne kadar vakıfsanız o birikimden o kadar bir şeyler taşıma, gün ışığına çıkartma imkânına sahip oluyorsunuz, ama aksi takdirde hep böyle sırlı, esrarlı gözüyle baktığımız takdirde bu sefer şöyle bir tablo çıkacak karşımıza: Bunu ancak o sırları yaşayanlar anlar. Öyle bir şeyin olduğu kanaatinde değilim. Eğer bir şey yazıya aktarılıyorsa, su yüzüne çıkıyorsa artık onu herkes anlayabilir ama herkes onu kapasitesi kadar, donanımı kadar anlar. Buradan hareketle şunu söylemek istiyorum. Yani yaygın din anlayışımızda Kur’an’ın anlaşılmaz, böyle esrarengiz bir kitap olduğu gibi bir algı vardır. Hâlbuki Kur’an, kendisi diyor ki ben anlaşılmak için indirildim. Kur’an-ı Mübin, Kitab-ı Mübin, bunlar o kadar açık ki, ama biz onu anlaşılmaz kategoriye taşıdık. Örneğin Kur’an ısrarla Hz. Peygamber’in beşer olduğunu söylemesine rağmen biz onu beşer üstü çizgiye taşıdık ve aynı doğrultuda özellikle tasavvufî zemin söz konusu olduğunda anlaşılmaz, ulaşılmaz birtakım şeyler çıkıyor. 

O yüzden baştan itiraz ettim. Çünkü unutmamamız gereken bir şey var, anlama derece derecedir. Her konuda böyledir ve dolayısıyla bir yandan Yunus’ta bir derinlik vardır, ama o derinlik Yunus’un yazıp çizdiklerinin arka planındaki donanımla alakalı bir derinliktir. Bu derinlik Yunus’un aynı zamanda İslam’ın ahlak boyutunu yaşantıya dönüştürmüş olmasıyla ilgilidir. Kur’an der ki, “Yapmadığın şeyi niye söylüyorsun?” Yunus’ta bunu görüyoruz. Artık o sözün eylemle bütünleşip değer kazandığı apayrı bir dünya var. 

Bakın derinlik buralarda karşımıza çıkıyor. Yoksa Yunus’u bir başka boyuttan anlayalım. Mesela, hepimizin bildiği Tapduk Emre’nin dergâhına 40 sene dümdüz odun taşıması meselesi. Burada o kadar harikulade bir şey var ki, bir yandan bir emek var işin içerisinde görüyorsunuz, Yunus böyle belli bir yere geldiği zaman dünyadan elini eteğini çekmiyor. Normalde tasavvuf algısında dünyaya küsmek yoktur,dünyayı sadece yerli yerine oturtmak vardır. Yani ruhban sınıfının olmayışı, İslam kültüründe dünyanın insana emanet edilişi ve Kur’an’ın ifadesi ile “İnsan için ancak çalıştığının, hak ettiğinin karşılığının olduğu” gerçeği, Yunus’ta bütün açıklığıyla ortaya çıkıyor. Şimdi burada dergâha 40 yıl düzgün odun taşımak, aynı zamanda içinde muhteşem bir metaforu da barındırıyor. Müslüman insan, dosdoğru olmak zorundadır. 

Bakın Yunus’un işte gönül dedik, aslında ahlak temelli duruşunun Kur’anî temelini söyleyeyim bu noktada. Kur’an diyor ki, Ahkaf Suresi’nin 13. Ayeti, “Rabbiniz Allah’tır deyip dosdoğru olanlara korku yoktur. Onlar asla üzülmeyeceklerdir.” Yunus’u okurken buradaki dosdoğru olmayı, dürüstlüğü bütün çıplaklığıyla hissedebiliyorsunuz, algılayabiliyorsunuz, bunları görebiliyorsunuz. O yüzden ben anlaşılmaz algısını bizim din anlayışımızda ciddi problemli bir algı olarak görüyorum. Elbette derinlik vardır, hiç kuşkusuz olmak zorundadır. Her insanın başlı başına bir dünya olması, her insanda bu derinliğin olmasını getirir, ama tasavvufi zemin içerisinde bakarsak özellikle, mesela Ahmet Yesevi’de çok açık seçik ortaya çıkan bir şey var. Ben Yunus’a da oradan yansıdığı kanaatindeyim. 

Yani bir Müslüman âlim olsun veli olsun ne olursa olsun insan olma sınırını aşamaz. Bütün merhaleler insan olma sınırının içerisindeki merhalelerdir. Nevzat Ağabeyin, anlaşılır mı o hayret makamı, fikrine de biraz işaret etmek istiyorum. Büyük ölçüde bilinç genişlemesi dediğimiz hadisedir. Orada bir tanrılaşma söz konusu değil. Yani yüce yaratıcının yaratmış olduğu varlıkları üst seviyede bir bilinçle algılayıp, yani Kur’an’ın ifadesi ile Allah’ın insana şahdamarından yakın olduğu bilincini yaşama hadisesidir. Olağanüstü bir şey var orada. Bunu tasavvufi zeminde çok daha net görebiliyoruz. Yani burada bizi bir takım semboller yanıltmamalı. 

Burada da yanılmaya yol açan meselenin büyük ölçüde ledünni ilim kavramı olduğunu düşünüyorum. Kişisel kanaatim, ledünni ilim Allah katından emeksiz, karşılıksız insana verilen ilim değildir. Çünkü Hz. Muhammed ile birlikte vahiy kapısı kapandıysa ondan sonraki her şey sizin çabanızın ürünü olarak size dönecektir. Onun ötesi olmaz diye düşünüyorum. 

MUSTAFA TATCI- Şimdi Hasan Hocam, bunların hepsi doğru, fakat yine de biraz bilgi olmadan olmaz diyorsunuz ya, buna Yunus’tan bir metaforla cevap vereyim. “Kanatlandık kuş olduk, uçtuk elhamdülillah” diyor bir yerde. Bir başka yerde; “Dervişler uçar kuşlar, deniz kenarın kışlar” diyor. Kuş iki kanadıyla uçuyor malumunuz,  bunu bilgi, irfan ve sevgi, aşk diye anlıyoruz. Buradadervişler, göçmen kuşlara benzetilmiş, iki kanatla uçuyorlar. Şimdi kendimle annemi karşılaştırayım, yani çoğumuzun annesi okuma yazması olmayan kişiler, benim öyle mesela. Şimdi anama ne kadar bilgi lazım bu mevzuda. Belki bana lazım, bilgiden belki sevgiye ve sevgiden Allah’a yönelmiş olabilirim, ama mesela anneme ne kadar lazım? Ona aşk gerekir. Aşkla belki de bilgiye atlaması gerekir. Belki de takdim tehir edebiliriz burada. 

HASAN ONAT- Bence de. Yani her halükarda, bakın her insanın beyni bilgiyle iş yapar, var olan gerçeklik budur. Ne kadar bilirseniz o kadar olur, ama bilgi her şey değil, bilginin ötesine geçebilme söz konusu. 

MUSTAFA TATCI- Hz. Yunus’un öyle şiirleri var ki aşkın feryadı, şeriat edebinden korkuyor, aşağıya tenezzül ediyor ve bazı realitenin üstündeki hakikatleri de şöyle ifade ediyor: “Olmaz sözü demezem ben marifet ehline, zira gözümle gördüm ağaçta bitti karpuz.” Yani dilin sınırını zorladığı bir nokta var. Onu da artık çözümlemek icap ediyor. Burada, herhalde Hz. Peygamber’in “tefekkür 60 senelik ibadete bedeldir” sözünü gündeme getireceğiz. 

HASAN ONAT- “Tefekkür gibi ibadet yoktur.” deniliyor. 

MUSTAFA TATCI- Evet, yani 60 senelik boşa geçirilen ömürden bir saatlik tefekkürle geçiren ömür mukayese ediliyor tabii. Dolayısıyla büyük tecrübeler yorumlanırken biraz da onların hâliyle hâllenmemiz isteniyor, öyle yorumlanması isteniyor diyebiliriz. 

MUSTAFA SEVER– Köprülü’nün Ahmet Yesevi veya onun takipçilerini değerlendirirken söylediği bir şey var: İslamiyet’i anlayamayan, Kur’an-ı Kerimi okuyamayan, Kur’an-ı Kerimi anlayamayan, yani Arapça metin olarak anlamayan insanlara Ahmet Yesevi ve takipçileri bunu onların dilinden, onların ölçüsünden, onların zevkinde söyledi der. 

HASAN ONAT- Doğru bir tespit. 

MUSTAFA SEVER- Bu doğrudur, onların dilinde söyledi ama ben şuna da inanıyorum, Ahmet Yesevi’den başlayarak Yunus’a kadar, hatta ondan sonrakilere hiç bir zaman bunları da halk anlasın anlamında söylenmemiş bu şiirler. Yani sıradan insanlar da bunları okusun anlamıyla bir neşir faaliyetinde olmadığı gibi bunları da herkes anlasın diye yazıldığına veya söylendiğine inanmıyorum. 

Diğer yandan metin tek başına hiçbir şeydir. Yani okuduğunuz metin, aldığınız metin tek başına hiçbir şey ifade etmez. Yalnız buradaki metnin içinde doğduğu veya oluştuğu ortamı ya da genel anlamda halk kültürü açısından baktığımız zaman bağlam merkezli bakmadığımız zaman bu metnin bir önemi yoktur. Yani o bağlamı eğer siz bilirseniz ancak metnin derinliğine ulaşabilirsiniz. 

Yunus’un şiirini de okurken işte Hocamın bahsettiği, “çıktım erik dalına anda yedim üzümü” şimdi bunu ilk okuyan, öz Türkçe, tertemiz bir Türkçe, yahu erik dalına çıkacaksınız, orada üzüm yiyeceksiniz hatta bostan sahibi de gelip size kızacak, niye benim cevizimi alıyorsun diyecek? Şimdi bunun anlaşılabilmesi için sizlerin de bahsettiğiniz gibi o işin içerisine girmeniz lazım. Girdiğiniz oranda anlayabilirsiniz. Girmediğinizde anlaşılmıyor, ben anlamam söz gelimi. Niye? O işin içerisine giremedim. Yüzeyden, işte okuduğumuz metinlerden, şerhlerden bu böyleymiş deyip, geçip gidiyoruz. Eğer biraz daha yoğunlaşırsak, biraz daha işin içerisine girersek o zaman metin anlaşılmaya başlıyor, anlamlanmaya başlıyor ki o ortamını, yaşadığı yüzyılı, Yunus’un yaşadığı yüzyılı ya da Ahmet Yesevi’den bugüne bu tasavvuf geleneğinin ya da sufilik geleneğinin hangi işlevlere sahip olduğunu bir kere düşünmemiz lazım. 

Hep bunlar uhrevi mi acaba? Yani hep böyle düşünüyoruz. İşte insanın seyr-i sülûkunu sağlayıp Allah’a ulaşması mı yoksa bunun yanında başka özelliklerde mi var? Ben şöyle düşünüyorum, bilirsiniz Ömer Lütfü Barkan’ınKolonizatör Türk Dervişleri adlı güzel bir yazısı var.Orada der ki, bu insanlar geldi, bir örnek yaşama biçimi gösterdi. Nasıl? İşte toprağı kullanarak, ekerek, dikerek, hayvan yetiştirerek, üreterek, paylaşarak, etrafına yardımcı olarak. Dolayısıyla bu mantıkla çalışan insanlar Müslümanlaşmayı da sağladılar. Hatta o yöredeki güvenliği de sağladılar. Gerektiği zaman da mücadele etme veya savunma anlamında bir güç oluşturdular ki esnaf teşkilatlarına, ahilik veya diğer loncaları düşündüğümüz zaman bu önem var. Temeli inanca dayanan ama dünyaya da bir yönde şekil verme, düzen verme, düzenleme gibi bir görevleri var bu insanların, bu dervişlerin. Yani bunlar mürşitlik düzeyinden en sıradan dervişine kadar bu görevle de iştigal ediyorlar, etmeleri gerekiyor ki çevrelerine en azından örnek davranış biçimlerini veya ideal insan özelliklerini de gösterebilsin. 

Şimdi Yunus’un burada, Risâlet-ün Nushiyye’sinde söylediği bir er donuna girmek ya da er donu giymek diye bir kavramı var. Er donu dediğiniz zaman gerek tasavvufi açıdan belli bir yola girmek hem de mertleşmek, dürüstleşmek ya da ideal ölçüde bu topluma yön verecek ya da örnek teşkil edecek bir insan… 

MUSTAFA TATCI- Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmış… 

MUSTAFA SEVER- Ahlaklanmak anlamında söylüyor. Diğer yandan da dünyayı bir pazar olarak görüyor. Bu pazarda alışveriş yapma anlamında gelip geçiciliğini vurgularken bu pazarda da doğru davranmanın gerektiğini söylüyor. Burada doğru alışveriş yap diyor. Hatta başka şiirlerinde de padişaha sesleniyor. Yani o padişah gerek tasavvuftaki mürşittir gerekse yaşanılan düzen içerisindeki yöneticidir. Diyor ki, doğru davran, insanlara zulm etme. Şimdi bu zulüm alanı ne kadar genişletirseniz genişletin, hangi ödevler, hangi görevler ki bunlar. Sadece Yunus’ta veya Ahmet Yesevi’de söz konusu değil, açın Kutadgu Bilig’i, AtabetülHakayık’ı. 

Yani İslami dönem, geçiş dönemi dediğimiz o yüzyıl içerisinde 12. yy, 13. yy gibi İslamiyet’in yer yer böyle başka dinlerle mücadele ettiği ya da kendisini kanıtlama yolunda bir takım davranışlar gösterdiği bir durumda, hep ideal insanı, ideal toplum düzenini, toplumsal yaşamı mutlaka vaz eden bir takım görüşler ileri sürüyor. Diyor ki söz gelimi Kutadgu Bilig’de, “Paranın değerini düşürme” diyor yöneticiye. Paranın değerini düşürmemesi, halkın refah içerisinde yaşaması demek. Yolların güvenliğini sağla, diyor. Yani ticareti düzenli yapsın insanlar, korkmadan yapsın. Kolonizatör Türk dervişleri de bunu yapıyor. 

MUSTAFA TATCI- Siz öyle deyince aklıma bir şey geldi, Yunus’ta da yol metaforu var bir yerde. Sosyal hayattan almış, gönül hayatına uyguluyor. Müsaade ederseniz, bir yerde diyor ki, “Karanu dünler olsa yollar hiç anlanmasa / Kılavuzum er olsa, ben neyiçün korkaram” 

MUSTAFA SEVER- O uçsuz bucaksız tepelerde veya dağların geçiş noktalarında bu dervişlerin tekkeleri, zaviyeleri kuruldu. Bunlar orada havasını mı, suyunu mu çok beğendiler de duruyorlar? Hayır. Buradan kervanda geçecek, insan da geçecek, dolayısıyla erlik yapacak. Er donunu giymiş erler olacak ve o erlikle de o yolların güvenliğini sağlayacak, insanların güvenliğini sağlayacak, ama bu anlamda manevi de bir de ışık yakacak onlara. Bakın burada bir ışık var, bu yola gelin anlamında da onları Müslümanlaştıracak. Yani bunları daha değerlendirmemiz, konuşmamız gerek diye düşünüyorum. 

LEVENT BAYRAKTAR- O zaman sözün geldiği bu noktada tasavvufun ve Yunus Emre’nin medeniyet tasavvuruna bakalım. Yani tasavvuf üzerinden kurulmak istenen bu medeniyetin unsurları neler? Bunun içerisinde ilmin bir ayak olduğu görülüyor, ahlakın bir ayak olduğu, güvenin, aşkın, sevginin, muhabbetin birlikte bir bütünlük oluşturduğu görülüyor. Ne söylemek istersiniz Tatçı Hocam, bu medeniyet tasavvuruna dair? 

MUSTAFA TATCI- Evvela tabii Yunus ve benzeri gönül ehli insanların hedefi insan. Yani medeniyet, medeniyeti insan, insanı medeniyet ortaya çıkarıyor. Yani insan-ı kâmili kastederek söylüyorum. İnsan-ı kâmil medeniyeti zaten bizim medeniyetimiz. Evvela insan, bu gönül, aşk, bilgi vs. gibi düzen gibi kavramların arka planında hep insan var. Acaba, siz bunları sorarken Hacı Bayram Veli Hazretlerinin, Muhammediye yazarı Mehmet Bican Hazretlerine söylediği söz aklıma geldi. Gelibolu’ya uğradığı zaman, Ankara’dan Edirne’ye seyahat ederken Hacı Bayram Veli Hazretleri, malumunuz Muhammediye yazarının evinde kalmış, konaklamış. Muhammediye’yi getiriyor Hazret, önüne koymuş, bakmış sağına soluna, “çok güzel evladım da keşke bir insan yetiştirseydin” demiş. 

Tabii bu, Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinin kitaba karşı olduğu anlamına gelmiyor. Sakın öyle anlaşılmasın, arka planda asıl mevzu var. İnsanın yetişmesi, bir kitabın yazılmasından daha önemli demek istiyor. Çünkü kitaplar yazacak, medeniyeti deşifre edecek insanların yetişmesini istiyor ki, bu kitaplar yazılsın. Muhammediye’nin içinde tavsiye edilen, tarif edilen, olunması gerektiği işaret edilen insanı-ı kâmil olunsun. Muhammediye’de Hz. Peygamber anlatılıyor malumunuz. Bir Muhammedî kültürden bahsediliyor. 

Dolayısıyla yani Yunus’u baştan sona okuduğumuz zaman âşık ve arif bir insan tipinden bahsediliyor. “Yaramaz” kelimesini tırnak içinde söylüyorum Türkçede günah, kötülükler anlamına geliyor. Yaramazı giden, yarar hale gelen, ahlaklı, aşk ahlakıyla, Allah’ın ahlakıyla donanmış, âşık ve arif bir tip üzerinde duruyor. 

İşte kültür çekirdekleri olan bu tipler nereye giderse, hangi toprağa gömülürse gömülsün orada bir medeniyet meydana getiriyor. Nitekim Anadolu’yu mayalayan onlarca, yüzlerce insan ve çevreden bahsedilebilir. Geçenlerde ben Mudurnu’daydım, her mezar taşının bir hikâyesi var, her mezar taşında yazılmamış bir roman var, her yer arif. Halveti erenleri, Eşrefi erenleri, Bektaşi erenleri… Daha önceki dönemde Kaygusuz Abdal ve onu yetiştiren ve Abdal Musa ve arka planda Hacı Bektaş Veli. İşte Ankara’mız, Hacı Bayram ve çevresinde neler yetişmiş. Dolayısıyla medeniyet tasavvuru insanla alakalı bir şey. 

NEVZAT KÖSOĞLU- Efendim ben izin verirseniz bir iki noktayı ifade etmek istiyorum. Şimdi Mustafa Bey tasavvufun ve Yunus’un sonuçta bir insan tipi yetiştirmeye çalıştığını, hedefinin o olduğunu söyledi. Ben de ondan hareketle şunu söyleyeyim ki, Osmanlı’da Namık Kemal, Ali Suavi gibi Yeni Osmanlılar dönemine kadar medeniyetin asıl oluştuğu merkezin insan olduğu kanaati, inancı vardır. Yani iyi insanlar yetiştirmişseniz, manevi yapınız güzel kurulmuşsa medeniyetiniz de ona göre yükselir. Bunu da çok bilinen bir Kur’an ayetine dayandırırlar. “Siz içinizdeki, nefislerinizdekini değiştirmedikçe Allah da size olan nimetini değiştirmez” mealinde bir ayet var. 

HASAN ONAT- Siz kendinizi değiştirmedikçe Allah da sizi değiştirmez. 

NEVZAT KÖSOĞLU- Evet, Allah da sizi, durumunuzu değiştirmez. Bu Batı düşüncesinde biliyorsunuz yani çok karmaşık, çok tartışılan bir mesele, bu değişmenin merkezi olarak İslam düşüncesi ve Osmanlı düşüncesi ta Namık Kemal’e kadar bu zihniyeti takip etmiştir.

18. asır, işte bir zamanlarında bir takım yenilgiler, kalelerin elden çıkması vs. falan olayları oluyor, Ayasofya Vaizi cemaate hitap ederken “Şehirler elden gitti, ordularımız mağlup oldu, ey cemaat fiilinizi değiştirin!” diye hitap eder. Şimdi bugünkü insan, bugünkü anlayıştaki biz olsak, “Hoca yahu ordunun mağlubiyeti ile benim fiilimin arasında ne ilişki var?” diye sormaz mıyız? Biz öyle sorarız yani, benim fiilim, onlar sormuyor, önüne bakıyor. Çünkü her insanın kişiliğinin, fiilinin, yani bu fiil, ahlaki bir fiildir, ahlaki fiilinin o kalelerinin düşmesinde, o orduların zafere gitmesinde bir payı vardır. Bu inanç, bu zihniyet hâkimdir, Namık Kemal’le Ali Suavi’de bu vardır. Gayet net olarak onlar da yazarlar. Değişimi istiyorsanız buradan başlar. Burayı değiştirecek olan da Yunus’tur ve benzerleridir. Yani bu çok önemli. Bugün bu zihniyeti tabi biz kaybetmiş bir nesildeniz

LEVENT BAYRAKTAR- Ya da hatırlamak zorunda olan bir nesiliz. 

NEVZAT KÖSOĞLU- Yeni yeni aramaya çalışıyoruz, ben bunu çok önemli bulurum. Yani hoca oradan “Ey cemaat, fiilinizi değiştirin!” diyor. Allah Allah! Yani o cemaatte üniversite hocaları filan değil. Bildiğin, sıradan Osmanlı ahalisi, ama onlar bunu anlıyorlar ve hiç kimse “Hoca ne diyorsun sen yahu, Plevne’nin düşmesiyle benim fiilimin arasında ne ilgi var!” bunu demiyor. 

MUSTAFA TATCI-  İnsan, insan-ı kâmil; tasavvuf, tarikat, medrese. Ne derseniz deyin. Yani medeniyetin merkezi insan-ı kâmil. İnsan-ı kâmil neredeyse orası medeniyetin merkezi, diğer yerler taşra. Merkez, insan-ı kâmilin olduğu yer. Yani o nerede yaşıyor, Ankara’da yaşıyor. İnsan-ı kâmil Ankara’da yaşıyor, merkez orasıdır. Diğer yerler taşra. Tabi bu mevzunun merkez ve muhit, insan-ı kâmil merkezi ve muhit mevzuunun açılımını yapmak lazım tabii. Herkes insan-ı kâmil olacak değil, ama insan-ı kâmilin verdiği aşk ve irfanla hareketlerini düzeltecek. 

Abdulkadir Geylani Hazretlerine bir zat gelmiş, bir hanım gelmiş, yanında da bir çocuk var. Efendim çocuğum rahatsız. Nedir rahatsızlığı? Sadece bal yiyor demiş. Yani şu dertten kurtarıver demiş, rica etmiş. Peki, sen git evladım demiş, kırk gün sonra gel. Meğer Hazret kendisi de baldan çok hoşlanırmış, birinci günden itibaren, geldikleri andan itibaren Hazret balı kesiyor, yavaş yavaş kesiyor ve 40’ncı günde artık hiç yemez hale geliyor ve çocuk kırk gün sonra getiriliyor huzuruna. Ne var ne yok? Efendim öbür yemeklerden de yemeye başladı. İnsan-ı kâmil merkez, ama görünüşte âlem-i sağir manada âlem-i hikmettir. 

Şimdi dedem rahmetlinin bir ahbabı var idi Kütahyalı; Elifzade Nuri Efendi. 1950’li yıllar. Tasavvufa yeni talip olmuş bir genç bir muhteremle yolda gidiyorlar. O genç arkadaş yolda gördüğü taşı ayağıyla şöyle itmiş, yani insanlara dokunmasın, rahatsız olmasınlar, diye ayağıyla böyle vurmuş. Elifzade Nuri Efendi de aşk ve irfan tezgâhından geçmiş bir ehlullah kibar bir şekilde: “evladım onu öyle yapmazlar, eliyle alırlar, destur efendim der böyle koyarlar. Çünkü varlık canlıdır evladım” diyor. Tasavvufun verdiği güce bakın. 

Şimdi Yunus’a dönelim, konumuz Yunus, “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır.” Karıncaya ulu nazarla bakan, yolda gördüğü taştan insanlar etkilenmesin diye destur efendim deyip, hak nazarıyla bakıyor, hakikat nazarıyla bakıyor, destur efendim deyip yola koyan, kenara koyan, ondan sonra birisinin rahatsızlığını gidermek için evvela o rahatsızlığı kendi nefsinde uygulayan, yok eden, nefsini tedavi eden, ondan sonra insanları tedavi eden. Nefsini terbiye ettikten sonra insanların kendisiyle uğraşan bir insan tipi. 

Bu bilgi, bu aşk, bu felsefe insanda sindirile sindirile, genişleye genişleye, onların etkisi neticesinde ilahi ahlakla ahlaklanmış, ilahi güzellikle güzelleşmiş, Allah güzeldir, güzeli sever bilinciyle bilinçlenmiş insan modeli çıkacak. Bu insanların içinden yetişecek ustalar sıradan gördüğümüz taşı alıp Süleymaniye’ye dönüştürecekler, ağzımızda sıradan konuştuğumuz kelimeleri alıp yontarak, monte ederek en uygun yerlerde kullanarak Yunus çıkaracak, Yunusvari sözler söyleyecek insan çıkaracak. Süleymaniye’yi yapacak, Süleymaniye’de Bayram Sabahını yazacak insan tipi çıkaracak. Hülasa sıradan gördüğümüz, tabiatta gördüğümüz boyaları alıp en güzel şekilde tabloya dönüştürecek, en güzelin güzelini yapacak insanlar çıkacak ve bu insanlarla bir medeniyet kuracak. İşte aşk medeniyeti, Yunus Emre’nin medeniyet tasavvuru; aşk tasavvurunun aksülamelidir diye düşünüyorum.  

Aşk deyince akla gelen, Yunus’un çok dile pelesenk olmuş, bilinen, en azından okuyanların çok iyi bildiği bir şiiri var malumunuz, benim de kitabımın ismi: “Aşk Bir Güneşe Benzer.” Orada nasıl bir insan tipi istediğini çok aleni söylüyor, çok da hoş söylüyor. Hiç güncellenmeden anlaşılabilecek bir şey. 

 “İşitin ey yarenler aşk bir güneşe benzer. Aşkı olmayan gönül misal-i taşa benzer. Taş gönülde ne biter, dilinde ağu tüter, nice yumuşak söylese sözü savaşa benzer. Aşkı var gönlü yana, yumuşanır muma döner. Taş gönüller kararmış sarp katı kışa benzer. O sultan kapısında o hazret tapusunda, âşıkların yıldızı, her dem çavuşa benzer” diye gidiyor. 

Şimdi, hak aşkı ile donanmış bir kişi, ahlakıyla donanmış bir kişi aşkı var gönlü yanar yumuşanır, yumuşak bir muma dönüşüyor ama diğeri sarp, katı kışa veya sözü savaşa benzer bir insan. İşte şu andaki, Nevzat Ağabeyimizin bahsettiği problemlerimiz bu aşk ahlakını kaybetmekten kaynaklanıyor. 

NEVZAT KÖSOĞLU- Efendim Yunus’un biraz da Türkçesine geçelim, çok güzel okudun şiiri de aynı zamanda, onun için söylüyorum, çünkü Yunus mucize yarattı. Başka yani, şu şiiri bugün oturup bir adam yazsa 20. asırda, yaşadığımız asırda yaşamış bir adam diye imza atarız. Bundan sadelerini yazıyor ve o kadar muhteşem yazıyor ki, bütün tasavvufun şu şiirde kullandığı mazmunları, muhtevası filan aşağı yukarı bütün bir tasavvufun muhtevasıdır. Bir dörtlükte her şeyi anlatabilen müthiş bir güç var, mucize diyorum ben, Türkçenin sihirbazı adam. 

MUSTAFA TATCI- Türkçenin virtüözü. 

NEVZAT KÖSOĞLU- Evet, fakat virtüöz demek de yetmez Yunus’a. 700 sene evvel yazılmış bir şiir işte! Bu kadar sağlıklı, bu kadar yaşayan. Yunus niye bu kadar yaşadı işte? Bir de bunun Türkçesi yüzünden, bu şiirinin güzelliği yüzünden yaşadı. Yani bu noktalara da biraz arkadaşlar dokunursa iyi olur. 

LEVENT BAYRAKTAR- İsterseniz o zaman sözün geldiği bu noktada Hocam sizden rica etsek Yunus’un bu müceddid vasfını, yani zamanın ilmini, ahlakını, medeniyetini tecdit eden, tazeleyen, yenileyen ona yeni bir neşve, yeni bir heyecan veren bu vasfını değerlendirsek. Ve bugünün dünyasında, bugünün aydınları, bugünün âlimleri, günümüz Türk medeniyetini, Türk kültürünü tazelemek için Yunus’un bu vasfını örnek alabilir miyiz, bir ilham kaynağı olarak görebilir miyiz diye düşünsek? Neler söylersiniz? 

HASAN ONAT- Hiç kuşkusuz görebiliriz, ama medeniyetle alakalı ben bir kaç hususa dikkat çekmek istiyorum. Arkadaşlarımızın söyledikleri elbette önemli. Aslında medeniyetin üç temel ayağı vardır. Eğer bir medeniyet tasavvurundan söz edeceksek işte Nevzat Ağabeyin mucize dediği dil. Bunu Yunus’ta görüyoruz. Yani medeniyet dilsiz, tarihsiz,  dinsiz olmaz. Üç temel ayağı budur ve İslam aslında esas itibariyle medeniyet hamlesiyle başlayan bir dindir. 

Hazreti Peygamber Mekke’den Medine’ye hicret ettiği zaman Medine’nin adı Yesrib’dir ve Yesrib’i Medine’ye dönüştürür. Medine, medeniyet, şehir buradan kaynaklanır. Yani medeniyetin de omurgasını bilgi ve bilim oluşturur. Siz ne kadar bilirseniz o kadar değer üretebilirsiniz, ürettiğiniz değerler kadar da değerli olursunuz. O zaman karşınıza çıkan, Yunus’la ilgili daha önce ifade etmeye çalıştık, eğer günümüz açısından da bir takım çıkarımlar yapacaksak Yunus’un tekrar insan anlayışına, din anlayışına dönmemiz gerekiyor. Çünkü din anlayışındaki küçücük bir çarpıklık hayatın bütününde kocaman bir çarpıklıktır. 

Burada birkaç şeye daha önce dikkat çektim ben. Yani mesela bilgiyi bilimi, aklı küçümseyen tavır. Aşk dediğiniz hadise elbette bir yaşanan süreçler topluluğudur ama bilgi olmadan aşk olmaz ki. Müslümanlıktan söz ediyoruz, eğer Müslümanlık yaşanacaksa bildiğiniz kadar yaşarsınız. Bilmediğiniz bir Müslümanlığı yaşayamazsınız. Bizim bu noktalarda çok ciddi açmazlarımızın olduğu kanaatindeyim. Bugün için bence Yunus’tan çıkarılacak en önemli derslerden birisi eğer hakikaten var olacaksak, özne olacaksak, özne olmak yeni bir medeniyet hamlesi yapmak demektir. Bugün insanlığın gerçekten de yeni bir medeniyete ihtiyacı var. Batı Medeniyeti dünyayı yaşanılamaz bir hale getirdi. 

Batı medeniyetinin açmazlarını bir kaç kalemde sıralarsak geriye dönüp baktığımızda, Yunus’un bize söyleyeceği çok sözünün olduğunu görürüz. En temel açmaz nedir? İnsan algısı. Bugün insan hakları deniliyor, hümanizm deniliyor, ama yetmiş iki millete bir gözle bakma alışkanlığı köklerini Ahmet Yesevi’de, Yunus’ta biz buluyoruz. Onun kökü de Kur’an’ın insan algısıdır. Fıtrata uygun, yani insanı bizatihi değer olarak görebilmektir. İslam insanı varoluşsal yapı içerisinde yani ontolojik manada bizatihi değer olarak gören bir dindir ve insan madde üzerinde tasarruf gücüne sahiptir ve burada tasarruf gücü kelime ve kavram üretme yetisiyle birlikte başlar. Casiye Suresinde, “göklerde yerde, ikisinin arasında var olanlar insana boyun eğdirildi” denir. Bu insanın tasarruf gücüdür. Bu tasarruf gücü sizi kültür ve uygarlık yaratmaya sürükler. Kültür ve uygarlık insanın insan olma yetilerinin maksimum düzeyde kullanabilmesi, değer üretebilmesi, insanın bizatihi değer olduğu gerçeğinin açık seçik ortalığı doldurması anlamına gelir. Bugün Batı uygarlığı insanı ihmal etti ve insanın varoluşsal korkuları artıyor, insanlar gittikçe yalnızlaşıyor. İnsanın varoluşsal sevinç düzeyleri düşüyor ve Batı uygarlığı insan hayatının içindeki anlam kodlarını büyük ölçüde darmaduman etti. 

O zaman gelelim Yunus’a; Yunus’taki o insan sevgisi, Yunus’taki bu bilgi ve bu sevginin zirvesini oluşturan aşk en temelde, ciddi mana insanın bizatihi değer olduğu ön kabulü üzerine inşa edilir. Aynı zamanda Yunus’un şiirlerine dikkatle baktığınızda bir tabiat sevgisini çok net görebilirsiniz. Çünkü bunun da köklerini ben Kur’an’da görüyorum. Tabiat Yüce Yaratıcı’nın insana bir emanetidir. Bizim üzerinde yaşayabileceğimiz bu dünyadır ve mesela Yunus’un toprakla, diğer hususlarla alakalı, hatta o “Sordum sarı çiçeğe annen baban var mıdır” şiirinde muazzam bir ontoloji var. Çünkü toprak insanı eşitler. Kur’an insanın topraktan yaratıldığını söyler. Başlangıçta tüm insanların eşit olduğunu ortaya koyar. Aynı zamanda toprak insanı öldükten sonra da eşitler. Herkes toprak oluyor, ama işte biz bu eşitliğin içerisinde insanlığımızı inşa edeceğiz. İnsanlığı inşa etmek değerlerle mümkün olur. İnsanlığı inşa etmek bu tabiatın anlam ve önemini kavramla mümkün olur. Yunus’un o tüm şiirlerinin içine sinen hadise bu. O yüzden iki noktada ben Yunus’tan, Yunus’un bize söyleyeceği çok şey olduğunu düşünüyorum. Birincisi, en az Yunus kadar Türkçeye özen göstermek zorundayız. Yani diliniz yoksa kimliğiniz de olmaz. Diliniz yoksa o dili geliştiremiyorsanız sizin özne olma şansınız olmaz. 

MUSTAFA SEVER- İlminiz de, irfanınız da olmaz. 

HASAN ONAT- Gayet tabii, yani dil sizin varlığınızın ifadesidir, dışavurumudur. Diliniz kadar varsınızdır. 

MUSTAFA TATCI- Dil varlığın evi. 

HASAN ONAT- Dil varlığın evi ifadesi boşa söylenen bir söz değil, diliniz kadar siz var olursunuz. İkinci önemli bir şey, işte Yunus’un o var olan gelenek içerisinden büyük ölçüde yani o bizatihi insanın değer olduğu noktasındaki duruşunu bugünlere taşıyabiliriz. Yani bunun üzerine çok şey yapılabilir. Sözün özü şu yani bugün insanlığın yeni bir medeniyete ihtiyacı var ve benim samimi kanaatim bu temenniyi de içeriyor, ama eğer böyle bir medeniyet Müslümanların eseri olacaksa bugün beşiği Türkiye olacaktır. Başka da uygun bir yer görünmüyor ufukta. Yani öyle anlaşılıyor. Yani eğer öyle olacaksa Yunus bize çok şey söylüyor. O gözle Yunus’u yeniden herhalde okumamız gerekecek. 

MUSTAFA TATCI- Yani Kopenhag Kriterleri gibi. Yunus Kriterlerine ihtiyaç var, Mevlana Kriterlerine ihtiyaç var. 

LEVENT BAYRAKTAR- Dünyanın beklediği medeniyet ve nizam belki bu kriterlerde saklı. 

MUSTAFA TATCI- Yani buradan çıkartacağımız kriterler; öze indireceğiz, sözü öze indireceğiz, oradan çıkardığımız kriterlerle yeniden inşa edeceğiz. Milli Eğitimden, insanlık eğitiminden bahsedilecekse bu kriterlerden başlamak icap ediyor. Yani daha doğrusu biraz kendimizi keşfedeceğiz. Zira Yunus’u anlamak kendimizi anlamaktır. Kendi kültürümüzü anlamaktır. Biz kendimize çok yabancılaştık, kendimizle kavgalıyız. Bu Yunus’lar Yunus gibiler bize aynı zamanda kendimizle, tarihimizle, geçmişimizle barışık olma imkânını sağlayacak. Belki esas tarih bilinci noktasında da yine Yunus’un bize uzatacağı eline ihtiyacımız var diye düşünüyorum. 

MUSTAFA SEVER- O tarih sözünden herhalde ortak aklı, ortak hafızanın inşa edilmesi anlamını kastediyoruz. Bu da sadece Yunus Emre için geçerli değil. Bütün değerlerimizi gündeme getirmemiz lazım. Levent Bey’in en başta sorduğu o medeniyet sorusu da bu bağlamda aslında insanın nefsle ilgili durumunu gösteriyor ki ben orada şöyle bir şey söyleyeyim: “Miskin âdem oğlan nefse zebun olmuştur, hayvanca canavar gibi otlamağa kalmıştır” diyor. Burada hayvanlıktan insanlığa doğru yürümemiz lazım. 

Hem nefsine köle olmuş, sadece dünyevî olayları ya da bencilliğini gündeme getiren insanlar ki bu da akıl, aklının önermesi gereken ya da akıllı insanın önermesi gereken ortak değerler manzumesi. Yani ortak akıl diyebileceğimiz, ortak hafıza diyebileceğimiz o değerlerimizi gündeme getirmemiz lazım. 

İşte günümüzdeki bozulmalar, Hocamın söylediği Batı medeniyetinin iflas etmesi bize bir şans doğuruyor. Ki biz o anlamda öncü rolünü de üstlenebiliriz, öncülük yapabiliriz. Çünkü bizim bir dinimiz bu anlamda çağdaş bir dinimiz var, çağdaş bir anlayışımız var ve insana değer veren de geleneksel kültürümüz var. Bu arada açlığını da paylaşan, tokluğunu da paylaşan yani toplumsal alanda paylaşmayı bilen toplumun ya da kültürün insanıyız. Diyor ki; “Beyler azdı yolundan, bilmez yoksul halinden.” İşte buyurun size İslamiyet ile Türk kültürünün birleştiği ya da İslamiyet’i kabul etmemizin arka planındaki kolaylıkları gösteren bir söz. Beyler eğer yolundan azarsa ki eski Türk kültüründe vardır bu; Gök tanrı kut verir, kut verdiği kişi yönetici olur. Eğer kut, kuta layık davranamazsa da o zaman belasını bulur. 

LEVENT BAYRAKTAR- Kutu kaçmış hükümdar tabiri var. 

MUSTAFA SEVER- Evet kutu kaçmış hükümdar olmak o kadar kötü bir şeydir ki, yani insanın insanlığını kaybetmesi demektir. Dolayısıyla bu ortak değerlerimize vurgu yaparak, Yunus’ta bu ortak değerlerimizi arayarak veya Yunus sadece Yunus mu? Bütün kültürümüzdeki ön plana çıkmış ama kendileri bunu bilerek belki yapmadılar ama ortak hafızanın oluşmasını, meydana gelmesini sağlamış bütün değerlerimizin bu yönde incelenmesi, bu yönde onlardan faydalanılması gerektiğini düşünüyorum. 

HASAN ONAT- Yani geçmişe gittiğimiz zaman rahatsız olacağımız bir şey yok. Ha şundan rahatsız olacağız böylesine harikulade bir geçmişe ne kadar layığız bundan esef duyacağız, gittiğimizde rahatsız olacağımız bir şey yok. Çünkü pırıl pırıl parlayan bir şey var. Ben geçmişin idealizasyonundan hoşlanan bir insan değilim, bazı gerçekleri görmek lazım. Hatta geçmişe gittiğimiz takdirde insanlığın bugün ihtiyaç duyduğu yüksek değerlerin kök hücrelerinin bizim kendi kültürümüzde yattığını göreceğiz. Esas yapacağımız iş bu, o kök hücrelerini yeniden yukarı taşıyıp onları canlandırmak, başka bir şey yok. Çok da zor değil bu yani. 

NEVZAT KÖSOĞLU- İki cümle de ben ilave deyim bu medeniyet faslına: Eğer Yunus sadece kitaplarda kalan, bir takım güzel sözler söylemiş Yunus olmaktan çıkar da tabir-i caizse Yunus eğitimimize, eğitim sistemimize sindirilebilirse tek başına Yunus bir medeniyet hamlesinin dayanağı olur başka şeye ihtiyaç yok.                   

MUSTAFA TATCI- Evet. Bu noktada birkaç şey söylemek istiyorum eğer müsaade ederseniz. 1991 senesinde bir faaliyete girdim. Acaba Yunus’un izinden kimler gitmiş? Bir istatistik ortaya koyduğumuz çıkardığımız bu belgelerden hareketle de bir büyük antoloji yapayım dedim. Öyle bir işe giriştim. Başladım çalışmaya. Yani biraz Don Kişotluk gibi bir şey oluyor. Başladım çalışmaya 1 kişi 5 kişi 15 kişi. Yunusvari şiirler yazan eserler ortaya koyan kişilerle ilgili en son çalışma Vasfi Mahir Kocatürk rahmetlinin. Tekke Şiir Antolojisi. Orada 341 tane şahıs var, bazıları tekrar. Belki o tekrarları çıkarınca, 300 diyelim, 300 küsur kişi. 

Âcizane ben bir çalışmaya girdim; 250 gibi bir rakam artık orada yoruldum ve pes ettim. Çünkü her mecmuada Yunus’a benzeyen Yunus’un izine basan, -bu Mısri denen balçığa her bir ayak basmak gerek, diyor- onun izinden giden insanlarla karşılaştık. İnsan-ı kâmillerle karşılaştık. Herhalde biraz böyle yüklensek 3000 rakamına da çıkacak benim tahminim. Çünkü biz ondan sonra da çalışma yaptık. 

LEVENT BAYRAKTAR- Ahmet Yüksel Özemre’nin bir eseri var; Kamil Mürşidin Portresi. Orada bir mürşit tanımı verir ve der ki; mürşit sadece toplumu, insanları irşat eden kişi demek değildir, mürşit muhatabını reşit kılan kişi demektir. Dolayısıyla tasavvufun bir de insanları yetiştirmek, yetkinleştirmek ve reşit kılmak gibi bir fonksiyonu var. Dolayısıyla Yunus’u anlamak, Yunus’u bu güne canlandırmak ve bugün Yunus’un anlatmış olduğu bu öğretiyi yaşamak mümkün müdür, diye sorduğumuzda aslında beklenen şey; bu reşit şahsiyeti ortaya çıkartabilmektir. Yani kendi ayakları üzerinde duran özneyi -ki bu özne sadece bir akıl ve bilim varlığı olan öznenin ötesinde, gönül tarafı olan bir öznedir- bütün bir insanlığa bir nazarla bakan bu insanı, keşfetmeye ihtiyacımız var. Mesela felsefe tarihinden şöyle bir örnek verilebilir; sofistlerden Trasimakhos der ki: “Adalet güçlünün işine gelendir”. Oysaki bizim medeniyetimiz hiçbir zaman güçlü olduğu çağlarda dahi adaleti böyle tarif etmemiştir. İlâ-yı kelimetullah denilen şey, Allah’ın adını yükseltmek ve yüceltmek davası, adalet budur. Buna hizmet ettiği zaman o fiil adil bir fiildir. 

Dolayısıyla dünyanın bizim medeniyetimizden beklediği pek çok şey var. Bu adalet tarifini, güç tarifini yeni baştan yapmamız gerekiyor. Mesela yine Batı Medeniyetinde “güç haktır” diye bir önerme var. Gücünüz varsa karşıdakini ezmeye,istila etmeye,sömürmeye hakkınız vardır. Oysa bizim medeniyetimiz bunun karşısına “Hak güçtür” önermesini koyuyor. Dolayısıyla dünyanın daha yaşanabilir bir yer olması için Yunus ve Yunusların öğretisine ihtiyacımız var ve bunu bir medeniyet tasavvurunun çekirdeği olarak koymaya, bu ilkeden hareket etmeye ihtiyacımız var. Ne dersiniz? 

HASAN ONAT- Klasik Alevi-Bektaşi gelenekte şöyle bir ifade vardır; “Yol bir, sürek bin bir” tarzında. Aslında şimdi medeniyet hamlesi bir bütündür. Onun içerisinde çok farklı renkler vardır. Yani burada tasavvufu biz şu anda Yunus’a odaklandığımız için belki genellemeler yapıyoruz. Belki Nevzat Ağabeyin sözüne ilk bakışta itiraz da mümkün değil. Hakikaten Yunus’taki o benim ifademle kök hücreleri temek kök değerleri çıkarırsanız oradan bir medeniyet çıkar. Çünkü o değerler aynı zamanda Kur’an’ın kök değerleridir. Kur’an’ın insanlığa kazandırdığı değerlerdir. O noktada itiraz asla mümkün olmaz ama şimdi bizde şöyle bir algı var, toplumda sanki tasavvuf olmadığı zaman Müslümanlık olmayacakmış gibi. Ya da herhangi bir mezhebi İslam’la özdeşleştirmek niyeti güdenler var. Onların tercihlerinin problemli olduğunu düşüyorum. 

LEVENT BAYRAKTAR-  Yunus; “Sen sana ne sanırsan ayrığa da onu san” diyor. 

HASAN ONAT- Evet. 

LEVENT BAYRAKTAR- Yani Yunus, bu plüralizme yer veriyor, hak veriyor ve dolayısıyla tek tip bir İslam algısı Yunus’ta yok ve icbar edici bir İslam algısı da zaten yok. Dolayısıyla buradan bir plüralizm çıkartabiliriz. Birlikte yaşama, birlikte var olma durumu çıkartabiliriz. İsterseniz onun koşullarını araştıralım biraz da. Bugün için biz sosyal bilimciler olarak Yunus Emre’nin bırakmış olduğu bu kültürü, irfanı, ilmi, edebi ve bu birikimi yeteri kadar değerlendirebiliyor muyuz? Buna vâkıf mıyız? 

MUSTAFA TATCI- Değerlendirebilseydik, değerlendirmiş olsaydık Nevzat Ağabey’in söylediği gibi Yunus bize yeter, burada bu kriterlerden hareketle bir medeniyet inşa edilebilir demezdik. Yani bunun belki içinde yaşar olurduk, demek ki yaşayamıyoruz. 

NEVZAT KÖSOĞLU- Değerlendiremiyoruz. Eğer değerlendirmeyi hem bilgi olarak Yunusu bilmek ki onu bile tam bilmiyoruz, hem de onu tam bildikten sonra oradaki ilkeleri yaşamak şeklinde yapsaydık zaten o çok yüksek bir seviye olurdu. 

MUSTAFA SEVER- Bazen konuşuruz Mustafa Hocam, şöyle der: “Mutasavvıf şairlerin, mutasavvıfların sözleri, şiirleri artık gün yüzüne çıktı, çıkıyor, kitaplaştı. Artık bunların yaşanması gerekir veya bunların artık eğitimde kullanılması gerekir veya sosyal hayatta kullanılması gerekir.” Bu açıdan baktığımız zaman biz artık onları aman şöyle güzel şiirler yazmış, böyle güzel yazmış mantığından uzaklaşarak ele almalıyız. Artık Yunus’un şiirlerinde veya Niyazi Mısri’nin şiirlerinde veya Mesnevi’de nasıl bir insan, nasıl bir toplum düzeni gösteriliyor, bunların üzerinde konuşmamız lazım. 

Bir kere konumuz Yunus ise Yunus’taki insan nedir? Dünyaya gelen her kişi artık yaşadığı akıl baliğ olduğu zaman yaşadığının farkına varacak, insan olduğunun farkına varacak. Siz insan olarak yaşarken karşınızdaki insanın yerine kendinizi koyacaksınız, onun gibi bakacaksınız. Yani davranışlarınızı ona göre; Peygamberimizin dediği işte komşusunu göreceksiniz, komşu olarak neyi göreceksiniz? Komşunuz nasıl yaşıyor ona bakacaksınız, onun yerine kendinizi koyacaksınız. Yolda yürürken kendinizi başkasının yerine koyacaksınız, dolayısıyla sürekli iç hesaplaşma söz konusu. Dolayısıyla bu iç hesaplaşma da nefisle mücadele aslında. 

 Siz de biraz evvel söylediniz yedi merhalesi var. O yedi merhaleyi geçtikten sonra insan, insan olacak. Yoksa hayvanlık seviyesinde yiyecek, içecek, yatacak, uyuyacak ne bileyim yürüyecek öyle bir faaliyette devam edip en sonunda ömrü bitecek öbür dünyaya gidecek. Yani toprağa kaybolacak. O öbür dünya da belki de aklına gelmeyecek. Bu açıdan baktığımız zaman dünyaya gelen kişinin bir kere yolu bilmesi lazım. Bu yol ne? İnsanlık yolu. İnsanlık yolundan ilerleyecek. O zaman biz bunu ilkokuldan başlatmalıyız. Nasıl bugün Batı emperyalizminin çok açık şekilde eğitimcilerimize benimsettikleri şekilde ilkokul 4. sınıfta İngilizce öğretmeye kalkışılıyor. O çocukların beyinleri daha o zamandan başlıyor etkilenmeye, masallarımızdan tutun da ninnilerimize kadar İngilizce çeviriler dilimize giriyor. Bunları biz ilkokul 4. sınıfta değil ilkokul 1.sınıfta başlatacağız. Yunus’tan da bahsedeceğiz, Mevlana’dan da bahsedeceğiz, Ahmet Yesevi’den de bahsedeceğiz. Ama bahsederken yalnız onların hayatından değil, şöyle yaşadılar, böyle yaptılar, böyle gittilerden değil. İstanbul’un alınışını anlatırken Fatih’in beyaz atının kuyruğundan bahsetmeyeceğiz mesela. Böyle bir faaliyet içerisine girersek eğer; -ki bunu kendi açımızdan söylemiyorum, bir eğitim faaliyeti olarak söylüyorum- bunu eğer yapabilmeyi becerirsek, işte o zaman Yunus’u da yaşamış olacağız, Mevlana’yı da yaşamış olacağız. 

NEVZAT KÖSOĞLU- Yeni bir medeniyete de adım atacağız. 

MUSTAFA SEVER-  Onu zaten kendiliğinden oluşturacağız. İnşaallah. 

MUSTAFA TATCI- Yunus tabii tornadan çıkmış bir Müslüman tipini önermiyor, ama ortalama bir insan tipi öneriyor. Bizim milli eğitimimiz de sistemimiz de bir insan tipi belirlemiş değil. Bu insan tipi belirlenirken rahmetli Mehmet Kaplan üzerinde çok dururdu bu mevzunun Büyük Türkiye Rüyasında ve Nesillerin Ruhunda bir hayli parmak bastığı noktalardan birisi. 

Bu insan tipi üzerinde dururken ortalama insan tipi üzerinde dururken belki bazı ölçütler belirleyebiliriz Yunus’tan hareketle. Yunus birleştirici bir unsur yani birliğimizin, dirliğimizin arka planında Yunusun kültürü var veya İslam kültürü var. Onun hazmettiği bir kültür var. Diyor ki bir yerde 4 mezhebin âşıkıyım, 7 mezhep geçti canım. 4 mezhebin aşığıyım, 7 mezhebin de yolların da bütün onların da üzerinde olan bir anlayışın sahibi Yunus. Bu yollardan nasıl geçmiş, bu mezheplere nasıl sıcak bakmış, birleştirerek bakmış, tevhid gözüyle bakmış, aynı gözle bakmış, bunların arka planında neler var? Bu kriterlerin tespit edilmesi lazım. Fakat biz daha Yunus’u anlayabiliyor muyuz, meselesi var. 

Biz maalesef Yunus’u okuyoruz, ama anlayamıyoruz. Benim kanaatim de odur, işte Yunus yorumları ile ilgili kitaplarımızdaki çıkardığımız kanaat de odur. Dilinin çözümlenmesi lazım evvela. Bu eserler Mustafa Sever Hocamın da bahsettiği gibi o dönemde yazıldı, yayıldı, çoğaltıldı. Belki de bazı şarihler tarafından yorumlandı. İşte Darül Mesnevilerde Mesneviler okutuldu. Pek çok mesnevi şerhleri yazıldı. Belki tekkelerde şeyh efendiler veya etkili, yetkili kişiler, yetkili mutasavvıflar Yunus’u ve benzeri zatları okudular. Okuduklarını biliyoruz. Faraza 1595 senesinde vefat etmiş, Yunus’un izinden giden Halveti erenlerinden, şu anda da üzerinde çalıştığım Vahit Ümmi var. 1595 senesinde, erken dönem yani, 125 yaşında vefat etmiş. Diyor ki: “Biz Yunus’u sebakın evliyadan okuduk. Gizli değil belliyiz şimdi zaman içinde.” Biz mürşidimizle Yunus Divanını okuduk, yani oradaki bilgilerle beslendik. Malum sohbet geleneği içinde yetişiyor tasavvufta, kitabi bir gelenek değil, sohbet geleneği, “zikir sohbet canı semirtir” diyor bir yerde Yunus. Zikir ve sohbetle besleniyor dervişler. Dolayısıyla biz Yunus’un şiirlerini okuduk, oradan beslendik, diyor, daha erken dönemde. 

Bunlar yazıldı, yayıldı, yorumlandı, fakat genel olarak bütün halk tarafından umumi olarak yaşama geçmedi. Yaşama alanına intikal etmedi. Yine herkes tabii tornadan çıkmış gibi Yunus olamaz ama her evde bir Yunus, genç bir Yunus dersek böyle bir sloganla belki de birazcık Yunusları çoğaltabilirsek. İçimizden Yunuslar çıkarabilsek. 

HASAN ONAT- Belki bu anlama planımızı biraz genişletmek gerekecek. 

LEVENT BAYRAKTAR- Meseleye sosyal bilimler açısından bakalım derken biraz da bunu kast etmiştim. Yani pedagoglarımız, eğitimcilerimiz Yunus’un söylemiş olduğu bu insani, ahlaki, evrensel ve İslamî değerleri nasıl olup da müfredatın içerisine koyup bunu aktaracaklar. Şimdi bizde bu geleneğin tevarüs edilmesi meselesi var. Geleneği nasıl tevarüs edeceğiz ve geleneğin güncellenmesinden ne anlamalıyız? Bunun için biz Yunus’un tiyatrosunu yapabildik mi? Sinemasını yapabildik mi? Bunun filmini çekebildik mi mesela? 

NEVZAT KÖSOĞLU- Söylediğiniz gibi Yunus’un tiyatrosu da yapılmalı, romanı da yazılmalı, ama bunu gerçekten daha böyle edebi kullanabilen, daha bu işin kurgusal anlamda ustası olan romancılarımız, romanını yazmalı. Bunun çocuklara yönelik çocuk kitapları olmalı. Resimlisinden tutun da kabartmalısına kadar her türden olmalı. Dizilerimiz olmalı. Yani bunu artık böyle, güncellemek dediğim o her şeyimizde görmeliyiz ki bir yerde görmüyorsa çocuğumuz ki burada çocuklar gençler daha hedeftedir. Hedef kitlemiz o olmalı. Her yerde görmeli, bir yerde görmedi ise başka bir yerde görmeli. Yani gazetede görmeli açıkçası, dergide görmeli, kitapta görmeli, ders kitabında görmeli. Batı bunu çok güzel yapıyor. 

HASAN ONAT- Daha ötesi var onu söyleyeceğim ben de son sözler olarak. Bir bizim geçmişimize bakışımız sağlıklı değil. Yani bugün sadece Yunus’u ele alalım. Yunusla ilgili işte Mustafa Hoca çalışıyor, oysa Yunus gibi bir değer Batı’da olsaydı onlarca yüzlerce, bakın daha Yunus’un psikolojisi çalışılmadı. Yunus’un felsefesi çalışılmadı. Yunus’un yetiştiği ortamla ilgili adam akıllı on tane doktora tezi yapılabilirdi, Yok. Bunların hiç birisi yok daha. Yani mesele bu kadar vahim durumda. Buradan çıkan sonuç şu, biz geçmişimize, ben buna zihin yarılması diyorum, sağlıklı bakamıyoruz. Bazılarımız geçmişi kutsallaştırıyor, geleneği kutsallaştırıyor, bazılarımız yok farz ediyor ve bu bizim aslında kendi geçmişimizle alakalı zihin yarılmasına yol açıyor. O yüzden birbirimizin dilini anlamıyoruz. Türkiye’de böyle bir açmazla karşı karşıyayız. 

O zaman şunu görmek zorundayız, eğer gelecek tasavvurumuz olacaksa bu geçmişin doğru anlaşılması üzerine olur. Geçmişle ilgili her çalışma, geçmişi aslında yeniden inşa etme faaliyetidir. Bu geçmişi inşa ederken köşe taşlarından birisi Yunus’tur. Köşe taşlarından birisi Hacı Bektaş Veli’dir, birisi Mevlana’dır. Bunlar köşe taşlarıdır. Bu taşları sağlam bir yere oturtursanız, kendi geçmişinizi de onun üzerine sağlam inşa edersiniz. Fakat biz geçmişe yönelirken ya görmezden geliyoruz ya da kutsallaştırıyoruz dedim. Biz bunu birlikte görüp, tarihi savaştan barıştan kurtarıp bir sosyal tarih zeminine, düşünce tarihi zeminine doğru taşıyarak o biçim içinde okuyabilirsek Yunuslar, Mevlanalar köşe taşı olursa bu bizim geleceğimizi aydınlatır. Yani anlaşılmayan geçmiş kambur gibi ezer. Şu an da bizi eziyor bu geçmiş, ama yine buradan kurtuluşun yolu da Yunusları doğru anlamaktan geçiyor. 

MUSTAFA TATCI- Her şeyde her bakış açısında bir problem var. Yunus’ta da işte hümanist Yunus var, bazıları işte Müslüman, bazıları Türk, Türkçeci Yunus bazıları işte başka türlü bakmaya çalışıyor. Hocamın dediği gibi bir bütün olarak gördüğümüz zaman doğru teşhisi yapmış olacağız inşallah. 

LEVENT BAYRAKTAR- Evet, çok teşekkür ederiz. 

MUSTAFA TATCI- Dili eksik kaldı, ama o da artık başka bir sohbetin konusu olsun. 

LEVENT BAYRAKTAR- Hocam, bu sohbette de en azından bahsi geçmiş, hatırlanmış olsun. Buyurun dil hakkında da birkaç şey lütfedin. 

MUSTAFA TATCI- Yunus tabii dilimizin neresindedir, nesidir? Neyini öne çıkartmıştır. O mevzularda çok yazıldı, çizildi ben bir yerde Türkçenin Cebrail’idir demiştim Yunus için. Yani bu biraz tabii yanlış anlaşılmaya da müsait. 

HASAN ONAT- Hayır çok güzel bir ifade bu. 

MUSTAFA TATCI- Evet, yorumlandığı zaman, içi doldurulduğu zaman güzel bir şey çıkar. Yunus bizim sokak dilini, günlük evdeki konuşma dilini aldı Rabca haline getirdi. 

NEVZAT KÖSOĞLU- Bir kültür dili haline getirdi. 

MUSTAFA TATCI- Evet, Rabca haline getirdi. Mesela nasıl ki dışarıdaki Arapçayı Hazreti Peygamber ilahi bir vahiyle Rabca haline getirdi ise, Hazreti Peygamber’in ağzından çıkan, Kur’an’ın dili olan dil Rabca ise, Yunus da bizim gündelik sıradan sokak dilimizi, çarşı pazar dilimizi aldı Rabca bir dil haline getirdi. İlahî bir dil haline getirdi. İlahîleştirdi tabiri caizse. 

Bu nasıl tarif edilebilir; Türkçenin içi, Türkçenin manası, Türkçenin aşkı diyebiliriz. Aşk dili, mana dili günlük dili diyebiliriz. Bunu bazen kendisi de söylüyor, Türkçenin gönül dili olduğunu. Dil önemlidir, çünkü biz dil ile iletişim kuruyoruz, dil ile anlatıyoruz. Yunus da diyor; “Dil hikmetin yoludur”, diye bir yerde. Hikmete onunla ulaşıyoruz. Onunla kavrıyoruz. Dolayısıyla ne kadar anarsak bu dili, bu mana dilini o kadar geçeğe ulaşacağımızı zannediyorum ben. İnşallah bir gün de bu dilin arkasındaki manayı ve aşkı da konuşuruz. 

LEVENT BAYRAKTAR- Konuşuruz inşallah. Bu duygular içinde, bu temennilere katılarak, hepinize çok teşekkür ediyoruz.  

 

 

 

 

Kaynak :

 

Türk Yurdu, Mayıs 2012 – Yıl 101 – Sayı 297

 

Yazar
Levent BAYRAKTAR

Doç. Dr. Levent Bayraktar 1972'de Ankara'da doğdu. İlk, Orta ve Lise tahsilini burada tamamladı. 1989'da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü'ne girdi. Buradan sırasıyla 1993'te lisans, 1997'de yüksek lisa... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen