Cemil Meriç’in Medeniyet Telakkisi

Cemil Meriç’in Medeniyet Telakkisi[i]

 

 

Prof. Dr. Hakkı BÜYÜKBAŞ[ii]

Yrd. Doç. Dr. İhsan KURTBAŞ[iii]

Maziyi muhafaza, fakat ayıklayarak; yeniyi kabul, ama seçerek…

Cemil Meriç

Giriş

Muhafazakârlık terimi, gündelik dilde farklı anlamlara gelecek şekilde kullanılmaktadır. Terim, mütevazı veya ihtiyatlı davranış, geleneksel- ci hatta uyumcu bir hayat tarzı, değişim korkusu veya değişimin reddi gibi özellikle “muhafaza etmek” fiilinin belirttiği anlamlara gelebil­mektedir (Heywood, 2013: 83). Bir ideoloji olarak muhafazakârlığın doğup, şekillenmesinde birincisi Fransız Devrimi, ikincisi Sanayi Dev­rimi, üçüncüsü ise Aydınlanma Hareketi olmak üzere üç tarihsel geliş­me etkili olmuştur. Bu açıdan muhafazakârlık, özelikle 18. ve 19. yüz­yılda yaşanan baş döndürücü, siyasî, toplumsal, ekonomik ve hatta dinî gelişmelere bir tepki olarak ancien regime (eski düzene dönüş) ve status quo’culuk (statüko) olarak ortaya çıkmıştır. Akademik alanda, çağdaş siyasal ideolojiler, doğrusal bir tayfta, ortada liberalizm, sağına doğru gittikçe muhafazakârlık, milliyetçilik ve faşizm; soluna doğru gittikçe de sosyalizm, komünizm şeklinde resmedilmektedir. Böylece muhafazakârlık sağ ideolojilerin ortasında, radikal sağ ideolojilerin başlangıcında bir yerde yer alır.

Muhafazakârlığın biri “bir tutum ve kişilik eğilimi olarak muhafa­zakârlık”, diğeri “bir dünya düzeni ve ideoloji olarak muhafazakârlık” olmak üzere iki boyutu vardır. a) Bir tutum olarak muhafazakârlık, “geleneksel yaşama ve çalışma biçimlerinde meydana gelen kopuşla­ra, köklü değişikliklere karşı, doğal (kendiliğinden) ve/veya kültürel güdüleme yoluyla oluşan direnme eğilimidir. Bu eğilim, her ülkede birçok kişinin bugünkü davranışlarına yansıyan bir mizaç, psikolojik tutum ve tavır alış bileşimidir (Ergil, 1986: 270)”. Dolayısıyla muhafa­zakârlığın bu boyutunun bireysel ve şahsî bir tarafı vardır. Zira birey ister liberal, ister muhafazakâr; ister sosyalist isterse de milliyetçi ol­sun her bireyin içinde değişik yoğunlukta muhafazakârlık düşüncesi, değişime duyulan tepki hissi vardır. Yani, her zaman, muhafazakârlık düşüncesinin bir mizacî tarafı vardır. Bu konuda Murat Belge (Belge, 2013: 94), mizaç olarak muhafazakârlık hakkında şunları söylemekte­dir:

“Her canlı her gününü, alışık olduğu biçimde yeniden üretmek ister. Yenilik-değişiklik her zaman bir risk içerir, bir tehlike potansiyeli taşır. Yalnız ‘canlı varlıklar’ değil, cansız örgütler, sistemler de bu ‘olduğu gibi kalma’ içgüdüsüne sahiptir. Siyasette bu muhafazakâr (mizaç) dü­şüncenin varlığının, hayatın sürekliliğini sağladığı ve böylece insanla­ra güven duygusu kazandırdığı söylenir. Bu özellikleriyle bu içgüdü­yü düşündüğümüzde, başka alanlarda ‘devrimci olan’ bir bireyin de en azından özel hayatında muhafazakâr bazı kerteler barındırmasını o kadar şaşırtıcı bulmayız.”

Diğer taraftan, b) Bir siyasî ideoloji olarak muhafazakârlık ise insanın akıl, bilgi ve birikim bakımından sınırlılığına inanan, bir toplumun ta­rihsel olarak sahip olduğu aile, gelenek ve din gibi kurumlarını temel alan, radikal değişimleri ifade eden sağ ve sol siyasî projeleri reddede­rek ılımlı ve tedricî değişimi savunan ve siyaseti bu değer ve kurumları sarsmayacak bir çerçeve içinde sınırlı bir etkinlik alanı olarak gören bir düşünce stili, bir fikir geleneği ve bir siyasî ideolojidir (Özipek, 2007: 1). Muhafazakârlığın bu bağlamına ilişkin, “Muhafazakâr Olmak Üze­rine” adını taşıyan ilk dönem yazılarından birinde Oakeshott (Barber, 1995: 124) bir siyasal ideoloji olarak muhafazakârlığı “Bilineni bilin­meyene, denenmiş olanı denenmemiş olana, gerçeği gizeme, var olanı mümkün olana, sınırlanmışı belirsize, yakını uzağa, yeterli olanı bol olana, uygun olanı kusursuz olana tercih etmektir.” şeklinde tanımla­maktadır. Bu ve benzeri tanımlar çerçevesinde muhafazakârlık, top­lumsal yaşamın her alanında radikal değişimlere kuşkuyla yaklaşan, mecbursa, ılımlı ve tedrici değişimi savunan, özellikle aileyi bireyin hafızası ve toplumun kalesi gören, dünyanın bildiğimiz biçimde de­vam etmesini sağlamaktan yana tavır alan ve her ülkede, kültürde ve bireyde farklı renklerde görülebilen bir düşünce stili, bir fikir geleneği ve bir dünya görüşüdür.

Türk muhafazakârlığı, toplumsal temeli ve tabanı olan Türk toplumu- nun siyasetini, ekonomisini ve gündelik hayat pratiklerini derinden et­kileyen (ve ondan etkilenen) bir ideoloji ve sosyolojik nosyondur. Türk muhafazakârlığını anlamanın yolu, tabii ki, köklü Türk tarihinden, bilhassa Osmanlı tarihinden geçer. Muhafazakârlığın Osmanlı tarihin­deki kökü, parlak zaferlerle dolu bir geçmiş anısının yarattığı ‘altın çağ’ imgesidir… Böylece geçmiş, Osmanlı zihninde hayatın tamamını düzenleyen bir model olagelmiştir. Osmanlı Devleti’nin gerilemesiyle başlayan Batılılaşma hareketleri, Tanzimat döneminde yoğunlaşmış ve özellikle 18. yüzyılda Karlofça sonrasının koşullarında Osmanlı devlet adamları arasında ‘değişimin zorunlu olduğu’ inancı hâsıl ol­muştu. “Ama bu değişimin yönü hâlâ önemliydi. Geçmiş’e doğru mu, geleceğe doğru mu?” (Belge, 2013: 93). Osmanlı’nın ardından Cumhu­riyet döneminde ise Cumhuriyet yenilikçilerinin Osmanlı’dan belki en belirgin farkı, yalnız yeniyi kurmaya çalışmakla yetinmemesi, ‘eski’ ve ‘işe yaramaz’ olarak değerlendirdiklerini de ortadan kaldırmayı programın önemli bir parçası haline getirmesidir (Belge, 2013: 98). Neticede, daha çok, Tanzimat’ta Batılaşma-Doğululaşma dikotomisi, siyasî, ekonomik, kültürel ve diğer alanlarda tüm hızıyla Türk düşün hayatının önemli bir yerini işgal etmiş, hatta turnusol kâğıdı gibi, ta­rafların birbirini eleştirmesinin, suçlamasının ve/veya övmesinin bir aracı olmuştur.

Bu tartışmalar arasında Cemil Meriç, Batı medeniyetine karşı, Doğu medeniyeti adına çarpışan ve onu savunan bir fikriyat adamıdır. Bunu yaparken de Batı’ya karşı Doğulu ve yerli olanı milî ve manevî de­ğerlerle savunması ile muhafazakâr; geleneği yeniden canlandırmak istemesi ve Batı orijinli düşünceleri tümden reddetmeden anlamaya çalışması ile de Batılıdır. Bu çalışma, bizce her türlü değişimin, sırf değişimi savunmak adına yüceltildiği bir dünyaya, millî ve manevî bütünsellikte karşı ve güçlü bir ideoloji inşa eden Cemil Meriç’teki me­deniyet telâkkisini, onun değerleriyle yorumlamaya çalışacaktır.

 

Doğu-Batı Dikotomisinde Cemil Meriç’te Medeniyet Telâkkisi

Meriç’in medeniyet telakkisinde onu şekillendiren şey, Batı(lı) kuşat­masından sıyrılıp Müslüman-Türk sentezini özümsemiş olmasıdır. Aslında onun Doğu’yu keşfetmesini sağlayan şey, Hint edebiyatına merakı idi. Bu onun Batı kültürünün Doğu kültürüne nazaran ne kadar sığ olduğunu keşfetmesine ve onda Batı’ya benzememek üzere derin bir hassasiyet uyanmasına sebep olmuştur. Nitekim ‘millîlik’ ve ‘yer- lilik’ değerleri Cemil Meriç’te temel prensipler arasındadır. Bu konu­da Meriç Mağaradakiler (2012b: 39) adlı yapıtında “Emperyalizmler, tuzağa düşürmek istedikleri ülkeleri kültürleriyle fethetmez, kültür- süzleştirerek kültürsüzlüklerine inandırarak yok eder.” demektedir. Meriç, Batı tarzı emperyalist düşüncelerin Doğu kültürlerini tesiri al­tına aldığı düşüncesi yerine; Batı emperyalizminin Doğu kültürlerini tümden kültürsüzleştirerek yok ettiğini belirtir. Bu noktada Meriç, bir yol haritası ve belki de iyileştirme reçetesi olarak; Batı kültürünün tümden reddini değil; Batı düşünceleri dâhil bütün düşüncelerin ılımlı ve tedrici bir şekilde, yerlileştirilerek ve millîleştirilerek özümsenmesi gerektiğini söyler. Bu bağlamda Meriç’e göre “Hakikatte hiçbir düşün­ce düşman değildir, her düşünce, kanımıza karıştırılmak, millîleştiril- mek şartıyla doğrudur.”

Ayrıca Türkler, Batı’yı anlamak için Batı’nın bütün düşünce âlemini anlamak, sonra da kendi dünyasına dönmek durumundadır. Bu bağ­lamda Avrupa’da üç dünya görüşü vardır (Meriç, 1999: 290): 1) Hris- tiyanlık, 2) Kapitalizm, 3) Sosyalizm. Bu üç dünya görüşü arasında Sosyalizm ve Marksizmin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Batı, tarihi Batı insanlarının üstünlüğünü ispat etmek için yazar. Bütün sosyoloji bir mystification’dan ibarettir. Marksizmi bilirsek, ayıklarsak bizim için hiçbir tehlikesi yoktur. Ancak, ona göre (1999: 293) Türkler, Marks’ı anlamayı ya ahmakça reddetmiştir yahut bir ahir zaman peygambe­ri olarak kabul etmiştir. Oysa Marks’ın metodolojisi, aslında İslam’ın metodolojisidir. Ancak iman, mutlaktır ve ezelîdir. Bu açıdan Meriç’in medeniyet telâkkisinde millî bir özgüven vardır. Onun Türk sosyo­lojisi ve medeniyet anlayışı, medeniyetler arası etkileşime ilişkin her türlü müdahaleyi izole bir sakınmacılıkla reddetmemeyi değil; doku­da uyum gerektiren bir bünye gibi, verilen alınan şeylerin yerli olması veya yerlileştirilmesini gerektirir. Zira “Bir İslam’ın Marks’tan korka­cak hiçbir tarafı yoktur. Gafletini telafi etmenin yolu, onları bilmektir. Onlarla diyalog kurmaktır” (Meriç, 1999: 293-294).

Ancak Meriç, “zavallı Türk aydını” diyerek resmettiği kesimin bunu yapmaktan aciz olduğunu ifade eder. Ona göre (2014a: 9), “[Zavallı] Türk aydını, Batılı dostları alınmasınlar diye hazinelerini gizlemeye çalışır, sonra unutur hazineleri olduğunu… Düşmanın putlarını tak­dis eder, hayranlıklarını benimser. Dev, papağanlaşır.” Böylece Me­riç, köklü mazimizde, hak ettiği yerini bulamamış manevî ve kültürel değerlerimizin Batı değerlerine duyulan hayranlığa kurban edildiğini belirterek Doğu’nun ideolojik sınıflandırmalara gönüllülüğünü şöyle eleştirir (Meriç, 2015a: 98): “İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, ‘Ben Avrupalıyım’ de­meye başladı, Asya bir cüzzamlılar diyarıdır. Avrupalı dostları! Acı­yarak baktılar ihtiyara ve kulağına: ‘Hayır delikanlı.’ diye fısıldadılar, ‘Sen bir az gelişmişsin…'”. Burada Meriç, Batı’nın Doğu’ya biçtiği ka­lıbın, Doğu’yu haddini bilmek üzere sanrılara sevk ettiğini belirtmek­tedir. Bu, ideolojik bir yaftalamadır. Keza gelişme bir süreçtir ve Batı yaptığı sınıflandırmayla Doğu’yu, bu süreci (henüz) gerçekleştireme­miş bir varlık olarak işaretlemektedir. Bunun en önemli sebeplerinden biri, her şeyden önce Doğu’nun kendine yabancı olmasıdır: Bu Ülke adlı yapıtında (2015a: 108) Tolstoy’un ‘Avrupa’yı kendimizden çok daha iyi tanıyoruz.’ serzenişine gönderme yaparak “Biz ne kendimi­zi tanıyoruz, ne Avrupa’yı. Tarihimiz mührü sökülmemiş bir hazine. Sosyologlarımız, bir Kızılderili köyünü keşfe gider gibi, alan çalışma­larına koyuluyorlar. Avrupa’yı Avrupa’nın istediği kadar tanıyoruz.” demektedir.

Başka bir açıdan Meriç, özüne yabancılığın önemli bir faktörü olarak harf inkılâbını görür. Dil, ona göre kendi seyrini takip eder. Tasfiyeyi devlet değil, zaman yapar. Nasıl, Batı medeniyeti kendisini Latince- ye bağlamışsa Doğu medeniyeti de kendisini Arapça-Farsça-Türkçe- Hintçe gibi tercihlerden yola çıkarak kavramlara hayat veren bir dile bağlamalıydı. Oysa “Harf inkılâbı, altı yüz yılı rafa kaldırdı. Ve tarih­siz bir memleket, ibda etti. (…) Yeni harfler geleneğin, irfan geleneği­nin sırtına indirilen bir baltaydı” (2015c: 301). Harf inkılâbı kütüpha­nelerimizi tuğla yığınına çevirmiş, irfanımızı düne bağlayan köprüleri uçurmuş, kütüphanelerimizi dilsizleştirmiştir (Mağaradakiler, 2015: 266). Zira kamus, bir milletin hafızasıdır (2015a: 88).

Cemil Meriç, öncelikle Batı’ya değil, gözleri, yürekleri ve vicdanları kör eden Batılılaşma ideolojisine karşıdır. Batı benim anti-tezimdir di­yen Meriç’e göre, Batı’nın bir üstünlüğü olduğu doğrudur. Ancak o da tekniktedir. Meriç, Avrupa’nın sağladığı bu hâkimiyetin sebebini ise; “Batı olayı[1]” adını verdiği, bir mucize[2] ile açıklar. O da “Asya’nın çöküşü diye bir meselenin olmadığı, Avrupa’nın uyanışı”nm söz ko­nusu olduğu şeklindedir. Böylece Doğu medeniyetinin sorunu, reka­bet odaklı bir idrak, aydınlanma ve ışığa kavuşma sorunudur. Zaten Meriç’e göre, “Batı olayı” birden bire ortaya çıkmasa, Asya devletleri daha asırlarca siyasi hayatlarını sürdürürdü.

Bundan sonrasını bir medeniyet çatışması olarak ele alan Meriç; Doğu- Batı dikotomisini medeniyet-umran, kültür-irfan gibi değerler üzerin­den resmeder. Ona göre (2014a: 147) umran geniş manasıyla mede­niyet, bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü, içtimaî ve dinî düzen, adetler ve inançlardır. Ona göre (2014a: 109) medeniyet, kendine has değerleri gerçekleştirerek insanlığın ortak hazinesini zen­ginleştirir ve bunu üç yoldan aktarabilir: a) kolonileşme yoluyla, b) aşılayarak ve c) faydalanma yoluyla. Bir kültür kendi değerini inşa ederken başka bir kültürden malzeme alır. Bu türlü ‘iktibas’lar daha çok ilim ve teknoloji alanında geçerlidir. Yabancı bir medeniyetten dinî, felsefî, içtimaî, ahlakî unsurlar alınabilir; ama sadece besleyici malzeme olarak. Hint böyle yapmıştır. Burada anlaşıldığı üzere Meriç, bir medeniyetin başka bir medeniyetle etkileşiminde, kolonileşme ve aşılama yoluna nispeten; faydalanma yolunu daha fazla savunmak­ta ve idealleştirmektedir. Çünkü ona göre faydalanma, bir kültürün kendi değerini inşa ederken başka bir kültürden etkilenmesidir. Daha çok ilim ve teknoloji yoluyla olan bu iktibaslar, besleyici bir faktör olarak manevî değerlerle de olabilirler.

Meriç (1999: 270) Sosyoloji Notları adlı eserinde Türk medeniyeti ile Batı medeniyeti arasındaki etkileşimi şöyle tanımlamaktadır: “Batılaşmak bize ne kazandırıyor. Şahsiyetsizlik, erimek, yok olmak. Benimsediğimiz bir idam hükmüdür. Avrupalılar için Doğululaşmak diye bir şey tasavvur edebilir misiniz? Düşüncede, teknikte, tıpta, ilim­de, asırlarca ileride olduğumuz halde… Medeniyetler irreductible’dir (birbirlerine indirgenemezler). Batı benim anti-tezimdir. Ben, Batı’yı yok etmek için, temessül etmek için asırlarca savaşmışım. Benî âdem âzâ-yı yek digerent (insan, insana muhtaçtır). Tamam, fakat o bana saygı gösterdikçe. Medeniyetler temessül edilemez. Belli bir seviye­ye gelen insan için insanlık bir bütündür. Eğer, millet çapında düşüne­ceksek, millet vardır, Osmanlı kültürü vardır, biz varız. Batı’nın teknik üstünlüğü vardır, o kadar.”

Bu Ülke adlı yapıtında da Meriç, bir aşağılık duygusu içinde Batı’ya teslimiyetin, bir Kabil kompleksi olduğunu düşünmekte ve şöyle ifade etmektedir (2015a: 97, 99): “Her dudakta aynı rezil şikâyet: Yaşanmaz bu memlekette! Neden? Efendilerimizi rahatsız eden bu toz bulutu, bu insan ve makine uğultusu mu? Hayır, onlar Türkiye’nin insanından şikâyetçi. İnsanından yani kendilerinden. Aynaya tahammülleri yok. Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını ‘yaşanmaz’laştıranlar- dır.” Ona göre bu, kendi derisinden çıkmak, kendi mukaddeslerini inkâr etmek ve peşin peşin köleliğe razı olmak değil de nedir? Oysa biz, apayrı bir medeniyetin çocuklarıyız; düşman bir medeniyetin, bambaşka ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asil, çok daha insanca bir medeniyetin. Bu ifadelerle Meriç, Türk aydınının kendi mukaddes ve manevi değerlerini beğenmemesini ya da daha ılımlı bir ifadeyle tanımamasını Avrupa’nın değersizliğine adanmış müstağriplik olarak görür. Ona göre (2015a: 2013), “Biz, Tanzimat’tan beri hazır elbiseye meraklıyız, hazır elbiseye ve hazır medeniyete.”.

Böylece onun fikriyatında odak noktası ve temel sorunlardan biri, bir Doğu kavramı olan medeniyettir. Meriç’e göre (2014c: 64) “Kültür, in­sanoğlunun fizik dünyaya, fizik çevreye söz geçirmek için sahip ol­duğu kolektif araçlar bütünüdür. Başka bir deyişle ilim, teknik ve uy­gulamalarıdır. Medeniyet ise. insanın kendini inzibat altına alması, fikirce, ahlakça, ruhça yükselmesi için lüzumlu olan kolektif araçların tümü, güzel sanatlar, felsefe, din ve hukuk gibi.” Meriç için medeni- yet-umran, kültür-irfan arasındaki fark; aynı zamanda Batı ve Doğu medeniyetleri arasındaki farkın kavramsallaştırılmış halidir:

“İrfan, düşüncenin bütün kutuplarını kucaklayan bir kelimedir. İrfan insanoğlunun has bahçesidir. Ayırmaz, birleştirir. Bu bahçede kinler susar, duvarlar yıkılır, anlaşmazlıklar sona erer. İrfan kendini tanı­makla başlar. Kendini tanımak, önyargıların ve yalanların köleliğin­den kurtulmaktır. Tecessüsü madde dünyasına çivilemeyen, zekâyı zirvelere kanatlandıran, uzun ve çileli bir nefis terbiyesi, irfan. Kemale açılan kapı, amelle taçlanan ilim. İrfan bir Tanrı vergisi, cehitle gelişen bir mevhibe. Kültür ise, irfana göre, katı, fakir ve tek buutludur. İrfan insanı insan yapan vasıfların bütünü. Yani hem ilim, hem iman, hem edeb. Kültür, homo-ekonomikusun kanlı fetihlerini gizlemeye yarayan bir şal. Batı kültürün vatanıdır, Doğu, irfanın…” (Meriç, 2014c: 33).

Görüldüğü üzere Cemil Meriç’te medeniyet telâkkisinin en önemli yansımalarından biri irfan-kültür ayrımından tezahür etmektedir. İr­fan; birleştirici, zekâyı yücelten ve yükselten, cehitle gelişen bir mev- hibe, kemale açılan kapı, amelle taçlanan hem ilim, hem iman, hem de edebdir. Ve en önemlisi Doğu’ya dairdir. Oysa kültür; katı, fakir, tek boyutlu ve materyalist Batı’nın kanlı geçmişini örten bir perdedir. Ba- tı’ya aittir ve Batı’nın düşünce sefaletini belgeleyen kelimelerden biri­dir (2014c: 31): “Kaypak, karanlık, samimiyetsiz”. Bu konuda Sosyoloji Notları adlı yapıtında, Meriç (1999: 73), “Doğu; gönlün, aşkın, hayalin vatanıdır. Batı; aklın, tekniğin, realitenin vatanıdır.” der. Bu ayırım ve kavramsallaştırma Meriç’in medeniyet anlayışı ve yorumumun net bir yansımasıdır.

Meriç, Batı’ya karşı Doğu irfanını savunurken, İslamiyet’i ve zamanın en iyi temsilcisi olarak gördüğü Osmanlı’yı bir bütün olarak savu­nur. Zira Meriç’e göre “Türk insanı büyük bir medeniyetin varisidir.” (2014c: 476) ve “Bütün Kur’anları yaksak, bütün camileri yıksak, Avru­palının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani İslâm: Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın.” (2014a: 9). Böylece, Hristiyan dünyasının İslami­yet’e bakışı düşmanca olmuştur hep. “Avrupalının ilmi ve cihanşümul tecessüsü, İslamiyet’in sınırında durur. Haçlılardan bu yana Avru­pa’nın amacı, İslamiyet’i tanımak değil İslamiyet’i yıkmaktır” (Meriç, 2014b: 184). Dolayısıyla Batı’nın ötekisi olarak bizler; bir ırk, mezhep veya ideolojik kesimi değil; bir bütün olarak İslamiyet’i temsil etmek­teyiz. Bizi millet yapan en önemli vahdet, İslam’dır. Zira Jurnal-2 adlı eserinde, şöyle söylemektedir (2015d: 157): “Bu ülkenin bütün ırklarını tek ırk, tek kalp, tek insan haline getiren İslamiyet olmuştur. Biyolojik değil, moral bir vahdet. Yani vahdetlerin en büyüğü, en mukaddesi.” Böylece Batı açısından İslamiyet ve temsilcilerinden biri olarak Türkler, Batı’nın tanımak için değil, yıkmak için “ötekisi”dir.

Sonuç

Neredeyse çocuk yaşta başlayan hızlı bir ideolojik yoluculuk, dindar­lıktan (en azından kendi ifadesiyle) milliyetçiliğe, oradan sosyalizme ve sonunda da bütün bu ara durakların mezc edildiği bir a’rafta niha­yet bulmuştur. Bu a’raf, onun Osmanlılığına (Türk ve İslam) ve bir o kadar da Avrupalılığına (Marksistliğine), bunların birlikte varoluşuna işaret eder. Bu çok unsurlu, çok katmanlı kimlik, çoğu zaman çelişik olsa da onun için vazgeçilmezdir (Çağan, 2011: 2). Bu durumu ken­dine dair trajik bir gerçek olarak nitelendiren Meriç (2015a: 57, 2015c: 362): “Benim trajedim şu: Sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşacak lakırdım yok. Yani dilimle, zevklerimle, heyecanlarımla, yarımla Büyük Doğu[3] kadrosundanım. Düşüncelerimle, inançlarımla Yön’e[4] yakınım… Bu bir kopuş, bir parçalanış. Başka bir trajedi de şu: Yabancı dil bilenler Türkçe okumuyor, ben yabancı dil bilmeyenlere hitap edemiyorum, daha doğrusu yabancı dil bilmeyenler, kendi dille­rini de bilmiyorlar.” demektedir. Kendisini akademik, edebî, sosyo­lojik hatta politik alanda anlamaya yönelik çok sayıda eser olmasına rağmen; herkesin üzerinde anlaştığı bir Cemil Meriç yoktur. Bu min­valde kendisinin ne yaptığını yorumlamaya çalışan çok sayıda kayna­ğın yanında kendisi de ne yapmak istediğini şöyle ifade etmiştir. “Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın daha doğrusu bir ülkenin, id­rakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim. Muhteşem bir maziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlayacak köprü olmak is­terdim, kelimeden, sevgiden bir köprü” (Meriç, 2015b: 284). Bu çalış­manın perspektifi açısından Cemil Meriç, yerleşik kanaatlerden uzak, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkamasa da bir çağın-ülkenin idrakine vurulan zincirleri kırmaya ve muhteşem bir maziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlamaya çalışan bir mütefekkir ve mütecessis fikir adamıdır. Türk düşün hayatında onun medeniyet telâkkisine dair medeniyet-kültür, umran-irfan kavramlaştırmaları ve bir öteki olarak Batı’ya ilişkin düşüncelerine dair birçok eleştiri de var­dır. Ancak Doğu-Batı medeniyet çatışmasında, Doğu medeniyetinin ön saflarında, bir fikriyat savaşçısı olarak çarpışan Cemil Meriç; zihnî ve düşünme biçimiyle Batılı, gönlü ve ruhuyla yerli ve millîdir. Onu nevi şahsına münhasır kılan, Osmanlının henüz bittiği bir dönemde tarihi­ne sahip çıkma cesareti göstermesi; tüm olumsuzlukları tarihine, millî ve manevî değerlerine yükleme hafifliğine kapılmamasıdır. Ancak o, kökten gelenekçi olmadığı gibi, ‘melez üstün’ü bulma kurnazcılığını güden sentezci de değildir. Maziyi ayıklayarak muhafaza etmenin, ye­niyi seçerek kabul etmenin taraftarıdır. Bunu yaparken hiçbir yere ait de değildir. Bu, Cemil Meriç’in bir ‘izm’ içine sıkıştırılamayacağı ger­çeğidir. O hiçbir yere ait değildir. Buna kalkışmak, her şeyden önce, “izm”leri “idrakimize giydirilen deli gömlekleri” olarak nitelendire­ne haksızlık olur. O sınırlı/kısıtlı düşünsel alanlarda “izm”lerle değil, zamansız ve uzamsız yerlilikte ve millîlikte kendini aramıştır. Çünkü ona göre ağaç, kökü ile yaşar. İnsan da öyle… (2015c: 298). Böylece “Her medeniyet, çöküş sebebini kendi içinde taşır” (2014a: 110).

KAYNAKLAR

AÇIKGÖZ, Halil (1993). Cemil Meriç ile Sohbetler, İstanbul: Seyran Yayınları. ARMAĞAN, Mustafa (2000). “Cemil Meriç’i Anlamak İçin Bir Ön Deneme”, Doğu Batı Dergisi (Türk Düşünce Serüveni: Araftakiler), 11: 143-155.

BARBER, Benjamin (1995). Güçlü Demokrasi, Yeni Bir Çağ İçin Katılımcı Siyaset, (Çev. Mehmet Beşikçi), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

BELGE, Murat (2009). “Muhafazakârlık Üzerine”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Muhafazakârlık, C. 5, (Ed. Ahmet Çiğdem), İstanbul: İletişim Yayın­ları.

CANGIZBAY, Kadir (2004). “Cemil Meriç Üzerine”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Muhafazakarlık, C. 5, (Ed. Ahmet Çiğdem), İstanbul: İletişim Yayın­ları.

CÜNDİOĞLU, Dücane (2010). Bir Mabed Savaşçısı Cemil Meriç, İstanbul: Etki­leşim Yayınları.

ÇAĞAN, Kenan (2011). “Cemil Meriç’in Osmanlı ve Cumhuriyet Üzerine Dü­şünceleri”, Sosyal Bilimler Dergisi, XIII(2): 1-14.

ÇEĞİN, Güney (2006). “Milletlerarasılık Odağında Cemil Meriç’te Doğu-Batı Sorununa Kısa Bir Bakış”, Cemil Meriç, (Ed. Murat Yılmaz), Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.

ERGİL, Doğu (1986). “Muhafazakâr Düşüncenin Temelleri, Muhafazakârlık ve Yeni Muhafazakârlık”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 41(1): 269-292. HEYWOOD, Andrew (2013). Siyasi İdeolojiler, Ankara: Adres Yayınları. https://tr.wikipedia.org/wiki/B%C3%BCy%C3%BCk_Do%C4%9Fu, E. Ta­rihi, 29.04.2016

https://tr.wikipedia.org/wiki/Y%C3%B6n_(dergi), E. Tarihi: 01.04.2016 MERİÇ, Cemil (1981). Bir Facianın Hikâyesi, Ankara: Umran Yayınları.

MERİÇ, Cemil (1999). Sosyoloji Notları ve Konferanslar, İstanbul: İletişim Ya­yınları.

MERİÇ, Cemil (2014a). Umrandan Uygarlığa, (Yay. Haz. Mahmut Ali Meriç), İstanbul: İletişim Yayınları.

MERİÇ, Cemil (2014b). Kırk Ambar 2, (Yay. Haz. Mahmut Ali Meriç), İstanbul: İletişim Yayınları.

MERİÇ, Cemil (2014c). Kültürden İrfana, (Yay. Haz. Mahmut Ali Meriç), İstan­bul: İletişim Yayınları.

MERİÇ, Cemil (2015a). Bu Ülke, (Yay. Haz. Mahmut Ali Meriç), İstanbul: İle­tişim Yayınları.

MERİÇ, Cemil (2015b). Mağaradakiler, (Yay. Haz. Mahmut Ali Meriç), İstan­bul: İletişim Yayınları.

MERİÇ, Cemil (2015c). Jurnal 1, (Yay. Haz. Mahmut Ali Meriç), İstanbul: İle­tişim Yayınları.

MERİÇ, Cemil (2015d). Jurnal 2, (Yay. Haz. Mahmut Ali Meriç), İstanbul: İle­tişim Yayınları.

MERİÇ, Ümit (2004). Babam Cemil Meriç, İstanbul: İletişim Yayınları.

ÖZİPEK, Bekir Berat (2007). “Muhafazakârlık Nedir”, Köprü Dergisi, 97. YILMAZ, Murat (2014). Cemil Meriç, Ankara: Hatay Valiliği.

 

Dipnotlar

[1]       Batı olayı, üç yüzyıl kuluçka hayatı yaşadıktan sonra, XIX. asırda patlayıverdi. Bu olayın temelinde rasyonalizm ve ilim vardı: XVII. asırda kekeleyen, XVIII’de konuşmaya başlayan, XIX’da haykıran ilim. Ama kimseyi şaşırtmadı bu ihtişamlı tulü, bekleniyordu sanki. Yine de izaha çalışan aydınlar çıktı; kimi ırkların üstünlüğü dedi, kimi Yunan ve Latin medeni­yetlerinin uzantısı. Hıristiyanlık’ın etkisi, diyenler de oldu, kavimlerin ilerleme kabiliyeti, diyenler de. Hiçbiri tatminkâr değildi bu izahların. Başkalarına göre, bütün muvazeneleri altüst eden bu zuhur, Avrupa’nın uyanışı olarak değil, dünyanın diğer kısımlarının -bil­hassa Avrupa dışındaki en büyük imparatorlukları kurmuş olan Asya’nın- inhitatı olarak vasıflandırılmalıydı. Fernand Grenard, “Asya’nın Çöküşü” adlı kitabında, şa’şaaları XVIII. asırda hâlâ devam eden büyük Asya İmparatorluklarından söz eder: Mançular Çin’i, Safevî- ler İran’ı, Büyük Moğol’un Hind’i, Osmanlı Türkiye’si… Bir zamanlar dünyaya dehşet saçan ve düne kadar güçlü olan bu ülkeler nasıl oldu da birdenbire siliniverdi diye şaşar. Bu çökü­şü iç sebeplerle izaha çalışır. Bizce yanlış. Asya’nın çöküşü diye bir mesele yok. Avrupa’nın uyanışı diye bir harika var: Batı olayı, Güneş ufukta belirince yıldızlar söndü, o kadar. Asya imparatorluklarının izmihlali yönetici sınıfların ve hanedanların yozlaşması gibi sebeplere bağlanamaz. Batı olayı birdenbire ortaya çıkmasa, Asya devletleri daha asırlarca siyasî ha­yatlarını sürdürür; Asya, inhitatının farkına bile varmazdı (Meriç, 1981: 29-30, 2014b: 120).

[2]        Cemil Meriç’in kendi deyimiyle.

[3]       Büyük Doğu, 1943-1978 yılları arasında, Necip Fazıl Kısakürek>in değişik evrelerde yayınladığı dergidir. Dergi yazarları kendilerine «Büyük Doğucu»lar derlerdi. İslamî bir bakış açısına sahipti. Büyük Doğu dergisi, başlangıçta, birçoğu Necip Fazıl>ın yakın arkadaşı olan ve dönemin ünlü entelektüellerini kadrosunda barındıran bir dergiydi. İlk dönem Büyük Doğu>larda, Sait Faik>ten Özdemir Asaf>a, Oktay Akbal>dan Salih Murad Uzdilek>e kadar pek çok isim göze çarpar. Büyük Doğu, 1940-80 arası dönemde, İslâmcı bir düşünce ekolü olarak da göze çarpar ve dönemin İslamcılığa yakın duran pek çok düşünür, siyaset adamı ve aydınını etkilemiştir. Mesela Cemil Meriç «bir yanımla Büyük Doğucuyum…» demiştir (wikipedia.org).

[4]       Yön, Ankara>da 20 Aralık 1961>de yayına başlayan ve 27 Mayıs Darbesi sonrası sol muhalif hareketin sözcülüğünü yapan eski haftalık dergi. İmtiyaz sahibi ve yazı işleri müdürü Doğan Avcıoğlu>ydu (1926-1983). Kurucuları arasında Mümtaz Soysal, Cemal Reşit Eyüboğlu vardı. Yön dergisinin ilk sayısında 531 kişinin imzası bulunan ünlü «Aydınların Ortak Bildirisi» yayımlandı. Bildirideki imza sayısı sonradan 1042>ye yükseldi. «Yön Manifestosu» olarak da bilinen batılılaşmak, kalkınmak ve aydınlanmak taleplerini içeren bildiriye imza atanlar arasında Doğan Avcıoğlu (derginin imtiyaz sahibi ve sorumlu yazı işleri müdürü), İlhan Selçuk, İlhami Soysal, Mümtaz Soysal, Niyazi Berkes (…) gibi isimler vardı. Dergi, demokrasi anlayışını, «Halkın dışında kurtarıcılar beklemenin yanlış ve zararlı bir tutum olduğuna inanıyoruz.» diye açıklıyordu. Haftalık olarak yayınlanan ve her sayısında özel bir konuya ve bu konuyla ilgili pek çok yoruma yer veren Yön dergisi gündemi tayin ediyordu. Kadro dergisi deneyi gibi Yön dergisi de içinden «Yön Hareketi» olarak adlandırılan aydın hareketini doğurdu (wikipedia.org).

———————————

[i] Prof. Dr. Hakkı BÜYÜKBAŞ ve Yrd. Doç. Dr. İhsan KURTBAŞ, “Cemil Meriç’in Medeniyet Telakkisi”,

Doğumunun 100. Yılında Cemil Meriç Sempozyumu Bildiriler Kitabı, 5-6 Mayıs 2016, ISBN. 9786054838165, 1. Baskı, Gümüşhane Gümüşhane Üniversitesi Yayınları, 2016, Sf. 17-27

*******

[ii] Ardahan Üniversitesi İktisâdi ve İdarî Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, [email protected]

[iii] Ardahan Üniversitesi İktisâdi ve İdarî Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, [email protected]

Yazar
Hakkı BÜYÜKBAŞ ve İhsan KURTBAŞ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen