Modern Dünyanın Eğitimi: Erdemden Değere

Modern Dünyanın Eğitimi: Erdemden Değere[i]

Doç. Dr. Ahmet KESGİN

Giriş

Bu metinde amaç, modern zamanda inşa olan eğitimin varlığım (ontolojik zeminini ve varlık sebebini), mana ve iddialarım (epistemolojisini) ve ‘değeri’ni (siyasî-ahlâkî-iktisadî değerlerini) ‘değer’ ve ‘erdem/fazilet’ kavramları üzerinden tartışarak değerler eğitimi sorununa farklı bir bakış açısı sunma çabasıdır.

Yine bu metinde öncelikle değer (value)’in anlamı ve karşılığının ‘aslında ne olduğu’na dair bir çerçeve sunularak ‘erdem’ ile ilişkisinin modern zamanla birlikte evrildiği durum ortaya konulmaktadır. Dolayısıyla kıta Avrupası’nın modern dönem icadı olan ‘değerler (values) eğitimi’ ile ‘kadim erdem (fazilet)’ arasındaki derin epistemolojik fay hattını modern döneme hakim olan temel olgular üzerinden ele almak, yaşanan dönüşüm ve değişim hakkında önemli zaviyelere kapı aralar. Bu yeni sürecin plat’formu’nu kuran insan, yeni insandır. Öyle ki dönüşüm, insanın artık homo ecomonicus (tüccar, girişimci, yatırımcı vs)’a dönüşümünedir. Yeni sistemi ve süreci artık bu insan kurmaktadır. Öncelik onun değerleridir. Bu yönüyle metinde öncelikle temelden bir sistem değerlendirmesi yapılmaktadır. Erdem ve değerler bu çabanın önemli birer aracı olarak kullanılmakta ve sözü edilen durumun eğitimdeki yansımaları üzerinde durulmaktadır. Fakat bu durum özünde, eğitimin temel felsefeleri (ideolojileri demek gerekir) ve varlık sebebiyle doğrudan ilintili bir mesele olması hasebiyle, modern eğitimin kurucu mana ve mahiyetinin genel hatlarıyla röntgenini çekmek gerekmektedir.

Çalışmanın kapsamı, iktisadî insanın ayarlarına göre teşekkül etmiş olan yeni dünyanın eğitim anlayışının, Türk eğitim sisteminde değerler eğitimi terkibinin değer kısmına nasıl yansıdığını erdem/fazilet ile karşılaştırarak tartışmaktır. Çalışma, bu genel çerçevenin üzerinde oluşmaktadır.

Konunun değerlendirilmesine başlarken öncelikle başlıkta öne çıkan kavramsallaştırmanın kastını açıklığa kavuşturmak gerekmektedir. Başlığın ilk kısmı genel, ikincisi ise daha özel bir mana taşıyan niteliğe sahiptir. Yine başlığın ikinci bölümü, ilk bölümde ileri sürülen fikrin müşahhas zeminidir.

Buna göre, başlığın ilk bölümü için şu çerçeveyi oluşturabiliriz: Modern dünyanın eğitimi ifadesiyle kastedilen şey, söz konusu zaman açısından eğitimin ifade ettiği anlamın (veya üstlendiği görevin) ne olduğudur. Daha somut bir şekilde yazacak olursak, modern dünyanın içinde inşa olduğu zihniyet dünyasının doğurduğu bir eğitim anlayışı ve bunun onu kendisinden önceki bütün zamanlardan farklılaştıran nitelikleri vardır. O sebeple söz konusu eğitim olgusu, modern dünyanın eğitimi/anlayışı (eğitim paradigması, zemini) olarak tespit edilmektedir. Bu noktadan itibaren yalnızca burada irdelenen kavramlar ve temsil ettikleri alanlar değil, özellikle 20. yy.’ın tamamı, önceki asırdan bu yana artan bir tesirle, söz konusu zeminden (paradigma) beslenerek teşekkül etmekte ve müesseseler o zeminde ortaya çıkan ihtiyaç veya iştaha göre tesis edilmektedir. İşte bu temel varsayım üzerinden değer ve erdem/fazilet kavramlarının modern dünyanın eğitimine nispeti ele alınmakta ve aslında aranılan ile fiili olan arasındaki onarılamaz fay hattı irdelenmektedir. Bu vesile ile aslında aranılan ile her defasında var olan (fiili olan, var olmak zorunda olan) arasındaki zihinsel ve duygusal kopuşa bir yorum geliştirmek mümkün olacaktır. Dahası arayan, aradığını yine var olduğu veya şahsiyetinin inşa olduğu hatta eleştirdiği sistemin içinden yapmak durumundadır. Bu da şu ifadeye emin ve önemli bir zemin hazırlamaktadır: Arayanlar (değerler eğitimi vesilesiyle vs.) eleştirilen şeyin bir parçası olarak aramak durumundadır. O sebeple bulunan şeyler, ancak o eleştirilen ana unsuru biraz daha ve zaman için estetize etmekten başka bir işe yaramamaktadır. Başlığın ikinci bölümü, bu temel varsayım için önemli bir örneklem olmaktadır. Bu metnin aradığı şey, sonuçta bu çerçevenin tespitine yöneliktir.

 

1. Modern Dünyanın Eğitimi

Metne rehberlik edecek önemli bir soru ile başlayabiliriz: İnsanlar, çocuklarını okullara hangi amaçla göndermektedirler? Bu soruyu şu alt sorular ile genişletebilir ve destekleyebiliriz: Çocuklarının daha iyi insan olabilmeyi edinebilecekleri gerçekçi bir sürece tâbi tutulabilmesi için mi; yoksa bir meslek sahibi olabilmeleri için midir? Temel talep veya arz nedir? Ya da burada arz edilen ile talep edilen şey aslında hangisidir ve aynı değere mi sahiplerdir? Buradaki ayrımı daha da keskinleştirmek için sorunun çehresi iyice belirginleştirilebilir. İnsanlar, çocuklarını hangi temel arzu ile okula göndermektedirler? Okul tecrübelerini yaşayan veya kendi çocuklarının sürecine müdahil olan her insan, bu sorulara rahatlıkla cevap verebilir. Yalnızca iyi insan olabilmek için sonunda bir meslek hayalinin kurulamayacağı okula gitmek/göndermek mümkün müdür? İyi birer insan olabilmenin rehberliğinin yapılabilmesi okuldan beklenebilmektedir, ancak bu durum okulun varlığının temel sebebi midir? Bu sorulara 150 yıldır ortaya çıkan eğitim felsefelerini (aslında ideolojilerini demek gerekir) irdeleyerek değil, öncelikle okul dönemlerinde yaşanan resmi ya da gayri resmi deneyimlere bakarak rahatlıkla cevap bulmak mümkündür. Sonuçta ortaya çıkan ahval, özellikle modern döneme aittir ve söz konusu durum yaklaşık üç yüzyıldır yaşanan toplumsal, siyasî, iktisadî vs. gibi çeşitli insan etkinlik alanlarında yaşanan muazzam dönüşüm ve değişimin sonucudur. Değerler eğitimi konuları, böylesi bir sürecin içinde muhteva kazanmak durumundadır. Şimdi öncelikle modern dünyanın eğitimi ile kastedileni, ardından eğitimin de kendisine göre şekillendiği temel zemini değerlendirelim.

Modern dünyanın eğitimi, en öz ifadeyle öncelikle içinde yaşadığımız zaman diliminin şekillendirdiği, talep ettiği ana akım eğitim anlayışını ifade eder. Burada şekillenen anlayış, belirli bir tarihsel zaman ve tecrübenin yükünü alarak oluşmuştur. Bir tecrübenin varlığı, doğal olarak bir faile işaret eder. Buradan hareketle modern dünyanın eğitiminin, hem bu faile hem de onun fiiline çağrışım yaptırdığını tespit etmek mümkündür. Faile işaret eder, zira modern dünyadaki modern kavramı bir anlayışı temsil ettiğinde, modern dünyanın eğitimi, modern dönemin sahip olduğu temel niteliklerin kazandırılabilmesi için ortaya konulan temel bir bakış açısını ifade eder ve onun inşa etmek istediği her ne ise, aynı zamanda ona temel bir zemin sunar. Diğer taraftan onun bir fiilidir, zira modern dönemde yaşayan bütün insanlığın, söz konusu bakış açısı doğrultusunda talim ve terbiye ettirilmesi büyük önem taşır ve yeryüzünde yaşayan ‘modern insanlar’, bunu manzaranın bütününü bilerek ya da bilmeden zaten talep etmektedirler. Yani modern zamanın sahip olduğu -buradaki konuyla ilgili olabilecek şekilde- manayı içermek zorunda olan eğitimin, onun kurucu unsuru (veya unsurları) her ne ise öncelikle insanları geleneksel dokular ve ağlardan ‘özgürleştirerek (aslında bireyselleştirerek)’ ona yönelmelerini sağlayacak şekilde insanları talime ve terbiyeye almalıdır, ve dahi almaktadır.

Başlıktaki terkibin zikredilen iki farklı niteliğe sahip olmasına rağmen onun tek bir zeminin tecrübesinden neş’et ettiğini görmek mümkündür. O zemin ise, Yahudi-Hristiyan, Roma (hukuku) ve eski Yunan felsefesi temellerine oturduğu varsayımına dayanan medeniyet (civility-civilisation) iddiasının mekanı olan, öncelikle ‘batı Avrupa’ ve sonrasında ona ayak uyduran diğer batılı tecrübelerdir. O sebeple modern dünyanın eğitimi olgusunun kurucu fâili öncelikle Avrupa, ardından batı medeniyetidir, tespitini ortaya koymalıdır. Bu medeniyetin o kadar kapsamlı bir tesiri vardır ki, tesir kapsamı bakımından onu tarihteki benzerleriyle kıyaslamak dahi mümkün değildir. Bugün dünya üzerinde genel geçerlilik kazanmış bütün teorik (nazari) alt yapı ya batı kaynaklıdır ya da (bilerek ya da bilmeyerek) istikametini oraya çevirmiş olan zihinlerin iddiaları olarak öne çıkar. Karşısında durduğunu (sözgelimi, yerlilik iddiaları gibi) iddia edenler dahi bu duruşlarını, öncelikle ona göre vaziyet alış şeklinde tanzim etmek durumundadırlar. Söz konusu müddeinin zihni ve şahsiyetinin bu süreç içinde inşa olmuşluğunu bir an görmezlikten gelmiş olsak dahi, kendisinin karşısında durulduğu iddiasıyla söz konusu modern fail ve fiilleri, ‘model’ ve ‘platform’ olarak yine oradadır. Bu bağlamda batılı bakış açısının hakimiyet alanı, tarihteki benzerlerinden eşsiz bir tesir ile ayrılır. Hasılı, modern dünyanın eğitimi, öncelikle böyle bir tesir ve zemine sahiptir.

Diğer taraftan buradaki ‘modern’ nitelemesi, belirli bir anlayışı ve dahası bir ‘projeyi’ ifade etmektedir. Bu anlayışın gelişiminin farklı bilim ve yaşam alanlarında farklı yansıma ve gelişimi olsa da başlangıçta bir projeden ziyade kendiliğinden gelişen bir olgu olarak değerlendirilebilir. Ancak zamanla yoğun bir proje şekline dönüşerek günümüze ulaştığını, bugün daha belirgin bir şekilde görmek mümkündür. Eğitim sistemleri, hem bu projenin en belirgin tezahürleridir hem de onun yeniden ve sürekli olarak üretim odaklarıdır. Bununla birlikte modern süreç, Avrupa için özellikle 17., 18. yy. ve sonraları için tam bir dönüşümün hikayesidir. Diğer bir ifadeyle, söz konusu olgu bir tecrübeye ve tarihsel bağlama yaslanmaktadır. Bu bağlam içtimai, teolojik, siyasi başta olmak üzere bir takım geleneksel alışkanlıklara oturmak zorundadır. Ancak kullandığı yöntem (usûl) sayesinde nesnellik hükmü kazanan bilim ve onun bir tezahürü olan teknik, onun kökleşmesi ve yaygınlaşması için ona bu süreçte en önemli katkıyı sağlamaktadır. Eğitim, böyle bir sürecin paydaşı olarak sürecin neticelerini daha da yaygınlaştıran ve derinleştiren bir görev üstlenmesiyle birlikte yine bu sürecin motivasyonları (talep edilmesi) ile ortaya çıkmış ve sürekli olarak bu süreci hem yeniden üretmiş hem de kendisinin yaslandığı tarihsel ve güncel meşruiyet zeminlerini canlı tutarak genişletilebilmesine katkısı olmuştur. O sebeple, modern dünyanın eğitimi öyle yalnızca iyi insan hedefini güden bir talim-terbiye süreci değildir. Şimdi bu sürecin temel zemini hakkında genel bir çerçeve oluşturabiliriz.

 

a. Modern Dünyanın Şekillendiği Tarihsel Zemin

Bugün içinde yaşadığımız zaman dilimi, tarihteki bütün zamanlardan daha güçlü bir şekilde dünya üzerinde yaşayan bir bölgenin tesiri altındadır. Bu durum bir vakıadır. Her şeyden önce kendimizi, toplumu, dünyayı, evreni, rüyaları, tarihi vs. gibi organik-inorganik dünyaları anlamak ve anlamlandırmak için kullandığımız beşeri-içtimai-tabiat-laboratuvar bilimlerinin hemen hepsinin mayalandığı veya büyük teorilerin (aslında nazariyelerin) kurgulandığı ana yatak batı ve 19. yy. tecrübesidir. Özellikle sosyal (social) bilimler 19. yy. menşeilidir (Gulbenkian Komisyonu: 2012: 11-36). Dolayısıyla öncelikle belirlemek gerekir ki, belirli bir zemin ve zamanın çocuklarıdırlar. Şimdi bu temel zemini bazı temalar ile tasvir etmeye çalışalım.

Avrupalılık kimliğinin en önemli unsurlarından birini Hıristiyanlık oluşturmaktadır. Özellikle Haçlı Seferleri döneminde ortaya çıkan ortaklaşa hareket etme süreci, bu kimliğin oluşmasına önemli katkılar sunmuştur. Hıristiyanlığın Avrupa tecrübesinde ortaya çıkan seyrindeki farklılığı açıklığa kavuşturacak birçok farklı yorum söz konusu olabilir. Ancak özellikle “Tanrı’nın insanlaştırılması” serencamı, diğerlerinde de olmak ile birlikte öncelikle batı Hıristiyanlığı’nda (Katoliklik ve daha sonrasında Protestanlar) oldukça bariz bir tecrübe olarak öne çıkar. Bunun köklerinin ne olduğu veya niçin böyle bir durumun ortaya çıktığı ile ilgili birçok sebep ileri sürülebilir. Bununla birlikte Akdeniz kuşağında bulunan Roma’nın uyrukları yanında Hıristiyanlık öncesi batılıların ataları olan Angler, Saksonlar, Franklar, Cermenler, Vikingler, Vandallar, Vizigotlar (vs.) gibi kabilelerin alışkanlıklarına yönelik bir araştırma da bize bu konuda birçok veri sunabilir.

Modern dönemin şafağına kadar inancın temelini oluşturan Tanrı inancı’nda yukarıda vurguladığımız bir manzara vardır. Bu durum hiç şüphesiz modern dönemde de devam etmiştir, ancak önceki dönemlerdeki yoğunluğu ve yaygınlığını kaybettiği de aşikardır. Buna göre modern dönem öncesinde daha yaygın bir şekilde kabul gördüğü üzere Tanrı, varoluşun kaynağı ve yaratıcısıdır. İsa, insanlardan bir insan olmasına rağmen o da Tanrı’nın oğludur. Dolayısıyla o da bir tanrıdır. Bunun temellendirilmesine yönelik farklı yorumlar olsa da Tanrı’nın bir insan gibi başka insanların elinden acı çeken, zulüm gören, onlara anlatan, onlarla mücadele eden vs. gibi eylemlerde bulunan ve sonunda insanların arasından ölerek (veya ölmeyerek) ayrılan birisidir. Buna rağmen Tanrı’dır ve bunun ilahiyat alanında tam bir alt yapıya kavuşturulması ve savunulması çabası uzun yüzyıllar boyu devam etmiştir. Hıristiyanlığın kurumsallaşması ile birlikte bu bakış açısının sağlamlaşması da artık kiliseler ve kiliseye hakim olan sınıf(lar) aracılığıyla mümkün olmuştur. Buradaki temel vurgu, Tanrı’nın insanlaştırılmasınadır ve sonuçta buna uyum gösterecek şekilde oluşan kurumlar aracılığıyla bu bakış açısının yaygınlaştırılmasınadır. Tıpkı Yunan paganizminde olduğu gibi tanrı, görünebilen, dokunulabilen, kendisine zulmedilebilinen, kendisiyle dostluk edinilebilinen bu dünyanın içinde müşahhas bir varlıktır. Kilise’nin doğu-batı Hıristiyanlık merkezleri olarak ikiye de ayrılma süreci bu temel inancı değiştirmemiştir. (Armstrong, 1999). Modern dönemde ise bu bakış açısı dönüşmeye başlar.

Dönüşüm, tanrı-insan modeline yatkın batılı zihniyetin hiç de zorluk çekmeden giderek kitleselleşecek şekilde “insanın tanrılaştırılması” sürecine doğrudur. İlkinde tanrılaşan insan tektir ve buna refakat eden kurumlar vardır. Ancak bu yeni durumda, hem ontolojik hem epistemolojik ve hem de ahlâkî olarak her şeyin kaynağı insan (tek tek insan)’dır. Metafiziksel kaynak yavaş yavaş batılı zihnin beslendiği kaynak olmaktan uzaklaşmakta, zemin daha çok seküler bir ortama dönüşmekteydi. 19. yy. A. Comte’un lisanıyla artık bu durumun ilan edildiği yüzyıldır (Comte, 1986). Bu ahval, batının zihinsel süreçlerinde oldukça güçlü sayılabilecek tesirler oluşturarak modern dönemi kurmuştur. Kısaca buna yönelik genel bir tasvir oluşturmak gerekirse; kozmolojide Kopernik, dünya merkezli kâinat tasavvuru yerine eşyanın hareketinin gözlemcinin hareketiyle açıklanabileceği tasavvurunu yerleştirince, Avrupalı modern birey temel tasviri ortaya çıkıyordu. Bunun anlamı, insanın nesnel dünyanın tezahürlerini kendi öznel durumuna indirgeyerek bilebilmesidir. Kepler, Galileo ve Newton kozmolojide Kopernik’in halefleri iken Descartes ve Kant, Kopernik’in getirdiği devrimi felsefede devam ettirmiştir (Kesgin, 2016).

Buna göre Descartes, insanı dış dünyadan tamamen farklı ve bağımsız olarak kavrayan ve açıklayan bir filozof olarak sahneye çıkmıştır. Ona göre insan, evrenin bir parçası değil onun dışında, kendi ayakları üzerinde duran ve ona hükmedecek olan varlıktır. Şüpheci, temkinli, ancak yeni insan. Bu durum, yukarıdaki tasvir ile tekrar ifade edilecek olursa, modern dönemin Rönesans ile birlikte Tanrı’yı insanlaştıran geleneksel zihinsel tutumu, tanrılaştırılan insan algısına doğru bir dönüşümün önemli bir aşamasını temsil eder. Descartes’in yeni öznesi, Kant ile birlikte epistemolojik temellerine de kavuşur. Buna göre, insan aklı, dış dünyadan tamamen farklı ve onun doğrudan elde edebildiği tek gerçeklik, bizatihi kendi tecrübesidir. Bu durumda akıl son merhalede, dünyaya dair kendi yorumunu bilebilir. Diğer bir ifadeyle, bilgi ancak aklın yorumu olarak tezahür edebilir. Bu, aklın kendi öznel yapısı ile ilgili bir sonuçtur. Dolayısıyla akıl, dış gerçekliğin kendisini değil onların tezahürlerini (fenomenlerini) tecrübe edebilir. Sonuçta bütün bilgi insan aklının yorumlarından ibarettir ve bu haliyle özne ile nesne arasında bilgi bakımından aşılamaz bir engel vardır. Ahlâk alanı da bundan bağımsız değildir. Ahlâkî erdemleri belirleyen yine insanın kendi fiiline duyduğu evrensellik inancıdır. Sonuçta modern dönemde kozmolojik, ontolojik ve epistemolojik olarak yeni kaynak, insanın kendisidir (Kesgin, 2016).

Bu durum batı için yeni bir olguydu ve sürecin yaygınlaşması ve derinleşmesi oldukça fazla zaman aldı. Birbirini besleyen diğer birçok paydaş ile birlikte gelişen sürecin sonucunda, zaman ilerledikten ve bu yeni durum maya tutup büyük bir yaygınlık kazandıktan sonra Voltaire ve Dostoyevski başta olmak üzere birçok düşünür, Tanrı’nın ortadan kalkmasının her şeyi mübah kılacağı vurgusunu çeşitli yazılarında ifade etmeye başlamışlardır (Akt. Alatlı, 2014: 1079 vd.). Zamana hükmeden temel zihniyete göre insan, Tanrı’nın yarattığı ve bunun sonuçlarını taşıyan bir varlık olarak değerlendirilmekten çıkmakta, doğası anlaşılmaya çalışılan bir doğa varlığı olarak tanımlanmaktadır. Diğer bir ifadeyle makrokozmosun bir parçası ve ondaki ahengin bir mikrokozmosu olarak var olmak durumunda olan insan, artık bu konumunu terk etmektedir. Başka bir ifadeyle bütünün mümessil bir cüz’i olduğu bakış açısı kaybedilmektedir. Bu yeni durumda her şey ona göre tanımlanan ve anlamlandırılan bir varlık konumu elde edilmektedir. Yüzyıllardır mahlukatın bir halikı olduğuna inanan kitleler arasında artık mahluklar arasında bulunan insanın tanrıyı yarattığı iddiaları, felsefeden psikolojiye, geniş çapta karşılığı olan çalışmalara ve metinlere dönüşüyordu (Shmidt, 1935: 73-89. Taylor, 2016: 369-417. Durkheim, 2005: 69-94. Marett, 1900: 162­184. Freud, 2012).

Bu zihinsel dönüşüm, 17. yy.’da artık iyice görünür olmaya başlıyordu. Söz konusu yüzyılda öne çıkan metinlerde insanın merkezi değeri iyiden iyiye artıyordu. Bir siyasal varlık olarak insanı ele alan Hobbes, insan doğasının kötücüllüğüne dikkat çekiyor ve bir arada yaşamanın ancak üstün bir üst güce, yine insanların oluşturduğu bir kuruma iradelerin devredilmesinin gerekliliğini felsefesinin odağı haline getiriyordu (Hobbes, 2011). Hıristiyanlıktan tevarüs eden doğuştan kötücül bir doğaya sahip olan insan, artık modern dönemde doğrudan insanın kendisi ile temellendiriliyordu. 18. yy.’da ise hem Anglo-Saksonlar (Shaftesbury, Hume, Locke) hem Fransızlar (Montesquieu, Voltaire, La Mettrie, D’Alembert, Diderot, D’Holbach, Rousseau vs.) hem de Alman Kant belirgin bir şekilde sözünü ettiğimiz temel zemini kuran ve sistematik bir hale kavuşturan dönemin insanları olarak öne çıkmaktadırlar. Öyle ki modern dönemin bütün epistemolojik kurgusu, aydınlanma çağı olarak bilinen bu dönemde inşa edilmiştir. Özellikle insan ve toplum bilimlerinde kurucu kavramların (kültür, medeniyet, imparatorluk gibi) büyük bir kısmı bu dönemde yeni mahiyetler kazanıyorlardı. Sözgelimi, Rönesans terimi bu dönemin önemli bir tarihçisi olan Michelet’in eserinin adıydı. Artık ilgili dönem Rönesans dönemi olarak bilinmeye bilinecek ve eğitime konu olacaktı. Zaten insanlığı (elbette öncelikle kendi toplumlarını) dönüştürmek ve değiştirmek arzusu ile hareket eden dönemin öne çıkan birçok düşünürü, çeşitli organize çalışmalar da yapmaktaydı. Ansiklopedi çalışmaları bunlardan biri olarak 18. yy.’a damgasını vuran önemli eserlerdendi (Kesgin, 2016). Başka bir ifadeyle süreç açık bir şekilde projeye dönüşmüştü.

Bunlar ile birlikte bu dönem ve sonrasında yaşanan bilimsel-toplumsal ve teknik dönüşüm, 19. yy.’da çeşitli araçlar ile kendisini gösteriyordu. Bunların başında siyasi ideolojiler, yaşanan toplumsal ve siyasi dönüşümleri anlamlandırmak ve onlara yön verebilmek maksadıyla fen bilimlerinin tesiriyle beşeri ve sosyal bilimler kendini göstermeye başlıyordu (Komisyon, . Bu süreci motive eden temel unsurlardan birisi yaşanan muazzam toplumsal dönüşümler ve beraberinde gelen sorunlardı. Avrupa bunu yaşarken onların kapı komşusu olan Osmanlı toprakları da bunlardan fazlasıyla nasibini alıyordu. Bunların başında öncelikle Osmanlı’nın aleyhine olacak şekilde sınır değişikliklerine yol açan siyasi tesirler geliyordu. Çok geçmeden söz konusu tesir kendisini her alanda göstermeye başlamıştı. Artık 19. yy. sonlarına gelindiğinde tartışılan en önemli konulardan birisi eğitim sistemi ve mahiyeti olmaya başlamıştı. Avrupa tesiri, kendisini böylece hissettirmeye başlamıştı. Bu tesir yaklaşık yüz elli yıldır kesintisi bir şekilde eğitim üzerinde neredeyse kesintisiz bir şekilde günümüze kadar sürmektedir (Ergün, 1996: 28-34 vd.. Ergin, 1977: 306-736).

Sözü edilen bu sürece en büyük katkıyı onu hem üreterek hem de yaygınlaştırarak – Avrupa içinde- gelişen ve oraya özgü nitelikleriyle öne çıkan bir sınıftır. Toplumların (onları oluşturan bireylerin) kısa zamanda üretim-tüketim sarkacının en önemli unsurları haline gelmesini sağlayan, yeni ulus devlet şablonun da taşıyıcısı olan iktisadi insan (tüccar- girişimci sımftı)’dır. Kazanma hırsı ve tasarruf, bütün yukarıdaki sürecin sonunda, oldukça estetik bir meşruiyete kavuşmuştur. Öyle ki hem hukukî hem de ahlâkî meşruiyeti elde etmesi çok uzun zaman almamıştır. Zira bütün bir süreç, bütün paydaşlarıyla birlikte bunu anlamlandıran bir süreçtir. Ahlâk ve siyaset felsefeleri başta olmak üzere farklı bazı birimleriyle felsefe, iktisat başta olmak üzere insan ve toplum bilimleri, ideolojiler ve dinin farklı yorumları (kimi protestan mezhepler -sonuçta Batı Hıristiyanlığıydı-) bu sürecin oldukça anlamlı bir zemine oturmasını sağlamışlardır.

Söz konusu hırs ve onun meşruiyete sahip olması, yaklaşık 19. yy.’a gelinceye kadar 400 yıl boyunca dünyayı Meriç’in ifadesiyle büyük bir salhaneye de çevirmişti (Meriç, 2006). Kıta dışına uygulanan siyasi olguların başında gelen sömürge, soykırım, köle ticareti gibi meseleler onlara büyük zenginlikler, bunlara maruz kalanları da yüzyıllar boyu kendilerine gelemeyecek kadar büyük sorunlar ile baş başa bırakmıştı. Kıta içinde ise 1444-1783 arasında işlevsel olan engizisyonlar, cadı avları, mezhep çatışmaları, 100 yıl ve 30 yıl savaşları yanında uzun yıllar süren Napolyon savaşları, 1777 Amerikan ve 1789 Fransız devrimleri yanında bilimsel ve sanayi devrimleri gibi dört yüzyıllık dini-siyasi-teknik sorunlar ile 20. yy. eşiğine gelen batılı tecrübe, sözü edilen yeni sürecin hem doğumunu sağlıyor hem de bu doğuş sürecini besliyor ve yaygınlaştırıyordu. Sonuç itibariyle süreç, bütün boyutlarıyla birlikte birbirini tamamlayan ama aslında tek bir manaya evrilecek mahiyete sahipti. İnsan, kendi geleneksel mahiyetinden farklı bir zemine oturtularak yeniden anlamlandırılıyor, ona ait sorunlar ise işte bu temel zemine uygun bir zihniyet içinden değerlendiriliyor ve bunun nihayetinde geliştirilen yorum ve değerlendirmeler, söz konusu temel zeminin kurucu sütunlarını barındırmak zorunda kalıyordu. Sürecin zihniyeti, tanrı-insan şeklinde devraldığı mirastaki anlayışa paralellik arz edecek şekilde insan-tanrıya dönüşmekteydi. İlkinde tek bir insana indirgenen hak, şimdi mahiyetindeki sekülerleşmeye rağmen insana veriliyordu. Bu sefer, insanın dışından-ötesinden değil bizzat insandan yola çıkarak bu hak teslim edilmekteydi. Bir farkla, bu yeni süreç oldukça sekülerdi ve yeni süreci de bu zeminde inşa etmekteydi.

Bu süreçte insan hakkındaki bu temel kurgusal dönüşüm, diğer bütün alanların adeta ortak tezahürüydü. Yukarıdaki zikredilen paydaşların her biri, ortaya çıkan duruma katkısı bu doğrultuda gelişmekteydi. Bunların yanında ana kurucu unsur olarak iktisadi faaliyetler sürecin lokomotifi olmakta ve onunla birlikte gelen değerler de bütün değerlere rehberlik etmekteydi. Başka bir ifadeyle, artık başka alanlarda ortaya çıkan değerler, öncelikle iktisadi değerlerin tezgahından geçmek durumunda ve seküler bir zemine oturtulmak durumundadır. Elbette bu değerlerin toplumsal alanda görünür ve meşru olarak algılanması öyle kolay ve hızlı oluşmadı. Bunun en önemli nedeni alışkanlıklardı. Topluluk ve toplumlar belirli bir alışkanlıklar çevresinde şekillenen olgulardır. Topluluklar daha doğal bir süreç ile oluşurken toplumlar daha modern bir olgu olarak aynı zamanda siyasî projelerin sonucunda tanımlanan olgular olarak öne çıkarlar. O sebeple öncelikle topluluklar, kendi doğal alışkanlıklarının dışına çıkarlarsa, yeni olan teklife daha açık hale gelebilir ve bir proje olarak ‘yeni toplumlar’ haline getirilebilirler. Böylece Avrupalı topluluklar, geleneksel alışkanlıklarını sanayileşme dönemiyle birlikte yaşanan kırsaldan yeni oluşan kente göç ile değiştirmeye, oluşan yeni durumun tesirine (yeni sınıflaşmalara, değerlere, meşruiyete vs.) açık hale gelmeye başlamışlardı.

Sanayileşme, 18. yy.’a girerken yaşanmaya başlayan ve toplumlar üzerinde oldukça tesirli bir dönüşüme yol açan temel unsurlardan birisiydi. Bu bağlamda 19. yy. yeni sınıfların ve topluluk yapılarının ortaya çıkmaya başladığı dönemi temsil eder. Öyle ki toplumsal doku, artık geri dönülemeyecek şekilde farklılaşmaya başlamıştır. Bu yeni toplumsal süreçte yüzyıl içinde insanlar birçok yeni yaşama alışkanlığı ile tanışmaktaydı. Temel hak ve hürriyetler, çalışma hakları, sosyal politikalar gibi bireysel ve toplumsal alana dair tecrübeler, Avrupalı insanın hayatına girmekteydi. Ancak en temelde bir üretim-tüketim zeminine oturmuş, arz- talep piyasalarının şekillendirdiği toplumlar oluşmaktaydı. Sürecin esas dinamizmini kuran ve diğer her şeyin ona göre vaziyet aldığı temel olgu artık piyasa, yani iktisadi (ekonomik/ economic)[1] olgular, tercihler ve zaviyelerdi. Elbette bu sürecin de bir kurucu faili vardı. Yukarıda zikredilen iktisadi (tüccar, girişimci, sanayici, sermayedar vb.) sınıf, bu süreçlerde ortaya çıkan olgu ve değerlerin adeta taşıyıcı sütunlarıydılar. A. Smith, D. Ricardo, T. R. Malthus, J. S. Mill, J. Keynes (daha sonraki dönem) gibi Anglo-Sakson iktisatçılar ‘piyasa ekonomisi’nin temel unsurları (işgücü, ücret, mesai, arz-talep, tasarruf, üretim-tüketim vb. gibi) ve temel teorilerini (elbette aynı zamanda felsefelerini temellendirdikleri klasik liberalizm, neoliberalizm gibi) yine bu sürecin içinde temellendirmekteydiler. Bu zaviyelerin karşısında piyasacılığa muhalif duran K. Marx ve F. Engels ve Marxist teoriler ise yine söz konusu sürecin tamamlayıcı bir unsuru olarak ortaya çıkmaktaydılar.

Yine aynı dönemde özellikle 19. yy.’da Avrupa merkezci tarih, felsefi kurgu ve anlayışları iyice kökleşmekteydi. Alman idealistleri olarak bilinen J. G. Fichte ve G. W. F. Hegel gibi meşhur filozoflar, adeta Hıristiyanlığın tanrısının tarihe açılımını yine Avrupa merkezci bir şekilde ve fakat tam bir seküler izahatla yapmaktaydılar.[2] Tarih, nihai hedef olarak yalnızca Avrupalı’nın ulaşabileceği değerler sunan ya da yalnızca Avrupalı’dan neş’et edebilecek bir değerler alanıdır. Kimine göre (Hegel) özgürlük kimine göre ise (Marx) eşitlik (sınıfsız toplum) olarak görünen bu değerler, oldukça dünyevi bir tecrübenin sonunda elde edilebilirdi. Hegel’in zaviyesi her ne kadar mücerret bir görünüm arz etse de nihai olarak dünyevi tecrübeler olarak (veya aracılığıyla) tezahür eden bir süreç (teizmi) vardır. Sonuçta siyasi, iktisadi, felsefi, ahlâkî ve toplumsal olarak bir takım değerler öne çıkmaya başlıyordu. Artık geleneksel havuzda değer olarak kabul edilen ahlâkî erdemler yanında hemen her alanda kıymetlenmiş veya kıymetlendirilmiş değerler ortaya çıkmaya başlamıştı. Görüldüğü üzere insandan tarihe, iktisattan felsefeye, bilimden tekniğe oldukça tecrübi ve dünyevi alana yaslanan ve seküler yorumların hakimiyeti altına giren sürecin sonucu olarak değer kavramı ve değerler yeniden inşa oluyordu. Bütün bunların arasında iktisadi ve toplumsal bir değer olarak öne çıkan ‘çıkar’ için yepyeni bir hakimiyet ve kuşatma alanı açılıyordu. Zira yeni iktisadi tecrübenin, yaşanan süreçte (dönüşümde) onun lokomotifi olduğunu belirtebiliriz.

Kısaca sürecin tarihsel temasını oluşturduğumuz bu tecrübe, Avrupalı’nın yaşadığı bir deneyim olmak ile birlikte yaklaşık 250-300 yıldır doğrudan (1601’den bu yana Hindistan, Afrika’nın büyük bir bölümü, Amerikalar’ın tamamı vs. gibi) veya dolaylı olarak bütün dünya bu tecrübenin inşa ettiği olgunun içinde şekillenmiştir demek, bir abartı değildir. Günümüzde bütün bu süreci taşıyan ve yaygınlaştıran en önemli araç olarak eğitim kurumları ve felsefeleri ile birlikte sistemleridir. O sebeple yalnızca değerler eğitimi ile ilgili bir mesele değil, hemen her alanda yapılan çalışmalar söz konusu sürecin (özellikle aydınlanmanın) ya doğrudan ya da dolaylı olarak tezgahından geçmek zorundadır. Zira sorunlara çare arayanlar olarak farklı ülkelerin aydınları, aydınlıklarını bu sürecin teklifleri doğrultusunda gelişen talepleri ile oluşturduklarına göre, onun tesiri dışında bir çare aramaları mümkün görünmemektedir. Değer kavramını ve onun çevresinde şekillenmiş olan bütün tamamlayıcı unsurları öncelikle böyle bir çerçevenin içinde ele almak elzemdir.

 

b. Değere Temel Çerçevesini Sunan Zemin

Değer, maddi-manevi boyutları olan bir muhtevaya sahiptir. Onun kullanıldığı zemin, bu boyutlarından birinin daha fazla öne çıkmasını sağlar. Hemen her bilimsel alanın kendine göre değerleri bulunur ve bilim dallarının sınırlarını da bunlar belirler. Diğer bir ifadeyle değer, herhangi bir alana kendi kimliğini kazandıran nitelikler topluluğu olarak ele alınabilir. Bu nitelikler bazı durumlarda niceliksel özellikleriyle de gerekli ihtimamı görürler. Birçok bilim alanının önemli ölçülerde buna katkılar sunduğunu ifade etmek mümkündür. Bu durum böyle iken bazı bilim alanlarının sözü edilen duruma daha fazla katkı sunduğunu belirleyebilmek mümkündür. Bu durumu psikoloji bilimi üzerinden somutlaştırabiliriz.

Diğer birçok mihver bilim dallarının aksine psikoloji bilimi, daha geç bir dönemde ortaya çıkmıştı. Sosyoloji, tarih, iktisat, siyaset bilimi, antropoloji vs. gibi bilim alanlarından daha sonra akademide kendisine yer bulabilmiştir. Moderndir, zira onun içinde ve adeta onun çocuğu olarak doğmuştur. Onun içinde şekillenmiş olan insanın sorunlarıyla birlikte yine o insan aracılığıyla teşekkül etmiştir. 20. yy.’ın şafağında görünmeye başlayan bu bilim dalı, daha önce felsefenin (özellikle siyaset felsefelerinin) öncülüğünde yapılan insan ve onun doğasıyla ilgili tasvir, tasnif ve tanımları onun elinden almakta ve insanı, davranışsal, zihinsel ve psiko-motor gelişim basamakları ile tasvir etmeye başlamakta ve bu bağlamda değerlerin daha da sekülerleşmesi sürecine en ciddi katkıyı sağlamaktadır. Dahası siyaset, iktisat gibi doğrudan insanın vaziyet alışıyla ilgili bilim ve eylem alanlarının zaman zaman kendisinden fazlasıyla istifade ettiği bir bilimsel disiplin olmuştur. Zira artık elimizde bilimsel olarak ölçülüp biçilebilen bir insan vardır. Sonuçta yeni (fen) bilim anlayışının kazandırdığı bu temel referans noktası, değerleri de yine yeni insan (homo economicus) nokta-i nazarına referans ile inşa etmek zorundadır. O, çıkarına düşkün, kâr peşinde koşan, kâr-zarar, maliyet-fayda tetkiki yapan ve güç ilişkilerini de bu zeminler üzerinde inşa eden bir varlıktır.

Bu sürecin önemli metinlerinden birinde geçen şu sözcükler, durumu oldukça sarih bir şekilde izah etmektedir: “Akşam yemeğinizi kasabın, biracının yahut fırıncının cömertliğinden değil, onların kendi çıkarlarına önem vermelerinden bekleriz…İmal edilmesi satın alınmasından daha pahalıya malolacak bir şeyi hiçbir zaman evde yapmaya kalkışmamak basiretli bir aile reisinin şiarıdır.” (Smith’ten aktaran Roll, 1997: 181-182).

Artık bu yeni insanın temel ihtiyaçları da belirli bir hiyerarşik düzen içinde tanzim edilmelidir. Kuzey Amerikalı Abraham Maslow, kendi çağı ve toplumsal tezahürlerinden yola çıkarak bunu zaten yerine getirmişti.

20. yüzyıl, başından itibaren siyasi propagandalar ve ayrıca 1950’lerden sonra daha görünür olan pazar ekonomisi toplumu için kendisinden beslenilen önemli bir zaman dilimi olarak tezahür etmiştir. Artık insan, ilk günah (kötülük) vurgusuna inat kendisini keşfetmişti ve şaşırtıcı bir şekilde de ilerliyordu. Oysa keşfeden batılıydı, keşfedilen ise onun yöneldiği her yöre, insan, topluluktu. Ancak temel kuramların üzerine oturduğu zemin ise yine Avrupalı’ydı. Sözgelimi, S. Freud psikolojideki temel iddialarını Avrusturyalılar içinde dile getirmiş ve geliştirmişti. Sonuçta sürecin temel metinleri ve iddiaları, Avrupalılık rahminde şekilleniyor ve gelişiyordu.

İşte bu sürecin öne çıkan temel bazı değerleri vardır. Onların temel değer olması, müstakil olmaklığından değil, diğer bütün değerlerin esasında onunla tecelli etmek zorunluluğundandır. Bu temel değerler, öncelikle ve özellikle iktisadi nitelikleri haizdirler ya da iktisadiliğin yaslanabileceği zemin sunarlar. Bunlar ilerleme (fikri), çıkar, birey (siyasi, ancak özünde homo economicus), haz, güç’tür. Bu değerlerin her birini farklı konular ile ilgileri bakımından değerlendirmek mümkündür. Sözgelimi, ilerleme fikri aynı zamanda tarih ilmi içinde de ‘kıymet/değer’ görür, ancak bazı filozofların metinlerinde ise ana tema olarak ele alınan önemli bir değerdir. Buna rağmen o, iktisadi bir meseledir ve iktisadi ilişkilerin sonucunda ortaya çıkan bilim-teknik birlikteliğinin mayalamasıyla çehresi belirginleşir. Bugün dünyanın hemen her yerinde açık-gizli bir ilerleme düşüncesi, bütün büyük atılımlara ve iddialara hakim gibidir (Latouche, 1993: 90. Kesgin, 2016). Söz konusu fikir ve inanç, daha iyiye doğru gidildiğine yol açan sanal, ancak oldukça güçlü dokular ile insanı kuşatır. İyi ahlâkî bir erdem/fazilet olmasına rağmen ilerleme fikri, bir iyileşme olarak kabul görür. Bir erdem olarak iyinin bir değere dönüşümü işte bu şekilde olabilmektedir. Zira artık değer, erdemin yerini almıştır ve değeri kuran seküler süreç, bütün erdemleri eski bağlamından çıkartarak yeni sürecin manasıyla yeniden algılanmasını sağlamış ve bu yeni kurguyu inşa etmiştir. Elbette erdem/fazilet orada hala kendi özgün yapısıyla durmakta, ancak artık bir değer olarak, onun maruz kaldığı yeni vaziyet gereği, araçsallaşan ve adeta bir emtia olarak kıymet gören bir duruma indirgenmek zorundadır. O, artık homo economicusun sahip olduğu tezgahtan geçen bir değere sahip olmak durumundadır.

Yaşanılan zaman ve mekanların kendilerine özgü sorunlarına, evrensel çözüm bulma uğraşı işte böyle bir sürecin sonucudur. Dikkat edildiyse, modern dönemin kurucu failleri olarak batılıları değerlendirdik. Yani ‘belirli bir mekan ve zaman’ (bağlam) söz konusudur. Orada ortaya çıkan bu tecrübe, Avrupa’yı kurduğu iddia edilen temel değerlerden bağımsız düşünülemez. Öyleyse, başa geri dönülecek olursa, yaşanılan süreç sekülerleşmenin daha yoğunlaştığı bir süreç olmak ile birlikte Avrupalı’nın kurucu kimlik unsurlarından bağımsız olarak ele alınmamalıdır. Batı dışı toplumları bu meselenin ilgilendirdiği nokta ise, yukarıda ifade edildiği gibi, söz konusu tecrübenin doğrudan veya dolaylı olarak taşıyıcısı olan eğitim kurumları, tam da bu yeni sürecin motivasyonları ve teklifleri doğrultusunda şekillendirilmek istenen toplumsal yapılar için imal edilmişlerdir. Değer (burada kastedilen ahlâkî olandır), eğitim kurumları aracılığıyla eğitime tâbi tutulan bireylere kazandırılmak durumunda kalındığından dolayı, öncelikle bu kurumların temel işlevi ve amacı doğrultusunda meselenin irdelenmesi elzemdir. Değer üzerinden bu meseleyi irdelemek, erdemin değere nasıl dönüştüğünün seyrini ortaya koymak anlamını da taşımaktadır. Belirtmek gerekir ki erdem(ler) yüzyıllardır aynı yerde duruyor, ancak onu modern insanın değerlendirmesi, onun hayatında aslında ne mana taşıdığıyla doğrudan ilgilidir. O sebeple (ahlâkî) erdemler, her şeyden önce birer değerdirler ve değerin sahip olduğu modern batılı irade ve tecrübeden bağımsız olarak ele alınmamalıdır. Peki, erdem ve değer bu noktada nasıl bir etkileşim içinde şekillenmektedir?

 

2. Eğitimin Varoluş Amacı: Erdemin Değere Dönüşümü

Modern dünyanın eğitiminin teşekkül ettiği zemini, varoluş amacını ve hangi değerler istikametinde imal edildiğini genel hatlarıyla belirlemeye çalıştık. Şimdi modern eğitim kurumlarının varoluş amacı doğrultusunda şekillenmiş olan erdemin (ve erdemlerin), modern değer(ler) tarafından nasıl dönüştürüldüğünü ele alabiliriz. Eğitim kurumlarının bireyi hazırladığı şey, aynı zamanda bireye kazandırdığı davranışların mahiyetini ve istikametini de belirler. En başta sorduğumuz soruları tekrar hatırlayacak olursak, çocukların okula gönderilmesindeki esas amaç, eğitim sisteminin temel yapısını ve aynı zamanda onlara kazandıracağı tutum, tavır ve davranışların mahiyetini belirler. Esas amaç, belli ki iyi insan olması için değildir. Zira ne fiili durumda bunun karşılığı vardır ne de bu yönde kesin bir talep vardır. O halde eğitim sürecinde bireylerin edindiği şahsiyet, orada gerek uygulamada gerekse ebeveynlerin taleplerinde ortaya çıktığı haliyle sözünü ettiğimiz modern sürecin anahtar değerlerinin eğitimiyle[3] doğrudan ilgilidir. Sözgelimi, bazı ders muhtevalarında paylaşımcılık, merhamet ve diğerkâmlık işlenirken bütün süreç, kıskançlık, hırs ve yarışmanın ödüllendirildiği bir akışa sahip ise, orada erdemlerden ziyade zamanın değerlerinin -erdemleri dahi araçsallaştıracak şekilde- eğitimin yapıldığını görmek mümkündür. Peki erdemin, modern değere dönüşümü nasıl sağlanmaktadır?

Öncelikle erdemin çerçevesini oluşturmak gerekir. Erdemli (faziletli) yaşam, metinlerde önemli dönüşümlerin başlamasına rağmen henüz hala 18. yy.’ a kadar batılı yaşama alışkanlıkları arasında önemli ve kurucu bir ağırlığa sahiptir. Dahası önemli oranda seküler bir dönüşüm yaşanmasına rağmen süregiden erdemli/faziletli yaşam anlayışı, hayatın hala temel unsurlarındandır. Türkiye’de ise sözü edilen sürecin farklılaşmaya başlaması 20. yy.’ın sonuna rastlar. İnsan ve toplumlar, siyasi, iktisadi, bireysel faaliyetleriyle öncelikle kendilerini onlara göre hizalandırdıkları erdemler etrafında halkalanırlardı. Eserler dahi bu minval üzere kaleme alınırdı. Sözgelimi, felsefede öne çıkan metinlerden olan Aristoteles’in etik (ahlak felsefesi) ile ilgili kaleme aldığı eserleri, toplumsal yaşam ile ilgili düşünülmeye başlandığında, öncelikle kurucu metinler olarak öne çıkar. Sözgelimi siyaset ile ilgili ele aldığı Politika adlı eseri etik alan ile ilgili kaleme aldığı (Nikomakos’a Etik, Eudemos’a Etik) eserlerinin devamı ve uygulaması gibidir. Zira bu eserlere göre hayatın kurucu temel değeri, öncelikle ahlâkî olandır. Siyaset alanında öne sürdüğü yönetim biçimlerini dahi “ortak veya bireysel ‘iyiyi’ veya ‘çıkarı’ amaçlayan olarak ayırt eder (Aristoteles, 1993).

Benzer geleneği Islâm ahlâk mütefekkirlerinde görmek mümkündür. Yine gerek siyaset- nâmeler gerekse ahlâk konularına odaklanmış metinlerde, hayatı kuran en temel değer alanı olarak ahlâkî erdemlerin varlığı oldukça güçlü bir şekilde hissettirilir. Hayattaki bütün diğer paydaşlar, öncelikle ahlâkî erdemlere nispetleriyle düşünülür. Bu manada İslâm ahlâkı, adeta bir iyi niyet ahlâkıdır (Draz, 2009. İbn Miskeveyh, 1983. Kınalızâde, Tarihsiz). Öyle ki gelenek ve görenekler dahi bu istikamette şekillenmek durumundadır. Modern öncesi dönemin eğitim kurumlarına odaklanıldığında bugünküne benzer bir yaygınlıkta ve amaçlılıkta olduğu söylenemez. Hayatın bütünü için erdemli yaşam ne ise eğitim müesseselerinde de durum aynıdır. Neredeyse bütün hayat, öncelikle ahlâkî meseleler ışığında şekillenir ve kendini ona göre konumlandırır ve anlamlandırır. Sözgelimi çıkar, iktisadi bir değerdir ve ancak ilgili alanda faaliyet gösteren bireylerin eylemlerinde tezahür edebilir. O dahi belirli bir ahlâkîliğin güdümünde görünmek ve olgunlaşmak durumundadır.

Müslüman mütefekkirlerin kaleme aldığı metinler de farklı değildir. İbn Miskeveyh’in Tehzib’ul Ahlâk’ından Ahmet Hamdi Akseki’nin Ahlâk İlmi ve İslâm Ahlâkına kadar neredeyse bütün Müslüman mütefekkirler, faziletli (erdemli) yaşamı hayatın hemen her alanında arayan kurucu metinler kaleme almışlardır. Sözgelimi, adalet bu metinlerde çoğunlukla ana eksen erdem olarak zikredilir ve ele alınır. Dahası adalet dairesi, hem metinlerde önemli bir mesele olarak dururken, toplumsal ve siyasi hayatta, önemli ve kurucu bir erdem olarak saygı görür ve aranır. Bu metinlerin oluştuğu bütün zamanlarda faziletli yaşam, metinlerin arz ettikleri haliyle talep edilen ve hayatın bütününün onun ekseninde anlamlandırıldığı bir olgu olarak ifade edilebilir. Burada yalnızca Kınalızâde Ali Efendi’nin kaleme aldığı Ahlâk-ı Âlâi’de zikredilen dilin afetleri adlı bölümün maddelerini kısaca değerlendirerek meseleyi müşahhas hale getirebiliriz. O, bir 16. yy. Osmanlı mütefekkiridir. Dilin afetleri adlı bölümde eserinde şu konuları irdeler: 1. Malayani, 2. Lüzumsuz söz, 3. Batıla dalmak, 4. Mira ve Cidal, 5. Husumet, 6. Sözü normalin dışında konuşma şekline sokma, 7. Kötü sözler söylemek, 8. Lanet etmek, 9. Şarkı ve şiir söylemek, 10. Mizah, 11. Tasahhur ve istihza, 12. Başkalarının sırrını yaymak, 13. Vaadinde durmamak, 14. Yalan, 15. Gıybet, 16. Kovuculuk, 17. İki yüzlü veya iki dilli olmak, 18. Övgü, 19. Söz ederken meydana gelen ince hata ve kusurlar, 20. Avamın ilmi incelikleri, Kur’an’daki müteşabihleri, kaza ve kaderin sırrını, şeriatın ve hikmetin sırlarının müşküllerini sormasıdır (Kınalızâde, Tarihsiz: 244-297).

Burada özellikle iki maddede geçen rezileti değerlendirerek modern dönemin ana değerleri bakımından ortaya çıkan farkı ele alabiliriz[4]. Şarkı ve şiir söylemek ile başkalarının sırrını yaymak. Eserin kaleme alındığı dönem ve sonrasında bu metne muhatap olan topluluklar açısından herhangi bir sorun yoktur. Gerçi, ilki için şehevi arzuları galeyana getiren sözlerden müteşekkil olması, gayri Müslim hatunun söylemesi gibi şartlar ile kayıtlanan şarkı ve şiir söylemenin sınırları belirlenmiş olsa da günümüzde bunun bir rezilet olduğunu kabul etmeye asla yanaşmayacak yine aynı geleneğin bir parçası olan büyük kitleler olduğu aşikardır. Artık durum farklıdır. İkincisi için ise durum tamamen farklı bir vaziyet almıştır.

Metnin yazıldığı döneme dönecek olursak, muhatap topluluklar açısından tartışma çıkaracak bir durum yoktur. Zira ideal olan budur, ancak uygulamada sorunlar olabilir. İdeal olan, söz konusu dönemdeki insanlar için reziletlerden kaçınmak iken onun ideal olduğuna inanma konusunda bir sorun yoktur. Özellikle başkalarının sırlarını yaymak bir kenara, onu araştırmak dahi Kur’an tarafından yasaklanmış ise, yaymak çok daha büyük bir rezilet olarak kabul görür. Ancak aynı vahye muhatap olan günümüz toplulukları için durum farklıdır. Söz konusu erdemin, kelimenin tam manasıyla modern değer tezgahından geçmesi gerekmektedir. Uyum sağlar ise sorun yoktur, aksi durumda modası geçmiş faziletler olarak değerlendirilmek durumundadır. Örneğin günümüzde bazı televizyon programları tam olarak bu değerler için adeta bir turnusol kağıdı gibidir. 2000’li yıllarda başlayan bazı televizyon programları, gizlilikleri araştırmamak veya ortaya çıkarmamak ile ilgili ahlâkî ilkenin aksine hem onları araştırarak hem de ifşa ederek yüksek oranda rağbet görmektedir. Ekran başında oturan insanların büyük bir kısmı, bu meselenin bir takım faziletleri tahrip, hatta tağyir ettiğini kabul ettikleri halde ellerindeki kumandayı, programı değiştirmek için kullanmazlar. Bu tür televizyon programlarının sahipleri başta olmak üzere bütün paydaşlar, izlenme rekorları kırmışlar ise bununla da övünmektedirler. Yukarıdaki erdemlerin yazıldığı dönem ile bugün arasında temel bir fark vardır artık. Yukarıdaki tasvirin aksine yeni durumda vaziyet, ahlâkî açıdan oldukça meşru kabul görmektedir. Bazı tutum ve davranışların bir rezilet (faziletin, erdemin zıddı) olarak değerlendirilmesi bir yana bir övünç meselesidir. Çünkü erdem, artık modern değer tezgahından geçmektedir. Şimdi bu değer olgusunun yukarıda çerçevesini oluşturduğumuz modern dönemin içinde nasıl bir vaziyet aldığını değerlendirebiliriz.

Öncelikle değer kavramının en yaygın batı dili olan İngilizce’deki karşılığını yazalım. Değer, İngilizce value, worth, price, amount, rate, valuation, merit, currency, worthiness, preciousness, costliness, dearness gibi kavramlar ile karşılık bulur. Bu kavramların yaptığı ilk çağrışım, kavramların bir iktisat havuzunda yıkandığıdır. Aslında öncelikle tam manasını da orada bulur. Alınıp satılabilen her şey bir kıymet ile mücehhezdir. Bu alınıp satılan şey, bazen mamul madde bazen kıymetlendirilmiş kağıt da olabilir. Hemen her şey ticarete konu yapılabilir. Bu bağlamda hemen her şeyin bir kıymeti, bir değeri vardır. Sözgelimi, başkalarının sırrını yaymak bir kazanç sağlıyor ve hukukî açıdan bir mahzuru yok ise kazancın helalliğinin pek önemi yoktur. Burada değerli olan şey, kazanç sağlaması ve hukuken meşru olmasıdır. Oysa erdemli olan ise kazancın öncelikle ve özellikle helal olmasıdır.

Buna rağmen modern değer tezgahından geçmiş olan bazı ahlâk anlayışları bakımından ise durumun meşruiyeti sorgulanamaz. Zira yararcı, pragmatist, hazcı ahlâk anlayışlarının buraya kadar uzanan yorumlara esnetilebilmesi mümkündür. Kaldı ki modern kapitalizmin ahlâk anlayışı da zikredilen anlayışlardır. Buradaki ahlâk anlayışına göre “en yüksek iyi” yarar/fayda iken “doğru eylem” ise insanın doğal arzularının tatminine yönelik atılan adımlardır (Özlem, 2004: 31-35). Bireyler tam da bu zeminde teşekkül etmiş olan modern dönemin değerlerinin eğitiminden geçmek zorundadır. Yukarıda verilen örnekteki durum, aslında erdemden değere dönüşümü oldukça sarih bir şekilde göstermektedir. Dolayısıyla bu noktada öne çıkan ahlâkî meseleler bir değerdirler ve bunlar ile ilgili konuştuğumuzda öncelikle “ahlâkî (erdemlerden ziyade) değerler” terkibinin hali hazırdaki ahvali açıklamada daha verimli olduğunu belirlemek gerekir.

Ahlâkî erdemlerin teşekkül ettiği bir Müslüman mütefekkirin zihninde durum ise yine metafiziksel bir arka plana yaslanır ve Allah orada kurucu faildir. Özellikle insanlar arası gelişen erdemli yaşamın öncelikle helalliği önemlidir. Bu durum bireyi zaten başkalarının hakkını gözeten bir zeminde tutar. Oysa yeni durumda birey, modern dönemin tanımladığı iktisadi ve siyasi bir kimliğe sahip olur ve seküler zeminin inşa ettiği zeminden konuşur, yazar ve meşruiyet kurar. O sebeple helallik durumundan ziyade hukukiliği önemser ve öne çeker. İşte bu insan modern dönemin insanıdır ve bunun kurucu faili ise batılı tecrübedir. Bu durumda modern dönemin ikinci yarısında yeni ve kurucu bir insan tipi olarak tanımlanan homo economicus ortaya çıkar. İşte değer, öncelikle bu insanın tezgahından geçmek durumundadır. Artık bütün erdemlerin, bir değeri (value) vardır.

Günümüzde homo economicus un kurduğu bir dünyada yaşamaktayız. Tüketim toplumunun birer üyeleri olan bizlerin şehir yaşamından bürokratik taleplerine, siyasi vaziyet alışlarımızdan iktisadi faaliyetlerimize, eğitimciliğimizden öğrenciliğimize bu sürecin arz ettiği değerleri satın almak için tıpkı trafikteki ahvalimize benzer bir mücadele içindeyiz. Bu durumun ortaya çıkmasını sağlayan bütün kurucu metinler, müesses nizam, müesseseler, teknik temel platformların hemen hepsi batı medeniyetinin tanzimi, tasviri veya tasnifi ile meydana gelmiştir. O sebeple bu failin alışkanlıklarını taşıması olağandır. İşte yukarıda ifade ettiğimiz gibi bu sürecin dünya üzerinde yaygınlaşmasını sağlayan en önemli kurumlar, eğitim müesseseleridir. Eğitim müesseseleri öncelikle buradaki temel varsayımlar ve felsefeler üzerine kurulur, ardından homo economicus’un inşasına sıra gelir. Eğitim sürecinin esasta bütün teklifleri öncelikle bu yeni sürecin mana ve mahiyetine uygun bireyler yetiştirilmesine yöneliktir. Başlangıçtaki soruya geri dönülecek olursa, günümüzde insanlar, çocuklarını hangi temel saikle okula göndermektedir, sorusu işte tam bu noktada yerli yerine oturmaktadır. Bütün bunlar ile birlikte bir soru artık önemli bir merkezi ağırlığa sahip duruma gelmektedir: Daha iyi insan olmayı talep etmek, tasavvuru erdemlerin değer tezgahından geçerek oluşan topluluk ve müesseseler ile nasıl mümkün olabilir?

Eğitim kurumlarının en önemli ve kalabalık paydaşlarından biri olan öğretmenler ile ilgili yapılabilecek bir değerlendirme ile bu soruya verilebilecek cevabın izini sürmek mümkündür. Şöyle ki; öğretmenlerin, bu hakkı edinebilmeleri için öncelikle pedagoji-formasyon[5] almaları şarttır. Öğrencileri belirli bir forma -biçime, ontolojik olarak Aristoteles’teki form- madde ayrımına, Platon’un idealar-gölgeler alemi ayrımlarına kadar gidebilir- kavuşturmak görevini üstlenen öğretmenlerin neredeyse bütün formasyon bilgileri, Fransız, Alman, İsveç, Avusturya, Amerikan, Rus vs. gibi batılı uzman ve düşünürlere yaslanmaktadır. Ahlâk ile ilgili bir gelişme (gelişim aşamaları) süreci var ise bu konuda öncelikle J. Piaget ve L. Kohlberg, öğrenme psikolojisi için yine Piaget, H. Gardner, I. Pavlov, J. B. Watson, E. Thondike, ve E. Guthrie, gelişim psikolojisi için ise S. Frued, E. Erikson, insan ihtiyaçlarını bir hiyerarşik düzen içinde ele alan New York’lu A. Maslow başta olmak üzere tamamı batılı psikologtur ve bütün “teorileri”nin bütün tecrübeleri ve bağlamları batılıdır. Ancak bilimsel yöntem uygulanması hasebiyle bu “teoriler”in istisnai durumlarının bir önemi yoktur ve evrensel birer önem taşırlar. Bu haliyle dünyanın bütün farklılıklarına rağmen hiçbir şüpheye mahal bırakmadan tam bir geçerliliğe sahip teoriler olarak kabul görürler. Zaten “teori” olmak bakımından “pratik”in bozucu tesirinden uzaklaşmış ve aklın uğraşısı olarak her zamana ve mekana hükmedecek kadar güçlü ve genel-geçer kurallar bütünü olarak algılanırlar. Batı dışı toplumlarda öncelikle bu şekilde karşılanır ve hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde sözgelimi Türkiye’deki öğretmen adaylarına bu ‘form’asyon aktarılmaktadır. İşte bu bilgi ile donanmış olan öğretmen, yukarıdaki benzer isimler dışında Ahmet, Hasan, Kaan, Ayşe, Safiye, Tuğçe ile karşılaştığında o teorileri uygulamada zorlanmaları kaçınılmazdır. Bunlar aynı şekilde homo economicusun kurduğu yeni dünyanın sorunlarına odaklanmış teorilerdir. Dolayısıyla öğrenci ve ebeveyn, çocuklarının iyi birer meslek sahibi olabilmeleri için büyük çaba içindedirler. Bu talep, arz edilen (ekonomik) değerler (economic values) ile birlikte yapılmaktadır.

Söz konusu çaba içindeyken kıskançlık, hırs, rekabet, başarı gibi insani nitelikler, daha öne çıkan ve zamanla şahsiyetin en görünen parçası haline gelmesiyle de bireylerde temel nitelikler olarak tezahür etmeye başlayan sıfatlar olarak öne çıkmaktadırlar. Bu durum, tam da yeni iktisadi insan yani homo economicus için aranan özelliklerdir. Bütün süreçte inşa olan modern dönemin eğitim sistemleri işte bu sürecin en önemli taşıyıcı kolonu olarak bu şekilde yapılanır. O sebeple modern dönemde eğitim olgusunun varoluşunun temel felsefesi ve işlevi budur. Buradan, insani, ahlâkî veya dini olarak zikredilen değerler ancak bu yeni insan tipi ve onu kuşatan sistemin mahiyetine uyum sağlayabilecek olan değerler çıkabilir. Sonuçta durum, buna evrilmek zorundadır. Aranılan ile var olan arasındaki özellikle son yüz elli yıldır yaşanan tezatlıkların temel sebebi budur.

Sonuç

Modern dönemin kurucu topluluk ve toplumları öncelikle batı Avrupalıdırlar. Dolayısıyla döneme ontolojik, epistemolojik ve değer bakımından karakterini veren de öncelikle onlardır. Ontolojik olarak insan varlığı ve insanın doğasına odaklanmış olan değerlendirmelerin büyük bir kısmı, Hıristiyanlık’tan tevarüs eden kötülük probleminin izlerini taşır. Bununla birlikte bu değerlendirmeler modern dönemde yaşayan dönüşüm ile birlikte daha seküler bir zemine oturur. Diğer taraftan epistemolojik olarak da bilgi, deney ve gözleme dayanan ve insanın dışında bulunan varlık alanındaki nesnelere yönelmiş ise bilgidir. Bu haliyle insan, bilgi üretme ve inşa etmede mutlak otoritedir. Dolayısıyla değer alanında da mutlak otorite yine insandır. Diğer bir ifadeyle onu üretme ve sürekliliğini tanzim etmede insan tek otoritedir. Bu durum, temelde bir insan anlayışı üzerine oturur. Bu anlayışa göre yine insan, kendisinin doğal yanına hitap eden ve onu sistematik hale getiren bir değer anlayışı ve değerler skalası oluşturur.

Bütün bunlar yeni döneme temel karakterini veren iktisadi bir sürecin içinden geçmektedir ve bütün değerler, esasında iktisadi insanın oturduğu ontolojik ve epistemolojik zeminde neşv-ü nema bulmaktadır. O sebeple bu yeni süreç, yeni dönemin taşıyıcı topluluğuna önemli oranda meşruiyet sağlayan bir değer sistemi olarak ortaya çıkmak zorundadır. Bu bağlamda değerler bakımından yararcılık/pragmatizm bu sürecin/ortamın temel zeminini oluşturur. Orada, değerler insanın doğasına göre ve doğal eğilimlerine göre şekillenir. İnsanın doğal yapısından doğan isteklerine odaklanan bir değerler alanı mevcuttur. Bu da değerlerin fazlasıyla maddi niteliklere sahip unsurlar olarak teşekkül ettirilmesine yol açmaktadır. O sebeple değerler elle tutulur, gözle görülür adeta bir mamul maddeye dönüşmüş haliyle karşımıza çıkar. Böyle bir ortamı inşa eden topluluklar (sınıflar), iktisadi sınıflardır ve temel değerleri çıkar ve değiş-tokuşun kendisi ve ona konu olan her şeydir. Talepler ona göre şekillenir ve bireyler bu sürecin neticelerine odaklanan ve aslında iyi bir meslek sahibi olmaya odaklanmış bir eğitim sürecine tâbi tutularak eğitilirler. Bu durumda ahlâkî erdemler dahi bu yeni talepler alanının tanzim edildiği sahada ya birer değer (value) olarak görülmek ve uygulanmak durumundadır ya da uygulanabilirliği mümkün olmayan yüksek vaazlar olarak kalmak zorundadır.

Sonuç olarak şunu tekrar sorarak yanına bir soru daha ekleyerek bu konuyu sonlandırabiliriz: İnsanlar, okullara çocuklarını gerçekten meslek edindirmek için mi yoksa daha iyi insan olmalarının imkânlarının ortaya çıkartılabilmesi için mi gönderiyorlar? Dahası, hangi amaç ile gönderirlerse göndersinler, yukarıda tasvir ettiğimiz tarihsel sürecin birer parçaları olarak “daha iyi insan olma”yı eğitim kurumlarından beklemek ve bunun ortaya çıkartılması için çaba sarf etmek, ontolojik, epistemolojik ve değer alanları yukarıdaki zemine oturmuş bu sistem içinde kalarak mümkün olabilir mi? Bu soru ve sorunlar yalnızca eğitimin sorunları olmadığı gibi modern dönemde değere muhteva kazandıran sürecin içinde şekillenmiş olan her birey ve topluluk için de geçerlidir.

Kaynakça

Alatlı, Alev (2014). Batıya Yön Veren Metinler III. İstanbul: Alfa Yayınları Aristoteles (1993). Politika. (Çev. Mete Tunçay). İstanbul: Remzi Kitabevi.

Armstrong, Karen (1998). Tanrı’nm Tarihi. (Çev. H. Koyukan vd.). Ankara: Ayraç Yayınları. Comte, Auguste (1986). Pozitivimin İlmihali. (Çev. Peyami Erman). İstanbul: Maarif Basımevi.

Draz, Abdullah M. (2009). Kur’an Ahlâkı. (Çev. Ü. Günay-E. Yüksel). İstanbul: İz Yayıncılık. Durkheim, Emile (2005). Dini Hayatın İlkel Biçimleri. (Çev. Fuat Aydın). İstanbul: Ataç Yayınları.

Ergin, Osman (1977). Türkiye Maarif Tarihi. Cilt 1-2. İstanbul: Eser Matbaası.

Ergün, Mustafa (1996). İkinci Meşrûtiyet Devrinde Eğitim Hareketleri (1908-1914). Ankara: Ocak Yayınları.

Gulbenkian Komisyonu (2012). Sosyal Bilimleri Açın. (Çev. Şirin Tekeli). İstanbul: Metis Yayınları.

Hobbes, Thomas (2011). Leviathan. (Çev. S. Lim). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

İbn Miskeveyh (1983). Ahlâkı Olgunlaştırma. (Çev. A. Şener vd.). Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.

Kesgin, Ahmet (2016). Endüstriyel Siyaset ve Ahlâk. Ankara: Otorite.

Kınalızâde Ali Efendi (Tarihsiz). Ahlâk: Ahlâk-ı Âlâî. (Der. Hüseyin Algül). İstanbul: Tercüman.

Latouche, Serge (1993). Dünyanın Batılılaşması. (Çev. Temel Keşoğlu). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Marett, R. R. (1900). Folklore. Pre-Animistic Religion. Vol. 11, No. 2. 162-184.

Meriç, Cemil (2006). Kırk Ambar. Cilt II. İstanbul: İletişim Yayınları.

Özlem, Doğan (2004). Etik -ahlâk felsefesi-. İstanbul: inkılâp.

…………………. (2009). Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi. Ankara: Doğu-Batı Yayınları.

Roll, Bric (1997). Klasik İktisat ve Adam Smith, İktisat Risaleleri. (Der./Çev. Mustafa Özel). İstanbul: İz Yayıncılık. s. 174-187.

Sigmund, Freud (2012). Totem ve Tabu. (Çev. Hasan İhsan). Ankara: Alter Yayıncılık. Shmidt, Wilhelm (1935). The Origin And Growth of Religion. (Trans. H. J. Rose). London: Methuen.

Taylor, Edward B. (2016). Primitive Culture -Volume I-. New York: Dover Publication.


Dipnotlar

[1]     ‘İktisat’ ile ‘ekonominin birbirinden farklı ard alanlara sahip olduğunu düşünecek olursak, aralarında esastan zihniyet farkları olduğunu tespit edelim. Batı dillerinden bir çırpıda çevirdiğimiz (aslında o haliyle kullandığımız) ekonomi (economi) teriminin sahip olduğu literatür ve zemin ile iktisadın sahip olduğu müktesabat ve zeminin birbiriyle mücadele edecek alt yapılara sahip olduğunu tespit etmekte fayda var.

[2]     G. W F. Hegel’in tarih felsefesi her ne kadar yoğun bir metafizik kurgu içerse de sonuçta üzerinde düşündüğü mesele bizzat tarih ve onun sahip olduğu manaydı. Felsefi tarih olarak ele aldığı tarih, yine somut meselelerin itiş-kakış (tez-anti tez, diyalektik) alanıydı. Bu süreci ele alırken yine tarihte birer olay-olgu olarak öne çıkan Yunan, Hıristiyanlık gibi canlı evren onun müşahhas örnekleridir.

[3]     Eğitim tanımının muhtevasında bireye arzu edilen (istendik) davranışı edindirmek olduğuna göre, ‘eğitimiyle’ ifadesinin yerine kolaylıkla ‘kazandırılmasıyla’ ifadesini kullanabiliriz.

[4]     Ancak burada yeri gelmişken hemen vurgulamak gerekir ki, Behramkale’nin hemşehrisi olan Yunanlı Aristoteles’in insan ruhunun katmanları olarak belirlediği bitkisel-hayvani ve akli seviyelerin birçok Müslüman mütefekkir tarafından kabul edildiği vakıadır. Tıpkı Aristoteles’te olduğu gibi ahlâk, (fiilî) aklın, ruhun hayvani arzularını dizginlemek için kullandığı erdemler bütününü temsil eder. Aralarındaki temel fark ise, Müslüman mütefekkirler için ahlâkın temel kaynağı Allah’tır.

[5]     Bu iki kavramın etimolojisi dahi bize çok ilginç şeyler anlatmaktadır. Formasyona odaklanır ise, meselenin kaynağı kültür kavramının tekil-çoğul anlamlarına kadar götürülebilir. 19. yy’ın ortalarında kültür kavramının latince olarak forma-mentis şeklinde ifade edildiğini ve formation/formasyon olarak kendi zeminini kültür kavramının zaman zaman edindiği anlamı taşıdığını tespit edelim. Zaten şekil vermek manasında form, Aristoteles’in form-madde ayrımı ve formun cinse tekabül eden anlamı, diğer yandan maddenin alacağı şekil olarak form(asyon), eğitime uyarlandığında, tartışmasız bir şekilde ideal (kavramın karşılığının izini sürdüğümüzde Platona kadar geri gidebiliriz) eğitimin temel çerçevesini sunulmuş olmaktadır (Özlem, 2009).

————————————————————————

[i] Bildiriler Kitabı, Toplumsal Bütünleşmede Değerler ve Eğitimi, III. Uluslararası Değerler Eğitimi Kongresi, Zonguldak, 2018, Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi Yayınları No: 29, Editör: Doç. Dr. Hasan MEYDAN, Zonguldak 2018

Yazar
Ahmet KESGİN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen