İslâm ve Çalışma Üzerine Felsefî Bir Değerlendirme

İslâm ve Çalışma Üzerine Felsefî Bir Değerlendirme[i]

Prof. Dr. Recep KILIÇ

Bu yazıda ‘İslâm dini’ ile ‘çalışma’ arasındaki ilişki ele alınacaktır. Bunun için önce insan ile çalışma arasındaki ilişki, sonra çalışma ile kül­tür ve medeniyet arasındaki ilişki ele alınacak, daha sonra çalışma hayatı­nın niteliği üzerinde durulacaktır. En sonunda İslâm dini’nde çalışmanın yeri ve önemi incelenecek ve bugün İslâm’ın çalışma ile ilgili ilkelerinin sosyal hayata tam olarak yansıtılamamasının dinî sebepleri üzerinde duru­lacaktır

İnsan; hem İslâm’ın muhatabı, hem de çalışmayı gerçekleştiren fâil (özne) olduğuna göre, insan ve çalışma arasındaki ilişkinin neliği (mâhiyeti) üzerinde durmak, konumuz açısından öncelik arzeder. Bu iliş­kinin mâhiyetinin açık seçik hale gelebilmesi de, aşağıdaki sorulara veri­lecek cevaplara bağlıdır:

İnsan ve çalışma arasındaki ilişki ne türden bir ilişkidir? Bu ilişki; “zorunlu” mu, yoksa “olumsal” mıdır? Yani insan çalışmak zorunda olan bir varlık mıdır yoksa çalışmadan da varoluşunu gerçekleştirebilen bir ya­pıya mı sahiptir?

Sorduğumuz sorular açısından insan ile çalışma arasındaki ilişki, ön­celikle iki açıdan değerlendirilebilir. Şöyle ki: İlk olarak bu ilişkinin ‘zo­runlu’ olduğu kabul edilebilir. Bunu kabul etmek; insanın çalışmadan ya­pamayacağını, insan adı verilen her canlının çalışmak zorunda olduğunu kabullenmek anlamına gelir. İkinci olarak da, insan ile çalışma arasındaki ilişkinin zorunlu bir ilişki değil de ‘olumsal’ olduğu kabul edilebilir. İnsan ile çalışma arasında kurulan “olumsallık” ilişkisi ile, insanın “insan­lığını” gerçekleştirebilmesinin çalışmasına zorunlu olarak bağlı olmadığı­nı, çalışmadan da İnsanî varoluşunu sürdürebileceğini kabul etmek anlaşı­lır. Birinci ilişkiye ‘vacib’ denirse, İkincisine ‘mümkün’ denebilir.

İnsan-çalışma ilişkisinin zorunlu mu, yoksa olumsal mı olduğuna karar verebilmek için insanın varlık şartlan üzerinde düşünmemiz gere­kir. İnsan varlığının en temel ihtiyaçlarını “beslenme”, “barınma” ve “giyinme”ye indirgemek mümkündür. Çünkü bu ihtiyaçları karşılanmayan insanın varoluşunu sürdürmesi mümkün olmaz.

Bu temel ihtiyaçlar, ya insanın kendisi tarafından ya da başkaları ta­rafından karşılanır. Sözünü ettiğimiz bu ihtiyaçların kim tarafından karşı­landığı bu aşamada o kadar önemli değildir. Önemli olan, bu temel ihti­yaçların karşılanmasının insan için zorunlu olmasıdır. İşte bu ihtiyaçların karşılanmasındaki zorunluluk insan ile çalışma arasındaki ilişkiyi de zo­runlu hale getirmektedir.

Bu demektir ki insan, şahsiyetini oluşturabilmesi, ‘insanca’ bir hayat sürdürebilmesi için zorunlu olarak çalışmak mecburiyetindedir. Bu mec­buriyeti Mehmet Akif şu şekilde formüle eder:

“Bekaayı hak tanıyan sa’yi bir vazife bilir;

Çalış çalış ki bekaa sa’y olursa hakedilir.”[1]

Gerçekten de varoluşunu insanca sürdürmeyi kendisi için bir hak olarak gören kişinin, çalışmayı görev olarak kabullenmesi gerekir. Aksi halde insanın; şahsiyetini koruyabilmesini ve başarılı olabilmesini düşün­mek bile mümkün değildir. Çünkü ‘mutlak kurtuluş’ ya da Akif’in ifade­siyle ‘felâh’, ancak çalışmak ile mümkündür.[2]

Esasen âlemdeki bütün varlıklar, belirli bir çalışma hayatı içindedir­ler ya da kendilerini böyle bir çalışma hayatı içinde bulurlar. Ancak insan dışındaki yaratılmış varlıklarda hür irade olmadığından onların çalışmala­rı, kendi iradî seçimleriyle gerçekleşmez. Bu sebepten de gerçekleştirdik­leri çalışma, ahlâkî ya da dinî bir değerlendirmeye konu olmaz. Bununla beraber insan dışındaki varlıkların çalışma düzeni, insana kendi hayatında gerçekleştirmesi gereken çalışma şekli konusunda fikir verebilir.[3]

Son dönem düşünce dünyamızda çalışma üzerinde ısrarla yoğunla­şan fikir adamlarımızın en önemlilerinden birisinin Mehmet Akif olduğu­nu söylemek mümkündür. Bu sebepten onun görüşlerine kısaca yer ver­mekte konumuz açısından fayda görüyoruz. İstiklâl şâirimiz; ‘çalışma’yı, istiklâlin olmazsa olmaz şartı olarak gördüğü için, İslâm dünyasının içine düştüğü her türlü olumsuzluğun tembellikten kaynaklandığını vurgular. Bundan dolayı insan için çalışmanın zorunluluğunu temellendirmek üzere, varlık dünyası ile çalışma arasındaki zorunlu ilişkiye dikkat çeker.

İlk olarak ‘Yaratıcı’ ve ‘vâcibu’l vücûd’ olan Allah-u Teâlâ’nın çalış­ma ile ilişkisini ele aldığımızda, O’nun iradesinin, her an çalışma hâlinde olduğu görülür. Akif, “…külle yevmin huvefi şe’n[4] âyetinin tefsirini ya­parcasına İlâhî irâde’nin her an çalışma halinde olduğu düşüncesindedir.[5] Mehmet Akif; Yaratıcı’dan sonra “yaratılmış varlıklar” üzerinde durur. Yaratılmış varlıklar arasından önce madde, zaman, mekân, yer ve gök ci­simleri gibi cansız varlıkların tamamının çalışmakta[6] olduklarını şiirsel üslup içinde veciz bir şekilde dile getirir.[7] Cansız varlıklardan sonra canlı varlıklar üzerinde yoğunlaşan Akif, bütün bitki ve hayvan türlerinin yaşayabilmck için mutlaka çalışmak zorunda olduklarını sembolik bir tarzda yine kendisine has üslûbu içinde dile getirir.[8]

Akif in canlı ve cansız varlıklar üzerinde çalışma açısından durması­nın gayesi, dikkatleri insan ile çalışma arasındaki ilişkiye çekebilmektir. İnsan ile çalışma ilişkisi konusundaki tesbitini ise, ‘çalışmayan insanın hayat hakkı yoktur[9] şeklinde özetlemek mümkündür.

Çalışma ile Kültür ve Medeniyet İlişkisi

İnsan ile çalışma arasındaki ilişkinin dile getirdiğimiz bu zorunlulu­ğundan dolayı ‘çalışma’ için insanın “öz niteliği”[10] denilir. Çalışma; insa­nın ‘öz niteliği’ olduğu için, insan ürünü olan herşeyin özellikle de kültür ve medeniyetin de kaynağıdır. Dolayısıyla çalışma ile kültür ve medeni­yet arasında çok yakın bir ilişki vardır. M.A. Lahbabî’nin dediği gibi

“çalışma, çevreleri değiştirir ve cemiyetlere yeni bir şekil verir. Çalışma, milletleri meydana getirerek, kültürlerin ilk kay­nağı olarak ortaya çıkar… İnsan, yapıcı faaliyeti içinde, bizzat kendi kendini keşfederek, medeniyeti kuvveden fiile çıkarır. Zira o, diğer hayvanlar gibi yemeden yaşayamaz. … Çalışma içinde bulunduğumuz cemiyette olduğu gibi öz tabiatından sıyrılmadığı, tahrif edilmediği, İnsanî karakterini kaybetmediği müddetçe hamlenin, keşfin, istihâlenin ve eğitimin sentezini yapar, kültürü yaratır. Öte yandan beşerî varlığın aslî temelle­rinden biri oluşu sebebiyle kültürün, insanların bizatihi özünün bir bölümünü oluşturduğunu da iddia edebiliriz.”[11]

Kültür ve medeniyet ile çalışma arasında karşılıklı bir etkileşim var­dır; Bir taraftan çalışma kültürü ortaya çıkarırken, diğer taraftan da her kültür çalışmayı kendine göre düzenlemektedir.

“Kültür kendini doğuran çalışmayı kendi öz çalışmasının emrine tâbi kılar; onu farklılaştırır, tanzim ve tertip eder ve yo­ğunlaştırır.”[12]

İnsanın şahsiyetli bir ‘kişi’ olabilmesi çalışması ile mümkün olduğu gibi, milletlerin de kendi şahsiyet özelliklerini yansıtan kültürlerini muha­faza edebilmeleri ve sonuçta bir medeniyet kurmaları yine çalışma ile mümkün olur. Çünkü,

“millî kültür tek bir milletin, çalışması, dünya görüşü ve davranışları içinde, dehasının mevhum ve mücerred halden mü­şahhas ve maddi hale konuluşu olarak tanımlanabilirken[13], “medeniyet, dünyada çalışma yoluyla gerçekleştirilen fikirler­den ibarettir.”[14]

Çalışma ile insan arasındaki zorunlu ilişkinin, aynı zamanda kültür ve medeniyetlerin de kaynağı olduğu açık bir şekilde ortaya çıktığına göre şimdi insanın gerçekleştirmek durumunda olduğu çalışma hayatının niteliği üzerinde durabiliriz. “Çalışma hayatının niteliği” ile, insanın nasıl bir çalışma içinde bulunması gerektiği konusu kastedilmektedir. İnsanın nasıl bir çalışma içinde bulunması gerektiğini belirleyebilmek için, “çalış­ma hayatını düzenleyen belirli sâbiteler yar mıdır, varsa bunlar nelerdir?” ve “çalışma hayatının düzenlenmesinde İslâm’ın yeri neresidir?” soruları­nın cevabını, açık bir şekilde vermemiz gerekir.

Çalışma Hayatının Niteliği

İnsan ile çalışma arasındaki ilişkiyi, insanın ‘beslenme’, ‘barınma’ ve ’giyinme’ gibi temel ihtiyaçlarının karşılanması zorunluluğu üzerine te­mellendirdiğimizi hatırlamamız gerekir. İnsanın bu ihtiyaçlarını belirli bir döneme kadar başkaları, sonra doğrudan kendisi karşılar.

Çalışma hayatının niteliği üzerinde durmamızı gerekli kılan iki temel sebep vardır. Bunlardan birisi sözü edilen bu temel ihtiyaçların ‘gayr-i meşru’ yollarla karşılanma imkânının olmasıdır. Diğeri de, geçmişte veya şimdi bazı toplumlarda insanların çok ağır şartlar altında çalışmak zorun­da bırakılmış olmalarıdır. Şimdi sırasıyla bunlar üzerinde duracağız.

İnsanlar; hırsızlık, sahtekârlık ve haksızlık gibi yollarla belirli ihti­yaçlarını karşılama şansına sahiptirler. İhtiyaçları bu tür karşılama şekli de, belirli bir ‘çalışma’yı’ gerekli kılmaktadır. İşte ‘çalışma hayatını dü­zenleyen belirli sâbiteler var mıdır1, ‘İslâm’ın sâbiteleri nelerdir?’ şek­linde sorulan bir soruyu anlamlı kılan da, dile getirdiğimiz bu durumdur.

Bu, insanın bir başka varoluş özelliğinin farkına varmamızı kolaylaş­tıran bir durumdur. Sözünü ettiğimiz varoluş özelliği, hayvanlardan farklı olarak insanın hayatını belirli değerlere göre sürdürmek zorunda olması­dır. Bu değerleri gözardı ederek yaşantısını sürdürmek isteyen insanlar, farklı türden müeyyidelerle karşılaşırlar, ya kendi vicdanlarında rahatsız­lık duyarlar, ya kamu vicdanında kınanırlar böylece toplum dışına itilirler ya da doğrudan maddî cezalara çarptırılırlar.

İnsanın hayatını kendilerine göre sürdürmek zorunda olduğu değer­ler, temelde ahlâkî, hukukî ve dinî değerlerdir. Bu değerler olmaksızın insan hayatının düzenli bir ‘sosyal hayat halini alması mümkün olmaz.

“Ahlâkî, hukukî ve dinî değerler olmaksızın insan hayatının düzenli bir ‘sosyal hayata dönüşme imkânı olmaz” demekle, “bu değerler olmak­sızın insanın yaşayabilmesi mümkün olmaz” demek aynı şeydir. Bir an için bütün insanların birbirlerine yalan söylediklerini düşünelim. Zihnen düşündüğümüz böyle bir durum, insanlar arasındaki her türlü ilişkiyi imkânsız kılar. Çünkü en basit bir örnek olarak, herkesin yalan söylediği bir ortamda; birbirleriyle randevulaşan iki insanın randevularına sadık kalacaklarını beklemek anlamsız olur. Yine ders anlatan bir hocanın anlattık­larının yalan olduğunu bilen öğrencilerin, hocalarının anlattıklarına inanmalarını beklemek de anlamsızlaşır. ‘Değerler olmaksızın insan hayatının düzenli bir sosyal hayat halini alması mümkün olmaz’ dememizin sebebi budur.

Bu sebepten dolayı insan bir ‘ahlâk varlığı’ olarak nitelendirilir. İnsan bir ahlâk varlığıdır, çünkü ahlâkın koyduğu değerler ve o değerlere bağlı olarak ortaya çıkan kurallar olmadığı takdirde insanın ‘İnsanî bir hayat gerçekleştirebilmesi mümkün olmamaktadır. Dolayısıyla ‘adalet’, doğruluk’ ve ‘dürüstlük’ gibi temel ahlâkî değerler, sosyal hayatı sa­dece düzenleyen değil aynı

zamanda inşâ ederek mümkün kılan de­ğerlerdir.

Ahlâkî değer ve kurallar ile insan hayatı arasındaki yakın ilişkinin açıklığa kavuşabilmesi için ‘ahlâkî kurallar’ın neliği (mâhiyeti) üzerinde durmamız gerekir. Kurallar; kendi içlerinde ‘düzenleyici’ ve ‘inşâ edici’ olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Düzenleyici kurallar ile inşa edici kurallar[15] arasında çok önemli bir fark vardır.

Düzenleyici kurallar, önceden var olan davranış şekillerini düzene koyarlar. Görgü kuallarını ele alalım; “Pek çok görgü kuralı, bu kurallar­dan bağımsız olarak mevcut olar beşerî ilişkileri düzenlerler.[16] Mesela yemek yeme âdâbı, yemek yeme eylemini düzenler. Fakat yemek yeme işinin kendisi, yemek ile ilgili görgü kurallarından bağımsız olarak önce­den mevcuttur ve bu kurallara uymadan da insanlar yemek yiyebilirler. Ahlâk kuralları ise böyle değildir. Aradaki farkın anlaşılabilmesi, ‘inşâ edici’ kuralların anlaşılmasına bağlıdır.

İnşâ edici kurallar, varoluşları mantıken bu kurallara bağımlı olan faaliyet şekillerini inşa ederler, aynı zamanda da düzenlerler[17]. Mesela satranç kuralları olmaksızın ‘satranç’ adı verilen oyunu gerçekleştirmek mümkün değildir. Çünkü satranç kuralları, satranç adı verilen faaliyetin ya imkânını yaratır ya da bu faaliyetin tanımını yaparlar. Satranç oyna­ma faaliyetleri, bu kurallara uygun olarak yapılan eylem ile inşa olunur­lar”[18]. Ahlâk kuralları da inşâ edici karakterde kurallar olduğundan, bu kurallar olmaksızın, İnsanî bir hayatın gerçekleşmesini düşünmek bile mümkün olmaz. Çünkü ahlâk kuralları, insan hayatını mümkün kılan veya bu hayatı tanımlayan kurallardır. Bu anlamda ahlâk kurallarını, görgü kuralları gibi ’düzenleyici’ kurallardan ayırmak gerekir.

Her ahlâk kuralının arkasında bir ahlâkî değer vardır. ‘Doğruluk’ de­ğerine bağlı olarak ‘doğru olmalısın’ kuralı ortaya çıkar. Bu değer ve ku­rallar, sadece insan için vardır. Bu durum insanın varlık şartlarının bir ge­reğidir. Bu sebepten ‘çalışma hayatının niteliği’ söz konusu olduğunda, en genel anlamda söylenebilecek husus şudur: İnsanın gerçekleştirmek zorunda olduğu çalışma hayatı, mutlaka ‘İnsanî’ olmalıdır. Çalışma haya­tının İnsanî olması demek, insanın değerlerine uygun olması demektir.

Çalışma hayatının niteliği üzerinde durmamızı gerekli kılan iki se­bepten bahsettik. Biri, insan için ‘gayr-i meşrû’ yollardan da ihtiyaçlarını karşılama imkânının olması; diğeri de insanın çok ağır şartlar altında ça­lışmak zorunda bırakılabilmesi olgusuydu.

İnsanın ağır şartlar altında çalışmaya zorlanması, her toplumda ve her zaman gerçekleşebilecek bir durumdur. Ama özellikle sanayi devrimi öncesi ve sonrasında Batı dünyasında yaşanmış olan çalışma hayatının şartlan, bazı düşünürleri çalışmanın bizatihi kendisi aleyhine yazılar yaz­dıracak kadar ağır olmuştur. Lahbabî, Lafargue ve Russcll’ın ifadeleri, Batı dünyasında çalışma konusunda olup bitenler hakkında fikir verebile­cek mâhiyettedir.

“Sınaî medeniyet çağının en feci sefaletini dile getiren bir kaç misal hatırlayalım… 1842’de İngiltere’de yapılan anketin or­taya koyduğu durum bunlardan biridir. Bu ankette kömür ocak­larında kadın ye çocukların hangi şartlar içinde çalıştıkları öğ­renilmek isteniyordu. Anketi yapanlar raporlarına krokiler de eklemişlerdi. Bu tasvirlere bakıldığında, insanı hemen hemen uzvî bir huzursuzluk kuşatıveriyor ve iğrenç “talih”in çok er­kenden ciddiye aldığı bu çocuk-işçiler için; karanlık, korkunç derecede karanlık dar ve sıhhate zararlı bir delik için yuvalarını ve yavrularını terketmek zorunda kalan bu kadınlar için, hayatın gerçekten yaşanmış olmak zahmetine değip değmediğini insan kendi kendisine soruyor. Bu krokilerin birisi, kadınlardan birini, ayakta durmasına imkân vermeyen çok alçak bir galeride, bir kömür vagonunu sürüklerken göstermektedir. Bu angaryayı yapıp bitirmek için elleri ve dizleri üzerinde ilerlemektedir.[19]

Lahbabi’nin dikkat çektiği bir başka nokta da Batı medeniyetinde ça­lışma sonucunda elde edilen sanayi ürünlerinin, gayr-ı ahlâkî bir tarzda insan aleyhine kullanılma olgusudur.[20]

Lafargue’nun ifadeleri de Lahbâbî’nin Batı’daki ağır çalışma şartlan konusundaki tesbitlerini doğrular mâhiyettedir:

“Günde 12 saat çalışmak, işte, 18. yüzyıl filozof ve ahlakçılarının ideali. Günümüzün işlikleri, işçi kitlelerinin hapsedildi­ği, yalnız erkeklerin değil, kadınların ve çocukların da 12-14 saat zorla çalışmaya mahkûm edildiği ideal çocuk ıslahevleri durumuna gelmiştir.”[21]

Russell’ın 1935 yılında yazdığı “Aylaklığa Övgü” isimli yazısında 19. yüzyıl İngiltere’sinde yaşanan çalışma hayatı ile ilgili söyledikleri de aynı paraleldedir:

“XIX. yüzyılın ilk başlarında, İngiltere’de erkekler günde onbeş saat çalışırlardı; alışılageldiği üzere çocuklar günde on iki saat çalışırdı, ama kimi zaman on beş saate kadar varırdı işgünleri. Bazı ukala işgüzarlar kalkıp da çalışma saatlerinin iyice uzun olduğunu ileri sürdüklerinde, çalışma sayesinde büyükle­rin kendilerini içkiye kaptırmalarının, çocukların da kötü yola düşmelerinin önlendiği söylendi onlara. Benim çocukluğumda, kentli erkek işçilerin seçme hakkını kazanmalarının üstünden kısa bir süre geçmişti ki, kimi günler tatil olarak kabul edildi yasalarla; böyle bir şeyden hiç de hoşnut olmadı üst sınıflar. Yaşlı bir düşesin şöyle dediğini anımsamaktayım: “tatil yapmak neyine yoksulların? çalışmaları gerek.”[22]

Batı dünyası ile ilgili tesbitlere dikkat çekmemiz yanlış değerlendirilmemelidir. Batı’daki bazı olumsuzluklara dikkat çekerek, durumun İslâm Dünyası’nda daha iyi olduğunu söylemek gibi bir muradımızın ol­madığını belirtmemiz gerekir. Gayemiz, iki kültür arasında bir karşılaştır­ma yapıp, sonunda birini kötü diğerini iyi göstermek değildir. Burada dik­kat çekmek istediğimiz tek konu, bir imkân olarak insanın ‘ağır şartlar altında’ çalışmaya mecbur bırakılabileceği olgusudur. Bu olgu her zaman ve zeminde ortaya çıkabilir. İşte bu olgu ile, çalışmanın ‘gayr-i meşrû’ bir zeminde icrâ imkânı, bizi çalışma hayatının niteliği üzerinde düşünmeye sevketmiştir.

Görülüyor ki canlı bir varlık olarak insan; bireysel çerçevede hayati­yetini sürdürebilmesi, şahsiyetini oluşturup koruyabilmesi, toplumsal çer­çevede de kültür ve medeniyet kurabilmesi için çalışmak zorundadır. Ça­lışma hayatını düzenleyen belirli değerler vardır. Bu değerler, sosyal hayatı inşâ eden veya mümkün kılan ahlâk, hukuk ve dinin değerleridir. İnsanî olan çalışma hayatı, ancak bu değerlerle şekillendirilen bir hayat­tır.

Böylece “çalışma hayatının niteliği nasıl olmalıdır?” ve “çalışma hayatını düzenleyen belirli sâbiteler var mıdır?” suallerini bir anlamda cevaplandırmış oluyoruz. Buna göre; sosyal hayatı düzenleyen değerler, çalışma hayatının düzenlenmesinde de geçerli olan sâbitelerdir. Bu konu­ya biraz daha açık seçik hale getirebilmek için şunları söyleyebiliriz:

Sosyal hayatı düzenleyip inşâ eden değerler temelde ya ahlakî ya hukukî ya da dinî değerlerdir. Temel ahlakî değerler; din ve hukuk ara­sında müşterektirler. Adalet, doğruluk, itidal, emanet, hoşgörü, kanaat, cömertlik ve sabır gibi değerler, sosyal hayatı mümkün kılan ahlakî de­ğerlerdir. Bu değerlere göre düzenlenip inşa edilmeyen toplum hayatında sosyal barışın sağlanması, toplumun birlik ve beraberliğinin korunması mümkün değildir. Bu sebepten din ve hukuk insanları bu ahlakî değerlere uygun olarak davranışta bulunmaya teşvik eder.[23] Din bu teşviki, sevap ve günah kavramlarıyla manevî yolla, hukuk ise bu değerlere aykırı hareket edenlere maddî cezalar vermek suretiyle yapar.

İnsanların sosyal hayatın her aşamasında doğruluktan ayrılmamaları nasıl gerekli ise çalışma hayatında da doğruluktan ayrılmamaları ahlakî bir zorunluluktur. Doğruluk gibi adalet de çalışma hayatında gözetilmesi gereken temel ahlakî değerlerden birisidir. Çalışma halatında adalete uygun davranmak, bir işin hakkını vererek yapmak, nasıl yapılması gere­kiyorsa işi o şekilde yapmak demektir. Bu başkalarını çalıştırma açısın­dan (işveren statüsünde) olduğu gibi başkalarının işinde çalışma açısın­dan da (işçi statüsünde) öyledir.

Burada adalet’e yüklediğimiz “bir işin hakkını vererek yapmak” an­lamı üzerinde durmak gerekir. Yapılan işin hakkını vermek; o işi o günün standartlarında en güzel, en kaliteli bir şekilde yapmak anlamına gelir. İş­veren statüsünde olanlar, o işin hakkını verme konusunda çalışanlara maddî ve manevî açıdan uygun bir ortam hazırlamakla; çalışanlar da, sağ­lanan ortamı en iyi şekilde değerlendirmekle yükümlüdürler. Bu ‘emanet’ değerinin bir gereğidir. Çalışma hayatında adalet’in, doğruluğun ve emanet’in gözetilmesi ancak bu şekilde mümkün olabilir. Bu açıdan bakıldı­ğında çalışma hayatı; estetik ve ahlakî kaygıların en üst seviyede yaşan­ması gereken bir hayattır.

Demek ki çalışma hayatını düzenleyen belirli sabiteler vardır ve bu sabiteler; ahlak, din ve hukuk tarafından sağlanmaktadır. Çalışma hayatı­nın düzenlenmesinde İslâm’ın yeri ve önemi burada kendisini gösterir. İslâm her konuda olduğu gibi, çalışma konuşunda da insanın değerini ko­ruyan ve gözeten bir yaklaşım içindedir. İslâm’da çalışmak önemlidir ama çalışma uğruna insanlık onuru ve haysiyetinin zedelenmesi söz ko­nusu değildir. Çünkü İslâm, insan içindir. İslâm’ın insan için olması demek, İslâm’ın insanın şeref ve haysiyetini konması için varolması de­mektir. Bu sebepten sanayi devrimi öncesi ve sonrası dönemlerde Batı’nın çalışma hayatında yaşanan insanlık onuruna aykırı uygulamalara bir din olarak İslâm’ın cevaz vermesi mümkün değildir.

Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol…

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol. [24]

İslâm’da Çalışmanın Yeri ve Önemi

İslâm’da çalışma hayatının yeri ve önemini iki aşamalı olarak ele alacağız: İlk önce âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerde çalışma konusunda ne gibi temel ilkelerin bulunduğuna, sonra da doğrudan peygamberimizin hayatına bu temel ilkelerin nasıl yansıdığına bakacağız.

İslâm’da çalışmanın önemini ve yerini belirleyebilmek için Peygam­berimizin hayatına bakmak gerekir çünkü onun hayatı, İslâm’ın temel ilke­lerinin somut davranış kalıplarına döküldüğü, temel İslâmî değer ve ideal­lerin yaşantıya dönüştüğü bir alandır. Bu sebepten İslâm’ın insanı için peygamberimizin hayatı, her konuda olduğu gibi çalışma konusunda da örnek alınacak bir hayattır. Çünkü peygamberimiz her yönüyle, müslümanlar için her konuda örnek insandır.

Dikkatle incelendiğinde Kur’an-ı Kerim’de çalışmayı teşvik eden pek çok âyet bulmak mümkündür. Ancak bu âyetleri zikretmeden önce önemli gördüğümüz bir konuya işaret etmemiz gerekir.

‘İslâm ve Çalışma’ konusunu açık seçik hale getirebilmek için önce, ‘insan’ ve ‘insanın varoluş özellikleri’ne dikkat çekmeye çalıştık. Bu şe­kilde hareket etmemizin sebebi; İslâm’ın, insanın bu varoluş özelliklerine aykırı bir hüküm getirmeyeceğini önceden kabul etmemizdir. İslâm’ın; bir din olarak insanın varoluş özelliklerine aykırı bir hüküm getirmeyeceği inancımızı, insanı yaratan ile İslâm’ı din olarak gönderenin aynı yüce Ya­ratıcı olduğu inancımız üzerine dayandırıyoruz. Bu açıdan İslâm, aynı za­manda bir ‘fıtrat’ dinidir. İnsan fıtratını yani insanın varoluş özelliklerini doğru okumayı becerebilenler, İslâm’ın insanla ilgili temel hükümlerini kavramakta zorlanmayacaklardır. İslâm’ın fıtrat dini olmasıyla ilgili ola­rak şu âyet-i kerime oldukça anlamlıdır:

“Sen yüzünü hanif olarak dine, yani Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise o fıtrata çevir. İşte dosdoğru din budur, fakat insanla­rın çoğu bilmezler[25]

Âyette geçen ’fıtrat’ kavramını; insanlık ortak paydası anlamına gelen, insanı insan yapan ‘varlık ya da varoluş özellikleri’ şeklinde anla­mak, yanlış olmaz, işte gerçek olan doğru din, insanın bu varoluş özellik­lerine uygun olan dindir. Bu dinin adı da, İslâm’dır. İslâm’da insanın var­lık şartlarına aykırı bir hüküm bulabilmek mümkün olmadığına göre,  çalışma konusunda da durum aynıdır. Yani insan, çalışmadan ‘insanca’ yaşaması mümkün olmayacak şekilde yaratılmıştır. Yüce Allah insanı bu şekilde yarattığı için, bütün insanlık için seçtiği İslâm dini ile çalışmayı teşvik etmiştir.

İslâm dini çalışmayı “insan haysiyetinin ölçüsü, varlığının bir boyutu olarak telakki etmektedir. Allah’ın hükmü şudur ki herkes, kendi öz taah­hütlerinin ve kendine has faaliyetlerinin hesabı görülerek yargılanacağı zaman, şahsen onların kefili olmak mecburiyetindedir.”[26]

Çalışma ile ilgili genel bir ilke olarak âyet-i kerimede şöyle buyuru­lur: “Hakikaten insan için kendi çalışmasından başkası yok. Onun çalış­ması değerlendirilecek. Bu çalışmasından dolayı en değerli ücret ile mükâfatlandırılacak”[27]

Tabakoğlu’nun belirttiği gibi[28] üretici olan ve insanlara faydası doku­nan kişi, inandığı sürece Allah’ın halifesi olma sıfatına hak kazanır. (Nur, 55) Allah Teâlâ kâinatı insanın faydalanması için yaratmıştır. Bitkiler, hayvanlar, cansız maddeler, su kaynakları, yeryüzü ve gökyüzü hep insa­nın ihtiyaçlarını tatmin için yaratılmıştır. İslâm insanları kâinata hükmet­meye memur gördüğü gibi ondaki üretici kuvvete yani emeğe büyük bir önem atfeder.

İslâm dininde insanın yerine getirmesi gereken belirli ibadetlerin ol­duğu bir gerçektir. Fakat insan; hem ibadetlerini eksiksiz yerine getirmek hem de ‘insanlık onurunu’ ya da ‘haysiyetini’ korumak için çalışmak zo­rundadır. Cuma suresinde bu konuya açık bir şekilde dikkat çekilir: “Namaz bitince yeryüzüne yayılınız ve işlerinizle meşgul olunuz”[29]

İslâm, insanın tamamen dünyevî işler içinde erimesine de karşıdır. Kârûn gibi paranın ve para sevgisinin esiri olmamak gerekmektedir: “Kârûn Musa’nın milletindendi. Fakat vatandaşlarına karşı insafsızca hare­ket ediyordu. Biz ona, anahtarlarını güçlü bir topluluğun zor taşıdığı hazi­neler vermiştik. Milleti ona şöyle diyordu: ‘O kadar böbürlenme! Zira Allah böbürlenenleri hiç sevmez. Allah’ın sana vermiş olduğu nimetlerle ahiret yurdunu da kazanmaya çalış, Bu dünyadaki nasibini de unutma. Allah’ın sana yaptığı iyilik gibi Sen de iyilik yap. Yeryüzünde aşırılıklardan sakın, zira Allah aşın hareket edenleri sevmez.”[30]

Görüldüğü gibi İslâm; dünya ile âhiret arasında denge kuran bir din­dir. Bu denge insanın âhiret adına dünyayı, dünya adına da âhireti ihmâl etmesine engel olur. İnsan, hem dünyayı hem de âhireti kazanmak için çalışacaktır. Ancak uygulamada dünya ile âhiret arasında sağlıklı bir den­genin her zaman kurulduğunu söylemek mümkün değildir. Özellikle âhiretin ebediliğini dünyanın geçiciliğini vurgulayan âyetlerin dünyanın önemsiz olduğu şeklinde anlaşılması; dünyanın terkedilmesi gerektiği gibi yanlış bir çıkarıma yol açmış, bu da çalışma dünyamızda bazı olum­suzlukların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İslâm inancında şüphesiz ebedî olan âhiret âlemidir. Ama ‘ebedî olan’ın kazanılması, geçici olan bu dünyada gerçekleştirilecek çalışma ile mümkün olmaktadır. Başka bir deyişle âhiretin ihyası, dünyanın iman ile mümkündür. Çünkü “Herkesin kurtuluşu çalışmasına bağlıdır”[31]

Lahbabi’nin dediği gibi;

İslâm çalışmayı yeniden değerlendirmeyi ve insanileştirmeyi denemiştir. Bu din “iş görenlere” ve çalışmayı ibadet ayarında tutanlara çok yüksek bir paye atfetmektedir: Bir hadis yakınlarının geçimini temin etmek için çalışmak namaza ve Allah’a iba­det etmeye denktir demektedir.[32] Diğer bir hadise göre, Allah şöyle demektedir: “Kıyamet günü kendilerine düşman olacağım üç çeşit insan vardır: Benim adıma söz verip de sözünü yerine getirmeyecek olan kişi; bir hür adamı satarak ondan alacağı parayı yiyecek olan kişi, bir iş için kiraladığı işçi vazifesini ta- marnladığı zaman onun ücretini ödemeyecek olan kişi” (Buhari, sahih).

Kur’an insanlığın seçkin kişilerini yani peygamberleri örnek işçiler olarak göstermektedir. Allah Davud’a: “zırhlar imal et ve ilmeklerini iyi ayarla. İyilik yap, zira ben bütün hareketleri­nizi görmekteyim” diyor (Kur’an, XXXIV/11).

Yönetimi altında kendisine itibarlı yüksek bir mevki teklif eden krala Yusuf cevap veriyor: “Beni memleket zenginlikleri­nin idarecisi yap, onların çok uyanık bir muhafızı olacağım” (XII/55). Musa, o koca Musa, sonradan kayınpederi olacak ihti­yar bir toprak sahibinin hizmetine girmemiş miydi? Bu ihtiyar şöyle demişti: “Bana sekiz sene hizmette bulunman şartıyla sana iki kızımdan birini nikâh etmek istiyorum. Eğer on seneye kadar uzatmak istersen bu senin arzuna bağlı…” Anlaştık diyor Musa. Senin yanında geçireceğim müddet ikisinden hangisi olursa olsun, hiç bir şiddete maruz kalmayacağım. Bununla be­raber ne konuştuysak hepsinin Allah vekilidir” (XXVIII/27-28).

Ve hatta Muhammed önce çoban ve daha sonra da ticaret mümessili olmadı mı? Çalışma, sosyal bir faaliyet olarak şahsi sorumluluk gerektirmektedir: “senin ruhun bizzat kendisinden mesuldür” ve “bir başkasının günahlarını da yüklenmeyecekür.”[33]

Çalışma ile ilgili zikredilen âyet-i kerimeler, bu konuda İslâm’ın bakış açısı hakkında yeterli fikir verecek mâhiyettedir. Aşağıdaki hadis-i şerifler ise, çalışmayı teşvik eden hadiselerden sadece bir kaçıdır.

“Allah kulunu, helal kazanç talebinden yorgun düşmüş görmeyi sever.” Tac, 11/35

“İnsanın yiyip içtiklerinin en helal ve bereketli olanı, çalışıp kazana­rak aldıklarıdır”. İbn Mace, H. No: 2137

“İçinizden kim bana, insanlara yük olmayacağına, onlardan bir şey istemeyeceğine söz verebilirse, ben ona Cennette olacağına garanti veri­rim.” Tac, II, 36

“Hz. Peygamber, kişinin çalışmasını, üretimde bulunmasını ve âilesini geçindirmesini Allah yolunda cihad ve gündüzleri oruç geceleri namazla geçirme ile bir tutmuştur. (Buhari, Nafakat, 1.).. En kötü şartlar altında dahi çalışmak başkalarına yük olmaktan daha iyi görülmüştür: ‘Kişinin sırtında odun taşıyarak geçimini sağlaması, versin veya vermesin birisinden birşey istemesinden daha hayırlıdır.’ (Buhari, Büyü, 15).”[34]

Bütün bunlara ilave olarak İslâm’ın beş temel şartından olan hac ve zekât ibadetleri de, bizi çalışma konusunda ayrıca düşündürecek mâhiyettedir. Çünkü İslâm’ın insanı, hacca gitmek ve zekât vermek isteye­cektir. Bu isteklerin yerine getirilmesi ise disiplinli bir çalışma hayatını gerekli kılar. Şüphesiz fakir olan insanlara haccın farz olmadığı, fakirin zekât almasının dinî bir hak olduğu doğrudur, ama zekât ve haccın farz kılınmasında insanları hacca gidebilecek ve zekât verebilecek kadar zen­gin olmak konusunda bir teşvikin olduğunu da görmek gerekir.

İslâm’da çalışmanın yeri ve önemi konusunda şimdi de peygamberi­mizin hayatına yönelebiliriz. Çalışma hayatının niteliği üzerinde durur­ken, çalışma hayatının ahlâkî ve dinî değerlere göre düzenlenmesi gerek­tiğine işaret etmiştik. Çalışma hayatının dinî değerlere göre düzenlenmesi, insanın ‘helâl’ yollardan kazanıp yine ‘helâl’ yollara har­caması anlamına gelir. Çalışma hayatının ahlâkî değerlere göre düzenlen­mesi ise, çalışırken doğruluk, dürüstlük, emanet ve adalet’ten ayrılmamak demektir.

Her yönden örnek olan Peygamberimiz, çalışma hayatında gözettiği değerler açısından da insanlığa örnek olmuştur. Onun hayatında tarihî ve­sikalarla bilinmeyen hiçbir yön yoktur. Hayatta olduğu süre içinde doğru­luk, emanet ve adalet gibi temel ahlakî değerlere aykırı hiçbir uygulaması olmamıştır. Deyim yerindeyse dinî ve ahlâkî değerler, onun hayatında ete kemiğe bürünmüştür.

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol”[35]; “Rabbimiz Allah’tır deyip sonra da dosdoğru olanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyecektir”[36]  gibi âyet-i kerimeler, Peygamberimizin hayatının her ânında yaşantı haline dönüş­müş olan İlahî buyruklardır.

Ticarî hayatta “doğru sözlü ve her konuda kendine güvenilen bir ti­caret adamı, ahirette Peygamberler, sıddîkler ve şehitlerle beraber ola­caktır”[37] buyuran Peygamberimiz; çarşıda dolaşırken bir yiyecek yığını­nın önünde durup, elini yığının içine daldırınca, belirli bir ıslaklığın farkına varır. Bunun sebebi olarak yağmurdan ıslanmış olabileceğini gös­teren mal sahibine; ıslak tarafı herkesin görebileceği şekilde üste koyması gerektiğini söyledikten sonra “bizi aldatan bizden değildir” buyurur.

Doğruluk ve dürüstlüğün insan hayatındaki önemini bundan daha açık ve kesin bir şekilde dile getirebilmek, adeta imkânsız gibidir. “Bizi aldatan bizden değildir” temel ahlâk ilkesiyle Peygamberimiz, dürüstlük­ten ayrılmakla dinden çıkmayı sanki aynı şeymiş gibi değerlendirmekte­dir.

Bir an için İslâm’a inanmış her insanın; “bizi aldatan bizden değildir” ilkesine göre yaşadığını düşünelim: Bu durumda imalatçı, imal ettiği ürünü o günkü standartlara göre en kaliteli, müteahhit inşa ettiği binayı en sağlam, çiftçi ürettiği mahsulü en temiz şekilde üretecek ve bu gibi mes­lek erbabından oluşan bir toplum da o günkü standartlara göre her bakım­dan en ilerde örnek alınacak bir toplum olacaktır.

Peygamberimiz; İslâm’ın insanını “müslümanların elinden ve dilin­den güvende oldukları kimse”[38] şeklinde tarif eder. Burada müslüman in­sanın ayırd edici özelliği olarak “elinden ve dilinden güvende olma” du­rumuna işaret edilmesi üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Çünkü insanın elinden ve dilinden güvende olunması demek; çalıştığı alanda insanın bilgisinden ve bu bilgiyle yaptığı eylemlerinden emniyette olmak demektir. Mesela bir hekim; çok iyi bir insan olmasına rağmen sa­hasında iyi yetişmemiş olmasından dolayı hastalarına uygun teşhis ve te­davi uygulayamıyorsa, böyle bir hekim, elinden ve dilinden emin olunan bir insan olamamış demektir. Din görevlileri de dâhil bütün meslek grubları için aynı şekilde düşünmemiz mümkündür. Çalışma alanının gerektir­diği bilgi birikimi ve beceriyi edinmemiş bir çalışanın, o alanda güveni­len insan olması beklenemez. “Müslümana ihanet eden, zarar veren yahut hile yapan kişi, bizden değildir”[39] hadisi, bu anlamda son derece önemli­dir.

Peygamberimizin hayatında dikkatimizi çeken en önemli hususlar­dan birisi de, onun sözleriyle yapıp ettikleri arasında tam bir uyumun bu­lunmasıdır. Bu uyum, çalışma hayatında da bütünüyle geçerlidir. Çalışma ile ilgili bazı buyruklarına işaret edelim:

“Hiçbir kimse kendi elinin emeği ile kazandığından daha hayırlı bir lokma asla yiyemez.”[40]

“Allahım; tembellikten, korkaklıktan, ihtiyarlığın verdiği düşkünlük ve cimrilikten Sana sığınırım.”[41]

“Servet, bir müslüman için ne güzel arkadaştır. Yeter ki o, servetin­den fakire, yetime ve yolcuya vermiş olsun.”[42]

Bu tür buyruklarıyla Peygamberimiz, sadece insanları çalışmağa teş­vik etmekle kalmamış, bizzat kendisi de çalışmak suretiyle, çalışma ile il­gili ilkelerini kendi hayatında uygulamıştır.

Peygamberimizin hayatına bakan insanlar her şeyden önce İslâm’ın çalışma konusundaki temel ilkelerin uygulanabilir ilkeler olduğunun far­kına varırlar. Tarih; bu ilkelere uygun bir çalışma hayatı gerçekleştiren müslümanların insanlığa ‘İslâm Medeniyeti’ adında, son derece ‘insanı’ bir medeniyet sunduklarına şahitlik eder. Dolayısıyla hem Peygamberi­mizin hayatı hem de İslâm tarihi, İslâm’ın insan tabiatıyla uyum içinde olan ve her dönemde uygulanabilir çalışma ilkelerine sahip olduğunu gös­termek için yeterlidir. Şüphesiz burada genel ilkelerden söz edilmektedir. Çalışma hayatının ayrıntılarıyla ilgili düzenlemeler, her dönemde işin uzmanlarınca belirlenecek konulardır.

Bütün bunlardan sonra, İslâm dünyasının ekonomik açıdan bugünkü geri kalmışlığının sebebinin, çalışma ile ilgili temel ilkelerinin yetersizli­ği olmadığını rahatlıkla söylemek mümkündür. İslâm dünyasının geri kal­mışlığının İktisadî, kültürel, sosyo-kültürel, vb. pek çok sebebi olmalıdır. “Geri kalmışlık olgusu” incelenirken, bu sebeplerin bir bütünlük içinde ele alınması gerekir. Buradaki gayemiz İslâm dünyasının geri kalmışlığı­nın sebeplerini incelemek değil sadece İslâm’ın çalışma ile ilgili temel il­kelerinin insan doğasına uygun ve uygulanabilir karakterde olduğuna dik­kat çekmektir.

‘Bu ilkeler gündelik hayata niçin olumlu bir şekilde yansımıyor?’ so­rusu konumuz açısından anlamlıdır. Çünkü İslâm’ın öngördüğü çalışma hayatı ile İslâm dünyasında fiilen mevcut olan çalışma hayatı arasında sağlıklı bir denge yoktur. Böyle bir dengenin kurulamamasının birden çok sebebi olduğu muhakkaktır. Bunlar arasında konumuz açısından özellikle şunlara dikkat çekmekte fayda vardır:

Daha önce de değindiğimiz gibi âhiret ile mukayesesi içinde dünya­nın geçiciliğini vurgulayan âyetlerin yanlış yorumlanması, dünyaya gere­ken önemi vermeyen bir zihniyetin oluşmasına zemin hazırlamış olabilir, bu zihniyetin de dünyevî olandan uzaklaşmanın dinî bir tutum gibi be­nimsenmesine yolaçmış olabileceği düşünülebilir. Bu çerçevede, çalışma ile ilgili dinî değerlere de yanlış anlamlar yüklenmiş olduğunu düşünmek oldukça makul gözükür. Buna verilebilecek çarpıcı örneklerden birisi ‘tevekkül’dür.

Tevekkül, çalışma hayatında gözetilmesi gereken dinî bir değerdir. “İnsanın gerçekleştirmek istediği bir iş için gereken her şeyi yaptıktan sonra, sonucu Allah’tan beklemesi hali”nin adı tevekküldür. Bu anlamda tevekkül, insanı çalışma konusunda harekete geçiren ve ümitsizliğe düş­mekten kurtaran bir değerdir. Çünkü ulaşmayı planladığı hedefe ulaşama­dığı durumlarda insan, tevekkül sayesinde ümitsizliğe düşmeyecek; nere­de hata yaptığını, hangi konularda yetersiz olduğunu gözden geçirecektir.

Böylece eksiklerini gidermek suretiyle ulaşmak istediği hedefi yakalamak için tekrar çalışmaya koyulacaktır.

Tevekkül inancı ulûhiyyet anlayışla yakından alâkalıdır. İslâm’da insan, tevekkül inancıyla çalışmaya teşvik edilir. Çünkü İslâm’ın Allah’ı; çalışana, emeğinin karşılığını mutlaka veren bir güç ve adalet sahibidir. Fakat zaman içinde tevekkül’e, farklı bir anlam yüklenmiş olduğu görül­mektedir. Bu anlamda Allah; ‘çalışana emeğinin karşılığını adaletle veren’ olarak değil de, ‘tembellik eden müslümanın yerine kendisi çalı­şan’ olarak düşünülmeye başlanmıştır. İşte böyle bir tevekkül anlayışı, ‘felaket’in başlangıcı olmuştur. Bu durumu Akif, şu cümlelerle dile geti­rir:

“Çalış!” dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun,

Onun hesabına birçok hurafe uydurdun!

Sonunda birde “tevekkül” sokuşturup araya,

Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya! Safahat, 233

Sözünü ettiğimiz yanlış tevekkül anlayışı, zaman içinde İslâm’ın ‘ulûhiyyet anlayışı’nda paralel bir değişikliğin ortaya çıkmasına sebep ol­muştur. İslâm ulûhiyyet anlayışında Allah; mü’minlerin duâlarını işitir ve icabet eder, yani duâyı kabul edip, bir anlamda, gereğini yapar. Felsefî bir ifade ile söyleyecek olursak İslâm’da, âleme müdahale eden bir ulûhiyyet anlayışı vardır. Yaptığı müdahale ile Allah, âlemdeki kötü gidişatı tersine çevirir. Örnek vermek gerekirse; ateşe müdahalesi ile Hz. İbrahim’i, suya müdahalesi ile Hz. Musa ve inananlarını korumuştur.

Vahiy merkezli dinlerde ‘âleme müdahale eden’ bir ulûhiyyet anlayı­şına sahip olunduğu içindir ki, inananlar ibadet ve duâ ederler. Buna bağlı olarak da, Allah’a tevekkül ederler. Fakat zaman içinde tevekkül’e yanlış anlam yüklenmesi sonucunda insanlar, duâlarının kabul edilebilmesi için, kendi paylarına düşen görevlerini yerine getirmeleri gerektiğini sanki dü­şünemez olmuşlardır. Dolayısıyla böyle bir tevekkül anlayışına sahip olan müslümanlar, çalışmadan çalışanların yakalayabileceği seviyeye ulaşmayı, bilgili olmadan bilgili olanlarla eşit seviyede olmayı ister hâle gelmişlerdir. Yani Allah’ı; ‘çalışana emeğinin karşılığını adaletle veren’ olarak değil de, ‘tevekkül adına tembellik eden müslümanın yerine kendi­si çalışan’ olarak düşünmeye başlamışlardır. Bu istekleri doğrultusundaki duâları da, İlâhî adalete aykırı olmalı ki asırlardır kabul olmamaktadır. Bu durumla ilgili olarak Akif’in tasvir ve tesbitleri son derece isabetlidir. Bu tesbitlerle değerlendirmemizi bitirmiş olalım.

Bırak çalışmayı, emr et oturduğun yerden,

Yorulma, öyle ya, Mevla ecir-i hâsın iken!

Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,

Birer birer oku tekmil edince defterini;

Bütün o işleri Rabbim görür: Vazifesidir…

Yükün hafifledi… Sen şimdi doğru kahveye gir!

Çoluk, çocuk sürünülmüş sonunda aç kalarak…

Huda vekil-i umurun değil mi? Keyfine bak!

Onun hazine-i in’amı kendi veznendir!

Havale et ne kadar masrafın olursa… Verir!

Silahı kullanan Allah, hududu bekleyen O;

Levazımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O!

Çekip kumandası altında ordu ordu melek;

Senin hesabına küffarı hâk-sâr edecek!

Başın sıkıldı mı, kâfi senin o nazlı sesin:

“Yetiş!” de, kendisi gelsin, ya Hızr’ı göndersin!

Evinde hastalanan varsa borcudur: Bakacak;

Şifa hâzinesi derhal oluk oluk akacak.

Demek ki: Her şeyin Allah.. Yanaşman, ırgadın O;

Çoluk çocuk O’na aid: Lalan, bacın, dadın O;

Vekil-i harcın O; kâhyan, müdir-i veznen O;

Alış seninse de, mes’ul olan verişten O;

Denizde cenk olacakmış… Gemin O, kaptanın O;

Ya ordu lazım imiş… Askerin, kumandanın O;

Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O;

Tabib-i aile, eczacı… Hepsi hâsılı O.

Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!

Biraz da saygı gerektir… Ne saygısızlık bu!

Huda’yı kendine kul yaptı, kendi oldu huda!

Utanmadan da tevekkül diyor bu cür’ete.. Ha? Safahat, 233-34

 

[1]   Safahat, (Hazırlayan M. Ertuğnıl Diizdağ) İstanbul 1987, Kültür ve Turizm Ba­kanlığı Yayınlan, s. 220.

[2]   Dinî bir terim olarak “mutlak kurtuluş” anlamına gelen “felâh” ile “çalışma” ara­sındaki zorunlu ilişkiyi, bizzat Akif in cümleleriyle dile getirmek, konunun daha rahat an­laşılmasında faydalı olabilir.

Bu harb işinde kazanmaktadır çalışmış olan;

Çalışmayıp oturandır gebertilen, boğulan.

Nedir murâdı, bilinmez, fakat Hakîm-i Ezel,

Cihanı mar’eke halk eylemiş, hayâu cedel.

Kimin kolunda mesâî denen vefalı silah.

Görülmüyorsa, ümid etmesin sonunda felâh. Safahat, 228.

Akif’in buradaki ifadeleri, dönemindeki fikir akımlarından haberdar olduğunu, kendi fikirlerini temellendirebilmek için bu fikir akımlarının doğru olan görüşlerini be­nimsemekte hiçbir mahzur görmediğini göstermesi açısından da ayrıca önemlidir. Mesela âlemi bir harb alanı olarak tasavvuru, ancak çalışanların bu harbi kazanabileceğini vurgu­layan ifadeleri, biyolojik evrim teorisinin en temel kavramlarından olan ‘tabiî ıstıfâ’yı (na­tural seleclion) hatırlatmaktadır.

[3]   İnsan; ‘küçük tabiat’ (mikrokozmos) olarak kabul edildiği için, “makrokrozmosun pek çok özelliklerini kendisinde taşıyan bir varlıktır. Öncelikle madem ki bütün alem hareket içerisindedir, o halde insan da daima hareket halinde olmalıdır. Peki ya hareketsiz­lik, hiçbir şey yapmama arzusu, tembellik? Bu, âlemin oluşa geçmeden önceki sonsuz sükûn haline dönme; yani yok olma ve aslına dönme arzusundan kaynaklanmaktadır. Evet, yaşamanın şartı daima hareket halinde olma ve çalışmadır; ancak bu çalışma bedeni yoracak şekilde aşırıya kaçtığında dinlenmek ve tembellik etme isteği;’ …bir şey yapmama zevki, çalışma ve gayret korkusu, sağlık için hiç de gerekli olmadığı halde rahatlık alış­kanlığı…’ haklı görülebilir… Hiç çalışmadan tembellik edip hayatını zevk ve eğlence içeri­sinde geçiren insan da her şeyi bu kadar kolay ve arzu duyup peşinden koşmaksızın elde ettiği için pek büyük bir mutluluk duymayacaktır. O hâlde tembellikten, eğlenmekten zevk alabilmek için daha önceden çalışmak, yorulmak ve çalışmadan geçirilebilecek özgür zamanların özlenmesi lazımdır.” (Gülnihal Küken, ‘Eğlenceli Felsefe’, Cagito, sayı 12, 1997, içinde s. 94-95)

[4]   Rahman sûresi, 29.

[5]   Ne dinlenir, ne de âtıl kalır, velev bir an,

Şu’ûn-ı hilkati teksif edip yaratmaktan. Safahat, 220.

[6]   Russell iki tür çalışmadan bahseder, “ilki, yerkürenin yüzünde ya da hemen altın­da bir yerlerdeki bir maddenin gene aynı maddenin başka bir parçasına göre konumunu değiştirmek; İkincisiyse, başkalarına bunu yapmalarını söylemektir, ilki hiç hoş olmadığı gibi iyi para da kazandırmaz. İkincisiyse önceden belirlenmeyen açılım olanaklarına sa­hiptir.” (Bertrand Russell, ‘Aylaklığa Övgü’, Cagito, sayıl2, 1997, içinde, s. 62)

[7]   Aşağıdaki ifadeleri bu konuda verilebilecek pek çok örnekten sadece birkaçıdır:

Şu madde yok mu ki almakta birçok eşkâli,

Onun da varmadadır sa’ye asl-ı seyyâli.

Neden mi? Çünkü bütün kudretin tekasüfüdür.

Zaman da sa’ye çıkar Çünkü hep onunla yürür.

Mekân da sa’ye varır: Sa’yi sıfıra indiriniz.

Mekân tasavvur edilmez, muhal olur hayyiz.

Kamer çalışmadadır, gökle yer çalışmadadır;

Güneş çalışmada, seyyareler çalışmadadır.

Didinmeden geri durmaz nücûm-i gisû-dâr;

Bütün alın teridir durmadan yağan envâr! Safahat, 220-221 Nücûm-ı nâ-mütenahi bütün çalışmakta…

Sükûn tasavvuru kaabil mi bu’d-i mutlakta? Safahat, 223.

[8]   Zevil-i hayâta bakın… Koşmuyor mu hakk-ı hayât Peşinde cümle nebâtât, cümle hayvânât?

Müessirât-ı tabiatle daim uğraşarak;

Bütün cihan gibi onlar da istiyor yaşamak;

Avamilin kimi te’yid eder bekaalarını;

Hücum eder kimi ta’cil için fenalarını.

Zavallılar, hani, bir ân içinde bin kerre,

Kaçıp ikinci takımdan koşar birincilere.

Hayâtı hak tanıyanlar yorulmuyor… Heyhât!

Sükûn nedir, onu görmüş müdür ki uzviyyât? Safahat, 227.

Bütün bu ifadeleriyle Akif, yaşamak isteyen her canlının hiç durmadan çalışmak zo­runda olduğuna dikkat çekmektedir.

[9]   İster birey isterse toplum olarak düşünülsün insan, her durumda çalışmak mecbu­riyetindedir. Bu, toplumun en küçük birimi olan âile için geçerli olduğu gibi cemaat, kavim ve millet gibi daha büyük birlikler ve nihayet bütün insanlık için de geçerli olan ev­rensel bir kuraldır.

Değil mi ceng-i hayatın zebunu âdem de?

Mücahedeyle yaşar çaresiz bu âlemde.

Evet, mücahede mahsulüdür hayat-ı beşer,

O olmadıkça ne efrâd olur, ne âileler,

Görün birer birer efradı: Muttasıl çalışır,

Balan ki âileler durmayıp nasıl çalışır.

Alın sıraya cemaati, sonra akvâmı;

Aceb cidal-i maişetten aynlan var mı?

Nizam-ı kevne nigehban o sermedi kaanun,

Bütün cihanı tutaiken tahakkümünde zebun,

Garib olur beşeriyyet çıkarsa müstesna.

Hayır! Adalet-i fıtratta yoktur istisna.

Hayata hakkı olan kimdir anlıyor, görüyor;

Çalışmayanları bir bir eliyle öldürüyor! Safahat, 228-229

Çalışma ile insan varlığı arasındaki ilişki konusunda Lahbabi de şunları söyler: “Ça­lışma esas itibariyle çekme ve itme arasındaki münasebetler hayatıdır. İnsan varlığı -uzvî olarak- canlı ve cansız varlıkları istihale ettirmek ve onları özümlemek için onlara etkide bulunarak onları kendilerine mal etmeye tabiatları icabı mütemayildirler: Bunlar onun var­lığını tamamlamaktadır (yiyecek, içecek, karşı cins)… Böylece, eğer çalışma bizim hayatı­mızın ayrılmaz bir parçasıysa, hayat da kendisini çevreleyen beşeri coğrafî dünyaya daimi bir intibak gayretiyle onun oluş kanevasını dokumaktadır.” (Muhammed Aziz Lahbabî, Kapalıdan Açığa, (Çev. Bahaeddin Yediyıldız), Ankara 1996, s. 85-86)

[10] Lahbabî, Kapalıdan Açığa, s. 10; Bu konuda M. Akif de aynı görüşü şu şekilde ifade eder:

Cibillîdir taharri-i hakikat hırsı âdemde.

Onun mahsûlüdür meşhud olan âsâr âlemde.

Atâlet fıtratın ahkâmına mâdem ki isyandır;

Çalışsın, durmasın her kim ki da’vâsında insandır. Safahat, 131

[11] Lahbabî, s. 10-12

[12] a.e., 13

[13] a.e., 13-14

[14] a.e., 24.

[15] J. Searlc, “How to derive ‘ought’ from ‘is’ The Is-Ought Question, ed. By W.D. Hudson, London 1969, içinde s. 131.

[16] J. Searle, Speech Acts, An Essay in the Philosophy of Language, Cambridge, 1969, s. 33.

[17] Searle, “How to derive ‘ought1 from is , s. 131

[18] Searle, Speech Acts, s. 33.

[19] Krş. Hutchinson Encylopedia’nın sanayi inkılabı maddesi. (Lahbabî Kaplıdan Açığa, 35) _

Lahbâbi Batı’da yaşananlar hakkında devamla şu tesbitlerde bulunur;

“Şüphesiz daha az belirgin bir tarzda olmasına rağmen bu geçmiş hala başka şekiller altında uzayıp gitmektedir. Bununla beraber, çalışma saatlerinin miktarı Batı memleketle­rinin bazılarında azaltılmışsa da, her tarafta aynı değildir. Mesela, Fransa’da çocukları “her gün on saatten fazla’’ çalıştırmayı yasaklayan kanun ancak 1898’de çıkarılmıştır. Üs­telik bu kanun 1960’da dünyanın çeşitli memleketlerinde hala tatbik edilmiyordu”. Şüphe­siz, çalışmanın tiksinç yönleri azalmıştır. Bununla beraber, daima sıhhate zararlı yerlerde işçi birikimi ve maden ocaklarının emniyetsizliği devam etmektedir. Bunlara Marcinelle’nin Belçika’da (1956 Ağustos) ve Springhill’in Kanada’da (1956 ve Ekim 1958) edin­dikleri acı hatıraları birer misal olarak gösterebiliriz. (Lahbabî, a.e., s. 35)

[20] Bu konuda aşağıdaki tesbiüeri oldukça dikkat çekicidir

İşte korkunç bir paradoks: 1815’de, barış, sınaî yayılmanın ve üretimin gelişmesinin şartı ve beklenmeyen ve şansı olmuştu: hâlbuki bugün bazı büyük sanayiciler, kendilerine göre kârlı bir fırsat olan harbi tercih etmekten sıkılmamaktadırlar. Amerika Kongresi üye­lerinden birinin meşhur genel beyanatını hatırlamamak elde değildir: “Krize düşmektense harp daha yeğdir!.” Bu dramatik çığlıktan bu yana, huzursuzluklar bariz bir şekilde art­maktadır. Bugün, üretim tesislerinin otomatik işleyişi, atom ve hidrojen bombalan sanayi­nin ve genel bir şekilde İlmî araştırmaların ahlâkî değerini yeniden problem haline sok­maktadır. (Lahbabi, a.e., 38-39.) Bu katiyen teknik ilerlemenin gelişmesini durdurmak gerektiği anlamına gelmemektedir, -çünkü bu lüzumlu bir gelişmedir-; fakat teknolojiden elde edilen neticeleri dünya çapında sosyal ve ahlakî nizam reformlarıyla denkleştirmek ihtiyacının farkına varmak demektir. Teknik bize sözkonusu bu dengeyi kurmanın şartları­nı tedarik etmektedir. O halde, insanların mutluluğu için belli başlı vasıtalar olarak tekno­lojiyi muhafaza etmek şarttır. (Lahbabi, a.e., 43)

[21] 1857’de Bruxelles’de toplanan Birinci iyilikseverler Kongresi’nde, Lille yakınla­rındaki Marquettc’in en zengin yapımevcilerinden Bay Scrive, Kongre üyelerinin alkışlan arasında, yerine getirilmiş bir ödevin soylu sevinci içinde şunları anlatıyordu: “Çocuklar için birtakım eğlence olanakları sağladık. Çalışırken şarkı söylemesini, yine çalışırken sayı saymasını öğretiyoruz onlara: Eğlendiriyor bu onları ve geçimlerini sağlamak için ge­rekli 12 saatlik çalışmayı cesaretle kabul ediyorlar.” (Paul Lafargue, ‘Tembellik Hakkı’ndan Seçmeler1, Cogito, sayı 12, 1997, içinde s. 14-15)

[22] Bertrand Russell, ‘Aylaklığa Övgü’, (In Praise of Idleness, 1958, s. 9-29), Cogi­to, sayı 12, 1997, içinde s. 65.

[23] Sözünü ettiğimiz değerlere gerekli önemi vermediğinden dolayı Batı medeniye­tinin ‘yanlış bir yola girdiği’nden söz edilir. Batı medeniyetinin yanlışı olarak da; adalet ve liyakat değerleri yerine ‘kuvvet’ ve ‘verimlilik’ değerlerini yerleştirmesi, böylece insanları verimli’ ve ‘verimsiz’ diye sınıflara ayırması, rekabeti dayanışmaya tercih etmesi gösterilir. Bunlar “insana hürriyete kavuşma, kendini aşma, yani gerçek bir şekilde şahsiyetleşme imkânlarını verememiştir. Modem edebiyat ve sanatta mevcut diğer önemli ve yaygın temalar gibi bunalımın, saçmalığın ve melankolinin gerçek kaynağı bu korkunç ve acı hayal kırıklığı değil midir? Kierkegaard’ın ve Kafka’nın eserlerinin keşfi; Hcidegger’in hiçi ve bir başka planda, Machiavel ve Marquis de Sade’ın dirilişi, hatalarını itiraf eden entellektüellerin bunalımına, modern vicdanın sarsıntısına uygun düşmektedir. (Lah- babi, a.e., s. 31-32)

[24] Safahat, 428.

[25] 30. Rum suresi, 30.

[26] Lahbabî, a.e., 13-14.

[27] 53. Necm Suresi, 37-42; Bu konuda Akif’in söyledikleri âyetleri anlamak açısın­dan oldukça önemlidir:

Hangi müşkildir ki himmet olsun, âsân olmasın?

Hangi dehşettir ki insandan hirâsân olmasın? ibret al erbâb-ı ikdamın bakıp âsârına:

Dağ dayanmaz erlerin dağlar söken ısrarına… intihar etmek değilse yolda durmak, gitmemek.

Asumandan refref indirsin demektir bir melek!

“Leyse li’l-insani illâ mâ seâ” derken Hudâ; (Necm (53), 39. âyet)

Anlamam hiç meskenetten sen ne beklersin daha?

Davran artık kârbânın arkasından durma, koş!

Mahv olursun bir dakikan geçse hattâ böyle boş. Safahat, s. 24-25

[28] Ahmed Tabakoğlu, ‘Islâm. Ekonomisi’nde Emek ve Sermaye Kavramları’, İslâm’da Emek, İstanbul 1986, içinde, s. 80-81.

[29] 62. Cuma suresi, 10

[30] 28. Kassas suresi, 76-77; Lahbabî, 48

[31] 31.52. Tur suresi, 21; Dünya ve ahiret dengesi konusunda Akif şunları söyler:

Bu âlem imtihan meydanıdır ervah için mâdâm,

Demek: insan değilsin eylemezsen durmayıp ikdâm.

Neden geçsin sefaletlerle, haybetlerle, ezmanın?

Neden azmin süreksiz, yok mudur Allah’a imanın?

Çalış, dünyada insan ol, dindeyken henüz dünya; öbür dünyada insanlık değilmiş yağma, gördün ya!

Dilinden ahiret hiç düşmüyor ey müslüman, lâkin.

Onun hakkında âtıl bir heves mahsûlü idrakin! Safahat, 276

[32] Genel olarak çalışmak, çabalamak, hareket etmek, iyi niyetler üzerine kurulması kaydıyla, özellikle İslam dininde takdir edilmiştir. (Krş. Kur’an, D/193, 195; IX/106; XXXI/35; LXn/10).

[33] Lahbabî, 80.

[34] Tabakoğlu, a.c., s. 82-83.

[35] Hûd suresi, 112.

[36] Ahkaf suresi, 13.

[37] Tirmizi, 12. Kitabu’l-Buyu’, Bab: 4, H. No: 1209.

[38] Müslim, Kitabu’l-Iman, Bab: 43, H. No: 101-102.

[39] Müslim, 1. Kitabûl-Iman, Bab: 43, H. No: 101-102.

[40] Tecrid, c. VI, s. 369, H. No: 967.

[41] Buhari, Edebu’l Mufred, c. II, s. 72, H. No: 615.

[42] Müsned-i Ahmed- Ibn-i Hanbel, c. Hl, s. 21.

 

[i] KILIÇ, Recep. “İSLAM VE ÇALIŞMA ÜZERİNE FELSEFİ BİR DEĞERLENDİRME.” Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 41.1: 117-136.

Yazar
Recep KILIÇ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen