Türkiye’de Aydınlanma, Birey ve Bireyleşme ve Bunun Türkiye’ye Yansımaları

Türkiye’de Aydınlanma, Birey ve Bireyleşme ve Bunun Türkiye’ye Yansımaları[i]

Prof.Dr. Şafak URAL[ii]

“Aydınlanma” denilince bir yanıyla Newton’un bilimsel çalışmaları diğer yanıyla da Kant’ın felsefesi öncelikli olarak akla gelir. Bu iki düşünür, Aydınlanma döneminin iki temel dayanağıdır.

Aydınlanma’yı karakterize eden diğer bir özellik, İskoç Aydınlanması, Fransız Aydınlanması ve Alman Aydınlanması olarak ayrılan üç farklı unsurun birbirini tamamlayacak şekilde biraraya gelmesidir.

Aydınlanma dönemini anlayabilmek için, Ortaçağ’ı, Hümanizm’i ve Rönesans dönemlerini de ayrıca dikkate almak gerekir. Daha yerinde bir ifadeyle Aydınlanma dönemi, temelde Ortaçağ’a karşı bir tutum ve davranışı yansıtır. Bu bakış açısı, Hümanizm ve Rönesans’dan geçerek olgunlaşmıştır. Dolayısıyla Aydınlanma, bir yönüyle önceki bu iki dönemin bir çocuğudur.

Ben bu konuşmamda Aydınlanma’nın tarihi gelişimi veya felsefi özellikleri üzerinde durmayacağım. Amacım bu dönemi özellikle “birey” ve “bireyleşme” kavramları açısından ele almak olacaktır. Bunun için öncelikle Newton’un bilimsel çalışmalarına ve Kant felsefesinin belirli bazı özelliklerine vurgu yapacağım.

Eğer bu felsefe anlayışının Türkiye üzerine yansımalarından sözetmek istenirse, Fransız Aydınlanmasını ayrıca dikkate almak gerekecektir.

Aydınlanma denilince şüphesiz 18. Yüzyıl akla gelir. Bu dönemde yapılmış çalışmaların, Kant’ın felsefesinde doruk noktasına ulaştığı biçimiyle aydınlanmayı karakterize ettiği kabul edilir. Aydınlanmanın doruk noktası, temsilcisi ve hatta sözcüsü olarak Kant kabul edilir.

Eğer aşırı bir sadeleştirme çabasının getireceği bazı yanlış anlamaları göze alırsak, Kant’ın düşüncelerinde somutlaşan Aydınlanma’yı “fizik dünya” ve “ahlak dünyası” açısından yorumlayabiliriz.

Kant’ın bu konuda çok bilinen güzel bir ifadesi var: Kant, “iki şey benim hayranlığımı çekmiştir”, “bir tanesi üstümüzdeki gökyüzü”, “ikincisi içimizdeki ahlak dünyası” der. İşte Aydınlanma’yı bu iki kavram açısından inşa etmek mümkündür. Çünkü Aydınlanmanın bu iki alanda gerçekleştirdiği zihniyet devrimi, özellikle teolojide çok köklü değişimlere sebep olmuştur.

Bu iki kavramın, yani fizik dünyanın ve ahlak dünyasının ortak böleni akıl’dır. Newton fiziği evrenin akıl ile kavranılabileceğini göstermiştir. Çağının diğer filozofları gibi Kant da bunun farkındaydı. Kant da Newton fiziğinin getirdiği yepyeni bakış açısının felsefi sonuçlarını ortaya koymayı amaçlıyordu. Eğer Newton fiziğinin getirdiği temel özelliklerinden birisi akıl aracılığıyla evrenin kavranılabilir olması ise, Kant’ın diğer bir amacı, ahlak’ın da akıl aracılığıyla kavranılması ve temellendirilmesini sağlamak olmuştur.

Aydınlanma, aklın üstün kılınması ve insanın düştüğü çukurdan aklını kullanarak kurtulmasıdır. Temel dayanak şüphesiz Newton fiziğidir. Çünkü Newton, evrenin akıl ile kavranılabilir olduğunu göstermiştir. Bu durum, Kant’ın gözünde ahlak için de geçerlidir.

Fizik dünya ile ahlakın birbirine yaklaştırılmasını Ortaçağ’ı dikkate alarak ele almak daha yerinde olacaktır. Çünkü bu dönemde Hırıstiyan dünyasında hakim olan paradigma, teolojik bakıştır. Teoloji ise temelde her alanda “niçin?” sorusuna cevap arar. Diğer bir ifadeyle “evren niçin vardır?” ve “niçin ahlaklı olmalıyız?” gibi sorular teolojik içerikte veya teolojik açıdan cevap verilebilecek sorulardır. Aristoteles’in ereği (‘telos’u) temele alan felsefesi, teolojiye son derece uygun bir çıkış noktası oluşturmuştur.

Fakat bakış açısı “nasıl?” sorusu etrafında kurgulanırsa, verilecek cevapların karakteri de bütünüyle değişecektir. Çünkü artık evrenin varoluş amacı değil, nasıl işlediği sorgulanacaktır. Ve cevap da ister istemez akıl ile kavranılabilir türden olmak durumundadır. Benzer şekilde, “niçin ahlaklı olmalıyız?” gibi bir sorunun yerini, “nasıl ahlaklı olabiliriz?” veya “ne yaparak ahlaklı olabiliriz?” şeklindeki soruların alması gerekecektir. Bu sorular ise teolojik bir amacın araştırılmasını değil, sorunun akıl aracılığıyla kavranılmasını ve cevabın da yine rasyonel bir temel üzerinde kurgulanmasını gerektirmektedir.

Akılcılığın özellikle günümüzde birtakım eleştirilerin konusu olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla Aydınlanma da olumlu ve olumsuz olmak üzere iki yönünden değerlendirilmektedir. Olumlu açıdan bakıldığında bugünkü teknolojiyi, bugünkü bilimsel başarıları, kültürel hayatı, Aydınlanma’ya geri götürülmesi ve onunla ilişkilendirilmesi mümkündür. Ama öte yandan bugünün savaşlarını, kırımlarını, yok edişlerini de Aydınlama’ya bağlamak mümkündür.

Akıl, bir yönüyle evreni anlaşılabilir şekilde inşa etmeyi öngörür; ama öte yandan, eğer şeytanın avukatlığını yaparsak, savaşları da yıkımları da, çıkarları herşeyin üstünde tutmayı da yine akıla bağlayabiliriz. Akıl bana menfaatim doğrultusunda hareket etmemi söyler. Benim vicdanım, inançlarım yoksa, aklım kolayca egomun hizmetine girebilir.

Fakat ben, kötülüklerin artmasında aklın veya akılcılığın fazla bir rolünün olduğunu düşünmüyorum. Evet akıl, duyguların veya egonun emrinde olabilir ve bunun sonucunda gerek birey gerek insanlık son derece büyük problemler yaşayabilir. Bence böyle bir durumda aklı bir kenara bırakmayı değil, duyguların eğitimini amaçlamak gerekir. Hiç bir ülke hiç bir zaman eğitim sistemini bilgi üretmemek, aklı kullanmamak veya öğrenciye daha az bilgi vermek üzerine kuramaz. Aydınlanmayı akılla özdeşleştirip günümüzdeki kötülükleri Aydınlanmaya bağlamak, bir günah keçisi aramak, bir suçluluk duygusu içinde olmak demektir. Sorunları doğru tespit edip rasyonel çözümler bulamadıkça, duygusal reaksiyonlara, gerçekleri bir kenara bırakıp saplantılara kolayca yönelebiliriz. Kısaca ve kabaca söylemek gerekirse, Aydınlanma çağı olmasaydı hala belki cadı avında olurduk ve birbirimizi yakmaya devam ederdik.

Kaldı ki Aydınlanma’nın en önemli özelliklerinden birisi, bireyi, yeteneklerini ortaya koyabilecek ve bu suretle onu kendi ayakları üzerinde durabilecek bir konuma getirmiş olmasıdır. Bu noktada bireyleşme ile bireyselleşmeyi birbirinden ayırmak gerektiğini düşünüyorum.

Bireysellik denilince, olumsuz açıdan bakarsak, kişinin çıkarlarını herşeyin üstünde tutmasını, sadece kendi çıkarlarını dikkate almasını düşünebiliriz. Olumlu tarafı ise öncelikle kişinin kendi çabası ile başarılı olması, kendine yetmesidir.

Bireyleşme ise, Aydınlanma ile ortaya çıkan ve sanırım daha yakından ele alınması gereken bir özelliktir.

Şüphesiz bireyleşme gibi bireysellik de Aydınlanma hedefleri arasında yer alır ve tanımladığı gerçekleştirmek istediği ilkelerle uyum içindedir. Bunun sebebi, akla verilen önem ve otoriteye karşı çıkıştır.

Ortaçağ, kilisenin otoritesini herşeyin üstünde tutan, ne bireyselliğe ne de bireyleşmeye izin veren bir çağdır. Bu anlayışın yıkılmasında, yani aklın kilisenin yerini almasında en önemli rol, elbette bilime ait olacaktır. Çünkü bilim, evrenin akıl yoluyla kavrama eylemdir ve bir otoritenin doğruları tanımlaması sözkonsu değildir. Bireyleşmenin bireysellikten ayrılan en önemli tarafı, hukukun da işin içine karışmasıdır. Hukuk, kişilerin haklarını korumak, garanti altına almak durumundadır. Hukukun geçerli olduğu yerde, hukukun üstünlüğü sözkonusu olduğu taktirde bireyleşmek, birey olmak sözkonusu olabilir.

Gerek bireyleşme gerekse bireyselleşmenin Aydınlanma ile olan ve bizi ilgilendiren diğer bir özelliği, Doğu ve Batı kültür ayrımında önemli bir yer tutuyor olmasıdır. Çünkü Batı kültürü, özellikle Aydınlanma dönemi sonrası otoritenin karşısına aklı ve sonuçta da bireyleşmeyi koyabilmiştir.

Newton sistemi aklın öne çıkartılmasında şüphesiz ilk sırada rol oynayan etkendir. Aydınlanma öncesi örneğin Rönesans dönemimde bireyin kendini tanımasından, kendine dönmesinden veya kendini yeniden keşfetmesinden de sözedilebilir. Bu gibi etkenler şüphesiz Aydınlanma olgusunun ortaya çıkmasında çok önemli bir rol oynamışlardır. Fakat bu dönüşümde asıl başarı Newton fiziğine ikinci olarak kant felsefesine ait olacaktır. Çünkü her ikisinde de insan aklı ön plandadır. İnsan aklı, rasyonel düşünce ile ahlak arasındaki sentez, doruk noktasına Kant felsefesiyle ulaşmıştır.

O dönemde şöyle bir soru var; insan aklı nasıl oluyor da evreni anlayabiliyor? İnsan aklı kişisel sorunlarını çözemiyor, annesiyle, babasıyla, kocasıyla, karısıyla, sevgilisiyle, arkadaşıyla tartışmasını çözemiyor… Evrenin sorunlarına nasıl el atabilir; sonsuz olan bir şey sonlu bir hacme sahip beyinde nasıl yer alabilir gibi, bugün bize biraz tuhaf gelmekle beraber, o gün için son derece anlaşılabilir olan sorunlarla uğraşıldığını görüyoruz. Aydınlanma düşünürleri şunu diyor; “hayır, akıl evreni anlayabilir; o evreni anlayabilme gücüne sahiptir. Evren akılla kavranabilir.” İşte bu sözün arkasında bir ayağı Newton’la beraber ortaya çıkan evren anlayışı, öteki ayağında Kant’ın getirmiş olduğu felsefi sistem var. Çünkü Kant hem ahlak hem evren, her türlü yapının, yani insanın bilgi konusu yapabildiği her şeyin akıl tarafından kavranabilir olduğunu, aklın bunları kavramaya muktedir olduğunu öne sürüyor. Dolayısıyla birçok etken, Aydınlanmanın ortaya çıkmasında rol oynamış olmakla beraber, bilimin ve Kant felsefesinin ayrı bir yeri olsa gerek.

Sonuçta Kant’ın akla verdiği önemi dikkate alarak, Aydınlanma dönemini Kant ile özdeşleştirmeden Kant ile simgeleştirebiliriz. Ve elbette akla böyle bir rol verilmesinde bilimsel çalışmalara, yani Newton’un kâinatı, evreni anlaşılabilir kılmasına öncelikli bir yer vermemiz gerekir.

Burada söz konusu olan sadece evrenin akıl aracılığıyla anlaşılabilir olması değildir; önemli olan, “niçin?” sorusunu sormadan “nasıl?” sorusuna cevap aranmasıdır. Esasen bu ikinci soru rasyonel bir cevap öngörme özelliğine sahiptir.

Aristoteles sistemi için evren organik bir yapıya sahiptir. Ama artık mekanik bir yapı söz konusudur ve bu dünyada geçerli olan yasa, evrenin her yerinde geçerlidir. Ben burada olanı anlıyorsam, evrenin her yerini anlayabilirim. Dolayısıyla burada önemli olan nokta, evrenin her yerinin aynı özelliklere sahip olması ve insan aklının bunu idrak edebilir olmasıdır. Kant’ın bunu felsefi bir sistem olarak kurması, fizik dünyadan ahlak dünyasına kadar uzanan bir alanda akılcılığı geçerli bir ilke olarak kullanabilmesine olanak vermiştir.

Newton sistemi çerçevesinde bilimin sahip olduğu özellikler, evrenin işleyişinin anlaşılabilir olacağını göstermesi, insan aklına güvenin ve inancın ortaya çıkmasına sebep olması, Aydınlanmanın bir yönünü teşkil etmektedir. Kant felsefesinin akıl ile olan ilişkisini ortaya kaoyabilmek için, Newton’un çalışmalarının yanı sıra Locke, Hume ve Berkeley gibi (aynı zamanda İskoç aydınlanmasının temsilcisi olan) empirik düşünürleri de ayrıca dikkate almak gerekir. Bu düşünürler, Aydınlanma düşüncesinin öncüleri olmanın dışında, Ortaçağ’ın otoriteyi temsil eden bakış açısına da karşı çıkmışlardır. Nitekim Locke’un empirisizmi, insan düşüncesinin bir tabula rasa olarak görmekle Ortaçağ’ın katı taassubuna da karşı çıkmayı hedeflemiştir. Hurafeler, insan aklının ürünleridir, insan aklının ortaya attıklarıdır. Dolayısıyla ilahi bir değere sahip değildirler. İnsan aklı aslında boş bir levhadır, sonradan duyumlarla doldurulur.

Bu bakış açısının, felsefi planda Ortaçağ’dan kopuşu ifade ettiği apaçık ortadadır.

Aydınlanma düşüncesini ve özellikle de onun doğayı akıl aracılığıyla incelemesinde, yani doğayı anlaşılabilir olarak kabul etmesinde Descartes’i de ayrıca dikkate almak gerekir. Descartes, bilindiği gibi sisteminde açık olarak, ben ve ben olmayan ayrımını yapar. Bu ayrım aynı zamanda bilimsel çalışmalara bir bakıma zemin de hazırlamış olur. Bunun önemini Hint düşüncesinin çok bilinen bir özelliğiyle kıyaslayarak yapabiliriz.

Bilindiği gibi Brahman yani evrensel ruh, kutlu bilgi, evrenin yaratılışı ilkesi, bütün evreni kaplayan her şeyin barınağı ve kaynağı olarak kabul edilir. Atman, yani bireysel ruh ise, soluk nefes, benliğin özü anlamını taşımaktadır. Fakat Atmanın asıl özelliği, insanın hem maddi tarafından, yani insanın bedeninden hem de manevi unsur olarak kabul ettiğimiz arzu, tutku, korku gibi duygulardan da bağımsız olmasıdır. Atman aynı zamanda Brahman’ın bireydeki temsilidir. Brahmanın tüm evrene ilişkin bir özellik olmasına karşılık Atman, bireylerde onun tezahür eden yüzüdür. Şimdi bu açıklamalarla bizi ilgilendiren nokta, bu anlayış çerçevesinde hakikatin bizim özümüzde, derinliklerimizde yattığına dair inançtır. Böylece Evreni özümüze dönerek kavrayabiliriz. Bu bakış açısına göre önemli olan dış gerçekliğin bilinmesi değildir; çünkü onlar gerçeğin kendisi değildirler. Gerçek, bizim içimizdedir, dış gerçek aldatıcıdır. Hakikat akılla kavranamaz. O herkese açık değildir, dolayısıyla ben hakikati kendi içime dönersem anlayabilirim.

Doğu düşüncesindeki bu özellik, bireyi bir nesne olarak kendi dışına çıkmasını önlüyor. Fakat bilim, Descartes’la somutlaşan örnekte olduğu gibi, benim dışımda benden bağımsız bir fizik dünyanın varlığını kabul etmeyi bir koşul olarak ileri sürüyor. Aydınlanmanın özelliklerinden birisi, nesneyi, benim onu algılayışımdan bağımsız hale getirmesidir. Nesne benden bağımsız olarak vardır. Ben onu aklımla kavrayabilirim. Aklım içimdekini değil, dışımdaki nesneyi kavrayabilir. Dikkat ederseniz bu bakış açısı, bilimselliğin en önemli ve temel kabullerinden birisidir.

Özetin özeti, batı düşüncesi uzun bir süreç içinde kendini ve doğayı nesneleştirmiş, nesnelleştirmiş; düşünce sistemiyle duygu dünyasını ayırt edecek şekilde kültürünü kurgulayabilmiştir. Bunun sonucu birey artık aidiyeti değil ve inançlarıyla değil de yaptıklarıyla ve ortaya koyduklarıyla değer kazanan bir varlık haline gelmektedir. Bireyin artık ait olduğu yere, duygu dünyasına veya inanç dünyasına göre tanımlanması sözkonusu değildir; o, bir bireydir, bir nesnedir, yani birey nesnelleştirilmiştir. Diğer bir ifadeyle birey, bireyleş’miştir.

O, bu dünyada, birey olarak yaptıklarından sorumlu olabilir. Fakat bunun sağlanabilmesinin temel bir koşulu vardır. Bireyin birey olarak korunması, başarılarının da koruma altına alınmasıdır Bu ise ancak hukuk aracılığıyla gerçekleşebilir.

Hukuk, bireyi otorite karşısında koruyabilecek yegâne dayanaktır. Birey, aidiyet ve itaat çerçevesinde değil, başarıları, çalışması ve yeteneği aracılığıyla varlık kazanmak durumundadır. Bunun garantisi, bir otoritenin bireyi takdir etmesi veya bireyin aidiyet karşılığında korunması değildir.

Bireyin, hukukun koruması altına alınması, elbette hukukun üstünlüğünün sağlanmasını gerektirir. 1789 Fransız İhtilali, sanayi devrimi ve milletlerin ortaya çıkması gibi olgular sonuçta hukukun üstünlüğünün kabul edilmesiyle sonuçlanmıştır.

Birey artık kendi sorumluluğunu taşımak ve dolayısıyla bireyselleşmek durumundadır. Bireyselleşmek, aynı zamanda sorumluluk yüklenmeyi, sorumluluk sahibi olmayı beraberinde getirmektedir. Bireyin sadece hakları değil ödevleri de vardır. Hak-etmek, ödev ve sorumluluk sahibi olmayı gerektirir. Ödev ve sorumluluğun, bir otoritenin takdirine bağlı olmadan varolabilmesi, bireyin hakettiğini alabilmesinin temel koşulu, hukukun bireyi korumasıdır. Birey ancak bu koşullar altında, inançları aracılığıyla değil, sahip olduğu yetkilerle, yeteneklerle varlık kazanabilir. Birey olmak, diğer bir ifadeyle bireyleşmek de işte bu noktada karşımıza çıkmaktadır.

Bireyleşmenin değil de bireyselleşmenin çıkarcılıkla eşleşen bir tarafından sözedilebilir. Ve sonuçta bir toplumun, deyim yerindeyse, atomize bireylerden oluşması gibi bir tehlikeden de sözedilebilir. Ne var ki insan sosyal bir varlıktır, inanan bir canlıdır ve metafizik bir dünyada yaşar; dolayısıyla da hiçbir zaman mutlak bir tekillik içinde olmamıştır.

Burada sözü edilen bireyleşme, Ortaçağ kültürüne ve dolayısıyla ortaçağ Hıristiyan dünyasının değerlerine karşı olmayı ifade etmektedir. Bu olgunun temel dayanağı, yukarıda da işaret edildiği gibi Newton’un fizik sistemi olmuştur. Çünkü Newton sistemi, insanın aklıyla evreni kavrayabileceğini göstermiştir. Bunun yansıması, bireyin kendi olanaklarıyla kendine varlık kazandırmasıdır.

Hırıstiyan kilisesinin başlangıçta Kopernik, Bruno, Kepler ve Galileo gibi düşünürlerin çalışmalarına şiddetli bir şekilde karşı çıktığı bilinmektedir. Fakat zamanla Newton sisteminin teolojiye bağıntısının, Aristoteles sisteminden çok daha ileri düzeyde olduğu anlaşılmıştır. Bu uyumun sağlanmasında hiç şüphesiz en büyük rol, Aydınlanma filozoflarınındır. Evrenin Newton sisteminin öngördüğü şekilde işlemesi, determinst/mekanist bir yapının kabul edilmesi anlamına gelmektedir. Bu durum, teolojisini Aristoteles’in organist/teleolojik evren tasavvuru üzerine kurmuş olan kilisenin kabul edebileceği, daha doğrusu anlayabileceği bir bakış değildir. Hatta daha da kötüsü, eskiden Tanrının evrenin her yerinde olduğu inancına, mekanist bir evren anlayışı çerçevesinde yer vermek artık mümkün değildir. Bu noktada çözüm, böylesine müthiş bir makinenin, yani evrenin kendi kendine meydana gelemeyeceğidir. Böylesine müthiş bir yapının, onu yaratmış olan bir Tanrı’nın varlığına ihtiyacı olduğudur. Dolayısıyla teoloji, Ortaçağ dünyasının kabul ettiği biçimiyle kapı dışarı atılmış olsa da, felsefe onu daha rasyonel hale getirerek sisteme (Newton sisteminin öngördüğü mekanist evren anlayışına) dahil etmiş olmaktadır.

Eskiden amaç, daha çok Hıristiyan olmak, daha çok ibadet etmek, daha çok Hıristiyanlık ilkelerine bağlı kalmak, daha çok inanmaktı. Ama artık amaç, daha çok değil, daha iyi Hıristiyan olmaktır. Amaç cadı avına çıkmak, şunu bunu yok etmek veya buna benzer etkinlik içerisine girmek değildir; amaç, daha iyi Hıristiyan olmaktır. Daha iyi Hıristiyan olmak için temel koşul, evreni aklını kullanarak anlayabilmektir, görevlerini ve sorumluluklarını bilmektir. Bu durum, insanın bireyleşme temeli üzerine inşa edilmesiyle elde edilebilir.

İslam dünyasının bir aydınlanma dönemi yaşamadığı söylenir. Ben bu kanaatte değilim; çünkü İslam dünyasında bir Ortaçağ yaşanmamıştır. Fakat buna karşılık İslam dünyası, daha doğrusu teolojisi, Yeniçağ bilimiyle hesaplaşmamıştır.

Yeniçağ bilimi birçok yönden Aristotelesci anlayış üzerine kurulmuş teoloji ile çatışma halinde olsa da, aslında ikisi arasında bir kıyaslama yapmak çok da isabetli bir sonuç vermeyecektir. Çünkü bilim, yukarıda da işaret edildiği gibi, teolojik cevap öngören “niçin?” sorusu yerine “nasıl?” sorusunu sormaktadır. Dolayısıyla aralarında bir ilişki kurmak, kıyaslama yapmak, birini diğerinin yerine kullanmak veya birinin diğerini ortadan kaldırması sözkonusu değildir. Çünkü bu iki soruya bağlı olarak verilebilecek cevaplar birbirinden çok farklıdır. Nitekim “niçin ölürüz?”, “niçin gece ve gündüz vardır?”, “niçin deprem olur?” gibi günlük sorulara teolojik açıdan yaklaşmak ve herşeyi Tanrı’nın iradesine bağlamak mümkündür. Bu kişinin tercihidir; fakat eğer soruya rasyonel bir cevap vermek istenirse artık “ölüm nasıl gerçekleşmektedir,.?”, “gece ve gündüz nasıl olmaktadır?”, “deprem hadisesi nasıl meydana gelmektedir?” gibi sorulara cevap aramak gerekir. Burada önemli olan bir nokta, ikinci tür sorulara cevap aramanın, teolojik içerikli ilk tür sorulara cevap aramayı ortadan kaldırmamasıdır.

Aydınlanma hadisesi İslam dünyasının gerek felsefi, gerek siyasi ve gerekse teolojik açıdan dışında gerçekleşmiştir; ne var ki, Osmanlı imparatorluğu sanıyorum değişimi farketmiş ve belli bir ölçüde de olsa bu değişimi yakalamaya çalışmıştır. Bunun göstergesi birçok Osmanlı aydınının Fransa’ya gitmiş ve oradaki değişimleri Türkiye’ye taşımış olmasıdır.

Fransız aydınlanmasını karakterize eden hadiselerden birisi, ansiklopedistler’dir. Bilindiği gibi amaçları halkı aydınlatmaktır. Bu tavrın Meşrutiyet dönemi aydınlarında yansıması kolayca görülebilir. Nitekim bu sebeple sözkonusu kişilerin Jakobenist bir anlayış içinde oldukları söylenir. Fakat öyle görünüyor ki asıl etki hukuk alanında gerçekleşmiştir. Çünkü Fransız aydınlanması, bilinçli bir şekilde hukukun üstünlüğünü savunmuş ve bunu da bir ihtilal sonucunda gerçekleştirmiştir. Temel amaç, bireyin haklarına hukuki bir zemin kazandırmak ve siyasi yapıyı da bunu sağlayacak şekilde düzenlemektir. Osmanlı imparatorluğu içinde karşımıza çıkan, Tanzimat gibi siyasi yapıyı değiştirme taleplerinin arkasında, askeri alanda yaşanan başarısızlıklar elbette önemli bir rol oynamıştır. Ama Fransız aydınlanmasının Osmanlı entellektüelleri üzerine olan etkilerini gözardı etmek de sanırım mümkün değildir. Bu durumu, Osmanlı imparatorluğunun Aydınlanma hareketi ile sınırlı bir şekilde de olsa ilişki kurduğunun ve ondan etkilendiğinin bir göstergesi olarak kabul edebiliriz.

[i] Kaynak: “Türkiye’de Aydınlanma, Birey ve Bireyleşme ve Bunun Türkiye’ye Yansımaları”, Türk Tefekkür Dünyası Bilgi Şöleni: 6-7 Aralık 2012 – Denizli, Editör: Prof. Dr. Selahattin Özçelik, Pamukkale Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2015, 2. Cilt, ss. 786-793.

[ii] İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, Mantık Anabilim Dalı

Yazar
Şafak URAL

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen