Türk Milli Kültüründe Değerler ve Değerlerin Milletleşmeye Etkisi

Türk Milli Kültüründe Değerler ve Değerlerin Milletleşmeye Etkisi[i]

Doç. Dr. Yener ÖZEN[ii]

Özet:

Bugün artık toplumlar yanlızca ekonomik göstergelerle ifade edilen kalkı- naya değil, aynı zamanda sosyal ve kültürel bir gelişmeye, maddi tatmine olduğu kadar, manevi tatminde de ilerlemeye ihtiyaç duymaktadırlar. Aslında manevi kal­kınma yani kültürel gelişme, maddi kalkınmanın ikinci gücüdür. İkisi arasında biri- birini destekleyen gizli bir akım vardır. İçinde bulunduğumuz asrın insanlığa ka­zandırdığı en önemli tecrübelerden birisi, kalkınmada sosyal ve kültürel faaliyetlerin de gözardı edilemeyeceği gerçeğidir. Bu nedenle Bu çalışmanın amacı milli ve ma­nevi değerlerimizin Türk kültüründe ki önemine değinerek Türklerin Orta Asya’dan bu yana bu değerler etrafında bir araya gelerek dağılmadan yaşamaları, milli benlik­lerini ve yapılarını nasıl koruduklarını ortaya koymaktır. Bu amaçta değer ve kültür kavramları, bu milli kültürde değerler konusu. Eski Türklerde töre kavramı var ola­rak ve günümüzde de halen devam eden milli değerlerimiz. Son olarak milli kültü­rel değerlerimiz ile maddi ve manevi değerlerimizin milletleşmeye etkisi irdelenmiş­tir.

Anahtar Kelimeler: Değer, Kültür, Milli Kültür, Ahlak, Vicdan

 

Abstract:

Impact of National Cultural Values and To Values of the Turkish Nation

Today, the development of societies not only be expressed in economic indi­cators, but also social and cultural development, as well as to material satisfaction, spiritual satisfaction also are in need of improvement. In fact, that spiritual devel­opment, cultural development, material development is the second power. A secret between the two currents are supporting each other. Save humanity of the century we were in one of the most important experience in development of social and cul­tural activities cannot be overlooked is the fact. Therefore, this study aims national and spiritual values of our Turkish culture in emphasizing the importance of Turks from Central Asia since around these values come together without diffusing the liv­ing, national identity and structure, how it protects is to reveal. In this purpose, val­ues and cultural concepts, values in this issue of national culture. Is the concept of honor in ancient Turks, and still ongoing as our national values. Finally, with our material and spiritual values of our national cultural values influence to nationaliza­tion were examined.

Keywords: Value, Culture, National Culture, Morality, Conscience


Giriş

Türk milleti yüzlerce yıl boyunca bir arada yaşamış, asla dağılmamış ve özgürlü­ğünü kaybetmemiş bir millettir. Başka bir milletin boyunduruğu altına girmektense ye­rini yurdunu bırakıp göç etmiş, devletsiz kalmış ama bu geçici durum çok kısa sürmüş ve hiçbir zaman başsız kalmamış bir millettir. Her yerde çok iyi örgütlenebilen, kurduğu devlet yıkılsa bile bir gecede tekrar kurabilen ve en önemlisi bu milleti bir arada tutan ve birbirine kenetleyen şey ise değerleridir. Özgürlük ve bağımsızlık, töre anlayışı, adalet ve sorumluluk anlayışı, hoşgörü anlayışı gibi değerler bu milleti bir arada tutmuş gele­cek yüzyıllara taşımıştır. Emin olabiliriz ki dünya döndükçe yeryüzünde Türkler de var olacaktır ve millet olarak yaşamayı bilecektir. Tüm bu unsurları sağlayan Türklerin milli ve manevi kimlikleriyle özdeşleşmiş birçok değer vardır. Bu değerler Türkleri milletini yaşatacak ve bir arada tutacak, Türkler ise bu değerleri yaşayacak, anlayacak ve gelecek kuşaklara aktaracaktır. Böylece bu döngü sonsuza kadar devam edecektir.

 

1. Değer Nedir?

Değer kavramı Latince kökenlidir. “Kıymetli olmak” veya “güçlü olmak” anla­mına gelen “valere” kökünden türetilmiştir ve “genellikle benimsenen, özenilen, önem­senen, üstün tutulan şey” veya “insan için önem taşıyan; insan için geçerli olan” anlam­larına gelir. Bu durumda değer bir şeyin önemini belirleyen somut ölçü, bir şeyin değdi­ği karşılık olarak tanımlanabilir (Aydın, 2003).

Terim olarak “değer” bizim objeleri, insanları, fikirleri, durumları ve hareketleri iyi, kötü, arzu edilen, istenmeyen ve bunun gibi yargılarımızı oluşturan standartlarımızı ve prensiplerimizi ifade eder (Halstead & Taylor, 2000:169).

Çelikkaya (1996:168) değeri; bir toplum, bir inanç, bir ideoloji içinde veya insan­lar arasında kabul edilmiş, benimsenmiş ve yaşatılmakta olan toplumsal, insani, ideolo­jik veya ilahi kaynaklı her türlü duyuş, düşünüş, davranış, kural ya da kıymetler olarak tanımlamıştır.

Tezcan (1974: 14) ise; değerlerin bütün kültür ve topluma anlam ve önem veren ölçütler olduğunu ifade etmiştir.

Her toplum kültürü ile vardır ve kültürün temel taşı ise değerlerdir. Değerler bir insanı toplumda yönlendiren veya toplumu biçimlendiren yapı taşlarıdır . Günlük ya­şantımızda değerler birey olarak ya da toplum olarak hareketlerimizi, davranışlarımızı belirleyen temel unsurlardır .

Değerlerin özellikleri aşağıdaki gibi maddelenmiştir (MEB, 2005: 87).

  1. Değerler toplum ya da bireyler tarafından benimsenen birleştirici olgulardır.
  2. Toplumun sosyal ihtiyaçlarını karşıladığına ve bireylerin iyiliği için olduğuna inanılan ölçütlerdir.
  3. Sadece bilinç değil duygu ve heyecanları da ilgilendiren yargılardır.
  4. Değerler bireyin bilincinde yer alan ve davranışı yönlendiren güdülerdir.
  5. Değerlerin normlardan farkı normlardan daha genel ve soyut bir nitelik taşı­masıdır.

 

2. Kültür Nedir?

Kültür, günümüzde toplumsal gelişmişlik düzeyini belirlemede en önemli et­kendir. Kavramın hem tarihi süreçte, hem de günümüzde farklı tanımlarının yapılması­nın değişik nedenleri vardır. Türk aydınları en önemli tartışmalardan birini entelektüel yaşamlarında bu kavram etrafında yapmışlardır. Türkiye’nin tarihi, kültür kavramını oluşturan dil, tarih, gelenekler, ahlak gibi kavramlar açısından zengin bir geçmişi var­dır.

Kültür, gündelik yaşantımızda sıklıkla karşılaştığımız, öğrendiklerimizi ve pay­laştıklarımızı kapsayan, ancak ifade etmekte zorlandığımız, hatta alışkanlıklarımızdan farklı bir biçimde karşımıza çıkan birçok olguyu da açıklamak için kullandığımız kav­ramların başında gelmektedir. Sınırları oldukça geniş olan ve farklı bilimsel disiplinler tarafından da kullanılan kültür kavramı, üzerinde ortak bir tanıma varılması ihtimali düşük olan kavramlardandır. Zira kültür alanında çalışma yürüten akademisyenlerce üzerinde mutabık kalınan bir tanım olmamakla birlikte iki yüzden fazla kültür tanımı­nın yapıldığı da ifade edilmektedir.

Kültür kavramı üzerinde Ziya Gökalp zamanında çıkan tartışmalar güzümüze kadar gelmiş hatta bazı akademisyenlerin bunu Gökalp’in icat ettiğini ancak Gökalp’in bu konuyu eksik bıraktığını da söylemişlerdir (Güngör, 1989).

Kültür kavramı, etimolojik kökeni itibariyle, üretme/yetiştirme, ekip/biçme anlamı­na gelen Latince’deki Colere kelimesinden gelmektedir. Bu kavramı ilk kez Voltaire, Fransız Devrimi öncesinde, insan zekâsının oluşumu, geliştirilmesi, yüceltilmesi anla­mında kullanarak ona değişik bir anlam yüklemiştir.

Kafesoğlu’na göre belirli bir topluluğa ait sosyal davranışlar ve teknik kuruluşlar “kültür”ü meydana getirir. Türk milleti dili, töresi, dini, hukuku, düşüncesi ve hadiseler karşısındaki hususi davranışları ile 4000 yıllık bir kültüre sahiptir (Kafesoğlu, 1989: s.16).

Bilgiç (1979:18)’e göre “Kültür, bir millete şahsiyetini veren, diğer milletlerle ara­sındaki farkı tayine yarayan, tarihin seyri içerisinde teşekkül etmiş, o millete mahsus maddi ve manevi değerlerin ahenkli bütünüdür.”

Turhan (1972:56) ise kültürü şu şekilde açıklar: “Kültür, bir cemiyetin sahip ol­duğu maddi ve manevi kıymetlerden teşekkül eden öyle bir bütündür ki, cemiyet için mevcut her nevi bilgiyi, alakaları, itiyatları, kıymet ölçülerini, umumi atitut, ???? görüş ve zihniyet ile her nevi davranış şekillerini içine alır. Bütün bunlar birlikte, o cemiyet mensuplarının ekseri sinde müşterek olan ve onu diğer cemiyetlerden ayırt eden hususi bir hayat tarzı temin eder.”

Banarlı, kültür hakkında şunları söyler: “Bir milletin medeniyet tarihinde elde et­tiği hayat bilgileri, hayat tecrübeleri; milletçe yaratılan ilimler ve sanatlar; büyük millet olarak kazanılan çeşit çeşit kâbiliyetletler ve zaferler, o milletin yeni nesillerinin ruhuna ve kafasına; en kıymetli birer tohum gibi ekilir. Bu mânevî ziraat, bilhassa millî dil, millî tarih ve millî edebiyat vasıtasıyla yapılır.” (Banarlı, 1985: 179)

 

3.  Milli Kültür Nedir?

Millî kültür, en genel ifadeyle, bir toplumu oluşturan bireylerin çoğunun katılı­mıyla oluşan kültürdür. Farklı bir anlatımla, bir toplumun yarattığı toplumsal hâsıla içinde yer alan ilişkilerin ortaya koyduğu yapının, mevcut farklılıkları dışlamayan, onla­rı da içerecek bir bütünlüğün ifade ediliş biçimidir. Millî kültür kavramının tam olarak anlaşılması, objektif ve sübjektif anlayış bağlamında ele alınmasıyla mümkün olabilir. Objektif anlayışa göre millî kültür, toplumun büyük bir çoğunluğunun benimsemiş ol­duğu kültür unsurları ve komplekslerinin bir bütünüdür. Bütünden kastedilen, toplu­mun büyük bir kesimince kabul edilip uygulanan usûl ve değerlerdir. Sübjektif anlayış ise, millî kültürün nasıl olması gerektiği hakkındaki görüşlerden hareketle, gerçek du­rum hakkında bir takım değerlendirmeler yaparak şekillenir. Bu değerlendirme, bireyle­rin dünya görüşü, değerleri, tutumları, kültür ve millet algısı paralelinde kendini göste­rir. (Güngör, 1982: 158).

Millî kültürler, belli bir tarihi birikim, tabii şartlar, teknik gelişme ve normal de­ğerlerin uyumlu bir bütünü olarak o toplumun bireylerine anlamlı hayat haritaları su­nar. Bu özellikler itibariyle, her toplumun konumu birbirinden kaçınılmaz farklılıklar taşır. Her toplum, kendine ait bir tarihe ve tarihine bağlı olarak milli kültüre sahiptir (Bostancı, 1995: 12-13).

Kafesoğlu’na göre ise; “millî kültür, millet adı verilen canlı organizmanın ruhu ve beynidir. Nasıl ki canlı bir organizma ruhsuz ve bedensiz yaşayamazsa ondan daha da karmaşık olan millet de kültür olmadan yaşayamaz. Bir milletin mal olmuş ruhi de­ğerleri, ahlâki yapısı millî kültüre dayanmalıdır ki bir anlam ifade edebilsin.” (Kafesoğ- lu, 1995: 203).

Bir millete kimlik kazandıran, diğer milletlerle arasındaki farkı belirlemeye yara­yan, tarih boyunca meydana getirilen o millete ait maddî ve manevî değerlerin uyumlu bir bütünüdür. Bir toplumu millet yapan ve onun bütünlüğünü sağlayan millî kültür­dür. Türk milletini ayakta tutan büyük ve sözlü halk kültürüdür. “Köklü milletlerin yeni nesilleri, kendilerini asil tohumlarından yetiştiren atalarının bu kültür miraslarını kay­betmemeğe çalıştıklarını; çünkü bu tohumun kıymetini bilecek mayada, böyle bir ahlâkta, fazilette olduklarını belirten Banarlı, millî kültürün en veciz tarifi olarak Yahya Kemal’in “Kökü mazide olan atiyim” mısrasını göstermiştir (Banarlı, 1985: 180).

Bir milletin kimliğini kazanmasında ve diğer milletlerle ayrışmasında milli kül­tür en önemli ayırıcı noktadır. Çünkü o millete ait maddi ve manevi değerler, örf, adet, gelenek ve görenekler milli kültürün temelini oluşturur. Bu unsurların oluşumu ise tarih ile eş değer zamanlıdır ve o milletin tarihine paralel gelişir. Bir milletin yok olmasında veya varlığını sürdürmesinde milli kültürün önemi büyüktür. Bunun en güzel örneğini ise yine Türk Milleti kurtuluş mücadelesinde birlik ve beraberliğini sergileyerek göster­miştir. Türk milletinin milli kültür unsurlarının ne kadar güçlü olduğunu anlamak için kurtuluş mücadelesini anlamamız yeterli olacaktır.

 

4.  Türk Milli Kültüründe Değerler 

İnsan, toplu halde yaşayan ve bebeklik süresi en uzun olan canlı varlıktır. İnsan, içinde doğup büyüdüğü topluma göre şekillenmektedir. Toplumsallaşma, ailede başlar ve bu halka gittikçe genişler. Kültür, toplumları şekillendiren önemli faktörlerden biri­dir. Kültürün de iskeleti geleneklerdir. Geleneklerini toplumlar, uzun zaman içinde ka­zanırlar ve değişmeleri de zordur. Milletleri diğer milletlerden ayıran özelliklerin en önemlisi gelenektir. Bir toplumun devamlılığı için geleneklerinin yeni nesillerde yaşa­tılması önemlidir. Türk toplumunun, bazı önemli gelenekleri şöyle sıralanabilir: Dini yaşayışı, sanat gelenekleri, dilin yapısı ve devletsiz kalmama geleneği gibi. (Dikici, 2001).

Türkler dört bin yıllık tarihi boyunca Asya, Avrupa, Afrika kıtalarına yayılmış büyük bir millettir. Orta Asya’daki anayurttan etrafa yaptıkları sürekli göç hareketleri ile dünya tarihinde ve kültürel değerlerin taşınmasında aktif rol oynamışlardır (Kafesoğ- lu, 1989: 41).

Her toplumu diğerlerinden ayıran bazı farklılıklar vardır. Bu farklılıklar şunlar­dır;

Toplumların;

Dilleri

Dinleri

Yaşayışları

Mitolojileri

Değerleri

Tutumları

Gelenek ve görenekleri’dir.

Tüm bu değerlerin oluşumu tarih ile eş değerdir. Hiçbir değer kısa bir süre içinde oluşmaz ve oluşumu uzun zaman alır. Böylece o milletin milli kültürünü oluşturan ve değerlere yansıması ile de hayatın akışını yönlendiren bu değerler kültürel milli değerle­rin omurgasını, iskeletini oluşturur.

Her toplumda, iyi-kötü, güzel-çirkin nelerin uğrunda ölünebileceğini, ne için ya­şanabileceğini belirleyen, insanların davranışlarına birer standart koyan değerler vardır. “Değerler davranışlara yön verdikleri ve bir toplumdaki insanlarda ortaklaşa benimsen­dikleri için davranışlarda benzeşmeye ve dolayısıyla kalıplaşmaya yardım eder” (Tan, 1981: 37). Değerler, toplumdan topluma değişebilmektedir. Bir toplumun geçmişinde mutlu ve ızdıraplı yaşayışları, o toplumun hayatında büyük etkiler bırakır. Bu etkiler, zamanla toplumda gelenek haline gelir. Bu gelenekler, insan vücudundaki iskelete ben­zer. Her ulusun kendi yaratılışına göre birtakım gelenekleri vardır. Bu gelenekler ulus­tan ulusa değişirler.” (Baltacıoğlu, 1966: 10). Türk Dil Kurumu geleneği şöyle tanımla­mıştır:” Bir toplumda, bir toplulukta eskiden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar, ana­ne.” (Türkçe Sözlük, 1992: 534). İşte bundan dolayı Türkleri bir arada tutan ve Türklerin milli benlik kazanmalarını sağlayarak milli ve kültürel değerlerin oluşmasını sağlayan ana unsur geleneklerdir.

Türkleri bir arada tutan ve Türklerin milli benlik kazanmalarını sağlayarak top­lumsal değerlerini oluşturan olgulardan biri ise din olgusudur. “Eski Türklerde, gök anlamına gelen ana söz, Tengri idi. Türkler, hiç bir şeyi renksiz söylemezdi. Hele konu böyle kutsal olursa. Onun için, göğe hep rengi ile birlikte Gök Tanrı derlerdi. Eski Türk- çede Tengri hem Tanrı hem de gök manasına gelirdi” (Ögel, 1991: 701). Türklerdeki gök tanrı, tek Tanrıdır. Batıdaki, özellikle Yunanistan’daki gibi, Tanrı somutlaştırılıp, heykel­leri yapılmamıştır. Türklerde, Gök Tanrı düşüncesinin oluşmasını, yaşayışı ve yaşadığı coğrafi çevre ile açıklamak gerekir. Türkler, hayvanlarını otlatan ve 500 mil gibi geniş bir alan içinde hareketli bir hayat yaşayan atlı bir gruptur. Bu alana hâkim olan gökyüzü­nün sonsuzluğu, yani mavi gök, yerde de kurt ve kartallardır. Ayrıca, bu grupların için­de de belli bir düzen vardı. Evde de baba otoritesi hâkimdi ve çocuğun eğitiminden ba­ba sorumluydu (Ögel, 1987: 425). Türklerde sonsuzluğa uzanan, bir Gök Tanrı vardır. Türklerin, hakanlık kurması, hakanın tahta geçmesi, Tanrının iradesi ile olur, savaşlarda da onun iradesi ile zafere ulaşılır, Tanrı, insan hayatına müdahale ederdi (Kafesoğlu, 1983: 285). Oğuz Han devleti oğullarına taksim ederken, “Ey oğullarım! Ben artık yaş­landım; Gök Tanrıya borcumu ödedim” demekle, sevap işlediğine inanıyordu (Turan, 1990: 57).

Türklerin milli benliklerini korumaların da ve milli kültürel değerlerini oluştur­malarında dil en önemli unsurdur. Türklerin bir arada kalmasını sağlayan, yaklaşık dört bin yıllık milli kültürel mirasını kuşaktan kuşağa aktaran ve yeni nesillerin geçmişinden kopmamasını sağlayan en önemli unsur dildir.

Türkçe, kısa cümlelere ve güçlü estetiğe sahip bir dildir. Dil en önemli anlaşma ve kültür aktarma aracıdır. Diller, toplumları bir birinden ayıran en önemli özellikler­dendir. Vendryes’e göre dil, toplumla birlikte başlangıç noktası bilinmeyen bir evrimin sonucudur. Dilin iki özelliği vardır. Bu özellikler, bireyin dışında oluşu ve toplumun baskısıdır (Vendryes, 1968: 15). İnsanlar, dil ile öğrenirler ve nesiller arasındaki bağ da, dil ile kurulur, dil ile duygu ve düşüncelerini ortaya koyar, içini döker, bir bakıma psi­kolojik olarak da rahatlarlar (Mengüşoğlu, 1971: 269-270). Mengüşoğlu’na göre, (1971: 272-273) “dil hem insanın kendisinin hem de, dünyanın bir aynasıdır. İnsan olmak dilin eseridir”.

 

4.1.  Bir değer olarak “ahlak”

Ahlâkî değeri tanımlamadan önce ahlâkın ne olduğu üzerinde durmamız erekir.

Erol Güngör, ahlâk deyince sadece “insan davranışlarını anlamaktadır. Ahlâk, “bir inanç ve düşünce sistemidir.” “Manevî sistemlerin en ilerisi olan dinler bile, büyük ölçüde birer ahlâk sistemidirler.” Ahlâk ne yalnızca bir duygu, ne de yalnızca bir düşün­ce sistemidir. Ahlâk, insanın doğumu ile birlikte kendisini içinde bulduğu bir disiplin sistemi, bir sosyal kurum niteliğindedir”. Hayvanların ahlâkı yoktur. Çünkü ona göre, hayvanların zekâsı “iyi” ve “kötü” kavramlarını doğuracak ve davranışları ceza veya mükâfat ile karşılanacak kadar gelişmemiştir. İnsanlar, ahlâk kaidelerini düşünerek ira­deleriyle değiştirebilirler veya ortadan kaldırabilirler. Ahlâk davranışlarının değişik top- lumlarda değişik şekiller alması, onların sonradan öğrenildiğinin en büyük delilidir.

Erol Güngör’e göre ahlâk, toplum hayatının olmazsa olmaz türden şartlarından biridir. Çünkü “ahlâk olmazsa toplum hayatı denen şey de olmaz, yani insanlar bir ara­da yaşayamazlar. Neyin iyi, neyin kötü olduğu hakkında ortak bir anlayış bulunmasay- dı, insanlar arasında düzen ve huzur yerine tam bir kargaşalık hüküm sürerdi.” (Kılıç, 1998).

Ahlaki değerler, diğer değerlerle birlikte, insanın değer sisteminin bir parçasını teşkil eder. Yani her cins değer aynı bütünün birer parçası olmak itibariyle birbiriyle organik bir ilişki içindedir. İnsan davranışları (bazı istisnaları hariç) onun değerler de dahil olmak üzere kognitif sisteminin bir yansımasından ibarettir (Güngör, 1993: 56).

Önemli bir husus da şudur ki, ahlaki değerler, insanın değer sisteminde apayrı bir bölüm teşkil etmez. Başka cinsten (mesela ilmi siyasi) değerler ahlak değerleriyle sıkı bir münasebet halindedir ve pekala birer ahlaki değer görünümü alabilir. Mesela başka­larının görüşlerine saygı duymak hem ilmin hem ahlakın gereğidir. Neticede Erol Gün­gör’e göre ahlaki düşünceyi ve davranışı başka davranışlarımızdan ve düşüncelerimiz­den ayrı bir bölüm saymamıza imkan yoktur. Ahlaki duygu ve düşünce bütün alanlarla sıkı bir ilişki içindedir. Sonuç itibariyle sahip olduğumuz değerler hayatımızın her nok­tasını etkilemekte, dahası şekillendirmektedir (Güngör, 1993: 29).

 

4.2.  Vicdan

Günlük hayatta sürekli, vicdanlı, vicdansız sözlerini kullanırız. Savaşta ve diğer olayların ortaya çıkan görüntüler için “Vicdanları dağladı” deriz. Acaba vicdan denilen şey nedir? (Türkben, 2010).

Terim olarak, insanın kalbine doğan gizli bir his olup iyilik işlemekten hoşlanan, kötülük etmekten huzursuz olan, iyiyi kötüden ayıran ve seçici bir yapıya sahip olan duygu şeklinde tarif edilmektedir. Vicdan dediğimiz meleke, ancak sıkı ve düzenli bir ahlâk terbiyesi sonucunda meydana gelir, yoksa vicdan insanın doğuştan getirdiği bir yeti değildir (Güngör, 2000).

Güngör, vicdanın oluşmasını anne-baba, yetiştirici, öğretmen gibi harici kontrol gücünün, bir iç kontrol mekanizması haline dönüşmesiyle açıklamaktadır. Güngör, bu durumun gerçekleşmesi için çocuğun belli bir benliğe ve olgunluk seviyesine ulaşması gerektiğini belirtir. Bu konuda gelişim psikolojisinin verilerine başvuran Güngör, vicdan gelişiminin yedi yaşından sonra başladığına işaret etmektedir (Güngör, 1998: 46).

Ona göre, küçük çocukta vicdan yoktur. Fakat küçük çocuğun hayat tecrübesi, onda teşekkül edecek olan vicdanın kuvvetini belirler. Bu yüzden vicdan herkeste aynı kuvvette değildir. Birtakım insanlar oldukça büyük bir suç işledikleri halde vicdanları onları çok fazla rahatsız etmeyebilir. Aksine bazıları da en ufak bir kabahat işleyince büyük bir suçluluk duygusuna kapılabilirler. İnsanlardaki bu sorumluluk duygusu ve vicdandaki bu gevşeklik veya sertlik, bilhassa çocukluk yıllarında verilen eğitime bağlı­dır (Güngör, 2000: 59).

Güngör, davranışlarını belli bir sisteme göre değerlendiren kişide vicdan dedi­ğimiz iç kontrol mekanizması teşekkül etmiş olduğunu iddia etmektedir. Ona göre bu vicdan, bizi hem ahlâkî davranışta tutarsızlıklardan kurtarır, hem de dışarıdan bir kont­rol olmadan da ahlâklı davranmamızı sağlar. Güngör’e göre, vicdan denilen bu yeti sayesinde doğru olarak değerlendirilen davranışlar, insanın kendi benliğine karşı iyi ve olumlu duygular beslemesine yol açar. Yanlış ya da “kötü” sayılan davranışlar ise, suç­luluk duyguları yaratır. Kuvvetli bir vicdan, insanın kendi benliği hakkında iyi bir sezgi kazanmasıyla, içe bakış metodu sayesinde kendisini daha iyi bilmesiyle var olur (Gün­gör, 2000: 64).

 

4.3. Hoşgörü

Hoşgörü kavramı sözlüklerimizde; her şeyi anlayışla karşılama, olabildiği kadar hoş görme durumu olarak tanımlanarak, müsamaha ve tolerans sözcükleri ile eşanlamlı olarak kullanılmaktadır. Kişinin kendinden farklı düşünen inanç ve davranışlarda bulu­nan kişilere karşı saygılı, sevecen ve katlanılır olması hali, hoşgörüdür. Görmezden gel­me, müsamaha, göz yumma, aldırış etmeme gibi kelimeler de aynı anlamda kullanıl­maktadır (Türkçe Sözlük, 1988).

Osmanlıların hoşgörüleri ister siyaset, ister iyi niyet, isterse kayıtsızlık neticesin­de meydana gelmiş olsun; şu gerçeğe itiraz edilemez: Osmanlılar, yeni zaman içinde devletlerini kurarken dini, hüviyet ilkelerinin temel taşı olmak üzere koymuş ilk millet­tir. Ardı arkası kesilmeyen engizisyon işkenceleri lekesini taşıyan asırlar esnasında Hris- tiyan ve Müslümanlar Osmanlı Türklerinin hoşgörüsü altında ahenk ve huzur içinde yaşıyorlardı (Sayar, 2002: 37).

Kültür her toplumun yaşam biçimini belirleyen en önemli unsurdur. Her toplu­mun gelenek ve göreneklerine, coğrafi ve iklimsel şartlarına göre belirli bir kültürü var­dır. Kısaca her millet kendine has bir kültür oluşturur. İşte bu kültürel yapı sayesinde her millet diğerinden ayrılır ve birbirini ötekileştirir. Dünyadaki bu kültürel çeşitlilik elbette ki farklılıkları ve zenginlikleri getirir. Tüm bu unsurların var oluşu ve birbirini yok etmeden dünya üzerinde varlığını sürdürmesi ise hoşgörü ile mümkündür.

Türk kültüründe hoşgörüyü çağrıştıran birçok atasözleri bulunmaktadır: Gülü seven dikenine katlanır, Hak deyince akan sular durur, Hatasız kul olmaz, Her güzelin bir kusuru vardır, O kadar kusur kadı kızında da olur, Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır, Gülme komşuna gelir başına, Çalma kapıyı çalarlar kapını, İyilik et denize at, balık bil­mezse Halik bilir, Kol kırılır yen içinde kalır, İyiliğe iyilik; her kişinin karı kötülüğe iyi­lik; er kişinin karı (Özcan, 2002).

Özcan, (2002:98) göre: Anadolu, tarihi seyri içinde birçok sevgi ve hoşgörü kahramanları yetiştirmiştir. Yunus Emre’den, Mevlana’ya Hacı Bekas Veli’den, Nasreddin Hoca’ya kadar birçok tarihi şahsiyet sevgi ve hoşgörünün sembolü ol­muşlardır. Bugün bu tarihi şahsiyetler dünyaca tanınmış ve bu özellikleriyle takdir toplamışlardır. Anadolu’da Türk’ün yapısında olan hoşgörü anlayışı tasavvufi an­layışla birleşerek Yunus’ta doruğa ulaşmıştır. Yunus’un birçok şiirlerinde bu an­layış açıkça görülür. Herkese bir gözle bakan Yunus, “Yaratılanı hoş gördük Yara­tandan ötürü” diyerek, insana insan olmasından öte Yaratana saygının gereği ola­rak yaklaşarak hoş görmenin gerekliliğine ince bir hikmetle dikkat çekmiştir. Herke­se bir gözle bakan Yunus Emre parolasını ”sevelim sevilelim” şeklinde ifade ederek tüm Dünya insanlarına bu yaklaşımıyla örnek olmaktadır:

Gelin tanış olalım İşi kolay kılalım Sevelim sevilelim

Dünya kimseye kalmaz dipnotluk bilgi

Mevlânâ da “cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol, şefkat ve merha­mette güneş gibi ol, başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol, hiddet ve asabiyet­te ölü gibi ol, tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol, hoşgörülükte deniz gibi ol” sözleriyle engin hoşgörüsünü ifade etmiştir. Herkese “Gene gel, gene, ne olur­san ol” diyerek kucak açan Mevlana, “Nasılsan öyle gel” diyerek herkesin olduğu gibi kabul edilmesi gerektiğinin altını çizmiştir. Dipnotluk bilgi Osmanlı Devleti­nin kurucusu Osman Bey’e kayınpederi de olan âlim Edebali’nin söylediği şu söz­ler de Türklerdeki hoşgörü anlayışına güzel bir örnektir: “Ey Osmancık, beğsın, bundan sonra öfke bize, uysallık sana; güceniklik bize gönül alma sana; suçlama bizde katlanma sende; bundan böyle yanılgı bize, hoş görme sana”. Kaynağını mensubu bulunduğu İslâm dininden alan bu sevgi ve hoşgörü kahramanları bu an­layışlarını, Yunus’un “Yaradılanı hoş gördük, Yaratan’dan ötürü” veciz ifadesiyle özetlemişlerdir. Hz. Muhammed’in “Birbirinizi sevmedikçe gerçek mümin olamaz­sınız” sözünü düstur kabul eden bu şahsiyetler, yine yetmiş iki millete aynı gözle bakmışlar bütün insanlara karşı hoşgörü ve sevgi ile yaklaşmışlardır.

Anadolu’da birçok kişinin gönlünde taht kurmuş olan Hacı Bekaş Veli ile ilha­mını ve temel sistemini ondan alan Bektaşilik felsefesinde de sevgi ve hoşgörünün ayrı bir önemi vardır.

Hacı Bektaşi Veli Anadolu’da engin hoşgörüsü sayesinde insanların gönlüne girmiştir. Onun hayatı incelendiğinde yaşayışında ve düşüncelerinde sevginin ve hoşgö­rünün çok ciddi bir yeri olduğu görülecektir. Bektaşi teorisinde zorlama ve şiddetten sakınma, bütün insanlara acıma ve şefkat telkin edilir. İyi bir Bektaşi, hareketinde Müs­lüman ve Müslüman olmayana karşı bir fark gözetmez (Noyan, 1995).

Türk milletinin hoşgörü anlayışının İslamiyet öncesine ve Türk töresine dayan­dığını vurgulamıştık. Orta Asya coğrafyasında yüzyılların birikimiyle oluşan İslamiyet öncesi döneme ait zengin Türk kültürü, İslami unsurlarla kaynaştıktan sonra çok daha zengin bir kültürel yapının ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bu zengin kültürel yapı içerisindeki en etkin hukuki kurul ise Türk töresidir. Cemiyet içerisindeki bütün değer biçimleri töre doğrultusunda şekillenmiştir. Gerek İslam öncesi Türk kaynakların­dan olan Orhun Abidelerinde gerekse Türklerin İslam’ı kabul ettikten sonraki dönem­lerde yazılan Kutadgu-Bilig’de Türk töresi dört ana prensip etrafında toplanmıştır. Bun­lar: Könilik (Adalet), Tüzlük (Eşit-lik), Uzluk (İyilik- Faydalılık) ve Kişilik (İnsanlık ve Hoşgörü)’tir (Kafesoğlu, 1998; Sayar, 2002 ). Hoşgörü, müsamaha, yabancı itikatlara saygı, Türklerin karakter yapısında vardır. (Öztuna, 1998: 153).

Türklerde hem kendi aralarında, hem de Türk olmayan topluluklar arasında be­nimsenen fikirlere ve inançlara saygı gösterilmiş, onlara müdahale edilmemiş ve Türk olmayanların gerek fert gerekse millet olarak, görüşlerine inançlarına saygılı davranıl- mıştır (Sayar, 2002: 3). Türk töresindeki adalet ve hoşgörü prensiplerinin farklı din ve milletten olan fertlere benzer hassasiyetle uygulanması aynı zamanda Türk töresinde demokrasi kavramının çok eskilere kadar gittiğini göstermesi bakımından önem taşı­maktadır. Nitekim Fatih döneminde yapılan (1477) bir nüfus sayımına göre İstanbul’da bulunan hane sayısı 16 bin 324 olup, bunların 14 bin 803’ü İstanbul denilen tarihi yarı­madada, 1521’i Galata’da sakindir. Bu hanelerin 8951’i Müslüman, 3151’i Rum Ortodoks, 1647’si Yahudi, 372’si İstanbul Ermenisi, 348’i Karaman Ermeni ve Rumları, 267 Kefeli­ler, 31’i ise Çingene’dir. Aynı dönemde Galata’da 535 Müslüman, 592 Rum, Ortodoks (Türk-Müslüman nüfustan daha fazla) hanenin varlığı Türk hoşgörüsünün tarihi göster­gelerinden sadece birisidir (Pala, 2009: 2). Çok farklı din ve millete ait olan bu haneler yüzyıllarca Türk-Müslüman ahali ile aynı haklara sahip olmuşlardır. Osmanlı Devleti son dönemlerini yaşadığı 19. asırda bile gayri Müslimlere karşı önceki yürüttüğü eşitlik ve hoşgörü anlayışını bozmamıştır. Nitekim II. Mahmut’un şu sözü bunun en güzel gös­tergesidir. “Ben tebaamın Müslüman’ını camide, Hıristiyan’ını kilisede, Musevi’sini de havrada fark ederim. Aralarında başka güna (şekilde) bir fark yoktur. Cümlesi hakkın- daki muhabbet (sevgi) ve adaletin caridir (geçerli) ve hepsi hakiki evladımdır (bu konu­da geniş bilgi için bkz. Sayar, 2002: 41).

Kafesoğlu’na göre ise (1996: 86) bir kültürün meydana gelmesi için yalnız maddi imkân ve iktisadi faktörler kâfi gelmez. İnsan unsuru da var olan durumun şekillenme­sinde etkili olmaktadır. Aynı şartlar içerisinde yaşayan çeşitli toplulukların kültürlerinde kendini bir şekilde gösteren farklılıklar, insan gruplarının sosyal telakki ve psikolojile­rindeki ayrılıktan ileri gelmektedir.

Türklerde var olan kültürel yapıyı biçimlendiren unsurlar olarak; inançta tek tan­rıcılık, hukukta evrensellik, ailede adalet, mazide tarihilik ve ahlakta alplik’i saymak mümkündür. Türk kültüründe evrensel hukukun yansıması olarak kendini gösteren hoşgörünün izlerini ta Türk siyaset kitabı olan Kutadgu-Bilig’de görmek mümkündür. Bu siyaset kitabında, Türk devletinde halkın meslekler ve meşguliyet sahalarına göre ayrıldığını göstermesine rağmen; asilzadelerden ve kölelerden hiç söz edilmemiştir. Bu durumda açıkça göstermektedir ki Türklerde halk ve idareciler arasında büyük bir hoş­görü anlayışı mevcuttur (Kafesoğlu, 1996: 62).

Türklerde bu adalet ve hoşgörünün olmasına mukabil, Roma ve Bizans başta ol­mak üzere birçok İmparatorluklarda dini inançlarından dolayı binlerce insanın takibata uğradığı, işkenceler çektiği ve birçok ızdıraba maruz kaldığı bilinmektedir (Sayar, 2002: 6). Nitekim Moğollarda çeşitli kölelik müesseselerini, İslavlarda meşhur köle ticareti, Mısır’da köle kütleleri, Çin’de ensesine boyunduruk vurularak çalıştırılanlar, Hind’de Payalar, Eski Yunan’da Aristoteles’in “ehli hayvan” ve “canlı alet” dediği ve doğrudan doğruya mülk sayılan insanlar, Eski Yunan’da, Roma’da ve Moğollarda kölelerin yanın­da esirleri vardı. Sınıfsal yapının göstergesi olan bu sıfatların hiç biri Türklerde olma­mıştır (Kafesoğlu, 1998: 239).

Kafesoğlu (1996: 87) Türk insanındaki hoşgörü, adalet, eşitlik ve hürriyet düşün­cesinin temellerini “Beylik Gururu”na dayandırmaktadır. Nitekim beylik gururu öğün- me vesilesi olmayıp, onun Gök Tanrı’dan kaynak alan üniversal devlet anlayışının gere­ği olarak, asıl özelliği, her hangi bir karşılık beklemeksizin koruyucu olmasıdır. Türkle- rin hayatında beğ’lerin veya hanların, hâkimiyeti halk adına kullanmaları kendine mah­sus özellikler gösterir. Türk insanı, seçkin özellikleri nefsinde toplayan boy veya ildeşi- ne, hâkimiyeti, kendisi adına kullanmak üzere bir şekilde devretmektedir.

Türk milleti faklı kültürlere ait değerleri her zaman muhafaza etmesine rağmen, maalesef aynı hoşgörüyü başka milletlerden görememiştir. Bunun en güzel örneği Bal- kanlar’da Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da görülmektedir. Bu bölgelerde bulunan bin­lerce Türk İslam eseri Türk milletine duyulan öfkenin bir sonucu olarak yerle bir edil­miştir. Osmanlı devletinin inşa ettiği eserlerin üçte biri Avrupa kıtasında bulunmakta idi. Yaklaşık olarak dört yüz yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalan bu bölgelerde şu an bulu­nan Türk İslam eserlerinin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bu durumun en acı ör­neklerinden birisi Yunanistan’da yaşanmıştır. Venediklilerin elinde bulunan Girit Adası 1645-1669 yılları arasında süren çetin savaşlar sonrasında Osmanlılar tarafından fethe- dildiğinde ada içerisinde 54 tane kilise ve manastır mevcuttu. Ada, 1897 yılında Yunanlı­larla yapılan savaş sonrasında Osmanlının elinden çıktığında yaklaşık olarak 228 yıl kesintisiz Osmanlı hâkimiyetinde kalmıştır. Bu süre içerisinde ada sınırlarında 105 kilise ve manastır ile 54 tane cami ve mescit var iken, 1897 yılından günümüze kadar geçen 112 yıllık Yunan hâkimiyeti içerisinde adada sadece bir tane cami kalmıştır ki o da harap durumdadır (Akgündüz, 2006).

Dünya mirası listesinde yer alan dokuz eserimizden birisi olan, 2150 metre yük­seklikteki Nemrud I.Antiochos Tümülüsü ve heykelleri, MÖ. 69 yılında inşa edilmeleri­ne ve çok tanrılı dinlere ait eser olmalarına rağmen sağlam bir şekilde günümüze kadar gelebilmiştir. Okuma yazma oranının çok düşük olduğu dönemlerde bile bu eserler yok edilmemiştir. Çünkü bu hoşgörü kültürü okuma yazmanın dışında bu milletimizde olan bir olgudur. Bu eserlerin iki bin yıl ayakta kalmaları ve günümüze kadar gelmeleri bu hoşgörü anlayışının dışında başka hiçbir şekilde izah edilemeyeceği kanaatindeyiz.

Türk milletinin hoşgörü anlayışı farklı din, dil ve kültürden olan insanları barışla, sevgiyle kucaklayarak birlikte yaşamalarını sağlamıştır. Bütün insanları kucaklayan bu düşünce yerelden ulusala, ulusaldan evrensele yayılarak evrensel bir boyut kazanmıştır. Mevlana’nın bu anlayışı Anadolu kültürel mirasını devralmış bu kültürel mirasa sevgi, hoşgörü mayasını katarak düşüncelerini gelecek kuşaklara, günümüze taşımıştır.

 

4.4.  Adalet

Adalet kelimesi adl kökünden gelir. Sözlükte “düzeltmek, eğri bir yoldan doğru bir yola yönelmek, eşit ve muadil olmak, dengede tutmak, dengelemek, tartmak”, aşırı­lıklardan uzak ve dengeli olmak yahut “insaflı ve doğru olmak, doğru davranmak, zul­metmemek, eşit olmak, benzer yahut ortak olmak eşit davranmak, her şeye hakkını vermek, mutedil olmak, her şeyi yerli yerinde yapmak, istikamet üzere olmak, hakkani­yet” anlamlarına gelir.

İdarecileri tarafından her bir ferdi eşit kabul edilen, aynı dili, aynı vatanı payla­şan ve ortak ülküleri bulunan, tek bir bayrak altında birleşen bir milletin, bir kültürün insanları yaşadıkları coğrafyada mutlu olabilmek için sahip oldukları hak ve hürriyetleri isteyecek ve bunu başında bulunanlardan bekleyecektir. Türk tarihinde gelmiş ve geç­miş Türk devletlerinde halkın bu talepleri kamu hukukunu, hükümdarın vazifelerini belirleyen ve cezai hükümleri ile dikkati çeken törenin tatbiki ile yerine getiriliyordu. Aslında bozkırlarda fiilen yaşanan hayatın zamanla hukuki-sosyal değer kazanmış dav­ranışlarını ihtiva eden ve umumiyetle “kanun” manasına alınan töre (törü) eski Türk sosyal hayatını düzenleyen mecburi kaideler bütününü teşkil etmekte idi (Kafesoğlu, 1998: 246).

Kafesoğluna (1999) göre fütuhat yönünden istisnai bir duruma sahip Türk mille­ti, ülkeleri kendine bağlamayı, milletleri kendine minnettar bırakmayı bilmiştir. Tarihi Türk zaferlerini, başkalarının istila hareketlerinden kesin farklarla ayıran noktalardan biri de budur. Yabancılar kaba kuvvete dayanarak işgal altında tuttukları memleketleri sömürmekten ve boyunduruklarında inleyen zavallı halka kıyasıya baskı yapmaktan başka bir şey düşünmezken, dünyaca malum kahramanlığı ve ruhunun derinliklerinde saklı insanlık duygularıyla Türkler, manevi yapıları icabı, kendi kılıçlarıyla hatta kendi kanları pahasına, esaret altında kıvranan kütlelere hürriyet ve adalet götürmeğe gayret etmişlerdir. Zaferlerimizin ulvi meyvesi olan cihanşümul Türk efendiliğinin sırrını açık­layan bu husustur ki, Türklerin, her yerde saygı ile karşılanmasını, kurtuluş iksiri bağış­lanan mahkûm kavimlerin gönüllerinde sevgiden tahtlar kurmasını sağlamıştır.

Türklerde adalet anlayışı törelerinde de keskin bir şekilde gözükmektedir. Gün­gör’e göre (1992) Türk töresi oldukça sert ve kesin hükümleri ihtiva ederdi. Cezaları ağırdı; ama töre, Türk cemiyetinin belkemiğini teşkil ettiği için hiç kimse bu cezaları haksız ve adaletsiz görmezdi. Töre’nin daima doğru ve adaletli olduğunu herkes baştan kabul ederdi. Çünkü töre, milletin yüzlerce yıllık hayat tecrübesinden süzülmüş kaide­lerden ibaretti (Güngör, 1992: 57).

Türk töresinde Kaan dâhil herkes törenin getirdiği kurallara uymak zorundaydı. Kaan’ın yönetiminde adalet temel şartlardan biriydi. Bu durumu Güngör şöyle açıkla­maktadır:

Türk Cemiyetinin temeli aile idi. Aile daha çok anne, baba ve çocuklardan mey­dana geliyordu. Kadınlar hemen hemen eşit haklara sahipti. Aile, oba, boy, budan ve devlet teşekkül etmiştir. Türkler arasında sosyal sınıf farkı yoktur. Türkler’in en belirgin özelliklerinden biri kuvvetli bir teşkilatçılık kabiliyetine sahip olmalarıdır. Yaşadıkları hayat ta onları hürriyete, istiklale alıştırdığı için hiç bir zaman devletsiz olmamışlardır. Türk Kaanları kudreti Tanrıdan alırlardı. Bir hükümdar Tanrının inayet ve yardımına mazhar olduğu sürece halkına iyi bakar, onu zenginlik ve adalet içinde yaşatırdı. Bunu başaramayan Kaan’dan Tanrı’nın Kut’unu geri aldığı düşünülür ve ona karşı isyan et­mek meşru sayılırdı (Güngör, 1992).

 

4.5.  Misafirperverlik

Misafirperverlik geleneği Türk toplumunun karakteristik özelliklerinden biri olup yüzlerce yıldır devam etmektedir. Bu nedenle Türk töresinde ve geleneğinde misa­firi iyi karşılamak ve ağırlamak, güler yüz göstermek ve onu memnun etmek her Türk insanı için önemli ve zorunlu bir görev sayılır.

Orhun Kitabesinde Göktürk Hakanı ” Türk milleti az idi çoğalttım, açtı doyur­dum, çıplaktı giydirdim, kuşattım ” diyerek Türklerin cömertlik ve misafirperverliğini tarihe kaydetmiştir (Gökalp, 1978: 206). Buna benzer Dede korkut, Dirse Han’ın attan, deveden ve koçtan kestirerek iç oğuz ve dış oğuz beylerine büyük toy (ziyafet) verip, açların doyurulduğunu, çıplakların giydirildiğini ve borçların ödendiğini belirtmiştir (Gökalp, 1978: 2002).

Türk milli kültüründe misafirperverlik bazen o kadar abartılmış ki, ev sahibi zi­yafetten sonra eşini ve çocuklarını alır ve otağından çıkardı. Konuklar ziyafet sahibinin eşyalarını ve mallarını yağma ederlerdi (buna yağmalı potlaç denilir). Bu nedenle eski Türkler arasında toy ve şölenler sayesinde fazla fakirlik görülmez, insanlar güzel giyinir, güzel yer ve aralarında fazla borçlu kimse bulunmazdı (Gökalp, 1978: 2003-2005).

Türk töresinde yemeğin yeri ve önemi büyüktür. Bu nedenle sosyal hayatın he­men her safhasında ve sosyal münasebetlerin çoğunda işin sonunda yemek vardır. Do­ğum, sünnet düğünleri, düğünler, bayramlar, yağmalı ve yağmasız toylar, imece toplan­tıları, yas ve ölüm olaylarında törelere göre sofralar hazırlanır, yemek çıkarılır, bütün oymak ve köy halkı birlikte yer, birlikte eğlenir veya birlikte acıyı paylaşır (Eröz, 1983: 106).

Türk geleneğinde “tuz-ekmek hakkı” deyimi vardır ki bu da misafirperverlikten ileri gelir. Türk geleneğinde yabancı birine yemek yedirdiğin zaman yada yabancı biri­nin yemeğini yediğin zaman “tuz-ekmek hakkı” oluştuğuna inanılır. Bundan dolayı Türk töresinde sofrasında yemek yediği ve iyiliklerini gördüğü kimsenin kendisi üze­rinde bulunduğu kabul edilen hak ve duygusal borç’a “tuz-ekmek hakkı” denilir. Bunun yolu ise misafir ağırlamak veya misafir olmaktan geçer. Türklerde “tuz-ekmek hakkı” deyimi; dostluk, bağlılık, minnettarlık, şükran, vefa, samimiyet, fedakârlık, mertlik, dü­rüstlük, cömertlik ve misafirperverliğin sembolleşmiş bir ifadesidir (Koca, 1977: 60).

Türk insanı misafirperverliğe öylesine önem vermiştir ki; kendi imkânlarına gö­re, evinin en iyi odasını, kullanıma hazır en kıymetli eşyasını, yatılmamış yatağını ve en önemli yiyeceğini misafir için ayırır ve misafiri memnun etmeye çalışır (Doğan,2005).

Türk kültüründe bir kimsenin evinde misafir olmak için önceden tanışmış olma­ya da gerek yoktur. Misafirin ev sahibine uygun olup olmadığı da önemli olmayıp, aynı milletten veya dinden olması da gerekmez. Misafir herhangi biri olabilir. Türk kültü­ründe misafir her kim olursa olsun hiç fark etmez, misafir onlar için baş tacıdır, Tanrı misafiridir. Bu durum da açıkça göstermektedir ki Türklerin milli değerleri birbirinin tamamlayıcısı ve bütünleyicisidir. Çünkü misafirperverlik hoşgörü anlayışı ile vardır, hoşgörü ise sevgi ve saygı ile vardır.

 

4.6.  Sorumluluk

Sorumluluk sıklıkla rastlanan bir kavram olmasına rağmen çok kafa karıştırıcı ve tanımlanması zor bir kavramdır. Bazı kaynaklar sorumluluğu değer, bazıları sosyal norm, bazıları tutum, bazıları karakter ve bazıları ise kişilik özelliği olarak ele almakta­dır (Özen, 2001).

Türk insanı kendisine, ailesine, milletine, vatanına, inançlarına karşı sorumlulu­ğu olan bir insandır. Bu durum eski Türklerde de böyledir. Bir milleti yok etmenin, da­ğıtmanın ve birbirinden uzaklaştırmanın bir yolu da sorumluluk bilinci olmayan birey­ler yetiştirmektir. Eski Türkler töreler karşısında tüm sorumluluklarını yerine getirir ve birlikte hareket ederlerdi. Bu durum millet olma bilincini ve milliyetçilik duygusunu geliştiren bir unsurdur.

Sorumluluk duygusu çocukta küçük yaşta var olan bir duygudur. Ancak bu duygunun aile ve çevre tarafından geliştirilmesi ve içinin doldurulması gerekir. Yani çocuğa en başta soyut gelen bu kavramı çocuk zamanla aileden ve çevreden gördüğü şekilde anlamlandırır ve anlamlandırdığı şekilde de kişiliğine yansıtır. İşte bundan do­layıdır ki çocuğun kendisine, ailesine, milletine, vatanına, inançlarına karşı sorumluluk­larını yerine getirmesinde ailenin ve çevrenin etkisi büyüktür.

Toplum olarak bireyler üzerine aldığı sorumlulukları yerine getirdiği oranda in­sanların birbirine olan güveni artacaktır ve millet olarak kenetlenme gerçekleşecektir. Aksi halde “adam sendecilik” vb. sözler yeni nesillerin hafızasına kazınacaktır.

Milleti bir arada tutmanın yolu gelecek nesillere milli kültür ve değerleri aktar­maktan ve yeni neslin hamurunu değerlerimizle yoğurmaktan geçmektedir. Bizler bu konuda ki sorumluluklarımızı yerine getirir ve gelecek nesillere de bunun sorumlulu­ğunu iyi aşılayabilirsek Türk milleti olarak milli değerlerimize sahip çıkmış ve gelecek nesilleri iyi yetiştirmiş oluruz.

 

5.  İnsan ve Değer

İnsan diğer yaratıklardan üstün yaratılmış olup bu dünyada sadece fiziki varlı­ğını sürdürmekle yetinmez. Çünkü insanda onu diğerlerinden ayıran ve özel kılan bir­çok özellik vardır. Mesela insan akıl sahibidir. İnsan aklı sayesinde düşünür, bir amaca sahip olmak ve davranışlarının amacını bilmek ister. Bu noktada değer kavramı devreye girer. Biz insan olarak değerlendirme yaparız ve değerlendirme yaptığımız için insanız. Bu anlamda değer kavramı ile insan oluşumuz arasında çember bir ilişki söz konusudur. Hiçbir değere sahip olmayan insandan söz etmek mümkün değildir. Zira “her insan düşüncesinin, tatmin bulmak için ulaşmak istediği bir ideali vardır.” Bu durum insanın varoluşu ile ilgilidir. Dolayısıyla değerler de aslında varoluşsal meselelerdir. Böylelikle insanın değerlerle ve varoluşla ilişkisi bir çember şeklinde devam eder. Şöyle ki değere sahip olmak bir manaya kavuşmak demektir; bu da devamlılığın iksirini temin etmek olup, dairevî bir tarzda (değer- mana- varoluş- oluşa devam- değer…) şeklinde devam eder (Yavuz, 2007).

Değerle ilgili bütün sorular ve sorunlar yahut farklı görüşler “değerin kaynağı nedir?” sorusunda toplanır. Bu soru ve bu soruya verilen cevaplar etrafında değer mese­lesine bakışlar da değişmektedir. Değerin kaynağı noktasında sahip olunan inanç değe­rin nasıl tanımlanacağını da belirler (Kılıç, 2003).

 

6.  İnsanın Değere Yüklediği Anlam ve Bakış Açısı

Kimisi değerlerin kaynağını insan ya da toplum olarak görürken, kimisi değerle­rin kaynağını aşkın varlık olarak görür. Mesela kişi değeri: “öznenin olguya yüklediği kavram” olarak tanımlıyorsa bu durumda değerin kaynağını insan olarak görmektedir (Oktay, 2007). Yahut bir kişi değeri “kültürel bilgi; kültürün öğeleri üzerine kurulu ve her zaman bir seçimi vurgulayan şey” olarak görüyorsa bu durumda değerin kaynağı­nın kültür yahut toplum olduğunu kabul etmiş olur. Bu kabule sahip bir kişiye göre de değerler toplumda benimsendiği sürece sonraki nesillere aktarılarak devam eder, ancak benimsenme dereceleri azaldıkça ya kaybolur ya da değer olmaktan uzaklaşırlar (Akba­ba, 2003).

Değerin toplum içerisinde öğrenildiği, toplumun değerlerinin kişiyi etkilediği ve kişide şahsiyet oluşumunu meydana getirdiği doğrudur. Ancak kişinin değerleri top­lumdan öğrenmesi başka bir şey, değerlerin kaynağının toplum olması başka bir şeydir. Değer, ilim dalları arasında da farklı şekillerde tanımlanmıştır. Psikoloji ilmi değeri in­san davranışlarını yönlendirmesi bakımından inceleyip tanımını da bu yönde yaparken, sosyoloji ilmi değerlerin toplumu nasıl yönlendirdiği veya toplumların değerleri nasıl değiştirdiği noktasından tanımlama yoluna gitmişlerdir. Felsefenin uğraş alanı ise kav­ram olarak değer ve kaynağı ve mutlak ya da rölatif olup olmadığı noktasındandır (Sarı, 2005).

Örneğin değeri psikolojik olarak ele alan Allport; değerleri benlikle ilişkili olarak tanımlamaktadır. Bir şeyi değerli görmek demek, onu tercih etmek, ona bağlanmak ve ona ulaşmak ya da onu muhafaza etmek için belli bir çaba ve gayret içerisinde olmak anlamına gelmektedir. Buna göre değerli tutulan şey maddi ya da manevi bir niteliğe sahip olabilir. Ancak onu esas önemli kılan husus, psikolojik olarak ona belli bir değerin atfedilmiş olmasıdır (Yapıcı ve Zengin,2003).

Değeri sosyal olarak tanımlayanlar ise onu toplumla ilişkilendirir ve “Değerler bir kişinin veya sosyal grubun kabul ettiği standartlar, inançlar veya moral ilkeleridir.” Diye tanımlar (Sarı, 2005).

Değerlere toplumsal açıdan bakacak olursak grubun veya toplumun standartlaş­tırdığı temel yargılar üzerinden birey hareketlerini kontrol etmekte veya sınırlandırmak­tadır.

Değerler soyut karakterli kavramlardır. Bir konu hakkında tek tek hüküm bil­dirmezler. Her olay hakkında tek tek nasıl bir davranış sergilememiz gerektiğini ve neyi yapmamız gerektiğini kesin olarak söylemezler, ancak yapılacak olan şeyler için rehber­lik ederler (Akbaba-Altun, 2003). Eğer değerler bize her durum karşısında nasıl davra­nacağımızı bildirselerdi olaylar karşısındaki tutumlarımızdan ötürü sorumlu olmama­mız gerekirdi. Kaldı ki böyle bir şeyin olması pek mümkün değildir. Zira yaşamda dai­ma öngörülmeyen durumlarla karşılaşılır (Soykan, 2004).

Değer kavramı kendileri için ölçü işlevi gördüğü yargı, norm, tutum, eylem, gibi kavramlarda somutluk kazanır (Aydın, 2003). Değerler tek başına anlam taşımaktan çok bir değerler sistemi içinde organize olurlar (Yapıcı & Zengin, 2003).

Değer kavramı ele alınırken iki kavramdan daha bahsetmemiz gerekir. Bunlar bilgi ve inanç kavramlarıdır. Değerler felsefesinde değer- bilgi ilişkisi incelenmiş, bilgi­nin değeri veya değerin kaynağının bilgi olması-olmaması veya bilginin değerlerden arınmış olabileceği olamayacağı noktasında çeşitli fikirler ortaya atılmış ve bu konu fel­sefenin en tartışmalı konularından biri olmuştur.

 

7.  Değerlerin Kaynağı ve Oluşumu

Değerlerin kaynağı meselesinin değerler hakkındaki tartışmalardaki en önemli mesele olduğu muhakkaktır. Değerin tanımlanması, tasnif edilmesi ve değerlerin deği­şip- değişemeyeceğine dair görüşler değerin kaynağı hakkındaki inançlara dayanır. De­ğerin kaynağı hakkındaki tartışmaları daha iyi anlayabilmemiz için “değerlerin kaynağı nedir?” sorusunu tam olarak anlamamız gerekiyor. Zira bu sorudan “değere kim değer verdiği için değerlidir? Manası çıkabileceği gibi “değere değer veren değere “niçin” de­ğer vermektedir?” anlamı da çıkabilmektedir. Bu soruyu daha da açarsak iki türlü olarak şöyle ifadelendirebiliriz. “Değer yargısında bulunan, değeri değerli kılan kimdir?” Bu sorunun cevabı insan ve toplum olabileceği gibi insanüstü aşkın bir irade de olabilir. Sorunun ikinci kısmı ise şu şekilde gelmektedir. “Değere değer veren (insan, toplum ya da aşkın varlık) değer verdiği şeye değerli olduğu için mi değer verir yoksa değer verdi­ği için mi bir şey değerli kabul edilir?” ya da “Değer, yalnızca bir inançtan, sübjektif bir yargıdan mı ibarettir, yoksa kişilerin inançlarının dışında objektif bir gerçekliği mi tem­sil etmektedir (Özensel, 2003)? Bütün bu sorular ve bunun beraberinde getirdiği tartışma yüzyıllar boyunca gerek felsefe gerekse İslamî ilimler alanında tartışılmıştır. Daha açık bir ifade ile bu soru “şeylere kimin değer verdiği” ve “şeylerin özleri itibariyle mi iyi olduğu” yoksa “onlara iyi anlamı yüklendiği için mi iyi kabul edildiği” ile ilgilidir.

Bu noktada değerin bizzat uyarıcı objede var olduğu ya da objenin kendi içinde bir değeri olmayıp insanın onu algılamasına göre değerli kabul edildiği şeklinde iki te­mel görüşün ileri sürüldüğünü görmekteyiz. Birinci varsayıma göre, değer bizzat uyarı­cının içinde mevcuttur. Başka bir deyişle, uyarıcı obje, içsel veya mutlak bir değere sa­hiptir. Bu ise uyarıcı objenin kendisini insana değerli olarak sunduğu anlamına gelmek­tedir. İkinci varsayım ise, bu görüşün karşısındadır. Buna göre uyarıcı objeler içsel bir değere sahip değillerdir. Dolayısıyla bir objenin değeri ona değer verenlerin algılamala­rına bağlı olarak bir anlam kazanmaktadır, yani görecelidir. Bu sebeple birisi için değerli olan şey, bir başkası için değerli olmayabilir.

Değerlerin hiçbir gerçekliğe sahip olmadığı, bireylerin kişisel değerleriyle ilgili olmaksızın incelenemeyeceği anlayışı birçok sosyal bilimcide hâkim görüştür. Buna kar­şılık kişilerin değerleri yerine objelerin birer değeri olduğunu söyleyen Campbell ve Katz gibi sosyal bilimciler vardır. Bu görüşte olanların sayısı giderek artmış ve günü­müzde genel kabul görmeye başlamıştır (Özensel, 2003).

İslamî ilimler sahasında da bu konu “İslam felsefesi” alanında çokça tartışıldığı gibi daha bilinen şekliyle kelami bir tartışma olarak hüsun- kubuh meselesi diye meşhur olan bir tartışma konusudur. Bu konuda Mutezili kelamcılar “bir şey özü itibariyle iyi olduğu için emredilmiş aynı şekilde özü itibariyle kötü olduğu için yasaklanmıştır” gö­rüşüne sahiptirler. Yani Allah’ın bir şeyi emretmesi, yasaklaması, tavsiye etmesi veya etmemesi o davranışta ya da olguda bulunan özellikler sebebiyledir. Bu görüşün devamı olarak objektif bir varoluşa sahip ahlâkî değerler insan aklıyla bilinebilirler (Kılıç, 2003).

Gazâlî’nin de içinde bulunduğu Eş’ari kelamcılara göre ise; adalet, iyilik, kötülü gibi ahlâkî değerlerin Allah’ın murat ettiği şeyden başka bir manaları yoktur. Bu du­rumda onlara göre insan davranışları ontolojik olarak tarafsızdırlar. Gazâlî bu durumu eğer değerlerin ontolojik mahiyetleri olsa idi istisna durumlarda kötü şeyler iyi sayıl­mazlardı diye açıklar. Bu durumda Eş’ari kelamcılara göre ahlâkî değerler ancak vahiy ile bilinir. Yani ahlâkî değerler Allah emrettiği için iyi, yasakladığı için kötüdür (Kılıç, 2003).

Maturidi kelamcılar ise değerlerin kaynağı konusunda orta bir yol izlerler. Onla­ra göre değerlerin bir kısmı bizzat iyi ve bizzat kötü olup, bu ikisi arasında bulunanlar da vardır. Bunlardan bir kısmının bilgisine insan aklı ile ulaşabilirken bir kısmı ancak vahiyle bilinebilir (Kılıç, 2003). Değerler meselesinde bu konu değerlerin kaynağını tes­pit etme bakımından önemli olduğu kadar, değerlerin değişip-değişmezliğini belirleme­de de önemlidir.

 

8.  Değerlerin Değişebilirliği/ Değişemezliği

Değerlerin kaynağı noktasında felsefe tarihinde iki ana çizgi üzerinde durulur. Bunlardan birincisi “değerlerin rölatifliği” diğeri ise “değerlerin mutlaklığı”dır. Değerle­rin rölatifliği fikri; değerlerin aynı çağda toplumdan topluma, aynı toplumda çağdan çağa veya aynı toplumda mensup olunan gruplara göre değişmesi demektir. Bu anlayış, Antikçağ septiklerinden, günümüz pozitivistlerine ve tarihselcilerine kadar uzanan bir değer anlayışını ifade eder (Toku, 2002).

Pragmatistler de değerlerin, zamana, yere ve durumlara bağlı, dolayısıyla göre­celi olduğunu iddia ederler. Onlara göre evren sürekli değişmekte olduğundan, değerler de değişmek zorundadır ve insanların kişisel ve sosyal gelişimine katkı yapan şeyler değerli, onların gelişimlerini engelleyen ve deneyimlerini sınırlayan şeyler ise değersiz­dir.

Varoluşçular ise bireye ve seçimine vurgu yaparlar. İnsanların kendi özgür irade­leriyle değer oluşturmaları gerektiğini söylerler. Frankfurt Okulu ise değerlerin toplum­da güce göre oluştuğunu söylerler (Akt. Akbaba-Altun, 1997). Değerlerin rölativizmini savunanlara göre “Değerlerin en önemli özelliklerinden biri de her şey gibi değişir olma­larıdır (Aydın, 2003).”

Değerlerin mutlaklığı ise; her türlü değerin mutlak olarak doğru ya da yanlış bir gerçekliklerinin olduğu fikrine dayanır. Bu doğruluk ya da yanlışlık insan kanaatlerin­den kaynaklanmaz. İşte bu sebeple değerler hiçbir zaman değişmezler. Değerlerin mut- laklığını/nesnelliğini savunanlar, onların toplumdan topluma değiştiğinin, farklı zaman­larda farklı insanlar tarafından farklı şeylerin değerli görüldüğünün farkındadırlar. An­cak bu durumu değişenin, değerler değil; onları algılayan grup ya da bireyler olduğu şeklinde yorumlarlar (Toku, 2002).

Antikçağ rasyonalistleri ve günümüz fenomenolojistleri bu görüştedirler (Toku, 2002). İdealistler de değerleri, değişmeyen ve bütün insanlara uygulanabilir ilkeler ola­rak görmektedirler.

Realistlere göre de doğa yasaları evrensel ve sonsuz olduğundan değerlerin de bunların üzerine oturması gerekir (Akt. Sadegül Akbaba-Altun, 1997). Bu değer anlayı­şına, objektivist değer anlayışı; rölativizmi savunan görüşe ise sübjektivist değer anlayışı denir (Toku, 2002).

Değerlerin değişe bilirliği meselesi aynı zamanda değerlerin evrenselliği ile de yakından ilgilidir. Evrensel değerler yahut genel geçer değerler dediğimiz zaman, her­kesçe uygulanan değil, fakat herkesçe kabul edilen ve benimsenen, ortak akla dayanan kabul edilebilir bir ahlâk anlayışı kastedilir. Değerlerin rölativizmi fikri neticede evren­sel değerlerin de olamayacağı fikrini beraberinde getirir. Çünkü eğer değerler farklı kül­türler ve toplumlarda değişiyorsa ve değişik ahlâkî normları doğuruyorsa, nihai olarak neyin doğru ya da neyin yanlış olduğuna karar verilemeyeceğini savunur. Bu yaklaşım ne kadar sempatik, liberal görünse de sınırlı olduğu muhakkaktır (Çiftçi, 2003).

Bu konuya dinlerin bakış açısı ise, diğerlerinden farklıdır. Dine göre ahlâkın kaynağı vahiydir. Bu sebeple dinlere göre değerler değişmezdir. Benimsenip benimsen- memeleri onları değer olmaktan çıkarmaz. İslam dini açısından konuya baktığımızda da kendi içinde farklı düşüncelerle karşılaşırız. İslam dünyasında değerin kaynağı nokta­sında değer verilen şeyin değerli oluşunun bizzat kavram veya olgunun kendisinden kaynaklandığı ve Allah tarafından değer verildiği için değerli olduğu şeklinde iki farklı görüş vardır. Bazılarına göre ahlâkın kaynağı bizatihi iyi olan şeyin kendisi iken bir baş­ka bakış açısına göre ise Allah’tır. Ancak şu bir gerçektir ki İslam dininde, bu konuda farklı görüşler olsa bile netice olarak ahlâkın insanlar tarafından değer olmaktan çıkarı­lamayacağı noktasında fikir birliği vardır. Daha açık bir ifade ile İslam dinine göre de­ğerler sosyal değildir. Onlara değer diyen insan ya da toplum değildir. Değer ya bizatihi değerdir veya ona Allah değer verdiği için değerlidir (Arslan, 2008).

Bu anlamda ahlâkın da mutlak, değişmez ve objektif olduğu düşüncesi ortaya çı­kar. Zira ahlâk; değerlerin yahut değer yargılarının toplamından oluşur. Bu noktada ahlâkın kaynağı konusunda da aynı türde tartışmalar söz konusudur. Ahlâkî değerleri böyle bir değerlendirmeye tâbi tutmadan önce ahlâka ona kaynaklık ettiğini bilmemiz gerekir. Ahlâkî değerler, bazı bilimcilerce sosyal değerlerin bir koludur. Böyle bakıldı­ğında diğer sosyal değerler gibi toplum tarafından benimsenme oranı azaldıkça ahlâkî değerler de değişebilir. Ancak ahlâk ve ahlâkî değerlerin kaynağı, dinlerin bakışına göre yine ilahidir ve bu sebeple ahlâk da değişmez. Dolayısıyla bütün büyük dinler inanç ilkeleri gibi ahlâk ilkelerinin de evrensel olduğu iddiasındadırlar. “Evrensel bir ahlâka ulaşmak, bunu iddia eden açısından çok kolay, ancak bütün anlayışları kuşatacak, tüm insanlara hitap edecek bir evrensel ahlâk arandığında çok zordur ve şimdiye kadar başa- rılamamıştır. Bu sebeple üzerinde pek çok insanın mutabık kalacağı evrensel bazı değer­lerden söz edebilirsek de evrensel ahlâk düşüncesi daima ütopya olarak kalacak gibi görünmektedir” (Oktay, 2007).

Evrensel ahlâkî değerlerin olabilirliği/olmazlığı tartışmaları bir yana bugün dün­yada evrensel ahlâkın zorunlu hale geldiğini söyleyebiliriz. Zira dünyanın globalleşme­si, insanların ve toplumların birbirleri ile daha çok iletişim içinde olmalarını, bu durum da pek çok yeni sorunu beraberinde getirmektedir. Mesela bir bölgede artan şiddet, glo­balleşmeden ötürü diğer bölgeleri de etkilemekte, bir yerde nükleer patlama yaşandı ise, bu durum nükleer enerji kullanmayan ülkeleri de etkisi altına almaktadır. AIDS gibi tüm dünyayı tehdit eden hastalıklar yaygınlaşmaktadır (Arslan, 2008).

Teknoloji büyük bir hızla ilerlerken değerlerde de bir çözülme kendini göster­mektedir. Bireyler ve toplumlar kendilerini diğer yerlerde yaşananlardan soyutlayacak veya kendi kendilerine çözüm üretecek durumda değillerdir. Bütün bunlar, geleneksel ahlâk anlayışlarından ve değerlerinden farklı, dünyadaki bütün insanlara hitap edebile­cek global ahlâk anlayışını ve global değerleri gündeme getirmektedir (Oktay, 2007).Tanımı biraz daha açarsak global etik bütün insanların aynı değerleri benimseme­leri değil, “bireysel ve ulusal etik bilincini aşan, dünyadaki tüm insanları kapsayan etik bir duyarlılığı ve sorumluluğu ifade eder. Yani, bireyin eylemlerinde kendisini tüm in­sanlığa karşı görevli ve sorumlu bilmesi, aile, kavim ve ulus sınırlarını aşmasıdır (Oktay, 2007).

 

9.  Değer Kavramı İle Alakalı Diğer Kavramlar Değer Yargıları

İnsanın tüm olumlu eylemleri hakkında kullandığımız üç kelime vardır: Doğru, iyi, güzel “İnsanda doğru bilgi için akıl, iyi (ahlâksal) eylem için vicdan, güzel için hoş­lanma duygusu bulunur.” (Soykan, 2007).

Değerler sezgi ile yani duyu ve duygularla kavranır ve önermelerle ifade edilir­ler. Bu önermelere yani “değerlerin yargı düzeyindeki ifadelerine” “değer yargısı” deriz. Değer hakikatten ayrı olduğu halde, kavram ve önermelerle hakikat diline çevrilir. “So­yutlaştıkça değer kaybolur, somut olarak şu güzeldir deriz. “Üçgen” gibi tam soyut bir kavram için güzeldir diyemeyiz.” Demek ki biz sezgi ile hissettiğimiz değeri somut bir biçimde ifadelendirirsek bir “değer yargısı”nda bulunmuş oluyoruz. İşte başlangıçta ifade ettiğimiz insanın eylemleri hakkında kullandığımız üç kelimeden doğru, bilimsel değer için, güzel, estetik değerler için kullanılırken, iyi ise ahlâkî değerler için kullanılır (Ülken, 2001).

Değer en uygun eylem diline çevrilerek anlaşılır. Mesela “X iyidir.” şeklindeki bir değer yargısı, “X tasvip edilendir.” veya “X’i yapmalısın.” anlamında; “X kötüdür.” demek ise “X tasvip edilmeyendir.” veya “X’i yapmamalısın.” Anlamında kullanılmak­tadır (Poyraz, 2007).

Mutlak anlamda da değerleri iyi-kötü, güzel çirkin, sevap-günah, doğru- yanlış gibi genel kavramlarla ifade ederiz. Değer yargıları bu kavramlarla kurulur. “X iyidir.” bir değer yargısıdır. “Bu manada değer yargılarının değiştiğini ama değerlerin değiş­mediğini söyleyebiliriz. “Namus cinayeti işlemek iyidir.” yargısı, “Namus cinayeti işle­mek kötüdür.” yargısına dönüşebilir. Fakat iyi ve kötü bir değer olarak sabit kalır.” “Her değer daima bir hükümle tamamlanır; dolayısıyla değerler, hükümler olarak neyin iyi (yapılmalı) olduğu, neyin kötü (kaçınılmalı) olduğu şeklinde tezahür eder.” (Poyraz, 2007).

“Değer daima, bir şeyin “ne”liğini ifade etmeye yarayan hükümler olarak değil; birey veya bir grubun mevcut şartlar altında arzu etmeye, kıymet vermeye, aramaya ve fethetmeye değer bulduğu şeyler hakkında amir duygular ve hükümler doğrultusunu ifade edilir.”

“Ahlâkî hükümler iki çeşittir. Birincisi ahlâkî yükümlülükleri dile getiren hü­kümlerdir. “Yalan söylememelisin.” gibi. İkincisi değer hükümleridir. “Yalan söylemek kötüdür.” gibi.” “Ahlâk, insanların olgulara yükledikleri değer yargılarına göre yapa yapa kazandığı alışkanlıklar, huylar olarak tarif edilir. Bu sebeple insanların değer yargı­ları değiştikçe buna bağlı olarak ahlâkları, alışkanlıkları, huyları yani karakterleri de­ğişmektedir. Bu da kişilik ve kimlik değişimini beraberinde getirmektedir. Bundan dola­yı olaylara ve olgulara yüklediğimiz değer yargılarımız hem bireysel hem de toplumsal kimliğimizi korumak için son derece önemlidir.” (Oktay, 2007).

“Değerlerin ölçütleri vatandaşlık görevi, doğru, sevap, toplumsal çıkar, güzel, bilimsel gibi yargılardan oluşur. Bu yönüyle değerler öznel, felsefi, dini, sosyal ve kültü­rel ölçütlerde olabilmektedir.” (Sarı, 2005).

Değerlerin, tüm felsefe tarihi boyunca öznelci ve nesnelci bakış açılarına göre farklı sınıflamalara tabi tutulmuştur. İşte bu farklı sınıflandırılmalara göre değer yargıla­rı da çeşitlilik kazanır. Mesela; hazcı (hedonist) değerler; haz ve acı; bilişsel değerler ve­ya bilgi değerleri doğru ve yanlış; ahlâkî değerler iyi ve kötü; estetik değerler; güzel ve çirkin; dinsel değerler; sevap ve günahtır.” (Özensel, 2003).

 

10.  Değerlerin Ortaya Çıkışı ve Milletleşmeye Etkisi

Genel kabule göre inanç değerin kaynağıdır. Çünkü değer inanılan şeydir. Bazı değerlerde ise bilme hâkimdir. “İnanmaya dayanan değerler din ve ahlâk değerleridir ki bunlara aşkın değerler denir.” İnanma ekseni değerleri dine bağlar. Bu çerçevede deni­lebilir ki din-değer ilişkisi karşılıklıdır; değerler dinin dokusunu oluşturduğu gibi din de değerler ortaya koyar. Değerler, özellikle beşeri dinlerin oluşmasında başlı başına bir etkide bulunduğu gibi din de değerlerin bizzat ortaya çıkmasında, varlığını sürdürme­sinde ve bir hiyerarşi dâhilinde insan hayatına yön vermesinde etkili olur.” (Bolay, 2007).

Ancak nasıl tanımlanırsa tanımlansın değer kavramından kişinin hayatını, şahsi­yetini, sosyal yaşantısını, hatta ölümünü bile etkileyecek bir etken, yani iyi, uygun ve istenen olarak kabul edilen şeyler kastedilir (Yapıcı ve Zengin, 2003).

Bu anlamda değerler kişiler için ölçü teşkil ederler. Ancak değerler beğenilme derecesine göre de aynı zamanda ölçülendirler (Aydın, 2003).

Kısaca değerler; genelde ilgi gösterilen, arzu edilen, kişilerin içselleştirerek hayat­larına yansıttıkları ve kişiler üzerinde etkili olan her alanda kendine has olan genelde sosyal ortamda kazanılan soyut kavramlardır (Aydın, 2003).

Değerler sayesinde insanlar bir arada yaşar ve millet olmanın şuuruna ve bilinci­ne erişir ki burada karşımıza millet ve milliyetçilik kavramı çıkar. Bizi bir arada tutan aynı ülkü uğrunda hizmet etmemizi sağlayan, ülkemizin birliği ve geleceği için birlikte çalışmamızı sağlayan en önemli etken değerlerdir.

Bu hususta Milliyetçilikte “birlik” fikri çok önemlidir. Eğer ülke veya yurt işgal edilmişse kurtarılmasında, bölünmüşse bütün milletin memleket içinde bir araya geti­rilmesinde zemin oluşturur. Ayrıca millet içindeki diğer milletlerinde kardeşliğini vur­gulayarak birlikte hareket etmesini sağlar ki tıpkı kurtuluş savaşında olduğu gibi. De­ğerlerin insanları bir arada tutmasıyla millet oluşur ve bu sayede de devlet oluşur. Not: çok hamasi olmuş araştırmanın bilimsel kriterlere oturması için taraflı üsluptan vaz ge­çilmeli Devleti oluşturan Topluluk (millet), Ülke (vatan), Devlet kudreti (egemenlik) ve siyasi örgütlenme olarak sayılan dört temel unsurdan bir tanesi olan “vatan” devletin ikinci temel unsuru kabul edilir. Ülkesi olmayan bir millet, devlet niteliği kazanamaz. Bir devletin var olabilmesi için hudutları belli bir toprağın bulunması mecburidir. Aksi halde o topluluk, bir göçebe güruhu olmaktan öteye gidemez. Özcesi vatan; devlet ege­menliğinin veya devlet kudretinin kullanıldığı çevredir (Memiş,1998).

Burada millet kavramına açıklık getirmemiz gerekiyor. Millet: Geçmişte birlikte yaşamış ve gelecekte de birlikte yaşama arzusu gösteren topluluktur. Millet kavramı, devamlılık ve ebedilik düşüncesini ifade etmektedir (Memiş,1998). Bizim için millet aynı kültürü paylaşan ve aynı kültür içerisinde yetişen, aynı değerleri özümsemiş ve aynı değerler ile çocuklarını yetiştirmiş ya da yetiştiren bir topluluktur. Erol Güngör’de “Devlet” denen siyasi organizasyonun, milletin maddi ve manevi kültürünü ayakta tutmak; onu yaşatmaktan ve gelişmekten alıkoyacak tehlikeleri ortadan kaldırmak için kurulduğunu ifade eder. Güngör, millet haline gelmek isteyen toplulukların bir an önce siyasi bağımsızlığa kavuşmak için çırpınmalarının nedeninin de bu olduğunu söyler. Bu durum Türkler için daha çok geçerlidir. Çünkü Güngör’ün de belirttiği gibi Türk milleti devletlerini, milli varlıklarının temel direği sayan bir millettir. Milleti ayakta ve bir arada tutan şey ise milli ve manevi değerler ve bu değerlere milletin bağlılığıdır. Kısaca millet olmanın yolu milli ve manevi değerlere bağlılıktan geçer ki bu da bizi milliyetçilik duy­gusuna götürür ve bu duygu da birleştirir (Gökalp, 1975: 80).

Milliyetçilik, milli kültürü bizzat bir medeniyet kaynağı haline getirmek ve cemi­yeti soysuz değişmelerin açık pazaryeri halinden kurtarmak hareketidir. Binaenaleyh milliyetçilik aynı zamanda bir medeniyet davasıdır. Milli kültürümüzün bir medeniyet kaynağı haline gelmesi ve cemiyetin soysuz değişmelere açık pazar yeri haline gelme­mesi için bizler değerlerimize sımsıkı sarılmalı ve bu değerler etrafında örgütlenmeliyiz. Bu durum bizi daha güçlü kılacak ve ortaya iradesi yüksek bir millet çıkacaktır (Güngör, 2004: 100).

Bir insan değerlere bağlılığı oranında toplumuna ve milletine bağlanmış olur. Türk milletinin maddi ve manevi değerlerini özümseyen ve onlara sıkı sıkıya bağlı olan bir toplulukta millet olma ve milliyetçilik şuuru kolay oluşur. Bunun en güzel örneği yine eski Türklerde vardır. Türkler törelerine bağlı bir millettir ve bunun yanında göçe­be bir yaşam da sürüyorlardı. Göçebe yaşam süren diğer milletlerde yüz kızartıcı suçlar, namus suçları çok fazla yaşanırken Türklerde bu suçlar hiçbir zaman yaşanmamıştır. Çünkü onları bir arada tutan değer töre idi. Töreyi kabul eden kişi törenin kanunlarını da kabul etmiş olurdu. Türkleri bir arada tutmasıyla ve milletleşmesine büyük katkı sağlaması nedeniyle törenin kanunları Türk milli ve manevi değerleri ile de örtüşmekte- dir. Zaten milliyetçilik duygusu da bir millete mensup insanların birbirlerine olan bağlı­lık duygusundan ileri gelir.

 

11.  Sonuç

İnsanların ve milletlerin hayatta başarılı olmalarını sağlayan, bunda etkili olan en önemli faktörler milli kültür ve milli karakter olarak karşımıza çıkmaktadır. Türk kültü­rü ve Türk milli karakteri Türkleri büyük hedeflere yönelten, koşturan ve ona ulaştıran esaslardır. İnsanları harekete geçiren zengin milli kültür ve bu kültürle şekil alan sağlam karakterdir. “Eğer milli kültüre sahip değilseniz ve öz benliğinizden çıkmış, binlerce yıllık birikimden meydana gelmiş olan bu değerleri koruyamıyorsanız kolayca asimile edilebilirsiniz” demektir.

Milli değerler bir milletin içinde yüzyıllar boyunca gelişerek kültürünün temelle­rini oluşturan, yaşanan toplum içerisinde doğruluğu kabul edilmiş, toplumun faydasına olan, ekonomik, dini, sosyal, ırki, ilmi, siyasi, tarihi ve kültüre bağlı olan kural ve inanç­ların tümüdür. Bu bakımdan Türk kültürünün evrenselleşmiş bir dili olan ve karakteri, milli değerlerimizin ve milli kültürümüzün devamlılığı, gelecek nesillere aktarımı ve toplum içerisinde yaşatılması için ilköğretim ders programlarında Türk milletinin benli­ğini ve karakterini bulduğu bu değerlere de mutlaka yer verilmelidir. Türk’ün kendi kimliğini, özde ne olduğunu ve ne olması gerektiğini çözümleme açısından milli değer­lere göre şekil alan karakterimiz sarsılmaz bir yapıya sahip olacaktır. Bireyin düzenli ve mutlu bir yaşam sürebilmesi ve toplum içinde bir yer kazanabilmesi, sağlıklı bir karak­ter gelişimi ile olanaklıdır. Kişiliği oluşturan faktörler temeli olarak ise milli ve manevi değerler ortaya çıkmaktadır.

Kaynakça

Akbaba Altun, S. (2003). Eğitim yönetimi ve değerler. Değerler Eğitimi Dergisi 1, (1).

Akgündüz, A. (2006). Bilinmeyen Osmanlı. Osmanlı Araştırma Vakfı Yayınları.

Akurgal, E. (1998). Türkiye’nin Kültür Sorunları, (I.Baskı). Ankara: Bilgi Yayınevi.

Arslan, F.Ş. (2008). Sünen-i ebû davud’un edeb bölümünden hareketle Hz. Peygamberin karakter eğiti­minde yer alan ahlâki değerler, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Aydın, M. (2003). Gençliğin değer algısı: Konya örneği. Değerler Eğitimi Dergisi 1, (3), s.122. Baltacıoğlu, İ.H. (1966). Kültürce Kalkınmanın Sosyal Şartları. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi. Banarlı, N.S. (1985). Tarih ve tasavvuf sohbetleri (4. Baskı). Kubbealtı Yayınları.

Başaran, İ. E. (1991). Örgütsel Davranış: İnsanın Üretim Gücü. Ankara: Kadıoğlu Matbaası.

Bilgiç, E. (1979). Kültür Nedir, Ne Değildir? Milli Eğitim ve Kültür Dergisi 1 (3), 15-22.

Bolay, S.H. (2007). Aşkın değerler buhranı, Değerler ve Eğitimi Uluslar Arası Sempozyumu (1. Bas­kı). İstanbul: Değerler Eğitimi Merkezi.

Bostancı, M. N. (1995). Toplum, kültür ve siyaset. Ankara: Vadi Yayınları.

Çiftçi, N. (2003). Kohlberg’in bilişsel ahlak gelişimi teorisi: ahlak ve demokrasi eğitimi. Değerler Eğitimi Dergisi 1, (1).

Dikici, A. (2001). Geleneklerin toplumdaki yeri ve önemi. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 11 (2), 251-258.

Doğan, C. (2005). Yörüklerin sosyal hayatı. İstanbul: Kızılelma Yayınları.

Doğan, N. (2007). Kültür sosyolojisi. Ankara: Hece Yayınları.

Eröz, M. (1983). Milli kültürümüz ve meseleleri. İstanbul: Doğuş Yayınları.

Gökalp, Z. (1975). Türkçülüğün esasları. İstanbul: Türk Kültür Yayınları.

Gökalp, Z. (1978). Türk medeniyet tarihi. İstanbul: Kültür Bakanlığı Yayınları.

Güngör, E. (1989). Dünden Bugünden: Tarih-Kültür-Milliyetçilik Ankara: Mayaş Yayınları.

Güngör, E. (1989). Kültür değişmesi ve milliyetçilik. İstanbul: Ötüken Yayınları.

Güngör, E. (1992). Tarihte Türkler (3. Baskı). İstanbul: Ötüken Yayınları.

Güngör, E. (1993). Değerler psikolojisi. Amsterdam: Türk Akademisyenler Birliği.

Güngör, E. (1998). Değerler Psikolojisi Üzerine Araştırmalar. İstanbul: Ötüken Yayınları.

Güngör, E. (2000). Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk. İstanbul: Ötüken Yayınları.

Güngör, E. (2004). Türk kültürü ve milliyetçilik (16. Baskı). İstanbul: Ötüken Yayınları.

Güvenç, B. (1985). Kültür konusu ve sorunlarımız (2. Baskı). İstanbul: Remzi Kitabevi.

Kafesoğlu, İ. (1995). Türk milliyetçiliğinin meseleleri (3. Baskı). İstanbul:Ötüken Yayınları. Kafesoğlu, İ. (1996). Türk İslam Sentez, (II. Baskı). İstanbul: Ötüken Yayınları.

Kafesoğlu, İ. (1998), Türk Milli Kültürü, (17. Baskı). İstanbul: Ötüken Yayınları.

Kafesoğlu, İ. (1999). Türk milliyetçiliğinin meseleleri. İstanbul: Ötüken Yayınları.

Kafesoğlu, İ.(1989). Türk milli kültürü. (6. Baskı). İstanbul: Boğaziçi Yayınları.

Kılıç, R. (1998). Erol Güngör’ün ahlak anlayışı. Felsefe Dünyası Dergi, 27.

Kılıç, R. (2003). Ahlakın dini temeli (4. Baskı). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı yayınları.

Koca, S. (1977). “Tuz ve ekmek”. Türk Milli Kültürü Dergisi. Ekim Sayısı, 57-61.

Mengüşoğlu, T. (1971). Felsefi Antropoloji. İstanbul: Edebiyat Fakültesi Matbaası.

Moles, A.A. (1983). Kültürün toplumsal dinamiği (No: 21). İzmir: Ege Üniversitesi Edebiyat Fakül­tesi Yayınları.

Noyan, B. (1995). Bektaşilik, Alevîlik Nedir (3. Baskı). İstanbul: Can Yayınları.

Oktay, A. S. (2004). İslam düşüncesinde ahlaki değerler ve bunların global ahlaka etkileri, Değerler Ve Eğitimi Uluslararası Sempozyumu. İstanbul: Değerler Eğitimi Merkezi.

Özcan, H. (2002). Doğu Batı Bağlamında Uluslar Arası Türk Dili Ve Kültürü Konferansı Bildirisi.

Özen, Y. (2001). Sorumluluk Eğitimi,Nobel Yayıncılık , Ankara.

Özensel, E. (2003). Sosyolojik bir olgu olarak değer. Değerler Eğitimi Dergisi 1,(3), 217-239.

Öztuna, Y. (1998). Tarih Sohbetleri I. İstanbul: Ötüken Yayınları.

Pala, İ. (2009). Tavan Arası, (9. Baskı). İstanbul: Kapı Yayınları.

Poyraz, H. (2007). “Değerlerin Kuruluşu ve yapısı” Değerler Ve Eğitimi Uluslar Arası Sempozyu­mu. İstanbul: Değerler Eğitim Merkezi.

Sarı, E. (2005). “Öğretmen adaylarının değer tercihleri: Giresun eğitim fakültesi örneği”, Değerler Eğitimi Dergisi 3, (10).

Sayar, M. (2002). Türklerde Dini ve Kültürel Hoşgörü, Atatürk ve Laiklik. Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi.

Sayar, M. (2002). Türklerde Dini ve Kültürel Hoşgörü, Atatürk ve Laiklik. Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi.

Soykan, Ö. N. (2007). “Genel Geçer Bir Ahlak Olanaklı mıdır?”, Değerler ve Eğitimi Uluslararası Sem­pozyumu. İstanbul: Değerler Eğitim Merkezi.

Tan, M. (1981). Toplum Bilime Giriş. Ankara: Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Yayınları.

Toku, N. (2002). Değerlerin dilemması: subjektiflik ve objektiflik”, “bilgi ve değer sempozyumu bildirile­ri”. Ankara: Vadi Yayınları.

Turhan, M. (1972). Kültür Değişmeleri. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.

Türkben, Y. (2010). Erol Güngör’ün vicdan anlayışı. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 42, 327-332.

Türkçe Sözlük (Komisyon). (1988). Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.

Türkçe Sözlük. (1992). Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu.

Ülken, H. Z. (2001). Bilgi ve Değer. Ankara, Kürsü Yayınları.

Vendryes, J. (1968). Dil ve Düşünce. İstanbul, Tan Matbaası.

Yapıcı, A. ve Zengin, S.Z. (2003). “İlahiyat fakültesi öğrencilerinin değer tercih sıralamaları üze­rine psikolojik bir araştırma”, Değerler Eğitimi Dergisi 1, (4).

Yavuz, Ş. (2004). “Değerlerin şeceresi, doğası, sınırı ve devamlılığı: değerlerin dini ve sosyal karakteri ve sürekliliği”, Değerler ve Eğitimi Uluslar arası Sempozyumu. İstanbul: Değerler Eğitim Merkezi.

——————————————

[i] Hikmet Yurdu, Yıl: 7, C: 7, Sayı: 14, Temmuz – Aralık, 2014/2, ss. 59 – 87

[ii] Erzincan Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, [email protected]

Yazar
Yener ÖZEN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen