Oğuzlar

 

Prof. Dr. Faruk SÜMER   

A. Oğuzlara Dair En Eski Bilgiler

1. Oğuz Adının Menşei

Oğuz adının menşei hakkında birçok fikirler ileri sürülmüştür. Ünlü Macar bilginlerinden J. Nemeth, Oğuz sözünü ok+uz şeklinde tahlil etmiştir. Ona göre ok, boy (kabile), “z” de cemi edatıdır.1 Böylece Oğuz, boylar demektir. Gerçekten okun eski zamanlarda boy anlamına geldiği biliniyor. Batı Göktürk Devleti on boya dayanmakta olup, bu on boya “on-ok” denilmekte idi.

Okun boy anlamına geldiğinin izi Oğuz elinin boy teşkilatında da görülmektedir. Oğuz eli, bilindiği gibi, iki kola ayrılmakta, bunlardan birine Boz-Ok, ötekisine de Üç-Ok adı verilmektedir.

İkinci adın Üç-Ok’dan meydana geldiği muhakkaktır. Ancak başta W. Bang olmak üzere, bazı âlimler Oğuz’da ğ sesinin olması dolayısı ile Nemeth’in bu fikrine itiraz etmişlerdir.2 Son yıllarda ise Oğuz adının aslı hakkında başka izah tarzları ortaya atılmıştır.3 Biz J. Nemeth’in fikrini kabul etmeye mütemayiliz.4

Bilindiği üzere, Orta-Asya’da ilk defa olarak teşkilâtlı ve büyük bir imparatorluğu, Çinlilerin Hiung-nu adını verdikleri kavim kurmuştur. Bu kavim ilim âleminde “Türk” asıllı kabul edilmiştir. Çin kaynaklarında Göktürklerin, Uygurların ve Kırgızların Hiung-nuların soyundan göstermeleri şüphesiz bu hususta en mühim delillerden biridir. Türk devlet teşkilâtının gerçek kurucuları olan Hiung-nular, milattan önce III. yüzyılın sonlarında komşularının çekindiği kudretli bir kavim haline geldiler. M.Ö. 209 yılında bu kavmin başına Çinlilerin Mao-Tun (yahut Me-Te) dedikleri bir hükümdar geçti.

Mao-Tun, faaliyetlerinden anlaşıldığı üzere, Türklerin tarihçe bilinen ilk büyük hükümdarıdır. Çin kaynaklarında, rivayet olarak anlatıldığına göre, Mao-Tun, genç bir şehzade iken üvey annesinin şiddetli tesiri altında bulunan babası Teoman tarafından Hiung-nuların güneybatı komşuları Yüe-çilere rehine olarak verilmiş, sonra da Teoman bu kavme saldırmıştı. Bundan maksat Yüe-çilerin oğlunu öldürmelerine vesile vermekti. Gerçekten Yüe-çiler öldürmek için Mao-Tun’u aradılarsa da bulamadılar. Çünkü Mao-Tun uğrayacağı feci akıbeti anlayarak kaçmış ve babasının yanına gelmişti. Teoman oğlunun bu başarısından çok memnun görünerek ona, hassa tümeninin kumandanlığını verdi. Fakat, Mao-Tun, babasının kendisine yapmak istediği kötülüğü unutmayarak bir fırsatını bulup Teoman’ı ve onun yakınlarını öldürdü. Bu suretle Hiung-nu tahtına geçen Mao-Tun yaptığı seferler ile devletinin hudutlarını genişleterek zamanın en kudretli hükümdarlarından biri oldu.5

Mao-Tun ve haleflerinin bir sıra yüksek çifte kumandanları olup, bunlar birbirlerinden sol ve sağ olarak ayrılıyorlardı. Bundan Hiung-nu İmparatorluğu’nun dayandığı elin sol ve sağ olmak üzere iki kola ayrılmış idiği neticesi çıkarılabilir. Yine Çin kaynakları geniş Hiung-nu İmparatorluğu’nun 24 kumandan tarafından idare edildiğini yazıyorlar.6 Bundan da Hiung-nu elinin 24 boydan meydana geldiğini söylemek mümkündür.

Yine bilindiği gibi, XIV. yüzyılın, başlarında yazılmış olan Oğuzların destani tarihlerinde,7 Türklerin ilk fatih hükümdarı olarak Oğuz Han’dan bahsedilir. Hatta buradan da, Oğuz’un dini inancından dolayı, babası Kara-Han tarafından öldürülmek istendiği fakat onun yapılan savaşta galip gelerek babasını öldürdüğü söylenir. Diğer taraftan Oğuz elinin sağ ve sol olamak üzere iki kola ayrıldığını, sağ kola Boz-Ok, sol kola Üç-Ok denildiğini ve Oğuz elinin 24 boydan meydana geldiğini biliyoruz.

Bir çok müellifler, zikredilen şu benzerliklere bakarak efsanevi Oğuz Han’ın tarihi Mao-Tun olması ihtimalini ileri sürmüşlerdir. Biz bu mesele üzerinde ancak şu hususlara dikkati çekmek istiyoruz: Oğuzların destani tarihleri, Mao-Tun’dan aşağı yukarı 1500 yıl sonra yazılmış olup, bu destani tarihin Oğuz-Han’a ait bölümünün, milli bir gaye ile aydın bir Türkün muhayyilesinden çıktığı anlaşılıyor. Diğer taraftan Oğuzların 24 boydan meydana geldikleri hakkındaki bilgimiz de XI. yüzyıldan daha geriye gitmemektedir.

2. Barlık Irmağı Kıyılarında Oğuzlar

155 yılına doğru Orhun bölgesinde Hiung-nuların yerini Sien-Piler aldılar. onlara da Juan-Juanlar halef olduktan sonra 552 tarihinde Göktürk İmparatorluğu kuruldu. Bu imparatorluk o zamana kadar Orta Asya’da kurulmuş devletlerin en büyüğü idi. Bugünkü bilgimize göre, Türk diline ait en eski hatıralar da Göktürk İmparatorluğu devrine aittir. Bu hatıraları başlıca mezar kitabeleri teşkil ediyor. Bunlar Orhun ve Yenisey Kitabeleri olmak üzere ikiye ayrılır. Orhun Kitabeleri VIII. yüzyıldan kalmadır. Yeniseydekilerin daha eski bir zamanda, pek muhtemel olarak da VII. yüzyılda yazıldıkları anlaşılıyor. İşte Oğuz adına ilk defa olarak bu Yenisey Kitabeleri’nden birinde rastgelinmektedir. Ulu Kem’e dökülen Barlık çayı kıyısındaki bu kitabe aynen şöyledir:

1. Er erdemi atım tabdım erdemi… (üçün?)

2. Öz Yiğen Alp Turan Altı Oğuz budunda üç yegirmi (ya şımka) aldırdım

3. Beg erikime sizime aldırıldım.

Bugünkü Türkçe ile:

1. Er erdemi aldımı buldum erdemi… (için?)

2. Öz Yiğen Al Turan Altı Oğuz kaviminden on üç (yaşımda) ayrıldım

3. Beğlik nüfuzumdan, sizlerden ayrıldım.8

Anlaşılacağı üzere, bu kitabe -eğer doğru okunmuş ise- altı boy halinde olan Oğuzların kitabenin yazıldığı zamanda Barlık yöresinde yaşadıklarını gösteriyor. Bu zamanın biz VII. yüzyıl (ilk yarısı veya ortaları) olduğuna kaniiz. “Altı Oğuz budunda” ibaresi de altı boydan müteşekkil Oğuz eli (kavmi) demektir. Aynı asrın ikinci yarısından sonra Oğuzlar Tula ırmağı kıyılarında iken dokuz boy halinde idiler. Hatta Kül-Tegin ve Bilge Kağan’a ait kitabelerde geçen “Üç Oğuz süsü” (Üç Oğuz ordusu) ibaresinden Oğuzların, o zamanlar biri “Üç Oğuz”, diğeri “Altı-Oğuz” olmak üzere iki kola ayrıldıklarını tahmin etmek mümkündür. Acaba Oğuzlar, Barlık ırmağı kıyılarında iken de dokuz boydan müteşekkil olup, kitabede bunlardan yalnız Altı Oğuz kolu mu ifade edilmektedir? Bize kalırsa, Oğuzların kitabe zamanında (yani VII. yüzyılın birinci yarısında veya ortalarında) altı boy halinde olduklarını düşünmek daha doğrudur. Kitabedeki “budun” sözü her halde Oğuzların hepsini içine almaktadır. Oğuzların VII. yüzyılda altı boydan müteşekkil olmaları bizim için şu bakımdan dikkate değer. Cami ut-tevarih’deki Oğuz ensabı kısmında 24 boyun, müsavi sayıda olmak üzere, Oğuz Han’ın altı oğlundan türedikleri yazılmaktadır. Fakat daha ilgi çekici husus, her dört boyun (damgaları ayrı olduğu halde) müşterek bir unguna sahip olmalarıdır. Bu vakıa yirmi dört Oğuz boyuun da eski zamanlarda altı boy halinde yaşadığını gösterir. Bu altı ungunun hepsi de ormanlık bölgelerde yaşayan avcı kuşlardır.9

Barlık kitabesinin Altı-Oğuzların beğinin mezar kitabesi olduğu görülüyor. Öz Yiğen Alp Turan adını taşıyan bu beğ 13 yaşında, daha delikanlılık çağına basmadan vefat etmiştir. Turan adı (bu günkü söylenişe ile Duran) eskiden Türkiye’de çok konuşulmuş olup, bugün de daha ziyade kadınlara verilmek üzere, köylerde kullanılmaktadır. Barlık bölgesinde bundan başka daha üç kitabe bulunmuştur. Bunlar Köni Tiriğ, Bayna Sangun oğlu Külüğ Çur ve üçüncüsü de adı okunamayan beğlerden birine aittir.10 Bunlarda her hangi bir kavmin adı geçmiyorsa da onların da birincisi gibi, Oğuz beğlerine ait olması muhtemeldir. Aşağıda görüleceği üzere Kutluğ, Göktürk Devleti’ni kurmaya giriştiği sırada, Oğuzlar Tula ırmağı kıyılarında yaşıyor ve bir kağana sahip bulunuyorlardı. Bu sebeple Oğuzların Tula boyuna gelmelerinin Göktürk Devleti’nin 630 yılındaki yıkılışından sonra olduğu muhakkaktır. Aynı şekilde Kemçik’e dökülen Çirgak çayı boylarındaki Edizler de11 güneybatıya inerek Oğuzların yanında yurd tutmuştur. Her iki teşekkülün bu yer değiştirmede birlikte hareket etmiş olmaları muhtemeldir.

3. Tula Boylarında Oğuzlar

Göktürk şehzadelerinden Kutluğ’un, devletini kurduğundan takriben 80 yıllık bir zaman için milli kaynaklara sahip olduğumuz malûmdur. Bu kaynaklar Orhun Kitabeleri’dir. Bu kitabelerde ırki mahiyeti ve siyasi hüviyeti ne olursa olsun, her siyasi ve kavmi teşekkül, budun kelimesi ile vasıflanıyor: Türk budun, Tabgac budun, Kıtay budun, Oğuz budun, Kırgız budun. Göçebe budunlar birçok boylardan (kitabelerdeki bod?) meydana gelmiştir: Dokuz-Oğuz, Üç-Karluk, Dokuz-Tatar, Boylar da her halde obalara ayrılmakta idi.

Türkiye Türkçesinde, eskiden budun ve kavim karşılığı olarak el (il) sözünün kullanıldığı görülüyor. Eli meydana getiren teşekküllere boy, boyları meydana getirenlere de oba deniliyor.

İkinci Göktürk Devleti kurulduğu esnada Orta-Asya’daki siyasi ve kavmi durum şöyle idi:

Türk budun-Abidelerdeki “Türk” adı kavmi bir isim olup, bu adı Türkçe konuşan bütün kavimlerin değil, onlardan yalnız birinin taşıdığı hususu vâzıhtır. Hanedan bu kavme mensup bulunmakta ve devlet de en başta bu kavme dayanmaktadır. Türk adının törümek (doğmak, dünyaya gelmek) fiilinden geldiği hakkındaki A. Vambery’nin fikri bize daha doğru görünmektedir. Bu fikre göre, Türk (aslında törük, türük=türk) doğan, dünyaya gelen demektir (yörümekten yörük gibi). Türk kelimesi kuvvet anlamında yalnız Göktürklerden çok sonra, X-XIII. yüzyıllara ait Uygur metinlerinde görülebiliyor; yani Türk adının zuhurundan çok sonra, muahhar bir zamanda ve tek bir Türk kavmine ait metinlerde rastgelinmektedir. Bu husus, kelimenin, bu anlamda (yani kuvvet) eski bir maziye sahip bulunduğundan bizi şüphe ettirmektedir. Fazla olarak, Türk kelimesinin Uygurlar arasında kuvvet ve kudret anlamında kullanılması, Göktürklerin şerefli hatıralarından, büyük ünlerinden gelmiş olabilir.

Oğuzlar-Onların başlıca Tula boylarında yaşadıkları anlaşılıyor. Kutluğ harekete geçtiği esnada pek muhtemel olarak Ötügen yöresi de ellerinde idi. Oğuzların bu esnada başlarında bir kağan bulunuyordu. Abidelerde zikredilen “Baz Kağan”ın bu kağan olduğu anlaşılıyor. Onların devlet teşkilatları ve hakimi bulundukları toprakların sınırları hakkında bilgimiz yoktur. Oğuzlar bu zamanda dokuz boydan müteşekkil idiler. Abidelerde bazan onlardan bu sıfatla (Dokuz-Oğuz), çok defa sadece Oğuz olarak bahsedilir.

Bilge Ton-Yukuk yazıtından anlaşılıyor ki Kutluğ’un faaliyetlerinden telaşa düşen Oğuzlar, Göktürkler aleyhine bir ittifak kurmak için Çinlilere Kunı Sengün’ü, Kıtaylara da Tonra Sem’i göndermişlerdi.12 Bilge Kağan zamanında Oğuzlar ile yapılan savaşlar dolayısı ile de Tonra, yeniden geçiyor.13 Her iki yerde bu adın bir Oğuz boyunu ifade ettiği tahmin edilebilir. Kitabelerde birçok misalleri olduğu gibi, Tonra Sem, Tonra boyundan Sem, Tonra Yılpağut, Tonra boyundan Yılpagut demek olsa gerektir.14 Kunı da bir boy adı olabilir.

Aşağıda görüleceği üzere, Oğuzların, inkıyad altına alındıktan sonra birçok Türk kavimlerine yapıldığı gibi, başlarına bizzat kendilerinden veya hanedandan her hangi bir kimse geçirilmeyip, Türk budun gibi, doğrudan doğruya hanlar tarafından idare edildiği anlaşılıyor. Oğuz budununun, kağanlar karşısında Türk  budunundan az farklı bi hukuki duruma sahip olduğu görülüyor. Bu sebeple Ton-Yukuk: “Türk Bilge Kağan Türk sir budunıg Oğuz budunıg igidü olurur” (Türk Bilge Hakan, Türk müttehid (?) budununu ve Oğuz budununu iyi idare ediyor) dediği gibi,15 Bilge Kağan da kitabesinde bazan “Türk budunu” ile birlikte Oğuz budununa ve beğlerine hitap etmektedir: “Türk, Oğuz beğleri budun eşidin” (Türk ve Oğuz beğleri ve budunu işitin).16 Hattâ “Tokuz-Oğuz budun kentü budunım erti” (Dokuz-Oğuz budunu kendi budunum idi) cümlesini de17  kavmi (etnik) bir akrabalık şeklinde değil, yukarıda Oğuzlara dair verilen bilgileri, Türk ve Oğuz’un da Tabgaç, Kırgız, Kıtay gibi, budun kelimesiyle vasıflanmaları hususunu göz önüne alarak, hukuki bir münasebet manasında anlamak icab eder. Bilge Kağan, bu söz ile, Tokuz-Oğuz budun (Türk budunu gibi) doğrudan doğruya bana bağlı, benim idaremde bir kavim demek istiyor.18  Bu fikri teyid eden diğer kuvvetli bir delil de Uygur kağanının da aynı kavim, yani Dokuz Oğuzlar için, “budunım” yani “kavmim” demesidir.

Oğuzların bir türlü Göktürk kağanlarına ısınamamaları da, kötü idare edilmelerinden daha çok, ayrı bir kavmî teşekkül olmaları ve yarı bir siyasi maziye sahip bulunmaları ile ilgilidir. Aşağıda bahsedileceği gibi, devletin yıkılması ile Türk budun ortadan kalktığı halde, Oğuzlara bir şey olmadı. Onlar Uygurların devletinde de, Türklerinkinde olduğu gibi, bir hizmette bulundular; bu devletin de dayandığı ikinci bir unsur oldular, hatta, Uygur kağanlarına da vakit vakit isyan ettiler.

Tarduş-Bu küçük budunun Ötügen bölgesine yakın bir yerde yaşadığı anlaşılıyor. Tarduşlar Göktürklere sadık kavimlerden biri idi; daha sonra Uygurlara tabi oldular. Kağanlar bu buduna “yabgu” unvanlı bir başbuğ tayin ediyorlardı. Bu yabgunun hanedan azasına mensup olduğunu biliyoruz.

Tölis-Abilerde daima Tarduşlar ile birlikte geçen ve onların kardeşi gibi görünen bu kavim de her halde Ötügen bölgesine yakın bir yerde oturuyordu. Göktürk kağanları bunların üzerine, yine hanedan azasından bir şad tayin ediyorlardı. Bilge kağan amcası Kapağan’ın hükümdarlığı devrinde Tarduşların şadı bulunuyordu. Bilge Kağan zamanında ise şad olarak bunların başında Kül-Çur unvanlı bir beğ görülmektedir.

Ediz-Bu budunun daha önce, Altı Oğuzlar ile komşu olarak Kemcik ırmağı boylarında, başlıca Cirgak yöresinde yaşadığı görülmüştü. Pek şâyânı dikkattir ki, Edizlerin bu zamanda da (yani İlteriş veya oğlu Bilge Kağan devrinde) Oğuzların komşuları olarak görüyoruz. Edizler iki boydan müteşekkil idiler.

Uygur-Yurdları Selenge boylarında idi. Göktürklerin hakimiyetindeki diğer birçok Türk kavimleri gibi, onların da başlarında eltebir unvanlı bir başbuğları veya krallarının olduğu görülüyor. Uygurlar, Şine-Usu yazıtında açıkça belirtildiği gibi, on boydan müteşekkil idiler.

Basmıl-Varlıklarını Göktürklerden sonra da uzun bir zaman muhafaza eden Basmılların Beş-Balık taraflarında oturdukları anlaşılıyor; hükümdarları idi-kut unvanını taşıyordu.

Yer-Bayırku-Abidelerde Yer-Bayırkuların yurdu, kuzey yönünde uzak bir bölge olarak gösteriliyor. Bu bölgeni Baykal’ın doğu kıyılarında olması muhtemeldir. Abidelerde bu kavimden bir defa bahsolunuyor. Bilge Kağan zamanında başları Uluğ İrken (Erkin) unvanlı bir beğ idi. Uluğ İrken, Bilge Kağan’a düşmanlık gösterdiği için (yağı boldu) üzerine varılıp, Türgi Yargun gölünde yapılan bir savaşta bozguna uğratılmış ve Uluğ İrken az bir kişi ile kaçıp kurtulmuştur. Kül-Tegin’in Kırgız seferinde binip de savaşta uyluğu kırılan “Bayırku”nun ak aygırı, Uluğ İrken’in savaşta ele geçirilmiş atı olmalıdır.

Kâşgarlı19  Türk dünyasının doğu taraflarında yaşayan Yabaku adlı bir kaimden bahseder. Hatta bunların Büke Budraç unvanlı bir başbuğları vardı. Büke Budraç Kara-Hanlı topraklarına kalabalık bir kuvvetle saldırmış ise de Kara-Hanlı hanedanından Beğeç-Arslan-Tegin tarafından yenilip tutsak alınmıştır. Bu Yabakuların adlarının Yer-Bayırku adının yeğnileşmiş bir şekli olduğu hatıra geliyor.

Kıtay-Tatarlar gibi Moğol menşeli olan bu kavim de çok defa Tatabı budun ile birlikte geçiyor. Bu Tatabı budunun Çinlilerin daima Kıtaylar (Ki-tan) ile birlikte zikrettikleri “Hi” kavmi olduğu anlaşılmıştır. Kıtaylar fatih bir kavim olarak X. yüzyılda Kuzey Çin’e hakim oldukları gibi, buradan çıkarıldıktan sonra (XII. asırda) da Türkistan’a göçedip orada kuvvetli bir imparatorluk kurdular. İslâm tarihlerinde bunlara Kara-Hıtay denilir. bu isim Çin’den kovulmaları sebebi ile verilmiş olsa gerektir.

Tatar-Bugün Moğolca konuşan kavmin atalarından olan Tatarlardan abidelerde bazan Otuz-Tatar olarak bahsediliyor. Buna göre, Tatarlar o zamanlarda (VIII. asırda) 30 boy halinde olup, bilhassa bunlardan dokuzu siyasi bir birlik teşkil etmekte idiler. Bunların Oğuzların doğusunda, onlara komşu olarak yaşadıkları anlaşılıyor. Çünkü her iki teşekkülün (Oğuzlar ile Tatarlar) gerek Göktürkler, gerek Uygurlar zamanında, birlikte isyan hareketlerinde bulundukları görülüyor. Tatar adı, Moğollar zuhur edinceye kadar, bilhassa Türkler ve Çinlilerce Moğolca konuşan bütün kavimler için umumi bir ad olarak da kullanılmıştır.

Karluk-Bu kavmin ana yurdu Kara-İrtiş’ın sağ tarafında Urungu gölü ile Zaysan gölü arasında idi. Onlar üç boydan müteşekkil bulunuyor ve başları el-tebir unvanını taşıyordu. Karluklar, Uygurlar gibi, Göktürkler devrindeki savaşlarda fazla yıpranmamış oldukları için, Göktürklerden sonra, oldukça mühim roller oynamışlar ve varlıklarını Moğol devrine kadar devam ettirmişlerdir.

Kırgız-Türk kavimleri arasında, Oğuzlar gibi, varlığını son zamanlara kadar devam ettiren Kırgızlar, Göktürkler devrinde, Köğmen (bugünkü Tannu Ula) dağının ötesinde Abakan ırmağı bölgesinde yaşıyorlardı; hükümdarları kağan unvanını taşıyordu. Gerçekten Kırgızların ikinci Göktürk devleti zamanında kuvvetli bir durumda oldukları görülüyor. Bunlar Uygurlar devrinde de bu durumlarını devam ettirmişler ve hatta 840’ta Uygurlara saldırmışlar, onların bir kısmını öldürüp, bir kısmını da sürüp çıkararak, Orhun bölgesini ellerine geçirmişlerdir. Fakat, Kırgızlar medeniyetçe geri kalmış bir kavim olduklarından, Orhun bölgesindeki Türk medeniyetini tahrib etmek suretiyle Türk tarihinde menfi bir rol oynamışlardır; sonra kara-Hıtayların hücumları üzerine (X. yüzyılın birinci yarısında), burada tutunamayarak geldikleri yere dönmüşlerdir. Böylece Kırgızlar, bu eski Türk yurdunun Moğolca konuşan kavimlerin ellerine geçmesinin de müsebbibi olmuşlardır.

Az-Bu kavim de Kırgızlara komşu olarak oturuyor ve başbuğları el-tebir unvanın taşıyordu.20 Barthold, bugün Yenisey’in aşağı Turuhan bölgesinde yaşayan Assinlerin  (diğer adı Kott) Azların kalıntısı olmasının muhtemel bulunduğunu söylüyor.

Çik-Bu kavim Kem ırmağının ötesinde yaşıyordu. Bunlar, Az ve Kırgızlara yakın idiler. Çikler bilhassa Uygurlar zamanında faaliyet göstermişlerdir. Bu yüzden Uygur kağanı Moyunçur birkaç defa bu kavmin üzerine sefer yaparak, onlara baş eğdirip, üzerlerine bir vali (tutuğ) tayin etmiştir. İslâm kaynaklarında Çiklerin de adına rastgelinmiyor.

İzgil-Bu kavmin nerede yaşadığı bilinemiyor. Esasen kitabelerde İzgillerden ancak bir defa bahsediliyor. Orada bunlar hakkında şöyle deniliyor: “amcam kağanın devleti zayıflayınca ve kavim parçalanınca İzgil budun ile savaştık. Kül-Tegin Alp Salçı ak atına binib saldırdı. O at orada düştü. İzgil budun mahvoldu”.21

On-Oklar-552 yılında Göktürk Devleti’ni kuran Bumın Kağan kardeşi İstemi’nin maiyyetine, boyları ile birlikte 10 Türk beğini verib onu batı bölgelerinin fethine memur etmişti. İstemi kısa bir zamanda mühim başarılar kazanarak Ceyhun’a kadar uzanan toprakları fethetti. İstemi, yabgu unvanını taşıyor ve Ötügen’de oturan kağanları metbu tanıyordu. Fakat halefi Tardu 582 tarihinde kağan unvanını alarak istiklâlini ilan etti. Böylece, Mançurya’dan Ceyhun’a kadar uzanan imparatoluk ikiye bölündü. Büyük Altaylar ile Hami’nin batısındaki dağlar doğu ve batı kağanlığının topraklarını birbirinden ayırıyordu. Batı Göktürk kağanlarının yaylakları Kara-Şar’ın kuzeyindeki Yulduz ırmağının yukarı boyları, kışlakları ise Issık Göl kıyıları ile Talas vadisi idi. Göktürk İmparatorluğu’nun iki kağanlığa bölünmesi ve bunların çok defa birbirlerine karşı düşmanca davranmaları onların aynı mukadderata tabi olmalarına sebep oldu. Çünkü onlardan her birisi, tek başına kuvvetli bulunduğu zamanlarda Çin ile baş edebilecek bir kudrette değildi. Bu sebeple Doğu Göktürk Kağanlığı 630 tarihinde yıkılınca Batı Göktürk Devleti de çöktü. Aynı tarihte Karlukların isyanı sonucunda kağan öldürüldü ve Çinlilerce Tu-lu ve Nu-şe-pi şekillerinde adlandırılan On-Okların iki kolu arasında ardı kesilmeyen bir mücadele başladı. Ancak Batı Göktürkleri için asıl felaket 657 yılında başgösterdi. 651 yılında Tu-lu kolunun başına geçen Hu-lu, hakimiyetini Nu-şe-pilere de tanıtmak sureti ile Batı Göktürkleri arasındaki siyasi birliği yeniden kurmuştu: fakat Çin’e karşı giriştiği mücadelede başarı gösteremedi ve 657 yılında Çinlilere yenilerek onlar tarafından öldürüldü. Bu hadiseden sonra Çinliler Tu-lu ve Nu-şe-pilerin başına ayrı ayrı kağanlar geçirdiler. Bunlar Çin İmparatorluğu’nu metbu tanıyorlardı. 678 yılında Çinlilerin Tou-çe dedikleri kağanın onlar tarafından tevkifinden sonra On-Oklar daha zayıf bir duruma düştüler; aralarındaki bağlar gevşedi. Bu hanlar içinde On-Oklar arasında eski siyasi birliği kurmak ve Çin hakimiyetinden kurtulmak gayesi ile hareket edenler olmuş ise de bunlar bu gayelerinde başarı gösteremediler. Bilhassa 682 tarihinden sonra On-Oklar iyice çözüldüler. Çinlilerin tayin ettikleri kağanların ancak ismen yetkileri vardı. Beğler onları tanımıyorlardı. Bu sebeple, asrın son yıllarında Batı Türkleri arasında gerçek iktidar Türgişlerin beği U-çe-le’nin geçti. Türgişler On-Okların Tu-Lu koluna mensup bir boy idi.22

699’da Doğu Göktürkleri, On-Okları hâkimiyetleri altına aldılar. Böylece kısa bir zaman için de olsa eski Türk birliği yeniden kurulmuştu. U-çe-le’nin oğlu ve halefi So-ko (706-711) Doğu Göktürk kağanının hâkimiyetini tanımak istemeyerek isyan etti ise de başarı gösteremeyip öldürüldü (711). Ancak 716’da Doğu Göktürk kağanı Kapağan’ın öldürülmesi üzerine, Türgişlerden Su-lu (717-738), Batı Göktürkleri arasında birliği kurulabildi. Yeni Doğu Göktürk hükümdarı Bilge Kağan ile kız alıp vermek suretiyle dünürlük tesis eden Su-lu, Çinliler ve Arablar ile başarılı mücadelelerde bulunmuştur. Hatta Arablar, savaşlardaki cesaret ve sebatkârlığından ona Ebû Muzâhim (boğa) lâkabını verdiler. Fakat Su-lu başarılarını devam ettiremedi; 736’da Çinlilere yenildiği gibi, ertesi yıl da Arablara karşı yaptığı seferde muvaffak olamadı. Bu yüzden bizzat kendi boyunun bir kısmını teşkil eden Sarı-Türgişler onun kağanlığını tanımadılar. Çinlilerin desteğini sağlayan Çu-mu-koen boyunun kül-çur’u Bağa Tarkan Batı Göktürklerinin bu son dirayetli kağanını öldürdü (738). Fakat Bağa Tarkan da Çinlilerin kağan olarak gönderdikleri Göktürk hanedanından bir şehzadeyi öldürdüğü için 744 yılında onlar tarafından aynı akibete uğratıldı. Bunun üzerine İli vadisi ile Issık-Göl kıyıları Çin hakimiyeti altına girdi.

Çinlilerin 736’da Su-lu’ya galebe etmeleri ve sonra Batı Göktürklerini tekrar hakimiyetleri altına alabilmelerinde, Doğu Göktürk İmparatorluğu’nun, Bilge Kağan’ın ölmesi sonucunda (734) zayıf bir duruma düşmesi başlıca âmil olmuştur. Doğu’da mühim bir siyasi kuvvet kalmayınca Batı’nın Çin’e karşı müdafaası pek mümkün olmuyordu. Doğu, Batı için bir kale idi. 744 yılında Doğu Göktürk Devleti yıkılırken Çinliler de Bağa Tarkın’ı yenip, Batı Göktürk yurdunu işgal ettiler.

751 yılında Çin kumandanı Kao Sien-Çi’nin Talas boylarında İslâm kumandanı Ziyad b. Sâlih tarafından mağlubiyete uğratılması, Batı Göktürkleri üzerindeki Çin hâkimiyetine son verdi. Fakat Batı Göktürkleri arasında siyasi birliği yeniden kurabilecek kuvvetli bir şahsiyet çıkmadı. On-Oklar hemen tamamen denebilecek derecede dağılmışlardı. Karluklar bu durumdan faydalandılar. 742 yılından beri Uygurlar ile Doğu Göktürk İmparatorluğu’nun mirası için mücadele eden Karluklar, bu mücadelede başarı gösteremeyince Batı Göktürk ülkesine yönelerek buralarda fetih hareketlerinde bulundular; 766 yılına doğru Türgiş kağanlarının oturma yerleri olan Tokmak ve Talas şehirlerini ele geçirip, Batı Göktürk yurdunun hâkimleri oldular.23 Dikkate şâyândır ki, iki Göktürk devletine son veren Uygurlar ile Karluklar Orhun Abideleri’nde adları en az zikredilen Türk kavimlerinden idiler.

Yukarıda da işaret edildiği gibi, Batı Göktürk devleti başlıca 10 boya dayanıyordu. Orhun Abideleri’nde, bu on boya On-Ok deniliyor. Bu on boy iki kola ayrılmıştı ki, gerek bunların, gerek bu kolları teşkil eden boyların adlarının ancak Çince şekillerini biliyoruz. Çinliler bu iki koldan birisine Tu-lu, diğerine de Nu-şe-pi diyorlardı. Tu-lu kolu İli’nin orta ve yukarı yatağı ile Yulduz ırmağı ve Tarbagatay arasında, Nu-şe-piler de Çu ve Talas ırmakları arasındaki sahada yaşıyorlardı. Tu-lu kolunu teşkil eden beş boy şunlardır: Çu’mukoen, Hu-lu-u (Hu-lu kiu), Şe-Şo-t’i, Tu-k’i-şe (Türgiş), Su-ni-şe, Nu-şe-piler:

A-si -kie k’iue, Ko-şu k’iue, Pa-sai kan t’oen- Şa-po, Asi-kie ni-şu, Ko-şu çu’ pan.24

Görülüyor ki bu 10 boydan yalnız Tu-k’i-şelerin, Orhun Abideleri sayesinde, Türgiş şeklinde Türkçe adları bilinebiliyor. Tu-lu boylarının başında bulunan beğler çur (Çuo) Nu-şe-pilerin başında bulunanlar da erkin (se-kin) unvanını taşıyorlardı. Bunlardan başka Batı Göktürkleri arasında On-Oklardan olmayan daha birçok boylar da vardı.

Bu On-Oklar ne oldu? On-Okların kıyım yani katliam veya büyük çapta dağıtılma gibi hareketlere maruz kaldıklarını bilmiyoruz. Bu sebeple onların nesillerinin mütecakip asırlarda varlıklarını devam ettirdiklerini düşünmek tabiidir. Yalnız Karluk fethinin On-Okları tamamen çözdüğü ve hatta bazı yer değiştirme hadiselerine sebep olduğu muhakkaktır.

On-Oklara mensup teşekküllerin başında Peçenekleri saymak mümkündür. Peçeneklerin üç asil boyunun (Ertim, Çur ve Yula) müşterek adı olan Kangar, kitabelerde, Batı Göktürk ülkesindeki harekât esnasında geçen ve her halde bir topluluğu ifade eden Kengeres ile birleştirilmiştir.25 Yalnız Peçeneklerin, On-Okların bir boyunu değil, belki birkaç boyuna mensup teşekkülleri içine alan bir topluluk olduğunda şüphe yoktur. Yani onlar On-Okların iki kolundan birinin mühim bir kısmından meydana gelmişlerdir.

X. yüzyılda Talas vadisinde “Türkmen” adını taşıyan bir kavim vardı ki,26 bunun İslâmiyet’i kabul eden ilk Türk kavmi olduğu anlaşılıyor. Oğuzlardan ayrı bir kavim olan bu Türkmenlerin de On-Okların kalıntılarından olması pek muhtemeldir. Diğer taraftan Minorsky27 X. ve XI. yüzyıllardaki Tuhsıların, Türgişlerin kalıntısı olduğunu söylemektedir ki, pek muhtemeldir.

Batı Göktürkleri, gerek siyasi tarih, gerek kültür tarihi bakımından Doğu Göktürkleri ile mukayese edilemez. Onlar Doğu Göktürkleri gibi ne mühim siyasi faaliyetlerde bulunabilmişler ne de onlar gibi Türk dili, edebiyatı ve tarihi bakımından değerli kitabeler bırakmışlardır. Bu, her halde biraz da yaşadıkları bölgenin coğragf hususiyeti ile ilgili olsa gerektir. Çünkü aynı bölgelere hâkim olan Kara-Hanlıların rolü de bu bakımdan (İslâm dinini kabul ettikleri halde), onlarınkinden pek farklı olmamıştır. Kara-Hanlılardan bize ancak bir iki Türkçe eser gelebilmiştir.

Göktürkler İdaresinde Oğuzlar

681 yılında Göktürk şadlarından Kutluğ, Göktürk devletini kurmak için yeniden faaliyete geçmiş ve kağan olunca da geleneğe göre İl-Teriş unvanını almıştı. Bu zamanda Kutluğ ve dirayetli veziri Bilge Ton-Yukuk geyik ve tavşan eti yiyerek, Çuğay-Kuz’da ve Kara-Kum’da oturuyorlardı. Kağanlık merkezi Ötügen henüz ele geçirilmemişti. Burasının Oğuzların hâkimiyetinde olması muhtemeldir. Bu esnada, başlıca Tula ırmağı kıyılarında oturan Oğuzlar, Kutluğ’un faaliyetlerinden büyük bir telaşa kapıldılar. Onların başlarında Baz Kağan vardı; tek başına Türklere hücum etmeyi göze alamadıklarından Çinlilere Kunı Sengün’ü, Kıtaylara Tonra Sem’i elçi olarak gönderip Türklerin kendileri için de tehlikeli durumlar yaratabileceklerine işaret ile hep birlikte Türklerin üzerine saldırmayı teklif ettiler. Fakat Göktürkler Oğuzların bu teşebbüsünü zamandı haber aldılar. İl-Teriş, Bilge Ton-Yukuk’un teklifi üzerine, üç kuvvetin birlikte hücumuna uğramadan Oğuzların üzerine yürüdü. Göktürkler ve Oğuzlar, Tula (Tuğla) ırmağı kıyılarında karşılaştılar. Türk ordusu 2000, Oğuz ordusu ise 3000 idi. Savaşta Oğuzlar yenildiler; birçokları ırmakta boğuldular ve bazıları da kaçarken öldürüldüler. Yenilgi üzerine Oğuzların geri kalanları itaat ettiler.28 Bu başarıyı takiben imparatorluk merkezi Ötüken yöresi fethedildi ve İl-Teriş Kağan da orada yerleşti (682). Oğuzların başındaki Baz Kağan’ın bu savaş sonucunda ne olduğu üzerinde hiç birşey söylenmiyor. Bu hadiseden sonra Oğuzların her hangi bir isyanından veya onlar ile yapılan bir savaştan da bahsedilmiyor. Yalnız Ton-Yukuk kitabesinin sonlarında İl-Teriş Kağan öğülürken onun Oğuzlar ile beş defa savaştığı yazılıyor. Bu savaşlardan dördü anlatılan savaştan önce mi, yoksa sonra mı yapılmıştır? Bizce bu hususta kesin birşey söylemek mümkün değildir. Bununla beraber Baz Kağan Tula savaşında öldürülmüş olabilir. Bilge Kağan kitabesinde onun İl-Teriş Kağan için balbal dikildiği bildiriliyor.29 Bu husus ne olursa olsun, Oğuzlar İl-Teriş Kağan zamanında tamamen itaat altına alınmış ve doğrudan doğruya kağanın idaresine bağlanmıştır. Böylece Oğuzlar, Türklerin yanında devletin dayandığı ikinci bir unsur olarak yer aldılar.

İl-Teriş Kağan Ötügen’de yerleştikten sonra, dirayetli “aygucu”su Bilge Ton-Yukuk’un tavsiyesi üzerine Çin’e seferler yapmaya başladı ki, bu seferler sonucunda Şantung ovasında 23 şehir alındı. Şüphesiz bu seferlere Göktürk İmparatorluğu’nun ikinci dayanağı olan Oğuzlar da katıldılar. İl-Teriş Kağan 691 yılında öldü ve yerine kardeşi Kapağan Kağan geçti. Kapağan Kağan devrinde yapılan meşhur Kırgız seferinde Oğuzların bulunduğu Bilge Ton-Yukuk’un kitabesinde belirtiliyor. Bu seferin sebebi, Kırgızların Göktürklere karşı, Çinliler ve On-Oklar ile bir ittifak vücuda getirmeleri idi. Bu arada müttefikler Oğuzları da isyana teşvik etmişlerdi. 697 yılında yapıldığı anlaşılan bu seferde Ak-Termel geçildikten sonra Oğuzlar öncü kuvveti olarak gönderildiler. Köğmen ormanının kargı batımı karlı yolları ve yamaçları geçilib İbar aşıldıktan ve Anı ırmağı boylarına varıldıktan sonra gece ve gündüz yel gbi gidilerek Songo ormanında Kırgız kağanının ordusu ile karşılaşıldı. Yapılan savaşta Kırgız ordusu yenilmiş ve Kırgız kağanı da savaş meydanında kalmıştı. Kitabelerde epeyce bir zaman için Oğuzların her hangi bir isyan hareketinden bahsedilmiyor. Esasen böyle birşey olsa idi. Göktürklerin her istikamette zaferler kazanmaları pek mümkün olmazdı. Nitekim, onların Bilge Kağan’ın ilk yıllarında vukubulan ayaklanmaları Göktürk devletinin zayıflamasında pek mühim bir âmil olmuştur. Kapağan Kağan zamanında yapılan seferler ile Göktürk İmparatorluğu’nun hâkimiyeti tekrar uzak yerlere kadar yayıldı. Böylece, Oğuzlar da pek muhtemel olarak Türk budun ile birlikte, On-Okların hâkimiyete alınmasında (698), zengin ganimetin ele geçirildiği Maveraünnehir seferinde (700-701), Çin kumandanı Çaça ile yapılan ve Türklerin parlak zaferi ile sona eren savaşta (706) ve diğer seferlerde bulundular. Fakat, bu parlak devir ve iki budun arasındaki bu kardeşlik zamanı Kapağan Kağan’ın 716 yılında Bayırkuların kurduğu bir pusuya düşerek ölmesi ile sona erdi. Kapağan Kağan’ın oğlu Böğü’nün hükümdarlığını, İl-Teriş’in oğulları tanımadılar. Türklerde saltanat veraseti işinin değişmez bir kaideye bağlanmamasının neticesi burada da kendini gösterdi. Bu ihtilaf sebebiyle Türkler adeta iki bölüğe ayrılarak mücadeleye giriştiler. Mücadeleyi, bilhassa Kül-Tegin’in cesareti ve savaşçılığı sayesinde İl-Teriş Kağan’ın oğulları kazandı. Bögü Han ve taraftarları bertaraf edildi.

İl-Teriş’in büyük oğlu kağan oldu (716) ki, kitabelerdeki Türk Bilge Kağan’dır. Kardeşi Kül-Tegin’de, Göktürk ordusunun sevk ve idaresini üzerine aldı. Anlaşıldığına göre İl-Teriş’in oğulları ile Bögü Han arasındaki kağanlık mücadelesi, imparatorluğa gevşek bir şekilde bağlanmış olan budunların tâbilik bağlarını koparmalarına sebep oldu ve her tarafta karışıklıklar (bolgak) çıktı. Türgişlerden Su-lu adlı bir başbuğ, On-Okların başına geçerek kağan unvanını aldı ve Batı Türklerini müstakil olarak idare etmeye başladı. İzgiller de ayaklandılar, Oğuzların da bu esnada isyan bayrağını kaldırdıkları görülüyor. Kitabelerde onların isyanlarına sebep olarak her tarafta kargaşalıklar çıkması ile kıskançlık gösteriliyor. Bu sözler oldukça müphemdir. Fakat şurası muhakkaktır ki Oğuzlar bir türlü kağanlara ısınamamışlardı. Onların hiç bir zaman Tölis ve Tarduşların durumunda olmak istemedikleri anlaşılıyor. Bunda her halde kavmi bir sebep olduğu gibi, ayrı bir siyasi maziye sahip bulunmaları da söz konusudur. Yani onların bu isyanlarının gayesi şüphesiz istiklâllerini elde etmek için idi.

Bilge Kağan ve kardeşi Kül-Tegin İzgilleri tedip ettikten sonra Oğuzlar üzerine yürüdüler. Fakat onları, İzgiller gibi kolayca yola getirmek kabil olmadı ve bir yılda beş defa vuruşmak icab etti. Oğuzlar ile ilk savaş Toğu Balık’ta yapıldı. Buranın adına bakılırsa, bir şehir olması lazımdır. Fakat bu hususta hiçbir bilgiye sahip değiliz. Kül-Tegin Azman adlı atına binerek birbiri arkasından yedi eri sançmak sureti ile büyük bir yiğitlik gösermesine rağmen Göktürkler kesin bir sonuç alamadılar. Buna karşılık, Kuşlıgak’ta Edizler ile yapılan karşılaşmada Edizler ağır bir yenilgiye uğradılar. Oğuzlar ile ikinci vuruşma Urgu’da (bugünkü Urga?) yapılmış ise de bu da kati bir netice vermemiş, onun arkasından Çuş-Başı’nda yapılan savaş ise pek çetin olmuş ve Göktürkler ciddi bir tehlikeye maruz kalmışlardır. Bu sonuncu savaşta Göktürk ordusu Oğuzlar karşısında yılgın bir duruma düşmüştü. Bereket versin Kül-Tegin hücuma geçen Oğuzları püskürtmeye ve hatta Tongralardan Yılpagut (Alpagut) ile son eri tutsak almaya muvaffak oldu. Bunlar, bu esnada savaşta veya tabiî olarak ölen, Göktürklerden Tunga-Tegin’in yuğunda (cenaze töreni) -ona öte dünyada hizmet etmeleri için- öldürüldüler. Fakat savaş yine neticesiz kalmıştı. Bundan dolayı iki kardeş budun Ezgenti Kadaz’da yeniden karşılaştılar ise de bunda da bir yenişme olmadı. Artık kış gelmişti. Bu sebeple Göktürkler Amga kalesinde kışladılar. Fakat kış da Göktürkler için iyi geçmedi. Çünkü “yut” çıkmış yani hayvan kırımı olmuştu. Bahar gelince (717 yıl baharı?) Bilge Kağan Oğuzlara karşı asker sevk etti. Fakat, Oğuzların Üç-Oğuz koluna mensup bir ordu kağanın ordugâhını bastı. Bu baskın o kadar başarılı yapılmıştı ki, Oğuzlar görülmemiş bir zafer kazanmak üzere idiler. Hatta onlardan bir bölüğü ordugâhı yağmalamaya bile başlamıştı. Fakat yine Kül-Tegin’in yiğitliği ve Bilge Kağan’ın soğukkanlılığı sayesinde bu tehlike de önlendi.30 Bununla beraber Oğuz savaşlarının bir türlü sonu gelmiyordu. Bilge Kağan, yukarıda anlatılan savaştan sonra Oğuzlar üzerine tekrar yürüyerek onlara karşı bir başarı kazandı ise de, Oğuzlar, komşuları Dokuz Tatarlar ile birleşerek Agu’da yine Göktürklerin karşısına çıktılar.

Yenilgiye uğrayan Oğuzlar Çin’e doğru yollandılar ise de tekrar yurtlarına döndüler. Oğuzlar hâlâ boyun eğmemişlerdi. Bu sebeple Bilge Kağan’ın onlar üzerine bir sefer daha yaptığı anlaşılıyor.31 Aynı seferde Uygurlar üzerine de varılarak bozguna uğratılmış ve Uygur el-teberi yüz kadar adamı ile doğuya doğru kaçmıştır.32 Göktürk kitabelerinde ilk ve son defa olmak üzere, Uygurlardan ancak bu kadar bahsedilmektedir. Bundan Uygurların, diğer birçok Türk kavimlerinin aksine olarak, Selenge boylarında her halde Göktürklere vergi vererek sakin bir hayat sürdüklerine hükmedilebilir. Ertesi yıl Bilge Kağan 34 yaşında iken (718 yılı) Göktürklere daha fazla dayanamayan ve onlara tabi olmak da istemeyen Oğuzlar Çin’e göç ederek Çinlilerin idaresine girdiler”.33 Artık bir daha onlardan bahsedilmiyor. Yalnız 720 yılında dikildiği kabul edilen Bilge Ton-Yukuk kitabesindeki, “Türk Bilge Kağan’ın, Türk sir budununu ve Oğuz budununu iyi idare ettiği”34 sözleri, Bilge Kağan’ın kendi kitabesinde Oğuz beğleri ve budununa hitap etmesi,35 Oğuzların bilahare yurtlarına dönerek kağana tabi olduklarını gösteriyor.

Kül-Tegin’in 732 yılında ölümü Bilge Kağan’ı ve bütün Göktürkleri derin bir elem ve teessüre düşürdü. Çünkü, devletin ayakta durabilmesinde Kül-Tegin’in yiğitliği mühim âmil idi. Bütün Göktürkler, Kül-Tegin için kanlı göz yaşları döktüler. Ağır bir yas tutuldu. Bu matem aynı zamanda Türk budununun yakın bir gelecekte karşılaşacağı tehlikelerle dolu karanlık günlerin de bir ifadesi idi. Gerçekten çok geçmeden Bilge Kağan da vefat etti (734). Yerine ilk önce Çinlilerin Yi-Han dedikleri büyük oğlu geçti ise de onun kısa bir zaman sonra ölümü üzerine, küçük oğlu kağan ilân edildi. Tanrı Kağan olarak tanınan bu hükümdar genç ve tecrübesiz idi. Bu esnada Selenge boylarında yaşayan Uygurlar, Tarbagatay’da oturan Karluklar ve yurtları Beş-Balık bölgesi olduğu sanılan Basmıllar gittikçe kuvvetleniyorlardı. Oğuzlara gelince bu hususta hiçbir şey söylemek mümkün değildir. Tanrı Kağan’ın doğu ve batı şadları olan amcaları onun buyruklarını dinlemiyorlardı. Tanrı Kağan bu iki şad’tan batı şadını yenmiş ise de, doğu şadına yenilerek öldürülmüştü (741). Fakat hanedan azası arasında salatanat mücadelesi devam ediyordu. Basmıllar Uygurlar ve Karluklar bu durumdan faydalanarak harekete geçtiler. Üç tuğlu Türk budununun başında Ozmış Kağan vardı. Uygurların başbuğu Koyun yılında (743) Ozmış Kağan’ı ağır bir yenilgiye uğrattı. Üç tuğlu Türk budun büyük bir felakete uğradı; bu arada Kağan’ın hatunu da tutsak alındı. Ancak son darbeyi Basmıllar vurdular ve öldürdükleri Ozmış Kağan’ın başını Çin sarayına gönderdiler (744). Basmılların başbuğu kendisini kağan ilan etti ve hatta Göktürklerin geride kalanları da onun kağanlığını tanıdılar. Fakat aynı yılda Uygurların başbuğu, muhtemel olarak Karluklarında yardımıyla, Basmıl hükümdarını yenip öldürerek Ötügen’in hâkimi oldu. Göktürklerin hayatta kalanları Çin’e göç edip bu kavim idaresine girdiler.36 Bu tarihten sonra Göktürkler bir daha tarih sahnesinde görünmediler.

Göktürkler, Orta-Asya’da daha öncekiler ile mukayese edilemeyecek derecede büyük ve teşkilatlı bir imparatorluk kurmuşlardı. Göktürkler sayesinde Türk soyu tarihte son defa olarak, tek bir bayrak altında toplanmıştı. Türk sözü, bilindiği gibi, bu imparatorluğu kuran ve onu idare eden kavmin adı idi. Onların bütün Türk kavimlerini içine alan bu büyük imparatorluğu kurmaları sonucunda kendi kavim adları, bilhassa Orta Doğu’da, Türkçe konuşan bütün kavimlerin umumi adı anlamına kazandı. Halbuki, Türk budun kavmi varlığını siyasi varlığı ile birlikte kaybederek ortadan kalkmıştı. Göktürklerden sonra hiç bir Türk kavmi, diğer Türk teşekküllerinden çoğunu içine alan bir devlet kuramamıştır. Orta Asya tarihinin başlıca üç ehemmiyetli devrinden (diğerleri Hiung-nu ve Moğol devirleridir) biri olan Göktürkler devrinin aynı zamanda Türk kültür tarihi bakımından da ne kadar önemli bir devir olduğu malûmdur. Türkler ilk defa olarak bu devirde milli bir alfabeye sahip olmuşlardır. Türk diline ait en eski milli kaynaklar da bu devre aittir. Bunlar sadece Türk dilinin değil, Türk edebiyatının, Türk tarihinin ve geniş bir anlamda, Türk kültürünün en eski kaynaklarıdır.

Göktürklerden sonra gelen Türk kavimleri bu devre ait edebi gelenekleri geliştirmek şöyle dursun, zamanla onu bırakmışlardır. Uygurların, Göktürk alfabesini bir müddet kullandıktan sonra yerine, Türk dili için daha az müsait olan başka bir alfabeyi kullandıkları malûmdur. Göktürklerden sonra Türk kavimlerinin siyasi mukadderatlarının ayrılması, onların farklı medeniyet çevrelerine dâhil olmalarına sebep olmuştur. Ancak Moğol devridir ki, Türklerden pek mühim bir kısmını veya hepsini tek bir medeniyet âleminde birleştirmiştir. İşte bu kadar mühim rol oynamış olan bu Türk kavminin akıbeti böyle olmuştur.

Uygurlar Devrinde Oğuzlar

Çin kaynaklarının Huey-hu dedikleri Uygurlar, Selenge boylarında oturuyorlardı. Uygurlar XIV. yüzyılın başlarında dahi en eski yurtlarının burası olduğunu biliyorlardı. Göktürk abidelerinde Uygur adı bir defa geçiyor. Bundan Uygurların, diğer Türk kavimlerinin aksine olarak, Göktürk Kağanlığı’na itaat edip vergi vermek suritiyle sakin bir hayat sürdükleri sonucunu çıkarmak mümkündür. Bilge Kağan Oğuzların tedibi ile meşgul iken, Selenge boylarındaki Uygurlar üzerine de yürümüş, bozguna uğrayan Uygur el-teberi 100 kadar adamıyla doğuya doğru gitmiştir. Uygurların ele geçirilen yılkıları yut’tan (hayvan kırımı) ve Oğuzlar ile mücadele dolayısı ile Türk budunu arasında başgösteren açlığı önlemişti. Bu sebeple, seferin iktisadi bir gaye ile yapıldığı fikri doğrudur.37 Uygurların gittikçe siyasi hakundan ehemmiyet kazanmalarında Oğuzların, metbuları Göktürkler ile mücadeleleri her halde bir âmil olmuştur. Bu mücadele, Oğuzları bitkin bir duruma düşürmüş olmalıdır ki, onlar kolaylıkla Uygurların nüfuzu altına girmişlerdir. Bunun 742’de Tanrı Kağan’ın öldürülmesini müteakip olduğu muhakkaktır. Kağan olunca Kül-Bilge adıyla anılan Uygur hükümdarı oğlunu Oğuzların başına geçirdi. Uygurların Oğuzları nüfuzları altına almaları gerçekten kendileri için büyük bir başarı idi. Bu, onların Orhun bölgesine hakim olmak üzere bulunduklarını gösteriyor. Filhakika Koyun yılında (743) Uygur başbuğu Üç tuğlu Türk budununun başında bulunan Ozmış Kağan’ın üzerine yürürken, oğlu da Dokuz-Oğuz kuvvetleri ile kendisine katıldı. Oğuzlar, yeni metbularının yanında, birlikte parlak zaferler kazandıkları eski silah arkadaşlarını ortadan kaldırmaya gidiyorlardı. Bu yılda yapılan savaşta, Ozmış Kağan ağır bir yenilgiye uğradı. Türk budunu, o zaman Dokuz-Oğuzların başında olan müstakbel “Tanrı’da Bolmış İl Etmiş Bilge Kağan’ın ifadesiyle: “anda inagaru yok boldu (Türk kavmi orada tamamiyle (?) mahvoldu.38 Bu zaferden sonra, Uygur başbuğu Ötügen bölgesine yerleşti, kağan unvanının aldı ve Kül-Bilge Han olarak anıldı. Bundan sonra Üç-Karluk ile savaşan Kül-Bilge Han, onları On-Okların ülkesine çekilmeye mecbur etti. Fakat çok geçmeden Kül-Bilge Han öldü (Domuz yılında – 747)”.39 Yerine Dokuz-Oğuzların başında bulunan oğlu geçti ve “Tanrı’da Bolmuş İl Etmiş Bilge Kağan” unvanını aldı. Bu Uygur hükümdarı Türk Bilge Kağan gibi, Dokuz-Oğuzlar için “Dokuz-Oğuz budunum”40 demekle beraber kağan olur olmaz Oğuzların ezici çoğunluğunu kendisine düşman buldu. Bunlar, bizzat bu Uygur kağanı ile ilgili kitabede “Sekiz-Oğuz” olarak anılıyor. Buna göre ancak bir boy Kağan’a sadık kalmış bulunuyor. Oğuzların, Göktürk kağanlarına olduğu gibi, Uygur hükümdarlarına da isyan etmelerinin istiklâllerini kazanmak gayesi ile ilgili olduğu söylenebilir. Oğuzlar, bu maksatla, Göktürkler devrinde yaptıkları gibi, doğu komşuları “Dokuz-Tatarlar” ile birleşmişlerdi. İl Etmiş Bilge Kağan, müttefiklerin üzerine yürüyerek ormanlık bir yerde, geceleyin onları yendi. Fakat kağan galip geldi. İl Etmiş Bilge Kağan’ın eline Oğuzların halk tabakasından (kara igil budun) mühim bir kısmı tutsak düşmüş ise de, kağan onlara ve onların göçkün ve davarlarına bir şey yapmamış, belki ancak ileri gelenlere ceza (kıyın) vermişti.41 Oğuzlar Kağan’ın kendisine itaat etmeleri teklifini kabul etmediler. Bunun üzerine Bilge Kağan arkalarından gidip Burgu’da yetişerek savaşmış ve bu sefer onları ağır bir yenilgiye uğratmıştır (4. ayın-Haziran-dokuzuncu günü). Kağan bu savaşta Oğuzların göçkünlerini, davarlarını, kadın ve çocuklarını tutsak almıştı. Beşinci ayın (Temmuz) 29’unda Selenge kıyılarında yeniden savaş oldu. Oğuzlar ve Tatarlar bozulup Selenge’yi geçtiler. Kağan arkalarını bırakmadı ve onları, Tay Bilge Tutuk ile diğer iki kişinin kötü hareketleri yüzünden perişan ve helâk olduğunu ve daha büyük felaketlere uğramamaları için, yeniden kendisine itaat etmeğe çağırdı. Bu Tay Bilge Tutuk’un Oğuzların başbuğu olduğu anlaşılıyor. Tay Bilge Tutuk, Kağan’ın babası tarafından Oğuzlar üzerine yabgu tayin edilmiştir. Kağan iki ay bekledi ise de onlar gelmediler. Kağan 8. ayın (Ekim) ikinci günü Çığıltır Gölü’nde savaşmış ve sonra da Keyre Başı’nda Üç-Birkü’de Tatarlar ile çetin bir vuruşma yapmıştı. Bu vuruşma sonucunda onların bir bölüğü itaat ettiyse de, bir bölüğü aynı şeyi yapmayarak başka bir yere çekildi. Bunu müteakip Kağan, Ötüken’e döndü.42 Bu dönüşün başarılı olmadığı anlaşılıyor.

Tanrı’da Bolmuş İl Etmiş Bilge Kağan Ötügen’e dönüşünde iki oğlundan birine yabgu, diğerine şad unvanlarını vererek onları Tarduş ve Tölis budunlarının üzerine tayin ettikten sonra Bars yılında (750) Kem ırmağı kıyılarında oturan Çiklere karşı bir sefer yaptı: Tavşan yılında ise Tatarların üzerine yürüdü. Bunu müteakip, kitabede yeniden Dokuz-Oğuzların adı geçiyor. Ancak, kitabenin bu kısımları da aşınmış olduğundan, Dokuz-Oğuzların ne münasebetle zikredildikleri emin bir şekilde anlaşılmıyor.43 Bununla beraber, tahmin etmek mümkün olabilir ki, Dokuz Oğuzlar, Kırgızlara ve Çiklere adam göndererek onları, Uygurlara karşı birlikte harekete geçmeye davet etmişlerdir. İl Etmiş Bilge Kağan da bununla ilgili olarak Çiklere karşı yeniden sefere girişip onları itaat altına aldı ve başlarına bir tutuk geçirdi. Bundan sonra Kağan’ın Karluklar ve Basmıllar ile savaştığı görülüyor. Bu savaşlar esnasında Çin’de bulunan Oğuzlar ve Türklerde dışarı çıkmışlar. Kağan’ın düşmanlarına (Basmıllar ve Karluklar) katılmışlardı.44 Kağan Karluklar ve Basmıllar ile bir kaç defa daha savaşmış ve en sonunda onları kesin bir yenilgiye uğratmıştı. Bu yenilgi sonucunda Karluklar Batı’ya yönelip az bir müddet içinde On-Ok ülkesini ellerine geçirdiler. Bu başarılarından sonra Suğdak ve Çinlilere Selenge’de büyük bir şehir yaptıran45 bu büyük Uygur hükümdarından Tanrı’da Bolmuş İl Etmiş Bilge Kağan, 759 yılında öldü.

Uygurlar 810 yılına kadar Orhun bölgesinin hâkimleri olarak kaldılar. Sahip bulundukları yerlerin batıda Altay’a, kuzey’de Baykal’a güneyde Beş-Balık bölgesine değin uzandığı anlaşılıyor. Uygur budunu on boydan meydana gelmiştir. Bu husus Şine-Usu kitabesinde zikredilmek suretiyle onlar Dokuz-Oğuzlardan açıkça ayırd edilir.46 On-Uygur sözü Beş-Balık bölgesinde Koço’da ele geçen Mâni yazısıyla yazılmış Türkçe bir metinde de görülmektedir.47 Bu metnin IX. veya X. yüzyıla ait olduğu tahmin ediliyor. Böylece, Dokuz-Oğuzlar, Türk budundan olduğu gibi, On-Uygur’dan da kavmi bakımdan tamamen ayrı bir teşekküldür. Daha önce de belirtildiği üzere, Oğuzlar II. Göktürk Devleti’nde ne mahiyette bir rol oynamışlar ise, Uygur devrindeki rolleri de öyle olmuştur; yani bu devletlerin dayandığı ikinci bir unsur… Yukarıda görüldüğü gibi, Oğuzlar Göktürk kağanlarına olduğu gibi, Uygur kağanlarına da isyan hareketlerinde bulunmuşlardır. Yani onların her iki devlet karşısında da değişmeyen bir durum ve davranışları olmuştur, tıpkı Tarduş ve Tölis boyları gibi; bir farkla ki, kitabelerde bu son iki budunun isyan hareketlerinden bahsedilmiyor.

Uygurlar 100 yıl kadar Orhun bölgesinin hâkimleri olarak kaldılar ve bu arada Mâni dinini de kabul ettiler. Onların, büyük komşuları Çinlilerin dini olan Budizmi almayıp da Batı’dan gelen Mâni dinine girmeleri dikkate değer. Uygurlardan da bize bazı Türkçe kitabeler kalmıştır. Bu kitabelerden anlaşıldığına göre onlar tarafından bir iki şehir de kurulmuştur. Bununla beraber Orhun bölgesinde eskiden beri devam edip gelen kültür faaliyetlerinin Uygurlar zamanında daha fazla gelişmesi beklenebilirdi.

Eskiden beri Kem (Yenisey) bölgesinde yaşayan ve medeniyetçe geri bir seviyede bulunan Kırgızlar, 840 yılında Uygurların üzerine yürüyerek kağanın oturduğu Orhun kıyısındaki Ordu Balığ’ı yıktılar. Kağan da telef oldu. Bunun üzerine hükümet merkezine yakın yerlerde yaşayan 13 Uygur boyu Çin sınırlarına doğru kaçtı. Bu 13 boy bir taraftan Kırgızların, bir taraftan Çinlilerin ardı kesilmeyen saldırışlarına uğrayarak perişan bir hayat geçirip dağıldılar. Onların mühim bir kısmı Çin hâkimiyeti altına girdi: bir kısmını da Kırgızlar tutsak aldı. Uygurlardan 15 boydan müteşekkil diğer bir küme ise Batı’ya doğru kaçmıştı. Bunlar Karluklara sığınmak istiyorlardı. Anlaşıldığına göre, bu 15 boyluk Uygurlar iki bölüğe ayrıldılar. Bir bölüğü Tibet’e gitti ve sonra Kansu bölgesinde yurt tutarak küçük bir krallık kurdu. Bunlar Çin ile daima dostça münasebetlerde bulundular. Bu 15 boyun daha kalabalık koluna gelince, Tien-şan bölgesinde yurt tutup, 848 yılından önce Mong-li adlı başbuğlarını kağan ilan ettiler. Çin sarayı “Uluğ Tanrı’da Kut Bulmuş Alp Külüg Bilge” gibi tantanalı bir unvan vererek onu Tien-şan Uygurlarının kağanı tanıdı (856’da). Bu hükümdara Çinlilerin P’ukutsiun dedikleri halef oldu. Bu sonuncunun 874’de öldüğü tahmin ediliyor. Bundan sonra Tien-şan Uygurları hakkında uzun bir müddet Çin kaynaklarında hiç bir kayda rastgelinemiyor; ancak X. yüzyılın ortalarında (951’de) bu Uygurlardan bir elçi geldiği bildirilmiştir. Bu husus Tien-şan Uygurlarının, Kansu Uygurları gibi, siyasi bakımdan ne kadar ehemmiyetsiz bir durumda olduklarını gösterir.48

Uygur hükümdarları burada kağan değil, siyasi hüviyetlerine uygun olarak idi-kut gibi mütevazı bir unvan taşıyorlardı. Uygurlar bu yeni yurtlarında yerleşik hayata geçerek daha medeni bir kavim oldular. X. yüzyılın ikinci yarısından itibaren her halde çoğunluğu Budda dinini kabul ettiler. Bu Uygurlar gerek Orhun, gerek Beş-Balık bölgesinde kendilerini Uygur adıyla anmışlardır.49 Görmüş olduğumuz gibi Dokuz-Oğuzlar onlardan tamamen ayrı bir kavim idi. Bu husus böyle olduğuna göre İslâm coğrafyacılarının Uygurlardan Toğuz Ğuzz (Dokuz-Oğuz) olarak bahsetmelerini nasıl izah etmelidir? İslâm coğrafyacılarında “Toğuz Ğuzz” adıyla hem Orhun, hem de Beş-Balık Uygurları  kastedilmektedir. Bu coğrafyacılar, anlaşıldığına göre, 840 felaketinden haberdar olamamışlar ve bundan dolayı da X. yüzyılda Uygurları eskisi gibi Türk kavimlerinin en kuvvetlisi olarak vasıflanmışlardır. Hâlbuki bu Uygurlar, az yukarıda işaret edildiği gibi, siyasi bakımdan o kadar ehemmiyetsiz idiler ki, Çin kaynaklarında adları nadiren geçmektedir.

İslâm müelliflerinin Uygurları Toğuz Ğuzz olarak zikretmelerinin sebebi üzerinde herkesi tatmin edecek bir izah şekli bulmak güç gibi görünüyor. Bizim düşündüğümüze göre, İslâm müellifleri her iki adı aynı, yani bir sanmış olsalar gerektir. Her iki kavmin bir hanedanın idaresi altında bulunması ve adlarının birbirine benzemesi (Uygur=Ğur= Oğuz=Ğuz), buna sebep olabilir. Çinliler Uygurları dokuz boydan müteşekkil bir kavim olarak tanımışlar ve hatta bu boyların adlarını da vermişlerdir.50 İslâmların her iki adı aynı sanmalarında belki bu da bir amildir. Her halde İslâmlar bu iki eli aynı kavim sandılar. Dikkate şâyândır ki, XIV. yüzyılda Uygurlar Orhun ve Selenge bölgesindeki yurtlarını ve orada On-Uygur olarak Dokuz-Oğuzlar ile birlikte yaşadıklarını unutmamışlardı.51

Bu Dokuz-Oğuzların sonu ne olmuştur? Akla gelen ilk cevap bunların Orhun bölgesinden Batı’ya doğru göç ettikleri ve Sir-Derya kıyılarında sadece Oğuz adıyla karşımıza çıktıklarıdır. Filhakika bu sonuncu Oğuzların Türk ülkesinin en uzak bölgesinden Maveraünnehir’e Abbasi Halifesi El-Mehdi zamanında (775-785) geldiklerine dair bir haber olduğu gibi,52 Taberi de, Dokuz Oğuzların 205 (820-21) yılında Uşrusana’ya (Semerkand’ın doğusunda, Soğd ve Sir-Derya ırmakları arasındaki bölge) bir akın yaptıklarını bildirmektedir.53 Dokuz-Oğuzların böyle bir akında bulunabilmeleri, ancak onların Batı’da (evvelâ Talas bölgesinde) bir yerde oturmaları ile mümkündür. Yani onların böyle bir akın yapabilmeleri için Orhun bölgesinden Batı’ya göç etmiş olmaları lazımgelir. Diğer taraftan Sir-Derya’nın orta yatağı ve Aral Gölü kıyıları ile bunun kuzeyindeki toprakların Peçeneklerin yurdu olup, Oğuzların buraları onlardan aldıkları anlaşılıyor.54 Ancak bu görüşe şöyle itiraz edilebilir:

1. Kül-Tegin’in cenaze merasimine Türgiş Kağan’ı da (şüphesiz Sulu) elçiler göndermişti. Bunlar Makaraç Tamğaçı ile Oğuz Bilge Tamğaçı idiler.55 Buradaki Oğuz kelimesi pek muhtemel olarak, aynı âbidede birçok emsali olduğu gibi,56 kavmi manadadır. Yani Oğuz kitabede mensup Bilge Tamğaçı. Bu, Sir-Derya Oğuzlarının On-Oklara dâhil bir teşekkül olduğunu gösterebilir. Ancak bu hususta şüpheye yer bırakmayacak bir hükme varmak için bunu teyid edecek başka bir delile de ihtiyaç vardır. Çünkü bu şahıs Türgiş kağanının hizmetine girmiş Dokuz-Oğuzlardan bir kimse de olabilir.57

2. Daha önce işaret edildiği gibi, Dokuz-Oğuzların Tonra adlı bir boyları vardır. Hatta, buna Kum adlı bir boyu da ilave etmek belki mümkündür.58 Halbuki bizim 24 boy arasında Tonra adlı bir teşekkül yoktur.

3. Sir-Derya boylarındaki Oğuz eli iki kola ayrılmış olup, bu kollardan biri Boz-Ok, diğeri de Üç-Ok adlarını taşıyor. Bu adların, On-Oklardan kalma hatıralar olduğu da düşünülebilir. Hatta Sir-Derya Oğuzları hükümdarının yabğu unvanını taşımaları da buna ilave edilebilir. On Ok kağanlarının da bir elin başına yabğu tayin ettiklerini biliyoruz. Bu yabğu Oğuzların yabğusu olabilir.

4. Sir-Derya Oğuzlarının XI. yüzyılda konuştuğu Türkçede bir çok kelimeler vardı ki, bunu Doğu Türkleri bilmiyorlardı. Diğer taraftan Oğuzların lehçesi de, Doğu Türkleri’ninkinden epeyce farklı telâffuz ediliyordu. Bu keyfiyet, Sir-Derya Oğuzlarının Batı’da daha eski bir zamandan beri (VIII. ve IX. yüzyıllardan önce) yaşamakta olmaları ile ilgili olabilir.

Şu hususları göz önüne alarak Sir-Derya Oğuzlarının On-Oklara mensup olduklarını söylemek mümkündür. Şayet bu böyle ise, Sir-Derya Oğuzları ile Dokuz-Oğuzlar arasında, aynı kavmin iki bölüğü olmak üzere eski bir akrabalık veya belki de sadece bir ad benzerliği münasebeti söz konusudur. Bu durumda Dokuz-Oğuzların 840’taki Kırgız saldırısı üzerine dağılarak veya Uygurlar ile karışmak suretiyle varlıklarını kaybettiklerini düşünmekten başka bir izah şekli yok gibi görünmektedir.

B. IX.-XI. Yüzyıllarda Oğuzlar (Sir-Derya Oğuzları)

X. yüzyılın birinci yarısında Türk âlemi siyasi bakımdan parçalanmış ve zayıf bir durumda bulunmaktadır. Göktürk devletinin yıkılışından sonra, Türkler bir dah Orta Asya’da büyük ve kudretli bir imparatorluk kuramadılar. VIII. yüzyılın ikinci yarısı ile IX. yüzyılın birinci yarısında tek kuvvetli devlet, Orhun bölgesindeki Uygur Kağanlığı idi. Fakat Uygurlarda Batı Türkleri üzerinde hissedilir bir hâkimiyet tesis edemediler ve Çin ile de hemen daima dostça münasebetlerde bulundular.

Uygurların “Toğuz-Ğuzz” adıyle İslâm ülkelerinde büyük bir ünleri vardı. Onların, siyasi kuvvetlerini çoktan kaybetmiş oldukları, parçalanmış ve zayıf bir duruma düştükleri halde bu şöhretleri hâlâ devam etmekte idi. 840 yılında Uygurları kovarak Orhun bölgesine yerleşen Kırgızlar kuvvetli bir varlık gösteremediler ve hatta Orhun kültürünün ortadan kalkmasına sebep oldular. Onlardan bize bu bölgede yazılmış, galiba hiç bir kitabede gelmemiştir. 924 tarihinde Moğol ırkından, Kıtayların saldırışlarına dayanamayan Kırgızlar eski yurtları olan Yeni-sey bölgesine çekildiler ve burada, evvelce olduğu gibi, iptidaî bir halde yaşamakta devam ettiler. Böylece eski Türk yurdu olan Orhun bölgesi, kati olarak Moğolca konuşan kavimlerin eline geçti. XIII. yüzyılda Orta Asya’nın siyasi ve etnik çehresini değiştirecek olan Cengiz İmparatoluğu’nun kuruluşu bunun bir sonucudur.

X. yüzyılın birinci yarısının ortalarında Türk âlemi başlıca beş Türk eli tarafından temsil ediliyordu. Bunlar: Oğuzlar (Arabça eserlede el-Ğuzz), Karluklar (bunlarda HarluH), Uygurlar (XI. yüzyıla kadar Toğuz Ğuzzlı) Kimekler ve Kırgızlar. Bu Türk ellerine Karadeniz’in kuzeyinde oturan Peçenekler de ilave edilebilir. Bunlardan Karluklar, daha önce görüldüğü gibi, Göktürkler devrinde üç boy halinde59 Urungu, Zaysan ve Ala-Göl üçgeni arasında yaşamaktaydılar. Onlar Uygurların yanında Göktürk İmparatorluğu’nun yıkılmasında âmil olduktan sonra Uygurlar ile hâkimiyet mücadelesine girişip yenilince Batı’ya yönelerek Batı Türklerinin yani On-Okların ülkesini ellerine geçirmişlerdi. Fakat Karluklar burada da kuvvetli bir varlık gösteremediler. Gevşek ve tesirsiz bir hayat yaşadılar. Hatta bu yüzden Sâmânlı hükümdarı İsmail b. Ahmed, 893’te Talas’a kadar uzanan bir sefer yaptı; oradaki büyük kiliseyi camiye çevirdikten sonra, Karluk yabgusunun hatunu da dâhil olmak üzere, 15.000 tutsak ile geri döndü. Karahanlı Devleti’nin Karluklar tarafından değil, Yağma adlı başka bir Türk kavmi tarafından kurulmuş olması pek muhtemeldir. Karluklar, X. yüzyılın birinci yarısının ortalarında İsficab’dan Issık-Göl’ün güneyine kadar uzanan geniş bölgede yaşıyorlardı.60 Hudûd ul-âlem61 ve Gerdizi62 gibi, Türk kavimleri hakkında tafsilâtlı bilgiler veren ve bu hususta başta Ceyhanî olmak üzere eski kaynaklara dayanan eserlerden, Çiğillerin aslında Karlukların bir boyu oldukları anlaşılıyor. Uygur hükümdarı Tanrı’da Bolmuş İl-Etmiş Bilge Kağan’ın kitabesinde geçen “Çiğil Tutuk”63 ile bu boy arasında bir münasebet olup olmadığı bilinemiyor. Hudûd ul-âlem’e göre64 Çiğiller, Issık-Göl’ün kuzeybatısında yaşamaktaydılar. Bunlar gittikçe ehemmiyet kazanarak, XI. yüzyılda başlı başına müstakil bir kavim sayılmışlardır. Kâşgarlı65 onlardan bir bölüğün Taraz (Talas) şehri yakınlarında bulunan bir kasabada, bir bölüğün Barsğan’ın ötesindeki Kuyas’ta, üçüncü bir bölüğün de Kâşgar yöresindeki bir takım köylerde yaşadığını bildiriyor. Bu husus Gerdizi’nin 9 boya ayrılmış olan Karlukların üç boyunu Çiğillerin meydana getirdiği sözlerine uygundur. Çiğiller XI. yüzyılda o kadar mühim bir teşekkül haline gelmişlerdi ki, Oğuzlar Ceyhun’dan, Çin’e kadar uzanan yerlerdeki Türklerin topuna birden “Çiğil” diyorlardı.66 Çiğillerin aynı asırda Maveraünnehir’de de yaşadıklarını biliyoruz.67 – 70

Issık-Gölü’nün kuzeybatısında, Çu ırmağının soy kıyısında Tuhsılar yaşıyordu. Çiğillerden daha az ehemmiyetli olan bu kavim, Mervezî’ye göre,71 Karlukların bir boyu, Kâşgarlı’nın72 da sözlerine göre Çiğillerin bir kolu gibi görünüyor ki, aşağı yukarı aynı şey demektir. Çünkü Çiğillerin aslında Karlukların bir boyu olduğu az yukarıda görülmüştü. Minorsky,73 Gerdizî’ndeki bazı ifadelere dayanarak Tuhsıların eski Türgişlerin bir kalıntısı olduğu fikrini ileri sürmüştür.

Mukaddesî’nin sözlerinden anlaşıldığına göre, X. yüzyılda Balasagun ile Taraz’ın takriben 100 mil doğusundaki Mirki kasabası arasında, Türkmen adlı bir kavim yaşıyordu. Bu kavimin meliki (iliğ?) Ordu adlı bir kasabada oturmakta olup,74 bu kasaba, Kâşgarlı’nın da teyid ettiği üzere,75 Balasagun yakınında (ve tabiî onun batısında) bulunmaktaydı. Yine Mukaddesî, Turar’dan (Otrar) ve Kimek sınırındaki bahsettikten sonra Bulâc ve Burûket kasabalarını tasvir eder ve bunların Türkmenlere karşı uç kasabaları olduğunu yazar.76 Bu kasabaların İsficab’ın kuzey batısı veya kuzeydoğusunda olduğu anlaşılıyor. Bu son kayıt Türkmenlerin İsficab’ın kuzey taraflarına kadar yayılmış olduklarını gösteriyor. Bu Türkmenler, Mukaddesi’nin bildirdiğine göre, korkularından Müslüman olmuşlardı ve Ordu kasabasında oturan melikleri de, İsficab hâkimine hediyeler gönderiyordu. Mukaddesî‘de Müslüman olmuş tek Türk kavmi olarak bu Türkmenler zikredilir. Aynı müellif Sabran sınır şehrinden bahsederken ve diğer vesilelerle Oğuzlara (el-Ğuzz) ayrıca işaret eder ve onların Müslüman olduklarını söylemez.77 Böylece bu Türkmenlerin Oğuzlardan tamamen ayrı kavmî bir teşekkül olduğu görülüyor. Açıkça anlaşıldığı üzere Ordu kasabasında oturan Türkmen meliki, İsficab hükümdarına tâbi bulunuyordu. İsficab bölgesini idare eden hanedan hakkında pek az şey biliniyor. Barthold,78 bu hanedanın Türk asıllı olduğunu söylüyor. Pek muhtemel olarak Türkmenleri bu İsficab hükümdarları Müslüman etmişlerdir. Bu Türkmenlerin kavmî menşei nedir? Akla ilk gelen cevap bunların Karluklardan olmalarıdır. Çünkü, onun batısındaki Kulân’ın Karlukların ülkesinde olduğunu ve Mirki’de de Karlukların oturduğunu biliyoruz. Üstelik Kâşgarlı, Karluklara da Türkmen denildiğini haber verir.79 Bununla beraber, Türkmenlerin, Karluklardan da ayrı bir kavmî teşekkül olması ve Türgişlerin veya On-Okların kalıntılarından bulunması pek muhtemeldir.80 Müslüman Oğuzlara Türkmen adının verilmesi de bu kavim ile ilgilidir ki, bundan ileride ayrıca bahsolunacaktır.

Diğer bir Türk kavmi de Ezgiş’tir. Bunların adları İbn Hurdadbih’in eserinde geçer.81 Bununla beraber bu kavim Kâşgarlı zamanında da varlığını muhafaza etmekte ve Fergana’daki Özcend’de (Öz Kend)oturmakta idi.82

X. yüzyıldaki başlıca Türk kavimlerinden biri de Yağmalar olup, daha ziyade Kâşgar ve onun kuzeybatısında yaşıyordu.83 Kaynakların ifadesine göre bu kavim Toğuz-Ğuzzlardan (yani Uygurlar) idi.

Hudud ul-âlem’de84 Yağmaların hükümdarlarının Toğuz-Ğuzz hükümdarları ailesinden olduğu söyleniyor. Yağmalar ihtimal Uygurlara bağlı bir kavim olup, Uygur devletinin yıkılması üzerine (840), Batı’ya göç ederek Kâşgar bölgesine gelmişler ve burayı Karlukların elinden alarak yurt edinmişlerdi. Başlarında, Hudud ul-âlem’de denildiği gibi. Toğuz-Ğuzz (Uygur) hanedanının bir kolu bulunuyordu. Bu hanedan mensupları Buğra Han unvanını taşıyorlardı.85 Barthold,86 bilhassa bu unvana bakarak, Karahanlı Devleti’nin Yağmalar tarafından kurulduğunu söylemiş ise de sonra bu hususta tereddüte düşmüştür.87 Bizim kanaatımıza göre, Barthold’un ilk düşüncesi doğrudur. Çünkü, hanedanın Kâşgar şehri ile çok yakın bir münasebeti olduğu görülüyor; hanedanın aile mezarlığı da bu şehirde idi. Kara-Hanlı hanedanının kolayca kağan unvanının almaları da her halde bir mana taşımaktadır. Halbuki, Karluk hükümdarı yabgu unvanını taşıyordu. Kâşgarlı’nın Türkçe veya “Hakanlı Türkçesi” dediği Türkçe, bu Yağmaların lehçesi olsa gerektir.88 Yağmalar pek çok boydan meydana gelmiş olup bunlardan biri Bulak boyudur.89 XI. yüzyılda da varlığını muhafaza eden bu boyu bir ara Kıpçaklar tutsak edip götürmüşlerse de sonra kurtulmuşlardır.90 Bundan Bulakların XI. yüzyılda Talas veya Çu bölgesinde yaşadıklarını söylemek mümkündür.

Daha doğuda, Beş-Balık bölgesinde Uygurlar yaşıyordu. Uygurlar ancak 866’da bölgede yurt tutabildiler; zayıf bir devletleri vardı. O devirdeki Çin kaynakları onlardan, ancak 951’de gelen bir elçi dolayısıyla kısaca bahsetmişlerdir. İslâm çoğrafyacılarında ise, onlardan Toğuz-Ğuzz olarak bahsedilir ve onlar Türklerin en kuvvetli kavmi olarak vasıflanır. Bu husus, evvelce işaret edildiği gibi, coğrafyacıların 840 felaketinden haberdar olmamalarından ileri gelmiştir. Uygurların bir bölüğü de Kansu’da yurt tutmuştu. Uygurların Beş-Balık bölgesindekiler yerleşik hayata süratle intibak ederek medeni seviyelerini yükselttiler ve kısa bir zaman sonra, Türkçe konuşan topluluğun en medeni kavmi haline geldiler. X. yüzyılın sonlarında onların pek mühim bir kısım artık Budda dininde bulunuyorlardı.

Uygurları 840 yılında Orhun bölgesinden çıkaran Kırgızlara gelince, bunlar orada 924 yılına kadar kaldılar ise de kuvvetli bir devletleri olmadığı gibi, kültür tarihi ile ilgili faaliyette de bulunmamışlardır. Üstelik onlar, Kıtayların saldırışlarına dayanamıyarak, bu eski Türk yurdunun Moğolca konuşan kavimlerin eline geçmesinin müsebbibi olmuşlardır. Böylece, Moğolca konuşan kavimler gittikçe Türkler aleyhine toprak kazançları elde ettiler. Ve öyle bir zaman geldi ki, Çin’den kovulan Kıtaylar, Türkistan’a gelerek kolayca buranın yüksek hakimleri oldular. Kırgızlar, yukarı Yenisey’deki eski yurtlarna dönmüşlerdi.

X. yüzyılın başlarında mühim Türk ellerinden biri de Kimeklerdir. Orhun Kitabeleri’nde bu Türk elinin adı geçmiyor. Bu sebeple Kimeklerin VIII. yüzyılda başka isim taşıyan bir kavmi birliğe dahil bulunduklarını düşünebiliriz. Bu kavim Çikler olamaz mı? Çikler VIII. yüzyılın ortalarında oldukça mühim bir siyasi kuvvet halinde, yukarı Kem ile İrtiş arasındaki sahada yaşıyorlardı. Uygur kağanı Tanrıda-Bolmış-İl Etmiş-Bilge Kağan (Moyunçur) iki defa sefer yaparak Çikleri hâkimiyeti altına almış, onlara “tutuk tayin etmiş, işbaralar ve tarhanlar vermişti.91 Kimeklerin de başbuğlarının tutuk unvanını taşıdığını biliyoruz.92 Çiklerin adına bir daha hiç bir yerde tesadüf edilemiyor.

Kimekler, Yukarı İrtiş boylarında yaşıyorlardı. Marquart, Kimek adını İki İmek’ten getiriyor ki, her halde imkânsız değildir. Bu Türk eli, yedi boydan meydana gelmişti: İmi, İmek, Tatar, Bayandur, Kıfçak, Milhaz (?) ve Ecled (?).93 Buradaki Tatar adı dikkati çekiyor. Diğer taraftan Yimek (buradaki İmek) boyunun Bayaud adlı mühim bir oymağı da vardı.94 Aynı adda bir Moğol boyunun da olduğunu biliyoruz.95 Bunlar Kimeklerin bir kavmi birlikten ziyade, bir siyasi birlik olduğu ihtimalini hatıra getiriyor. Esasen Kimeklerin daha IX. yüzyılda çözülmeğe başladıkları görülüyor. Bu asırda dahi Kıpçaklar müstakil bir Türk kavmi gibi zikrolunmuşlardır.96 XI. yüzyılda ise Kimek adı ortadan kalkmış ve bu el başlıca Kıpçak ve Yimekler (İmek) tarafından temsil edilmiştir. Yimekler mezkûr asırda da İrtiş boylarında idiler. Kıpçaklara gelince, IX. yüzyılda elden ayrılan bu boy batıya doğru göç etmiş ve Oğuzlara kuzeyden komşu olmuştur. Daha hudûd ul-âlem’de (kaynak: Ceyhani, X. yüzyılın ilk çeyreği). Kıpçakların bazı adetlerde Oğuzlara benzediği söylenir. Kâşgarlı’da97 Kıpçakların lehçelerinin birçok bakımlardan Oğuzlarınkine uyduğunu ifade eder. Bu keyfiyet Kimeklerin asıl kolunun da On-Oklara mı mensup olması ile ilgilidir? Kıpçaklar, bir taraftan nüfuslarının çoğalması, diğer taraftan belki de Kimeklere mensup diğer bazı teşekküllerin katılmasi ile kuvvetlenerek, X. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Oğuzları sıkıştırmaya başlamışlar ve onların göçlerinde mühim bir âmil olmuşlardır ki, bundan aşağıda ayrıca bahsedilecektir.

Kıpçakların Kâşgarlı ile çağdaş Kañlı adlı bir beğleri vardı.98 Bunun buyruğundaki Kıpçaklar ertesi yüzyılda bu adla (Kañlı) anıldılar. Kıpçaklar nasıl Kimeklerden ayrılıp başlı başına bir el olmuşlar ve hatta kardeş boy Yimekler ile akrabalıklarını reddetmişler ise,99 Kañlılar da daha sonraları müstakil bir kavim sayılmış ve Oğuz destanında da böyle gösterilmiştir.

X. yüzyılın birinci yarısının ortalarına doğru Cem (Emba) ile Yayık (Ural) ırmakları arasında Peçenekler yaşıyordu. Bunların asıl ana kolu ise, bahsedilen zamanda, Karadeniz’in kuzeyindeki toprakların hâkimiydiler. Peçeneklerin On-Oklara mensup olmaları kuvvetle muhtemeldir. Buna karşılık bunların Oğuzlar ile hiçbir kavmî münasebetleri yoktur. Yani, bunlar 24 Oğuz boyundan biri olan Peçenekler ile aynı teşekkül değillerdir.100 XI. yüzyıldaki Türk kavimleri hakkındaki bu hülâsadan101 sonra şimdi artık asıl konumuza geçebiliriz.

I. Oğuzların Yurtları

X. yüzyılın birinci yarısında Oğuzlar, Hazar Denizi’nden Sir (Seyhun, İnci) ırmağının orta yatağındaki Fârâb (XI. yüzyıldaki Türkçe adı ile Karaçuk) ve İsficab yörelerine kadar olan yer ile bu ırmağın kuzeyindeki bozkırlarda yaşıyorladı.102 İstahrî ve diğer coğrafyacıların eserlerinden, Oğuz ülkesinin batı, güney ve doğu sınırları hakkında kati bir fikir edinilebiliyor. Buna göre, Oğuz ülkesi batıda Hazar Denizi’ne dayanıyordu. X. yüzyılın başlarında, o zamana kadar gayri meskûn olan Hazar Denizi’nin doğu tarafındaki Siyâh-Kûh (Kara-Dağ) yarım adası onlar tarafından işgal ve iskân edilmiş ve bundan dolayı bu yarım ada Türkçe Mangışlağ adını almıştır.103 Güneyde İslâm ülkeleri ile olan sınıra gelince, batıda yani Harizm ülkesinde sınır Curcani’ye (Gürgenç) ve bilhassa bu şehrin kuzeybatısındaki Cît (Jît) kasabasından başlıyordu. Aral Gölü’nün güneyindeki Baratekin de sınır kasabalarından idi.104 Maveraünnehir’de sınır Buhara kuzeyindeki çölden başlayarak İsficab bölgesine kadar uzanıyordu. Sir-Derya’nın sol kıyısında, Karaçuk dağlarının eteğinde ve Yesi’ye bir günlük mesafede bulunan müstahkem Savran (Sabran), Müslümanların Oğuzlara karşı sınır şehri idi. Sir-Derya, Sarran’dan itibaren, Oğuzlara ait bozkır bölgesine giriyordu.

Fakat Oğuz ülkesinin kuzey sınırı hakkında sarih bir bilgiye sahip değiliz. İstahrî’ye bakılırsa, Oğuz ülkesinin sınırı bu yönde İtil’e kadar gidiyordu.105 Fakat, İbn Fadlan 921 yılında Bulgar’a giderken Emba’dan sonra Oğuzları görmemiş, buna karşılık Yayık’ın batısında Peçeneklere rastgelmişti. Bu sebeple İstahrî’nin sözlerinin doğru olması, bize göre, oldukça şüphelidir. Hazar Denizi’nin doğusundan Karaçuk dağlarına kadar uzanan çöl bölgesine, Belhî’ye bağlı müellifler106 Oğuz bozkırı (mefâzet ul-Ğuzziye) adını verirler. XIII. yüzyılda Türklerin bu çöle Kara-Kum dedikleri anlaşılıyor.

Oğuz elinin toplu ve kalabalık bir halde oturdukları yer, Sir ırmağının ağzından orta yatağına kadar olan saha ile ırmağın her iki yanındaki ve bilhassa kuzeye doğru uzanan topraklardı. Oğuz yabgusu yani kralının kışlağı olan şehir, ırmağın ağzından iki günlük mesafede ve ırmağa bir fersahlık yerde bulunuyordu. Bu şehir Arapça eserlerde el-Medînet ul-cedîde veya el-Karyet ul-hadîse,107 Farsça Hudûd ul-âlem’de108 Dih-i nev olarak geçer.

XIII. yüzyıla ait eserlerde şehrin Yâñi Kent (Yeñi Kent) şeklinde Türkçe adı görülür.109 Bununla beraber şehrin X. yüzyılda da bu Türkçe adı taşımış olması imkânsız değildir. Yine aynı ırmağın kıyısındaki Cend ve Juvâre şehirleri de yabgunun hâkimiyetinde olup, bu şehirlerde Müslümanlar da oturuyorlardı.

İsficab’ın kuzeyinden başlayarak Sir-Derya’ya muvazi olarak uzanan Karaçuk sıra dağları bölgesi de Oğuzlardan pek önemli bir kümenin yaşadığı bir yerdi. Kâşgarlı Mahmud,110 Karaçuk’un Oğuz ülkesinin adı olduğunu söylediği gibi, haritasında da Karaçuk dağını Oğuz yurdu olarak göstermiştir.111 Ebu’l-Gâzi’nin Şecere-i Terâkimesi’ndeki Türkmen rivayetleri arasında Oğuzların yurdu olarak Kazgurd ile birlikte Karaçuk’tan bahsedilir.112 Timur’un zafernâmelerinde de bu dağın adı geçiyor.113

Oğuzlar bu yurtlarında çok eskiden beri oturmamakta idiler. İbn Hubdadbih,114 Horasan valisi Abdullah b. Tâhir (valilik zamanı 828-844), zamanında Oğuzlardan alınan 1000 tutsağın 600.000 dirhem tuttuğunu bildiriyor. Bu 1000 Oğuz tutsağının, Abdullah b. Tâhir’in oğlu Tâhir kumandasında Oğuzlara karşı gönderdiği bir ordu tarafından alındığı, Belazurî’nin bir kaydından anlaşılıyor.115 Ancak her iki kayıtta da Oğuzların yurdu hakkında hiçbir açıklamada bulunulmuyor.

Oğuzlar ister Orhun bölgesindeki Dokuz-Oğuzlar, ister On-Oklara mensup bir teşekkül olsun onlar bu yurtlarına doğrudan gelmişlerdi. Eğer Oğuzlar, On-Oklardan iseler, -ki bu, çok daha muhtemeldir- onların aşağı Sir-Derya kıyılarına gelmeleri Karlukların On-Ok ülkesindeki fetih hareketleri ile ilgili olabilir. Aşağı Sir-Derya boylarının ve Aral kıyılarını Oğuzlardan önceki sahiplerinin ise Peçenekler olduğu anlaşılıyor. Daha önce söylendiği gibi, Peçeneklerden üç asil boyun adı Kenger idi. Bunun Göktürklerin 701 yılındaki Suğdak seferi dolayısı ile geçen ve Karaçuk dağları ile onun kuzeyindeki bozkırlarda yaşadığı anlaşılan Kengeres teşekkülünün adı ile aynı olduğu kabul edilmiştir.116 Buna ilave olarak, el-Birunî’deki bir kayıtta Peçeneklerin Aral Gölü çevresinde, Harizm’e komşu olarak yaşadıkları görülmektedir.117 Diğer taraftan elimizde, Peçeneklerin bir zamanlar Karluklar ile komşu yaşadıklarını ifade eden yine aynı müellifin diğer bir eserinde başka bir kayıt da vardır.118 Bu komşuluk her halde İsficab ve Talas taraflarında olsa gerektir.119

Peçenekler, Sir-Derya boyları ile Aral Gölü çevresinde iken Oğuzlar nerede bulunuyorlardı? Bu hususta kati birşey söylemek mümkün değildir. Reşidüddin’deki Türklerin destanî tarihlerinde Talas bölgesinden başka doğudaki Almalık bölgesi de Oğuzların yurtlarından sayılmaktadır.120 Eğer Oğuzlar On-Oklara mensup idiler ise onların, Çu ve Talas vadilerinde yaşayan, Çinlilerin Nu-şe-pi dedikleri koldan olmaları en kuvvetli ihtimaldir. Anlaşıldığına göre, Oğuzlar doğudan Peçeneklere saldırdılar. Her halde iki komşu kavim arasında çetin savaşlar vukubuldu ve en sonunda Oğuzlar, Peçenekleri Emba ırmağının ötesine attılar. Oğuzların Peçeneklerin yurtlarını ne zaman ele geçirdikleri de bilinemiyor. Yurtlarından atılan Peçenekler, Emba ile İtil arasında yerleşmişlerdi. Fakat burada da 883-893 yılları arasında Oğuzlar ile Hazarların müşterek hücumlarına uğradılar. Mağlûb olan Peçeneklerin mühim bir kısmı, İtil’i geçerek Karadeniz’in kuzeyindeki topraklara gittiler.121 Peçeneklerin bu yeni yurtlarında talihleri yaver gitti. Onlar kısa bir zamanda Don ırmağından Tuna’ya kadar olan yerleri fethettiler. Peçenekler, Balkanlar’da da mühim bir siyasi kuvvet olarak XI. yüzyılın sonlarına kadar kaldılar. Bizanslılar ile ittifak eden Kıpçaklar bu kavmin ortadan kalkmasında mühim bir âmil olmuşlardır.122 Peçeneklerin bir kısmı ana kümeyi takip etmeyerek Yayık’ın batısında kalmıştı.123

Ebu’l-Gazi’nin naklettiği Türkmen rivayetlerinde, Oğuz-Peçenek mücadelelerine ait bazı hatıralar da yer almıştır. Bu hatıraların birinde Peçenek elinin Toymaduk adlı paşihanının Salur Kazan’ın babası Enkiş’i yenerek hatununu tutsak aldığından bahsedilir. Üç yıl sonra Enkiş naibini mal ile Toymaduk’a göndererek karısını kurtarmıştır.124 Yine orada bulunan bir manzumede Salur Kazan’ın otuz kırk bin çeri ele Becene ellerine yürüyüb onları kırdığı, bir nicesinin çok yalvararak kurtulduğu bildiriliyor.125 Ebu’l-Gazi bu rivayetleri Türkmenlerin ellerindeki Oğuz-nâmelerden nakletmiştir. Aksi takdirde, bu rivayetlerin XVII. yüzyıla kadar hafızalarda saklanması imkânsız idi. Fakat Türkmenlerin ellerindeki bu Oğuz-nâmelerden hiç birisi galiba bize kadar gelmemiş olduğu gib, ne zaman yazıldıklarını da bilmiyoruz.

2. Oğuzların Yaşayış Tarzı 

X. yüzyılın başlarında Oğuzların çoğunluğu göçebe hayatı yaşıyorlardı. Bu elin XI. yüzyılda 24 boydan meydana gelmiş olduğunu biliyoruz.126 Her boyun başında “beğ” unvanlı asilzadeler bulunuyordu. Destanlara dayanarak söylemek mümkündür ki, beğlerin 40 kişiden mürekkeb silâh arkadaşları vardır ki, bunlara yoldaş denildiği anlaşılıyor.127 Her kavmin asilzadesi gibi, Oğuz beğleri de çok varlıklı idiler. İbn Fadlân,128 Oğuzlar arasında yüz bin koyuna ve on bin ata sahip kimseleri gördüğünü söylüyor.

Mes’udi’ye göre, Oğuzlar, yüksek (el-eâli), orta (el-evâsıt) ve aşağı (el-esâfil) olmak üzere üç sınıf idiler.129 Bununla beraber Mes’udî’nin bir kaydı oldukça müphemdir. Bu kelimeler, Oğuz eli arasındaki içtimai bir seviye farkını mı belirtiyor, yani asilleri (beğ), hür insanları (el) ve köleleri (kün?)130 mi kasdediyor, yoksa sadece siyasi bir gruplaşmayı yani onların büyük orta ve küçük olmak üzere, üç küme halinde mi olduklarını ifade ediyor? Biz yayınlayanların aksine olarak, cümlenin asıl mânasına bağlı kalarak birinci şıkkı kabul ediyoruz. Fakat Oğuzların siyasi bakımdan üç kümeye ayrılmış olmaları da imkânsız değildir.

X. yüzyıl başlarında yabguların kışın oturdukları Yeñi-Kent ile Cend ve Huvâre şehirlerinde Müslümanlar da bulunuyorlardı. Bu üç şehirden en büyüğü yabgunun oturduğu Yeñi-Kent idi. Son iki şehrin de Oğuzlara tabi olduğunu biliyoruz. Mes’udî’ye bakılırsa131 bu şehirlerdeki yerleşik halkın çoğu da Oğuzlardan idi. Kâşgarlı’nın zikrettiği Oğuz şehirleri bunlardan ayrıdır. Kâşgarlı’da bu üç şehrin adı geçmez. Kâşgarlı’nın Oğuz şehirleri olarak zikrettiği şehirler şunlardır: Sepren, Karaçuk, Suğnak, Karnak, Sitgün. Bunlardan Sepren, X. yüzyıl coğrafyacılarındaki Sabran (Savran)dır. Sabran, daha önce işaret edildiği gibi, X. yüzyılın ilk çeyreğinde Oğuz sınırında bulunan bir Müslüman şehri idi. Burası müstahkem bir şehir olup, yedi kat surla çevrilmişti. Ayrıca şehrin rabazı da vardı. Câmi de iç şehirde (şehristan) bulunuyordu. Oğuzlar barış yapmak veya ticaret işleri için bu şehre gelirlerdi.132 Karaçuk’a gelince, Kâşgarlı bunun Fârâb şehrinin adı olduğunu söylüyor.133 Fârâb, Aris çayının Sir-Derya’ya düküldüğü yerde bulunan küçük bir yöredir. Yörenin idare merkezi Keder kasabası idi. Vesic yörenin diğer mühim bir kasabası olup, meşhur filozof Fârâbi bu şehre mensuptu.134

Mukaddesî’ye göre135 Fârâb, en büyük şehri de yine Fârâb adını taşıyan bir rüstâk, yani bir yöredir. Fârâb şehri, ona göre, 70.000 erkek nüfusu (!) ve bir camisi olan bir şehirdir. Şehirdeki dükkânların çoğu varoşta ve pek azı kale surlarının içinde idi. Aynı müellif Keder ve Vesic’i de ayrıca zikrediyor.136 Bu durum karşısında, Barthold’un dediği gibi,137 Fârâb’ı yeni bir şehir kabul etmek yerinde olacaktır. Anlaşıldığına göre Oğuzlar Fârâb’a Karaçuk adını vermişlerdir. Fakat şehrin bu adı şimdiye kadar başka hiçbir eserde görülmemiştir.

Suğnak’a gelince, Minorsky,138 haklı olarak bunu Hudud ulâlem’deki Sunâh ile birleştirmiştir. Sunâh, Fârâb’a bağlı bir şehir olup, orada her tarafa ihraç edilen yaylar yaplıyordu. Suğnak, Oğuzlardan sonra Kıpçakların Sir-Derya kıyısındaki başlıca merkezlerinden biri olmuştur. Şehrin bugün harâbeleri vardır.

Oğuz şehirlerinden biri olan Karnak hakkında başka hiç bir yerde bir kayda rastgelmedik. Z. V. Togan,139 Türk ili haritasında Karnak’ı Yesi’nin az kuzeybatısında, ondan bir konak mesafede göstermiştir. Diğer taraftan Sabran’ın yakınındaki Sâdık Ata Tepe’nin Karnak olduğu ileri sürülmektedir.140 Her halde Karnak’ı Savran taraflarında aramak gerekir. 

Sitkün’e gelince, bunun X. yüzyıl coğrafyacılarında geçen Süt-Kend olması pek muhtemeldir. Süt-Kend, Fârâb yöresine yakın bir yerde Sir-Derya’nın sol sahilinde bulunmakta olup, bugün harâbeleri vardır. Bu şehirde bir cuma mescidi (cami) vardı. Süt-Kend yöresinde daha X. yüzyılın ilk çeyreğinde, kalabalık sayıda Müslüman olmuş Oğuzlar ve Karlukların oturdukları bildiriliyor. Bu Müslüman Oğuzlar ve Karluklar yöreyi kavimdaşları olan gayr-i müslim Türklere karşı koruyorlardı. Ayrıca Fârâb, Kencede ve Şaş arasındaki bitek otlaklarda, Türklerden Müslüman olmuş 1000 çadıra yakın bir küme vardı.141 El-Birunî, gençliğinde her yıl Harizm-Şah’a bizzat kendi yaptığı ilaçlar ve mumya getiren Süt-Kendli bir Türkmen tabibini tanıyordu.142

Şüphe yoktur ki, Oğuz şehirleri Kâşgarlı’nın bu saydıklarından ibaret değildi. Onların Sir-Derya kıyılarında, yerleşik olarak yaşadıkları daha bazı veya birçok şehir, kasaba ve köyler de vardı.143 Diğer taraftan, onların Kâşgarlı’nın bahsettiği devirden sonra da yeni şehirlere sahip oldukları anlaşılıyor. Bunlardan biri olarak Barçınlığ-Kent zikredilebilir. Gerçekten bu şehrin adına, XII. yüzyıldan önceki eserlerde rastgelinmez. Barçınlığ-Kent, Sir-Derya boylarının Moğollar tarafndan fethi esnasında Sığnak ve Öz-Kent’ten sonra zikredilen üçüncü şehirdir. Ondan sonra sıra ile Eşnas, Cend ve Şehir (Yeni) Kent’in fethi anlatılıyor.144

Zamanımızda Cirik kale harabelerinin altında Yeni-Derya ile birleşen Barşin-Derya adlı bir kuru çay veya eski bir kanal bulunmaktadır ki, bunun Barçınlığ-Kent ile ilgili olduğu muhakkaktır. Bu kuru çayın kıyısında Uz-Kent ve Sırlı-Tam şehirlerinin harâbeleri görülmektedir.145 Buradaki Uz-Kent’in Cüveynî’deki Sığnak’tan sonra zikredilen şehir olduğunda şüphe yoktur. Bu kuruçay veya kanalın kıyısında daha bazı şehir ve kale harabeleri de bulunmaktadır. Kök-Kesene ve Barşin-Derya hakkında bundan 64 yıl önce ilk defa esaslıca bilgi veren arkeolog V. A. Kallaur haklı olarak Barçınlığ-Kent’in de Barçin-Derya üzerinde olacağı sonucunu varmıştır.146 Kallaur, bu kuruçay yatağının (Sir-Derya’nın eski yatağı mı?) Çardar’dan Uz-Kent’e kadar olan kısmının da Uguz Jilgası (Oğuz deresi) adını taşıdığını bildiriyor.147 Sığnak şehri harâbelerinden on üç fersahlık bir mesafede, Kök-Kesene harâbeleri vardır. Kök-Kesene’yi ilk defa ziyaret eden Kallaur, burada tuğladan yapılmış ve mavi renkli (gök) süslemeleri olan harab bir kümbet görmüştü. Bu türbenin güneybatı tarafında, henüz bazı duvarları tamamen yıkılmamış olan daha küçük bir türbe meydana çıkarılmıştır. Kallaur bu türbelerin etrafında da birçok tepe ve tepcikler görmüş olup, bunların eski mezar kalıntıları mı, yoksa meskûn sahayı mı teşkil ettiğini anlayamamıştı. 1927 yılında burayı ziyaret eden A. Yakubovskiy, türbenin çökmüş olduğunu görmekle beraber bu türbe ve çevresinde yaptığı araştırmalardan sonra Kök-Kesene’nin çini işleme bakımından şâheser bir âbide olduğunu söylediği gibi, buralarda bir zamanlar yüksek bir medeniyetin mevcut olduğu hükmüne de varmıştır.148

Ebû’l-Gazi Bahadır Han, Türkmenlerin tarih bilen bahşılarından, 7 kızın Oğuz elini “ağızlarına baktırıb” çok yıllar beğlik yaptıklarını anlatmaktadır. Bunlardan biri, Karmış Bay’ın kızı ve Mamış Beğ’in karısı Barçın Salur (Salur Barçın?) idi. “Onun türbesi Sir-Derya’nın yakasında olup, halkça meşhurdur ve Özbekler ona “Barçın’ıñ Kök kâşâne”si derler.149 Ebu’l-Gazi’nin bu sözlerinden Kök Kesen (Kök-Kâşane – Gök çinili) türbesinin Oğuzlardan Barçın Hatun’a izafe edildiği ve bunun halkça bilinen birşey olduğu anlaşılıyor. Bütün bunlardan, pek muhtemel olarak şu hükme varmak mümkündür: XII. yüzyılda Sir-Derya boylarında Salur Boyu’ndan Barçın Hatun bir kısım Oğuzlar üzerinde nüfuz ve hâkimiyet kazanmıştı. Akıllı olduğu kadar varlıklı olan bu hatunun hâkim bulunduğu Sir-Derya bölgesinde yeni bir şehir kuruldu ve bu, “Barçınlığ-Kent” adını aldı, yani Barçın’a ait şehir. Bu hatun kendisi için, Merv’deki Sultan Sancar ve Ürgenç’teki Harizm-Şah Tekiş’in türbesine benzeyen kubbesi gök çiniler ile süslü muhteşem bir türbe yaptırdı. Şehrin bu türbenin yapımından sonra kurulmuş olması da muhtemeldir. Barçınlığ-Kent ile birlikte geçen Öz-Kent ve Aşnas’ın da yeni şehirler olduğu anlaşılıyor. Çünkü, daha önceki eserlerde bu şehirlerin adları geçmiyor. Şimdiki bilgimize göre, Barçınlığ-Kent’in adı, XII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren geçmektedir.

Oğuz şehirlerinde yapılan bu kazılar buralarda yüksek bir kültür hayatının varlığını göstermiştir. Kallaur, Yakubovskiy ve Tolstoy gibi arkeologlar bu hususu gayet açık bir şekilde belirtmişlerdir.150

Oğuzlardan mühim bir kısmının oturak yaşayışa geçmelerinde en mühim amil, onların İslâmlığı kabulleridir. Onlar arasında İslâmiyet’ yayıldıkça ve kuvvetlendikçe oturak hayat da gelişmiştir. Görüldüğü gibi, bu şehirlerin mühim bir kısmı X. yüzyılın ilk çeyreğinde Oğuzların idaresinde değildi. Her halde onlar Müslüman olduktan sonra bu şehirleri ellerine geçirmişlerdir. Kâşgarlı’dan başka, Oğuzların şehirleri olduğunu bildiren diğer bir müellif de İdrisi’dir (eserinin yazılış tarihi 1154). İdrisi, “Oğuzların şehirleri çoktur, bunlar kuzeye ve batıya doğru uzanmaktadır” demektedir.151

Göçebe Oğuzlar, bu şehirlerde yaşayan oturak eldaşlarına, istihfafla, Yatuk (yani tembel) diyorlardı. Çünkü onlara göre bu oturak eldaşları yavaş yapmayarak tembel tembel şehirlerinde otururlardı.152 Oğuz şehirlerinin çoğunda Maveraünnehir’in yerli unsurları da bulunuyordu ki, Oğuzlar bunlara Sukak diyorlardı.153

Moğol istilası esnasında bir kısım Göçebe Türkmenlerin aşağı Sir Derya boylarında oturduklarını biliyoruz.154

Yerleşik Oğuzların, göçebe eldaşlarının siyasi faaliyetleri ve göçlerine büyük ölçüde katılmıyarak, Moğol istilasına kadar, bu şehirlerde oturmakta devam ettikleri söylenebilir. Moğol istilası sonucunda bu şehirlerin pek çoğu veya hepsi oturulmayacak derecede tahribata uğramıştı.155 Bu şehir, kasaba köylerde oturan Oğuz yerleşik halkı ne oldu? Bu soruya şöyle cevap vermek mümkündür: Bir bölüğü öldü, bir bölüğü tutsak alındı, mühim bir kısmı da Horasan’a kaçtı. Moğol istilâsının İran’a yayılması üzerine, Horasan’a kaçanlar, o esnada emin bir ülke olan Anadolu’ya geldiler. Anadolu’da göçebeler, köylüler ve şehirliler arasında, bilhassa “Horasan”a bağlanan bu geliş hatırası asırlarca unutulmayarak zamanımıza kadar yaşamıştır. Buradaki “Horasan” adı ile şüphesiz Türkistan da ifade olunuyordu.

3. İktisadi Hayatları

XI. yüzyılın başlarında büyük bir çoğunluğu göçebe bir hayat yaşayan Oğuzların iktisadi faaliyetleri, bu yaşayışın icabı olarak, başlıca hayvan yetiştiriciliğine inhisar ediyordu. Bu sebeple onların servetlerini koyun sürüleri, yılkılar (at sürüleri), develer ve hatta Hudud ul-âlem’e göre,156 sığır teşkil ediyordu. At binek (binit) ve deve de taşıma vasıtası (yüklet) olarak kullanılıyordu. İbn Fadlân157 “Türk develeri” (4õz K1}! |˝Ç:) sözü ile bugün Anadolu’da “buhur” denilen iki hörgüçlü develeri kast etmiş olsa gerektir. Yine aynı müellif Bulgarların at eti yediklerini kayd etmekte, fakat Oğuzlar için böyle bir söz söylememektedir. Oğuz sü-başısı Etrek, İbn Fadlân ve arkadaşlarına olduğu gibi, kendi akrabaları için de koyun kestirmişti. Fakat Oğuzlardan ölenlerin atlarının yenildiğini aynı müellif kaydetmektedir. Diğer taraftan Oğuz destanları da Oğuzların diğer Türk elleri gibi, at eti ve hatta deve eti yediklerini göstermektedir. At eti, belki de, onlarca âdi zamanlarda değil, müstesna günlerde yenilmekte idi. Oğuzların Müslüman olduktan sonra, umumiyetle at eti yemekten vazgeçtikleri anlaşılıyor. Çünkü, dâhil oldukları Hanefi mezhebi at eti yenmesini mübah kılmamıştı.

Oğuzlar ile komşu İslâm kavimleri arasında canlı bir ticari faaliyetin mevcut olduğu görülüyor. Oğuz yurdundan geçen en mühim ticaret yolu Harizm’den İtil bölgesine giden yol idi. Bu yolun pek işlek bir yol olduğunu biliyoruz. Coğrafyacılar müştereken, Oğuzların tacirlerinin çok olduğunu belirtiyorlar.158 İbn Fadlân159 5000 kişilik muazzam bir kervan içinde Oğuz yurdundan geçmişti. Oğuzlar, barış zamanlarında ticaret maksadı ile Harizm’de Curcaniye ve Barategin şehirlerine, Maveraünnehir’de de Sabran şehrine geliyorlardı.160 Oğuzların başlıca ticaret malı koyun idi. Horasan ve Maveraünnehir halkı et ihtiyacağını Oğuzlar ve Karluklardan temin ediyordu.161 Türk koyununun Maveraünnehir ve Horasan koyunlarında ayrı bir soy olup, makbul tutulduğu anlaşılıyorsa da162 başlıca vasıfları iyice bilinemiyor.

Oğuzların ayrıca İslâm âleminde meşhur olan Türk keçesi sattıklarına163 da ihtimal verilebilir.164

Oğuzlar ise, komşu İslâm memleketlerinden bilhassa dokuma mamulleri satın alıyorlardı.

4. Dini İnanışları

X. yüzyıl başlarında Oğuzlar, Uygurlar müstesna olmak üzere, diğer Türk elleri gibi kendi kavmi dini inanışlarını devam ettiriyorlardı. İslâm âleminde Türklerin Allah fikrine sahip oldukları ve bunu Tanrı adıyla ifade ettikleri biliniyordu.165 Türklerin yaratıcıya Uluğ-Bayat adını verdikleri de İslâm bilginlerine ulaşmıştı.166 Fakat, Oğuz din adamlarının Tanrı’nın sıfatları ile ilgili tasavvurları hakkında kesin bir bilgi yoktur. Her halde Oğuzlardan alelâde kimselerin bu husustaki tasavvurları pek zengin değildi ve onlar Tanrı’ya insani vasıflar izafe ediyorlardı. Oğuzlardan biri İbn Fadlân’a Tanrı’nın karısı olup olmadığını sormuş, müellif de bu soru üzerine bir hayli tövbe ve istiğfar etmiş ve Oğuz da aynı şeyi yapmıştı.167

Ebû Dulef Seyahatnâmesi’nde168 Oğuzların bir mabetleri olduğu söyleniyor ve içinde put bulunmadığı ilave ediliyor.

İbn Fadlân ne bir mabed gördüğünden ne de bir din adamı ile görüştüğünden açıkça bahseder. Fakat Oğuzların hâkimleri olduğunu biliyoruz. Oğuzlar bu manevi şahsiyetlerine büyük bir saygı gösteriyorlardı.169 Hatta bu hâkimlerin Oğuzların kanları ve davarları üzerinde hüküm sahibi bulundukları söyleniyor ki, bu ifadeden manevi şahsiyetlerinin el üzerinde ne kadar önemli bir tesir ve nüfuzları olduğu iyice anlaşılıyor.170 İşte bizim Korkut-Ata (Dede-Korkut) bu hâkimlerden biriydi. Tabiblik yapan, geleceğe ait keşiflerde bulunan, yapılacak bir teşebbüsün uğurlu olup olmayacağına hükmeden, dini törenlere başkanlık eden bu manevi şahsiyetlere Oğuzların kam mı dedikleri, yoksa başka bir ad mı (meselâ ata) verdikleri bilinemiyor. Ata kelimesi bunlar hakkında saygı ifade eden bir söz mü idi, yoksa onlar için hususi bir ad mı idi, bu husus kati olarak malûm değildir.

Ölü gömme âdetlerine gelince, onlar ölülerini, Göktürkler gibi, sırtlarında elbiseleri, üzerlerinde silâhları ve yanlarında diğer şahsi eşyaları ile birlikte gömüyorlardı. Ölü ev şeklinde açılan bir mezara oturtulup, eline içki dolu (her halde kımız)171 bir çamçak veriliyor ve önüne de yine içki dolu bir kap konuluyordu. Mezar bir oda gibi açılıyor, tavanı yapıldıktan sonra onun üzerine de çamurdan kubbeye benzer kısım ilave ediliyordu. Oğuzların bu mezarları ile Türkiye’de bilhassa Selçuklu devrinde yaygın bir şekilde görülen ve mütehassıslar tarafından Türk çadırına benzetilen kümbetler172 arasında yakın bir benzerliğin varlığına işaret edilebilir. Hazar-Ötesi Türkmenlerinin de mezarlarının üzerine tümsek gibi şekiller yaptıklarını ve buna yozka dediklerini biliyoruz.173

Gömülme işi bittikten sonra, ölünün atları kesilerek yenirdi ki,174 bu da bütün Türk kavimlerinde görülen yuğ aşı veya ölü aşı geleneğiydi.175 Türkiye’de bu gelenek yüzyıllar boyunca sürüp gelmiş ve şimdi de mahiyeti aynı kalmak sureti ile köy, kasaba ve hatta şehirlerde yaşamaktadır. Ölen sağlığında bazı kimseleri öldürmüş ise, bunların resimleri tahtalar üzerine oyulup, mezara konulurdu. İnanışa göre, bir adamın öldürdüğü kimse veya kimseler cennette öldürenin hizmetçileri olacaklardır.176 Bu da anlaşçılacağı üzere, Göktürklerdeki balbal geleneğnden başka bir şey değildir.177 Oğuzlar, aynı zamanda başlıca Türk ellerinde olduğu gibi, yuğ aşında yenilen atların başlarını, ayaklarını ve derilerini mezarın üzerinde bulunan sırıklara asıyorlardı.178 Onların inanışına göre, ölen cennete etleri yenilen ve derileri sırıklara asılan bu atlar ile gidecekti. Bu yapılmadığı takdirde ölen, yorucu cennet yolculuğunu yayan yapmak mecburiyetinde kalacaktı.179 Oğuzlar, yine dini inanışlarının tesiri ile suya girmiyorlar, yabancıların da yıkanmalarına engel oluyorlardı. Çünkü, suya girmekle onların, kendilerini büyüleyeceğinden korkarlar ve böyle yapanları para cezasına çarptırırlardı.180 Bütün Türklerdeki köklü bir inanışa göre, su kutludur ve arıdır. Yıkanmak kutlu ve arı olan suyu kirletmek ve böylece büyük bir günah işlemek demektir. Bu ise uğursuzluğa ve felakete sebep olur. Onlar yine dini inanışları ile ilgili olarak, giyimlerini eskiyinceye dek üzerlerinden çıkarmıyorlardı.181 Yine Oğuzlar, Müslümanların aksine olarak, başına vurarak koyunu, öldürüyorlardı.182

Oğuzlar, hastalanan kimselerin (yakın akrabaları da olsa) yanlarına yaklaşmazlardı. Hasta onlara kul ve karavaşlar (câriye) hizmetlerdi. Yoksullar ise tamamen kaderleri ile başbaşa bırakılırdı.183 Bu husus, şüphesiz bulaşıcı ve salgın hastalıklara yakalanmaktan korkmaları ile ilgiliydi.

5. Başka Gelenek ve Görenekleri

X. yüzyılda Oğuz elinde kadınlar, diğer Türk ellerinde ve Câhiliyye devri Araplarında olduğu gibi, erkeklerden kaçmazlar ve yüzlerin de örtmezlerdi. Bu husus Türkiye’de oymaklarda ve köylerde zamanımıza kadar devam edegelmişlerdir. Hattâ XIX. yüzyılda Güney Anadolu’da bir seyahat yapan V. Langlois, bu münasebetle Türkmenleri Yakın Doğu’daki en medeni insanlar olarak vasıflar. Bununla beraber Oğuzların ne zina, ne de gulamparalık gibi yaygın gelenekleri vardı.184 Esasen Türk kadınları İslâm dünyasında iffetli kadınlar olarak tanınmışlardı.185

Oğuzlarda öldürülenin öcünü almak yani kan davası âdeti de vardı.186 Yine onlarda Câhiliyye devri Araplarında olduğu gibi, bir baba ölünce oğlu üvey annesi ile evlenebiliyordu. İbn Fadlân’ın gördüğü Oğuz sü-başısı Etrek, babası öldükten sonra üvey annesi ile evlenmişti.187

Evlenme geleneğinde kalın ve başlık verme usulü yaygındı.188 Düğünleri ve oyunlarına dair bilgimiz yoktur. Yalnız Tuğrul Beğ’in, 1063 yılında Halife el-Kâim Biemrillâh’ın kızı ile evlendiği zaman, bir odada kürsü üzerinde oturan gelini ziyaret ettikten sonra avluya çıktığını ve orada beğleri ile birlikte sevinç içinde raksettiğini ve bu esnada Türkçe şarkılar çağırıldığını biliyoruz.189 Tuğrul Beğ bu düğün esnasında 70 yaşında bulunuyordu. Ebû’l Ferec vasıtası ile bu bilgiden haberdar olan Barthold,190 Ruslarda “pliaska prisiadki” denilen raksın Türklerden alınmış olacağı ihtimalini ileri sürmüştür. Bizim kanaatımıza göre, Tuğrul Beğ’in oynadığı bu oyun, bugün Anadolu’da toplu bir halde oynanan ve adına halay denilen oyun olmalıdır.

Oğuzların milli yemekleri, diğer bazı Türk ellerinde olduğu gibi, tutmaç idi. Tutmaç, tarih boyunca birçok kaynaklarda Türklerin milli yemeği olarak geçer. Tuğrul Beğ’in Horasan’da iken bir davette yediği badem helvası için “iyi tutmaç imiş, lâkin sarmısağı eksik”191 dediği söylenir.192 Bu yemeğin Türkiye Selçukluları ve Osmanlı saraylarında da yenildiğini biliyoruz. Tutmaç, Türklerin hâkimiyet sürdükleri İran ve Arap ülkelerinde de tanınmıştı.193

Oğuzların X. yüzyılda yüz şekillerinin öteki Türk kavimlerininkinden ne derecede farklı olduğu bilenemiyor. Bildiğimize göre, bu mesele ile ilgili en eski kayıt Câmi üt-tevârih’tedir. Bu eserde, Oğuzların yüz şekillerinin evvelce öteki Türkler gibi olduğu, Maveraünnehir’e geldikten sonra buradaki hava ve suyun tesiri ile yüzlerinin tedricen Tâciklerinkine, yani İranlılarınkine benzediği söyleniyor.194 Bu ifadeden, Türkmenlerin yüz şekillerinin XIV. yüzyılda başlıca Türk kavimleri ve Moğollarınki gibi olmayıp, İranlılarınki gibi düz olduğu, yani Moğolluk vasıflarını haiz bulunmadığı vâkıası meydana çıkıyor. Avrupalı seyyahlardan Türkmenleri görenler bilhassa kadınlarının çok güzel olduklarını belirtirler.

Oğuzlar sakallarını tıraş etmekte ve yalnız bıyık bırakmaktaydılar.195 Türkiye’de de bu geleneğin uzun bir müddet devam ettiğini, din adamlarından başka halkın ve askerlerin sakallarını yülüdüklerini, yani tıraş ettiklerini biliyoruz. Kızıl-baş Türklerin bugün dahi sakallarını istinasız tıraş etmeleri, bu çok eski geleneğin devamıdır. Buna karşılık Oğuzlar, bütün Türkler gibi, saçlarını kesmiyorlardı. XI. yüzyılda Ermeniler, Oğuzlar ile karşılaştıklarında dikkatlerini en fazla onların uzun saçları ile yayları çekmişti.196 Oğuzların kıyafetlerine gelince, bu hususta hemen hiç birşey bilmiyoruz. 1038 yılında Nişabur’a giren Tuğrul Beğ’in kıyafetine dair yapılan tasvir bu hususta belki bize faydalı olabilir: onun başında ketenden bir sarık (asâbe-i-tûzi), sırtında bir cins kumaştan yapılmış uzun kollu, uzun etekli ve önden ilikli bir elbise (kabâ-yi mulham) ve ayağında keçe çizmeler, kolunda gerilmiş bir yay, kemerinde üç ok vardı.197

Ebû Dulef, seyahatnâmesinde Oğuzların kürk ve keten elbiseler giydiklerini yazıyorsa da ikincisini kabul etmek imkânsızdır. İslâm ülkelerinde imal edilen giyim eşyaları onlarca makbul armağanlardandı. Oğuzlar, umumiyetle yün ve keçe elbiseler giymiş olsalar gerektir. Tuğrul Beğ’in İran’a hâkim olduktan sonra pamuktan ak renkli elbiseler giydiği bildiriliyor.198

Oğuzların mizaç ve seciyelerine gelince, bilgi azlığından bu hususlarda tam ve kesin hükümler vermek pek kolay olmuyor; ancak şunları söylemek mümkün olabilir ki, Oğuzlar yaşadıkları hayat tarzı ve muhitin çetin şartlarının tesiriyle oldukça sert mizaçlı kimseler idiler. Savaşçı olmak başlıca faziletlerden biriydi. Buna karşılık onlar, namuslu, doğru ve konuksever insanlardı.199 Türklerin son zamanlara kadar bu hasletlerini muhafaza ettikleri görülüyor. XIX. yüzyılda dahi Anadolu Türkleri, gezginler tarafından bu hasletleri ile vasıflanmışlardır. Oğuzlar, büyüklerine (dinî ve siyasî) son derece bağlı ve saygılı insanlar idiler. Boş inançlara inandıkları ve hislerinin de oldukça tesiri altında kaldıkları görülüyor.

Oğuzların konuştuğu Türkçe, daha Anadolu’ya gelmeden, Türkistan’da iken Türk lehçelerinin en incesi ve en kibarı (zarif) sayılıyordu. Kâşgarlı bu hususu bilhassa belirtir.200 Yine aynı müellif, yalnız Oğuz lehçesinde bulunan birçok kelimeleri de bildirir.201 Bu hususun ne gibi bir vâkıadan ileri geldiği ancak bu kelimelerin menşelerinin araştırılmasından sonra anlaşılabilir.

Oğuzlar aynı zamanda Sir-Derya kıyılarındaki şehirlerde birlikte yaşadıkları Soğdlardan (Sukak)da birçok kelimeler almışlardır. Onların bu kelimelerin çoğunu Anadolu’ya getirmiş oldukları görülüyor.

6. Oğuzların İslâmiyet’e Girişi

X. yüzyılın ilk çeyreğinde Süt-Kend’de Müslümanlığı kabul etmiş mühim bir Türk topluluğunun yaşadığı görülüyor ki,202 bunların Oğuzlardan olduğuna şüphe yoktur. Süt-Kend’in XI. yüzyılın sonlarında bir Oğuz şehri olduğunu biliyoruz. Yine X. yüzyılın ilk çeyreğinde, Fârâb-Kencede ve Şaş (Taş-Kend) arasında Oğuzlardan ve Karluklardan İslâmiyet’i kabul etmiş 1000 çadıra yakın bir küme yaşamakta idi.203 Bunlar gayrı Müslim Türklerin akınlarına karşı yapılan müdafaa hereketlerinde mühim hizmetler görüyorlardı. İbn Fadlân’ın 921 yılında Bulgar’a giderken görüştüğü Oğuz büyüklerinden Yınal’ın bir defa Müslüman olduğunu, fakat halkın “Müslüman olursan bize reislik yapamazsın” şeklindeki itirazı üzerine eski dinine dönmek zorunda kaldığını biliyoruz.204

İslâm sınırı, bilhassa Sâmânlıların gayretleri ile Sir-Derya ötesinin doğu yönünde gelişmiş ve Balasagun’a kadar dayanmıştı. Daha IX. asırda Sâmânlılarldan Nuh b. Esed İsficab bölgesini feth ettiği gibi, bu hânedanın en büyük hükümdarı İsmail b. Ahmed 893’te Talas şehrini zaptedip oradaki büyük kiliseyi câmie çevirmiş ve Nasr b. Ahmed de (913-943) Şavgar şehrine bir sefer yapmıştı.205 İsmail b. Ahmed’in Talas seferi ve İsficab beğlerinin faaliyetleri neticesinde, Balasagun’un batısındaki ordu şehrinde oturan Türkmen meliki İslâmiyet’i kabul etmiş ve İsficab beğlerine vergi vermeğe başlamıştı. İşte, Türk kavimleri arasında ilk önce İslâmiyet’’i kabul eden, başlıca balasagun ile Talas’ın doğusundaki Mirki kasabası arasında oturan Türkmenler olmuştur. Bu Türkmenlerin İslâmiyet’i kabullerinin X. yüzyılın birinci yarısında olduğu muhakkaktır. Ancak, söylendiği gibi, bir Müslüman şehri olan Balasagun, 942 yılında gayri müslim Türklerin eline geçmiştir.206 Bu gayri müslim Türklerin -başlarında Kara-Hanlı hanedanın bulunduğu- Yağmalar olduğu mukakkaktır. Bu hâdise asıl yurdu Kâşgar bölgesi olan Kara-Hanlı hanedanının Talas vâdisine hâkim olduğu tarihi göstermektedir.

Müverrihler 349 (960) yılında, 200.000 çadırlık bir Türk halkının Müslüman olduğunu bildirirler.207 Bu Türk halkının Kara-Hanlı hânedanının hâkim bulunduğu yerlerdeki Türk kavimleri (Yağma, Karluk, Çiğil, Tuhsı) olduğundan şüphe edilmez.

Oğuzlar arasında da aynı yüzyılın ikinci yarısında İslâmiyet’’in epeyce yayılmağa başladığı söylenebilir. Son Sâmânlı şehzâdesi Ebû İbrahim (Muntasır), Maveraünnehir’i Kara-Hanlıların elinden almak için giriştiği faaliyetler esnasında bir ara Oğuz yabgusu’nun yanına giderek onun ile bir ittifak vücuda getirmiş, dünürlük kurmuş ve neticede yabgu Müslüman olmuştu208 (391=1001’den sonra, her halde 392 = 1002’de). Bu kayıddan da anlaşılacağı üzere, Oğuzlar arasında İslâmiyet’ ancak XI. yüzyılda hâkim bir din haline elebilmiştir.

Oğuzlardan Müslümanlığı kabul eden zümrelere, onları gayrı müslim kardeşlerinden ayırt etmek için, Mâveraünnehir Müslümanlarınca Türkmen adı veriliyordu. Daha önce söylendiği gibi, Orta-Aya’da ilk defa Müslümanlığı kabul eden Türk kavmi Balasagun ile Mirki arasında yaşayan Türkmenler olduğundan Türkmen adı, Maveraünnehir Müslümanları arasında “Müslüman Türk” şeklinde hususî bir manâ da kazanmıştı. Oğuzlardan da Müslüman olan zümrelerin, Müslüman olduklarını anlatmak ve onları gayri müslim kardeşlerinden ayrıt etmek için, bu zümrelere de Türkmen denildi. Türkmen adının, ancak Oğuzlardan Müslüman olanlara verildiği hususu, el Birunî’nin sözlerinin de gösterdiği gibi,209 her türlü şüpheden uzaktır. Gerdizî ve Beyhakî gibi Gazneli müverrihleri Oğuzları Müslüman Türk anlamında olarak Türkmen adı ile zikretmişlerdir. Buna karşılık yakın doğu müellifleri onlardan el-Ğuzz yani Oğuz adıyla bahsediyorlar. Çünkü Oğuzlar kendilerine Türkmen demiyorlardı. Onlar, Müslümanlar tarafından her yerde kendilerine verilen bu adı zun bir zaman benimsemediler ve Oğuz kelimesini, atalarının adı olarak da olsa, uzun bir zaman unutmadılar. XIII. yüzyıl başlarından itibaren, artık her yerde Türkmen Oğuz’un yerini almıştır.

Türkmen adının menşei, bugünkü müellifler gibi, eski müellifleri de epeyce meşgul etmiştir. Bu hususta onlar arasında başlıca iki fikir vardır. Bunlardan birine göre Türkmen, Türk adı ile Farsça mân (mânend) ekinden meydana gelmiş olup, “Türk’e benzer” demektir. Bundan önceki hâşiyede büyük âlim el-Birunî’nin bu fikirde olduğu görüldüğü gibi, Kâşgarlı’da210 Türkmen, adının bu şekilde izahı ile ilgili bir hikâye anlatmaktadır. Bu misaller, XI. yüzyılda Türkmen adıın Türk-mân (mânend) dan meydana geldiğinin oldukça yaygın bir fikir olduğunu gösteriyor. XIV. yüzyılda da İran’da Türkmen’in bir izah şekli üzerinde durulduğunu biliyoruz.211

İkinci fikre göre, Türkmen, Türk-i îmân’dan gelmektedir. Bunuda İbn Kesîr212 ve bizim müverrih Mehmed Neşri213 veya onun dayandığı kaynağın müellifi ileri sürmüşlerdir.

Zamanımızda ise, Türkmen sözünün sonundaki men’in Türkçe mubalağa eki olduğu (kocaman, azman değirmen ilh…) söylenerek bu adın Öz-Türk anlamına geldiği üzerinde durulmaktadır.214

Oğuzların ve umumiyetle Türklerin İslâmiyet’i kabullerinde Müslümanlar ile Türkler arasındaki ticarî münasebetlerin gelişmiş bir durumda olması, en mühim âmili teşkil etmiştir. Yukarıda da söylendiği üzere, daha X. yüzyılın başlarında Oğuzların elinde bulunan Yeñi-Kent, Huvâre ve Cend gibi şehirerde Müslümanlar yaşadığı gibi, Karlukların hâkim bulunduğu bazı şehirlerde de Müslüman kolonileri vardı. Bu Müslüman kolonileri, bulundukarı yerlerde Türklerden dostça muamele görüyorlardı. Oğuzlar medenî seviyesi yüksek olan bu Müslümanlardan İslâm dininin esaslarını öğreniyorlardı. Diğer taraftan gerek Maveraünnehir, gerek Harizm’den binlerce kişilik kervanlar en uzak Türk ülkelerine gidib geliyorlardı. Her Müslüman tâcirin Türk ülkesinde seyahat edebilmesi için, bir Türk ile dostluk ve ortaklık tesis etmesi gerekiyordu. Müslüman derviş ve şeyhlerinin de Türkler arasında yaptıkları dinî propagandaları bunlara ilâve edebiliriz.

7. Oğuz Yabgu Devleti

Oğuzların, başında yabguların bulunduğu bir devletleri vardı. Fakat tarihçe bu yabgulardan hiç birinin adı kat’i olarak malûm değildir. Câmi ut-tevârih’teki Oğuzların destanî tarihlerinde bu yabgulardan birçoklarının adı zikredilir. Yabgular kışın Sir-Derya suyunun ağzına yakın bir yerde bulunan Yeñi-Kent’te oturuyorlardı. Yabguların bilebildiğimiz şu memurları vardı: sü-başı,215 yani ordu kumandanı. Sü-başı bir kişi mi idi yoksa bir kaç kişi mi idi, bilinemiyor. Selçuklular bu memuriyeti ve bu kelimeyi Anadolu’ya da getirdiler. Selçuklu devrinde sü-başı unvanı bölgelerinin askeri vâlilerine veriliyordu. Osmanlı devrinde ise, su-başı, şehirlerdeki zâbıta âmirleri anlamına geldi. Yabguların diğer yüksek bir memuru da Kül-erkin’di.216 Kül-erkin yabgunun nâibi veya vekili demektir.217 Bu tâbirin Türkiye’ye geldiğine dâir hiç bir delile sahib değiliz. Ancak memuriyetin gelmiş olabileceğine ihtimali verilebilir. Türkiye Selçuklularında bir saltanat nâibliği memuriyeti vardı.218 Fazla olarak Türkmen hükümdarlarının, beğlerinin de nâibleri olduğunu görüyoruz.

Oğuz yabgu devletinde tarhan ve yınal unvanlarını taşıyan şahıslar da görülmektedir.219 Ancak bunlar sadece asillik unvanları mıdır, yoksa aynı zamanda memuriyet unvanları olarak da kullanılmakta mıdır, bilinemiyor.220 Yabgular devletinde Türkiye Selçukluların’da gördüğümüz beğlerbeği memuriyetinin bulunub bulunmadığı malûm değildir.

Yabguların mühürlerine ve fermanlarına tuğrağ (tuğra) denilmekte olup, bu kelime öteki Türklerce tanınmamakta idi.221 Oğuzlar bu kelimeyi İran ve Anadolu’ya da getirdiler. Selçuklu devletlerinde tuğraîlik (nişancılık) memuriyetinin bulunduğunu biliyoruz.

Oğuzlar aynı zamanda diğer Türklerin bitimek (yazmak) sözü yerine yazmak kelimesini kullanıyorlardı.222 Yazığçı da hısımlar arasında mektub getirip götüren anlamına geliyordu.223 Bütün bunlar Oğuz yabgularının bir divânları (büro) olduğu fikrini telkin ediyor. Esasen onların, şehirlerden vergi toplayan tahsildarları olduğunu biliyoruz. Fakat bu divânda hangi alfabe ve hattâ hangi dil ile yazı yazılıyordu, bu hususta hiç bir şey söylemek mümkün değildir. Baguların ordalarında, avcı-başı, emîr-i âhur, gibi memurların, çavuşların (teşrifât memurları), bekçiler (muhafızlar)in bulunduğu şüphesizdir.

Oğuzlar işlerini, meclisler kurarak istişare (keneşme) yolu ile hallederlerdi. Oğuz sü-başısı Etrek, Tarhan, Yınal gibi, Oğuz büyüklerini çağırarak halifelik elçilik heyetine ne gibi bir muamelede bulunulması hususunda onlarla istişare etmişti.224

Oğuz yabgu devleti X. yüzyılın birinci yarısında müstakil ve kudretli bir devlet idi. Onlar hiç bir zaman şu devlete veya bu kavme tâbi olmamışlardır. Onlar, çok yiğit ve savaşçı bir kavim idiler.225 Mes’udî,226 Oğuzların Türklerin en savaşçı eli olduğunu söylüyor. Oğuzların silâh ve avadanlıkları mükemmeldi.227 Bu silâhlar arasında, diğer Türk kavimlerinde olduğu gibi, ok başta geliyordu ki, bunu Türklerin millî silâhı olarak vasıflamak yanlış sayılmaz. Yukarıda da söylendiği gibi, Ermenilerin de dikkatini bu silâhları çekmişti. İbn Fadlân sübaşı Etrek’in nasıl keskin bir nişancı olduğunu bir misalle anlatır.228 Kargı (süngü) ve kılıç da başlıca silâhlardandı. Bütün Türkler gibi binici olup, at üzerinde savaşırlardı. Esasen atları pek çoktu. Ermeni müverrihi Aristaguies, romantik bir itade ile atlarının kartallar gibi sür’atli olduğunu söyüyor.229

Oğuzların komşuları ile olan münasebetlerine gelince bu, çok defa düşmanca olmuştur. Oğuzların Peçeneklere karşı Hazarlar ile ittifak ettiklerini biliyoruz. Ancak iki kavim (Hazarlar ile Oğuzlar) arasındaki münasebetlerin X. yüzyılda pek dostça olmadığı görülüyor. İbn Fadlân Oğuzlardan, Hazarlar nezdinde tutsakları bulunduğunu işitmişti.230 Mes’udî231 Oğuzların İtil’in ağzına yakın yerlerine gelip kışladıklarını, ırmağın suyu donunca buz tutmuş ırmağın üzerinden geçerek Hazar ülkesine akınlar yaptıklarını, Hazar kuvvetlerinin bu akınları durduramaması sebebi ile bizzat Hazar kralının Oğuzların karşısına çıkmak zorunda kaldığını yazıyor.

Oğuzların güney komşuları Müslümanlar, bu zamanda tarihlerinin en mutlu devirlerinden birini yaşıyorlardı. Maveraünnehir, verimli topraklara sahib bir ülke olmakla beraber, müstesna mevkü dolayısı ile orada ticaret ve sanayi de pek gelişmişti. Bu ülke Sâmânlıların idaresi altında siyasî istikrara kavuşunca, maddeten ve manen İslâm âleminin en gelişmiş bölgelerinden biri haline geldi. Mâveraünnehir’li ticaret kervanları Türk âleminin en uzak yerlerine kadar gidiyorlardı. Harizmliler de onlardan geri kalmıyorlardı. Her iki ülkenin sanayi mamulleri için en büyük pazar, İtil’den Çin sedine kadar uzanan geniş Türk âlemi idi. Hattâ bu iki memleket halkı eski zamanlardan beri, Türk âleminde koloniler meydana getirmişler, Türk kâğanlarının hizmetlerinde bulunarak onların şehir kurmalarında ve diğer medeni faaliyetlerinde yardımcı olmuşlardır. Bu ülkelerde ticaret ve sanayinin gelişmesi, ora halklarının manevî gelişmelerini de sağladı, İslâm cağrafyacıları, Maveraünnehir halkının haiz olduğu manevi hasletleri birer birer sayarlar. İşte bunun neticesinde IX-XI. yüzyıllarda bu iki ülkeden İslâm’ın en büyük ilim adamları yetişmiştir.

Emevî Devleti’nin yıkılmasından sonra (750 yılında) çok geçmeden (766’da) esasen zayıf bir durumda bulunan Batı Göktürk Kağanlığı da Karlukların istilâsına uğradı. Çok yukarıda da söylendiği gibi, Karluklar bu başarılarından sonra Batı Göktürk Kağanlığı toprakları üzerinde kuvvetli bir devlet kuramadılar. Yabğu unvanını taşıyan hükümdarları, anlaşıldığına göre, Talas şehrinde oturdu ve ancak Karlukların bir kısmına hâkim olabildi. Yani Karluklar da siyasî bakımdan parçalanmış bir durumda idiler. Onların ve batı komşuları Oğuzların İslâm ülkelerine karşı yaptıkları şey, yağma akınlarından ibaret kalıyordu. Onlar bazen de, Maveraünnehir’de isyan çıkaranların (onların daveti üzerine) yardımlarına koşuyorlardı. Müslümanlar bu yağma akınlarına karşı, Buhara civarında, Şaş ile İsficab bölgelerinde duvarlar yaptılar.232 Hudud şehirleri de surlar ve hisarlar ile berketildi. Fakat, bölge ve yöreleri korumak için duvar yapmak tedbirinden, bir müddet sonra vazgeçildi. Karluklar o kadar zayıf bir durumda idiler ki, Sâmânlılardan İsmail b. Ahmed, Sir-Derya ötesine bir sefer yaparak Talas şahrini zapt etti ve Karluk yabgusunun hatunu da dâhil olmak üzere, çok sayıda esir ve mühim bir ganimetle geri döndü. Daha önce söylendiği gibi, Talas’ın epeyce doğusunda, Balasagun’un batısındaki Ordu şehrinde oturan Türkmen meliki korkudan Müslüman olmuş ve İsficab melikine vergi vermeye başlamıştı. Anlaşıldığına zaman Ahmed b. İsmail’in fethettiği bölgeyi elinde tutmaya muvaffak olduğu gibi, belki fethedilen bölgenin hududlarını daha da ileriye götürdü ve söylendiği gibi, hâkimiyetini Türkmenlere tanıttı. Bu zamanlarda Sir-Derya’daki Müslüman şehirlerinde kalabalık sayıda gönüllü mücahitler vardı. Maveraünnehir’deki başlıca şehirlerin halkı ve büyük kumandanlar bu hudud şehirlerinde mücahidlerin oturmaları için ribatlar yaptırıyorlar ve onların diğer ihtiyaçlarını da temin ediyorlardı. Bunlar için zengin vakıflar tahsis edilmişti. Bu mücahitlerin en fazla toplanmış olduğu yer, İsficab şehri idi. Mukaddesi’ye göre233 bu şehirde 1700 ribat (!) vardı. Bu husus İsficab melikinin kuvvetinin nereden geldiğini gösteriyor. İsficab’daki Türk hânedanının Sâmânoğullarına ismen tâbi olması da bununla ilgilidir. Bununla beraber, bu mücahidler arasında mühim sayıda Türklerin de bulunduğunu biliyoruz.

942 yılında bir Müslüman şehri olup, İsficab meliklerine ait bulunan Balasagun şehri Müslim Türkler tarafından fethedildi.234 Bu mühim hâdise, Kara-Hanlılar Devleti’nin yükselişini gösteren bir vâkıadır. Daha önce de zikredildiği üzere, bu gayri müslim Türklerin, başlarında Kara-Hanlı hânedanının bulunduğu ve başlıca Kâşgar bölgesinde oturan Yağmalar olduğunda şüphe yoktur. Balasağun’un fethinin, Sâmânlı başşehrinde tepkisiz kalmadığı görülüyor. Kâğan’ın oğlunun tutsak alındığına bakılırsa235 bir sefer yapılmış olduğuna kuvvetle ihtimal verilebilir. Bununla beraber şehrin geri alınmadığı muhakkaktır. Böylece Kara-Hanlılar, yükselmeğe başlarken Sâmânlıların kudreti de Nuh b. Nasr’dan (934-954) itibaren çökmeye doğru gidiyordu. Sâmânlı tahtına birbirinden zayıf şahsiyetler geçtiği için, Türk hassa ordusunun kumandanları nüfuz ve iktidarlarını gittikçe arttırdılar. Bu kumandanlar ile hükümdarların mücadelesi devletin yıkılmasında en mühim âmil oldu. Türk kumandanlarından biri olan Alp-Tegin 962 de Gazne’yi fethetti. Bu suretle Gazneliler Devleti kuruldu.

Kara-Hanlı hükümdarı Buğra-Han Harun b. Musa, aldığı davetler üzerine, 992 yılında Maveraünnehir’i istilâ etti ve 999 yılında Samanlı devleti sona erdi. Maveraünnehir’de Kara-Hanlılar hâkimiyeti başladı. Horasan’a gelince, burası bir kaç yıl önce Gaznelilerin eline geçmişti.

Maveraünnehir’in batı komşusu Harizm’e gelince, burada eskiden beri yerli bir hânedan hüküm sürüyordu. Âfriğ-oğulları denilen bu hanedan mensupları Sâmânlılara tâbi idiler. Âfriğ-oğulları, Oğuzların kuzeyden yaptıkları akınlara karşı daima hazırlıklı bulunuyorlardı.236 Bu hânedanın yerini 995’te Memun-oğulları Harizmşahları aldı ki, buların hâkimiyeti de 1117 yılına kadar sürdü. Bu tarihte Harizm, Gazneli Mahmud’un eline geçti ve bu hükümdar oraya kumandanlarından Altun-Taş’ı vâli yaptı Altun-Taş ve oğulları 1040 yılına değin Harizm’i idare ettiler.

Oğuzlar doğu komşuları olan Karluklar ile de savaşmışlardır. Hattâ bu savaşlardan birinde Oğuz yabgusu ölmüştür.237 Bu hâdise X. yüzyılın başlarında veya ondan daha önce vukubulmuş olabilir. Kâşgarlı,238 Oğuzlar ile Çiğiller arasında eskiden beri sürüp gelen köklü bir düşmanlığın bulunduğunu söyler.

Oğuzların kuzey komşularına gelince, bunlar Kimekler ve bilhassa bu kavimin gittikçe kuvvetini artıran Kıpçak boyu idi. Kıpçakların daha IX. yüzyılda Kimek elinden ayrılarak müstakillen hereket ettiği anlaşılıyor. Kimekler çok soğuk mevsimlerde, Oğuzlar ile barış halinde bulundukları zamanlar sürüleri ile güneye göç ederlerdi.239

Oğuz yabgu devletinin nasıl ve ne zaman sona erdiği hakkında hiç bir tarihî bilgi yoktur. Câmi üt-tevârih’teki Oğuzların destanî mahiyetteki tarihlerinde Ali-Han adında biri son Oğuz yabgusu olarak görünüyor. Ali-Han’ın Kılıç-Arslan adlı ve Şah-Melik lâkablı bir oğlu vardı. Şah-Melik tarihî bir şahsiyet olup, XI. Yüzyılın birinci yarısının ortalarında Cend hâkimi idi. Hattâ bir eserde onun babasının adı, destanda olduğu üzere, Ali olarak gösterildiği gibi, el-Berânî şeklinde nisbesi de verilmektedir.240 Fakat bugüne kadar bu nisbeyi izah etmek mümkün olmamıştır. Kaynaklarda Şah-Melik’in Oğuz menşeli olduğuna dâir de hiç bir ifade yoktur. Bu sebeble, teyit edici tarihî bir delil elde edilmedikçe Câmi üt-tevârih’teki rivayete bir kıymet izafe etmenin doğru olmadığı kanaatindeyiz.241

Aşağıda bahsedileceği üzere, Selçuk’un oğullarından İsrail (392 = 1002) yılında yabgu unvanını taşımakta idi. Bu husus, Oğuz devletinin bu tarihten önce yıkılmış olduğunu büyük bir ihtimalle göstermektedir.

Şimdiki en kuvvetli ihtimal olarak Oğuz yabgu devletine Kıpçaklar tarafından son verilmiş olduğu üzerinde durmaktayız. 1030 yılından önce Harizmşah Altun-Taş’ın hizmetinde bir Kıpçak zümresi vardı.242 Bu Kıpçak zümresinin Harizm’e gelebilmesi ancak Aral’ın kuzey ve kuzey batı kısmının Kıpçakların eline geçmiş olmasıyle mümkündür. F. Köprülü’nün de dediği gibi,243 Altun Taş’ın hizmetinde bulunan ve Hıfçah ile birlikte zikredilen Küçet ve Cugrakların da Kıpçakların yakın akrabaları olmaları pek muhtemeldi. Selçuklu Çağrı Beğ, Horasan hükümdarı iken (1040-1060). Kıpçak emîri (r˝;-s KõÅ!) onun katına gelerek Müslüman olmuş ve aralarında dünürlük kurulmuştu.244 Rus vekayinâmeleri 1054 yılında ilk defa olarak Kara-Deniz’in kuzeyinde Torkların (Uz = Oğuz) ve Polovtsi (Kıpçak) lerin zuhurundan bahsederler. Bu Torkların, Bizans kaynaklarının Uz dedikleri Oğuzların bir kümesi, sarışın anlamına gelen Polovtsilerin de Kıpçaklar olduğu kabul edilmiştir. Bu Oğuz Kümesinin Kıpçakların baskısı altında İtil’i geçerek Kara-Deniz’in kuzeyine gittikleri biliniyor.245 Diğer taraftan Kâşgarlı’nın haritasının tetkikinden, Kıpçakların Oğuz çölünü ve hattâ Sir-Derya’nın aşağı yatağını tamamen denilebilecek derecede işgal ettikleri görülüyor.246 Nâsır-ı Husrev’in (ölm. 1060) bir şiirinden de Kıpçakların Oğuzlar ile yanyana yaşadıkları anlaşılıyor.247 Alp Arslan’ın Mangışlak seferi dolayısı ile Türkmenlerin Kıpçaklar ile karışmış bir halde yaşadıkları (şüphesiz Üst Yurd’da) ve tâcirleri yağma ettikleri söyleniyor.248 Bütün bu kayıtlar, Kıpçakların Oğuzları sıkıştırarak onların topraklarından mühim bir kısmını ellerine geçirmiş olduklarını açıkça gösteriyor. Oğuz yabgu devletinin de bu Kıpçak hücumları sonucuda yıkıldığını düşünmek gayet tabiîdir. Kıpçakların bu başarılarının da Oğuzların dâhilî mücadeleler neticesinde parçalanarak zayıf bir duruma düşmüş bulunmaları ile ilgili olduğu muhakkaktır. Oğuzlar arasında eskiden beri çekişmelerin olduğunu ve bunun göçlere sebebiyet verdiğini biliyoruz. Bu hâdisenin ne zaman vukubulduğu meselesine gelince, bu hususta kat’i bir hükümde bulunmak mümkün olmamakla beraber, bunun, 392-1002 tarihinden önce olduğunu en kuvvetli ihtimale söyliyebiliriz. Çünkü bu tarihte Selçuk’un oğullarından İsrail yabgu unvanını taşıyordu.249

Selçukluların Cend yöresine gelmeleri de, dâhilî mücadele ile veya yabgu devletinin yıkılması ile ilgili idi. Hülasa dâhilî mücadele ve Kıpçak hücumları sonucunda Oğuz devletinin yıkılması, Oğuzlardan mühim kümelerin göç etmelerine sebep olmuştur. Böylece onlardan mühim bir kol, ilk önce Cend’e sonra oradan aşağıya, Buhara tarafına göç etmiş diğer mühim bir küme de Güney Rusya’ya gitmişti. XI. yüzyılın ortalarında Oğuzlar başlıca, Sir-Derya bölgesinin orta yatağında yani Karaçuk dağları bölgesinde ve oradaki şehirlerde ve bir de Mangışlak yarımadasında toplu bir halde yaşıyorlardı. Bununla beraber Moğol istilâsı zamanında Cend ve Kara-Kum’da Türkmenlerin yaşadıkları görülüyor.

8. Uzların Mâcerası

Oğuzlardan mühim bir küme XI. asrın ortalarında Kara-Deniz’in kuzeyindeki topraklarda görüldü. Rus müverrihleri bunlara Tork, Bizans Kaynakları da Uz demektedirler. Rus vekâyinâmelerinde onlardan ve Polovtsi (sarışın) dedikleri Kıpçaklardan ilk defa, 1054 yılında bahsediyor.250 Rusların, Peçenekleri ve Kıpçakları dâhil etmiyerek yalnız Uzlara Tork (Türk) demelerinin sebebi bilinemiyor.

Uzların Kara-Deniz’in kuzeyine gelmelerine Kıpçakların sıkıştırmaları âmil olmuştu. Kıpçaklar, Kara-Deniz’in kuzeyinde Oğuzları sıkıştırmakta devam ederek onlardan çoğunun Tuna boylarına ve oradan da Balkanlar’a inmelerine sebep olmuştur. 1064-1065 yılında Tuna’yı geçen Oğuzlar birçok kollara ayrılarak Balkanlar’da geniş bir istilâ hareketinde bulunmuşlar, Trakya Makedonya ve Selânik bölgelerini yağmalamışlardır. Ancak, birden bire başlayan soğuklar onlar arasında salgın bir hastalığın çıkmasına sebeb olmuştur. Esasen dağınık bir halde bulunan Oğuzları bu salgın hastalık zayıf bir duruma düşürdüğü gibi, eski düşmanları Peçeneklerin ve yerli halkın hücümlarına uğrıyarak pek çok zayiat verip, kuvvet ve ehemmiyetlerini kaybettiler.

Uzların sağ kalanları Bizans tarafından Balkanlar’ın muhtelif yerlerinde ve bilhassa Makedonya’da yerleştirildiler.251 İşte bu Uzların hayatı, sürüden ayrılan kuzunun âkibeti gibi, böyle hazin bir şekilde sona ermiştir.252 Bununla beraber Bizans hizmetine giren bu Uzlardan bir kısmının 1071 yılındaki Malazgird savaşında kardeşleri Selçuklu Oğuzları’nın saflarını katıldıklarını biliyoruz.

1     Bu hususta bk. Hüseyin Namık Orkun, Oğuzlara daîr, Ankara, 1935, s. 4-5.

2     W. Bang ve G.R. Rahmeti, Oğuz Kağan Destanı, İstanbul, 1936, s. 6.

3     Bk. D. Sinor, Oğuz Kağan Destanı Üzerinde Bazı Mülâhazalar, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, s. 1-14; M. Louis Bazin, Notes sur les mots “Oğuz” et “Türk”, Qriens., 1953. VI. s. 315-322.

4     Bu mesele üzerindeki diğer fikirler için, bk., James Hamilton, Toquz et On Uygur, Journal Asiatique, Annèe 1962, s. 25-26.

5     De Groot, Die Hunnen der Vorchristlichen Zeit, Berlin-Leipzig, 1921, s. 49-50; V. H. MC Govern, The Early Empire of Central Asia, Chapel Hill. 1939, s. 116.

6     De Groot, aynı eser, s. 55-56; W. H. Mc Govern, aynı eser, s. 117-118.

7     Bu eser hakkında üçüncü bölüme bk.

8     Hüseyin Namık Orkun, Eski Tük Yazıtları, (T.D.K.), İstanbul, 1940, III, s. 61.

9     Ulu-Kem ile Ana Kem (Yenisey)’in yukarı yatağının Türklerin asıl ana yurdu olan bölgeye dâhil olduğu mukakaktır. Issık Göl dolayları ve Sir-Derya’nın kuzeyindeki bozkırlar şüphesiz Türklerin asıl ana yurdunu teşkil eden bölgenin dışında kalıyordu. Türkler bozkır hayatından önce orman hayatı yaşadılar mı, yaşamadılar mı, her halde bu hususun iyice araştırılması icab etmektedir.

10   E.T. Yazıtları, III, s. 62-64.

11   E.T. Yazıtları, III, s. 80.

12   “Körüg sabı andağ: Tokuz Oğuz budun üze kagan olurtı tir, Tabgaçgaru Kunı Senünig ıdmış, Kıtaygaru Tora Semig ıdmış (habercinin sözü şöyle idi: Dokuz Oğuz kavmi üzerine bir kağan oturda der. Çinlilere Kunı Sengün’ü göndermiş, Kıtaylara Tonra Sem’i göndermiş (E. T. Yazıtları, III, s. 102). Çinlilere giden elçi Kunı Sengün’de, Sengün unvan değil ise Kunı’da bir boy adı olabilir.

13   V. Thomsen, Inscriptions de I’Orkhon dechiffrées, Helsingfors, 1896, s. 112, 125; E.T. yazıtları, I, s. 50, 62 ve devamı.

14   Kitâbelerde bu şekilde daha birçok misaller gösterilebilir: Tabgaç On Tutuk-Çinli Ong Tutuk-(Inscriptions, s. 108; E.T. Yazıtları, I, s. 44l); Türk Bilge Kağan; Yir Bayırku Ulug İrken-Yir Bayırku başbuğu Uluğ Erkin-(Inscriptions, s. 109; E.T. Yazıtları I, s. 44).

15   E.T. Yazıtları, s. 120.

16   Inscriptions, s. 105, 115, 122, E.T. Yazıtları, s. 40, ayrıca bk. s. 22, 58.

17   Inscriptions, s. 124, ayrıca bk. s. 112; E. T. Yazıtları, s. 48. ayrıca bk. s. 62.

18   Bilge Kağan bir yerde de: “Basmıl idikut uguşun budun erti” (Inscriptions, s. 123. E. T. Yazıtları, I. s. 60) yani “Basmıl İdi-Kut’u besnim soyumdan (ailemden) idi” sözlerini söylüyor. Gerçekten, Basnıl başbuğları Göktürk hânedanından (A-se-na) sayılmışlardır (Chavannes, Documents, s. 86, not 1). Fakat yine Bilge Kağan, “Türgiş Kağan türkimiz budunun erti” (Inscriptions, s. 104, E. T. Yazıtları, I, s. 38), sözü ile neyi ifade etmektedir? O zamanlar Türk kelimesi bütün Türkçe konuşan kavimlerin adı şeklinde geniş bir anlamda kullanılmadığı için, bunu yine kavim manasında kabul etmek yerinde olsa gerektir: Âbidelerde “Türk” ün Gök-Türk hânedanı ve ya devleti hakkında kullanıldığını hiç sanmıyorum.

19   Divânu luğat it-Türk, yay. Kilisli Rifat, İstanbul, 1333-1335, I, s. 30, 377. III, s. 27, 173, tercüme Besim Atalay (T.D.K.), İstanbul, 1936-1941, I. s. 30. 452, III, s. 36, 277.

20   Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler. İstanbul. 1927. s. 30,

21   Inscriptions, s. 112; E. T. Yazıtları, I, s. 48.

22   Yenisey’de Tuba bölgesinde bulunan bir mezar kithabesi (E. T. Yazıtları. III, s. 170). Türgişlerin bir zamanlar burada oturduklarını gösteriyor. Bu kitâbede Ezgene adlı bir Türgiş beğinin 26 yaşında öldüğü bildiriliyor. Bu kitâbe, Türgişlerin On-Oklara VII. yüzyılda dahil olduklarını hâtıra getirmektedir. Aksi takdirde Tuba yöresindeki Türgişleri, bu teşekkülün ancak bir kısmı olarak kabul etmek icabeder.

23   Chavannes, Documents, s. 43, 86.

24   Chavannes, s. 34.

25   S. G. Klyaştornıy, Orhun Âbidelerinde Kengü’nün Kavmi Yer Adı, Türkçe tercümesi İsmail Kaynak, Belleten, sayı 69, s. 89-104. XIII. yüzyılda Haleb çevresinde yaşayan Türkmenlerin beğlerinden birisine Kenger-oğlu (J!wÜz á,!) denildiği gibi, Safevi Kızıl-baş boylarından Ustacaluların oyınaklarından birisi de Kengerlu (ä! JwÜz) adını taşıyordu.

26   Bu kavim hakkında, 28 ve 29 sahifelere bk.

27   Hudûd al-âlam, (G. M. N. S.), London, 1937, izahlar kısmı s. 300, 301, 303.

28   E. T. Yazıtları, I. s. 102-104.

29   E.T. Yazıtları, I, s. 36.

30   Bu hususta Bilge Kağan kitâbesi daha tafsilhatlıdır (Inscriptions, s. 124-126, Kül-Tegin kitâbesi, s. 112-113; E. T. Yazıtları, I, s. 62-66, Kül-Tegin kitâbesi, s. 48-50).

31   Inscriptions, s. 127; E. T. Yazıtları, I, s. 66.

32   Inscriptions, s. 127; E. T. Yazıtları, I, s. 66.

33   Inscriptions, s. 127; E. T. Yazıtları, I, s. 67.

34   E. T. Yazıtları, I. s. 120.

35   “Türk Oğuz beğleri budun eşidin” (Türk Oğuz beğleri budunu- veya budunları- işitin. E. T. Yazıtları. I. s. 38-10).

36   E. T. Yazıtları, I, Şine-Usu yazıtı, s. 166; René Grosset, Dempire des steppes. Paris, 1948, s. 161-162.

37   Renè Giraud, Dempire des Turcs célestes, Paris, 1960, s. 53.

38   E. T. Yazıtları, I, s. 166.

39   E. T. Yazıtları, I, s. 166.

40   E. T. Yazıtları, I, s. 164.

41   E. T. Yazıtları, I, s. 168.

42   E. T. Yazıtları, I, s. 168-170.

43   E. T. Yazıtları I. s. 172.

44   E. T. Yazıtları, I. s. 173-176.

45   E. T. Yazıtları, I, s. 177-183.

46   “…kalmışı  budun On Uygur Tokuz Oğuz üze yüz yıl olurup” (E. T. Yazıtları, I. s. 164).

47   Bk. James Hamilton, Toquz-Oguz et On-Uygur, s. 39-40.

48   Bu hususta: James Hamilton, Les Onighours à I’époque des cinq dynastirs d’apıès les documents Chinois, Paris, 1955, s. 6-17, 142.

49   Kara Balgasun kitâbesinde: “(B)u Tenriken(in) Tenri’de k(u)t bulmuş al(p) Bilge Ten(ri) Uygur ka(ğanın bitiği)” (E. T. Yazıtları, I, s. 85). “Uygur yirinte Yağlakar Kan Ata kel (tim) Kırkız oğlu men Boyla Kutlug Yargan” (Suci kitâbesi, E. T. Yazıtları, I, s. 156).

50   James Hamilton, aynı eser, s. 3-4, not 1; aynı müellif: Doquz  Oğuz et On Uygun, s. 4144.

51   Reşid ud-din, Câmi ut-tevârih, yay. Berezin, Petersburg, 1858, s. 125. Metinde: Läpöà! Läkä0 Bunun Dokuz Oğuz (Uğuz) olacağı aşikârdır.

52   Ibn ul-Esir, XI, s. 117, Kahire, 1301, XI, s. 80.

53   Taberî, yay. De Goeje, III, s. 104.

54   Aşağıya bk. (s. 35-36).

55   “On ok oglım Türgiş kaganda Makaraç Tamgaçı Oğuz Bilge Tamgaçı Oğuz Bilge Tamgaçı kelti” (E. T. Yazıtları. I, s. 52).

56   14 numaralı haşiyeye bk.

57   Biz bu hususla ilgili olarak, Uygur Kağanın hizmetinde bulunarak mevkii yükselmiş ve serveti artmış bir Kırgız’ı tanıyoruz (19. numaralı haşiyeye bk.)

58   6. sahifeye bk. Çin kaynakları T’ong-lo ve Houen adlı boyları zikrederler ki (Chavannes, Docoments, s. 88, not s. 3; Hamilton, Toquz-Oğuz et On-Uygur s. 26) bunlardan T’ong-lo Tonra, Houen de Hun (Kun) olarak kabul edilmiştir.

59   Çin kaynaklarına göre, bu Karluk boylarının adları şunlardır: Meu-lo, Ta-şe-li, Çe-se, yahut P’o-fu (Chavannes, s. 78 haşiye 4).

60   İstahrî, Kitâbu mesâlik il-memâlik, yay. M. J. De Goeje, ikinci baskı, Leyden, 1927 s. 290. -Bu eserden naklen İbn Havkal, Kitâbu suret il-arz, yay. J. H. Kramers, Leyden, 1938, II, s, 467; Hudud ul-âlem, Tahran, 1340, s. 81-83, tercüme V. Minorsky, The Regions of the World, (G. M. N. S.). London, 1937, s. 97-98, izahlar kısmı, s. 286-297.

61   s. 83; Minorsky tercüme s. 98-99, izahlar s. 297-300.

62   Zeyn ul-ahbâr, yay. Barthold, Petersburg, 1874, s. 84.

63   E. T. Yazıtları, s. 178.

64   Gösterilen yerler.

65   Divân, Kilisli, I, s. 329-330, Atalay, I, s. 393-391.

66   Kilisli, s. 330, Atalay, I, s. 391.

67   İbn ul-Esir, Kahire, 1301, X, s. 70; Nizâm ul-Mülk, Siyâset-nâme, yay. Halhali, Tahran, 1310 ş., s. 191.

68   Bunlardan Çiğil adlı bir nahiye merkezi İlgın’da, bir köy Kara-Pınar’ın Hotamış nahiyesinde, diğer bir köy de Kastamonu’da bulunmaktadır. Manisa’da da Çiğiller adlı bir köy vardır (İç İşleri Bakanlığı, Türkiye’de meskûn yerler kılavuzu, Ankara, 1946, s. 265).

69   Tahrir defterlerinde Çiğil adlı bir yer adına rastgelinmedi.

70   s. 84-85, Minorsky, s. 99, izahlar kısmı, s. 300-301.

71   Sharaf al-Zaman Tahir Marvazi on China, The Tuks and India, yay. ve İngilizce tercüme V. Minorsky, Londan 1942. metin 19, tercüme, s. 31).

72   “Kuyas’ta oturan bir Türk eli, onlara Tuhsı Çiğil de denilir” (Kilisli, I, s. 351, Atalay, I, s. 123).

73   The Regions of the world. izahlar kısmı, s. 300.

74   “Ordu: küçük bir kasabadır. Türkmen meliki burada oturur. O, İsficab hükümdarına armağanlar göndermekte devam etmektedir. Bu kasabanın su dolu hendekte çevrilmiş bir kalesi vardır. Melik’in sarayı hisarda bulunur” (s. 275).

75   “Ordu: Balasugun yakınında bir kasabadır. Bundan alınarak Balasagun’a da Koz-Ordu denilir” (Kilisli, I, s. 112, Atalay, I, s. 124).

76   “Bruket büyük bir kasabadır. Burası ve Bulac korkudan Müslüman olmuş bulunan Türkmenlere karşı uctur. Buranın hisarı yıkılmıştır” (s. 274).

77   s. 274, 286, 289.

78   Türkestan down to the Mongol invasion, (GMNS), London, 1928, s. 172.

79   “Türklerden bir kavim olup, göçebedir: onlar Oğuzlardan ayrılır, fakat onlar gibi Türkmendirler” (Kilisli. I, s. 393. Atalay, I. s. 473).

80   1158 yılında Mâreraünnehir vuku bulan bir hâdise dolayısı ile “ilig-i Türkman” tahiri geçiyor. Fillakika, Semerkand Kara-Hanlı hükümdarı Kök-sağun lâkabı Celâluddin Çağrı Han, Harizmşah İl-Arslan’ın hücumu üzerine metbuu Kara-Hıtay Gurhan’ından yardımı istemiş o da İlig-i Türkman kumandasında 10.000 kişilik bir kuvvet göndermişti (Cüveynî, Tarihi Cihanuşa, yay. Muhammed-i Kazvinî, GMS, Leyden, 1916, II, s. 15). Barthold (Turkestan, 233, not. 10) haklı olarak bu ilig-i Türkman’ın Balasagun’da Kara-Hıtaylar tarafından tahttan indirilen ve kendisine Hig-i lTürkman unvanı verilen son Kara-Hanlı hükümdarı olabileceğini söylüyor. İlig-i Türkman, Türkmen meliki demek olup bu da Mukaddesî’deki “Melik ut-Terâkimîn” sözünün karşılığıdır. Anlaşıldığına göre, Kra-Hıtay hükümdarı Balasagun’daki Kara-Hanlı hükümdarını tahtından indirerek kendisi onun yerine geçmiş ve onu da, “İlig-Türkman” gibi mütevazi bir unvan vererek, Türkmen meliki yapmıştır. (Cuveyni, II, 88, burada: İlig-i Türkân).

81   Kitâb ul-mesâlik ve’l-memâlik. yay. De Goeje, Leyden, 1889, s. 31.

82   Kilisli, I, s. 89. Atalay, I, s. 96.

83   Gerdizî, s. 84.

84   s. 79, tercüme Minorsky, s. 95-96.

85   Mucmel ut-tevârih ve’l-kısas, Tahran, 1318 ş., s. 421.

86   Four studies on central Asia, History of the Semirechy@, İngilizce tercüme V. ve T. Minorsky, I, Leiden, 1956, s. 93.

87   Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, İstanbul, 1927, s. 66-76, 68.

88   Kâşgarlı en fasih Türkçenin Yağma ve Tuhsıların lehçesi olduğunu söylüyor (Kilisli, I, s. 30, Atalay, I, s. 30).

89   Hudud ul-âlem, metin s. 79, tercüme Minorsky, s. 96 Halbuki görüldüğü gibi, Mervezî, Bulakları Karluklardan gösterir (s. 28. haşiye 71).

90   Kâşgarlı, Kilisli, I, s. 116, 337, Atalay, I, s. 129379.

91   E. T. Yazıtları, Şine Usu kitâbesi, I, s. 170-172, 174.

92   Mucmel ut-tevârih, s, 420.

93   Gerdizî, s. 83-84; Minorsky, Hudud-ul âlem, izahlar kısmı, s. 304-305.

94   Nesevî, Siyret us-sultan Celâluddin Menguberti, Fransızca tercüme O. Houdas, Paris, 1891, 1895, s. 44.

95   Reşid ud-din, yay. Berezin, s. 11

96   İbn Hurdadbih, s. 31.

97   Atalay, 31, 33, 154.

98   Kâşgarlı, Kilisli, III, s. 280, Atalay, III, s. 29.

99   Kâşgarlı, Kilisli, III, s. 22, Atalay, III, s. 379.

100 Oğuz Peçenek boyu hakkında: İkinci Bölüme bk.

101 Bu Türk kavimleri hakkında daha fazla bilgi için, Minorsky’nin Hudut ul-âlem (s. 263-315) ve Mervezi’deki (s. 92-110) izahlar kısmına bk.

102 İstahrî (yazılışı 930-3, kaynağı Belhî’nin yazılışı 920), s. 9, ayrıca s. 290.

103 İstahrî, s. 219; ondan naklen İbn Harkal, s. 389; Hudud ul-âlem’de (s. 24, Mimorsky, s. 60) Oğuzların burada karada ve denizde olmak üzere, yol kesicilik yaptıkları söyleniyor. Hudud ul-âlem’de, bu  bahiste de, İstahrî gibi, Belhî’ye (920) dayanılıyor.

104 İstahrî, s. 303; Mukaddesî, s. 289.

105 İstahrî, s. 10, 222; Hudud ul-âlem, s. 86, Minorsky, s. 100.

106 İstahrî, s. 217-218, Hudud ul-âlem, s. 55, 86.

107 Mes’udî Murûc uz-zeheb, yay. ve Fransızca tercümesi Barbier de Meynard ve Pevet de Courteille, Paris, 1891, s. 212; İbn Havkal, s. 512; bu eserden naklen İdrisî, Nuzhet ul-muştak, Köprülü ktp., ur. 955, yap. 419 b.

108 s. 123, Minorsky, s. 122.

109 The journey of William of Rubruck, İngilizce tercümesi W. Woodville Rockhill, London, 1900, s. 14; Cuveynî’de (Tarihi cihanguşây, yay. M. Muhammed-i Kazvinî, I, s. 69, 72) 2Üz KèS ise de, Câmi ut-tevârih’in teyid ettiği gibi (oradaki haşiyelere bk.), bu kelime:  2Üz üwÖ˝ö KèS olacaktır.

110 “Karaçuk: Farab’ın ve Oğuz ülkesinin adıdır” (Kilisli, I, s. 404). B. Atalay bu cümledeki ibaresinin yanlış olduğunu sanarak (I, s. 487), cümleyi: “Bu, Oğuz şehirlerinden birinin adıdır” şeklinde değiştirmiştir. Halbuki Kâşgarlı, Karaçuk’un hem Fârâb şehrinin, hem de Oğuz ülkesinin adı olduğunu söylemektedir.

111 Bu harita Kilisli yayınında I. ciltte, Atalay tercümesinde II. cilttedir.

112 “Oğuz ilinin yurtlarınıñ kün doğuşu İssiğ Köl ve Almalık ve kıblesi Sayram ve Kazgurt dağı ve Karacık tağı ve temür kazığı Uluğ Tağ ve Kiçik Tağ ki misniñ kâni bolur ve kün batışı Sir Suyunuñ ayağı Yankı Kent ve Kara Kum. Uşbu ayıtılgan yerlerinin içinde ornıda tört min ve beş min yıl olturdılar” (N. Kononof, Moskova-Leningrad, 1958, s. 40). Görüldüğü üzere, Ebu’l-Gazi’nin Oğuzların yurdu ile ilgili rivayeti gerçeğe çok yakındır. Yalnız Oğuz yurdunun gün doğusunun Issık-Göl ve Almalık olduğu hakkındaki ifade, X. yüzyıl için doğru değildir.

113 (Şerefuddin Ali-i Yezdi, Zafernâme, Calcutta, 1887, I, s. 272-273). Bu kayıd aynı zamanda Karaçuk’un zengin bozkıra nasıl hâkim bir mevkide bulunduğunu ve bozkırın oradan gözetlendiğini de gösteriyor.

       Timur ikinci defa Toktamış üzerine giderken buradan geçmişti:

       rä:!Ksà ûPö L!à F˝è å!K, ûÖ˝TzJ äTz ôàJ ˙*Å ÑàF Kz Kz˝Pg Ä˝“˝, GhO K1C!à

       (aynı eser, I, s. 503)  ê1SIz [metin :  Ñ!KõW ]  Ñ!K-Wà  Nizâm-i Şâmî’de (Zafernâme, yay. Felix Tauer, Praha, 1937, I, s. 118). Kısaca anlatılan bahis arasında Karaçuk adı geçer. Bu kayıtlardan Kâşgarlı ve Ebû’l-Gazi’de Oğuz yurtları arasında gösterilen Karaçuk dağının yeri iyice anlaşılmış bulunuyor. Bugün bu sıradağa Kara-Tar (tağ) denilmektedir (Z. V. Togan, Türk İli Haritası ve Ona Ait İzahlar, İstanbul, 1945).

114 s. 37, 39.

115 Futûh ul-buldân, Kahire, 1350, s. 420.

116 13. sahifedeki 25 numaralı haşiyeye bk.

117 Tahdidu nihayât il-emâkin, Fâtih ktp., nr. 3386, s. 206; bu metin için ayrıca: Al-Biruni Commomeration volume, İran society, Calcutta, 1951, s. 250 ve devamı.

118 KÅ!H! 4-“g v˝Ü;-}!à E}KC áõ, vK1}! Ø[J˝, Ñ(ØW!äD}! +˝1zn ôL!K}! |˝s

       (Kitab ul-cumâhir, Haydarabad, 1355, s. 218)…… Aõ~Çsà! Uõ: ˝èõ~g

119 Ayrıca Mes’udî (Kitâb ut-tenbih ve’l-işrâf, yay. De Gooje, BAG, Leiden, 1891, s. 180, 181), Aral Gölü çevresinde Peçenek, Becni, Bargerd ve Nukerde kavimleri ile Oğuz, Karluk ve Kimekler arasında savaşlar olduğu ve bu dört kavmin bu savaşlar sonucunda yurtlarını terkederek Kuzey Kafkasya’ya göç ettiklerini yazar.

120 Oğuzlara aid destanî mahiyetde eserler, Dil ve Tarih Çoğrafya Fakülte-i Dergisi, XVII, sayı 3-4, s. 360-361.

121 A.N. Kurat, Peçenek tarihi, s. 33, 39-13.

122 Bu Türk elinin tarihi hakkında A.N. Kurat’ın eserine bk.

123 İbn Fadlân, Z. V. Togan yay., s. 17-18, Samî ed-Dehhân yay., s. 106; Konstantin Porplıyragennetos, De Administrando imperio (A.N. Kurat, Peçenek Tarihi s. 258).

124 Üçüncü bölüme bk.

125 Üçüncü bölüme bk.

126 Bu hususta ikinci bölüme bk.

127 Bu hususta ikinci bölüme bk.

128 Z.V. Togan yay., s. 17, S. ed-Dehhân yay., s. 106.

129 Murâc uz-zeheb, I, s. 212.

130 Türkiye’de hâlâ kullanılan tâbirlerden: “ele güne karşı”; “el gün ne der”.

131 !Iç Øo vK1}! áÅ .~kë!à ÑäÇ~PÅ ˝èõo 3GöI¡! 4ÜöG~} ˝é} |˝tö vK1}! 0ÜöGÅ ˝èõ~gà

(Murûc uz-zeheb, I, s. 212.)  K\> à F!ä, 4öMt}! A[ä}!

132 İstahrî, s. 346; İbu Harkal, 511; Hudud ul-âlem, s. 118, Minorsky, 119; Mukaddesi, s. 474.

133 110 numaralı haşiyeye bk.

134 İstahrî, s. 316; İbn Harkal, s. 510, 511.

135 s. 273.

136 Gösterilen yer.

137 Fârâb maddesi, İ.A., IV. s. 451.

138 Hudud ul-âlem., s. 118, Minnorsky, s. 119, 358.

139 Türk İli Haritası ve Ona Ait İzahlar, İstanbul, 1943.

140 B. Ögel, a.e., s. 340.

141 İbn Harkal, s. 510, 511; Hudud ul-âlem, s. 117, Minnorsky, s. 118-119. Süt-Kend’de yapılan kazıların sonuçları üzerinde: B. Ögel, a.e., s. 336-337.

142 Kitâb ul-cumâhir, s. 205. Aynı müellif Süt-Kend’i bir Türkmen şehri olarak vasıflar (el-Kanun ul-Mes’udi, Haydarabâd, 1374, II, s. 575).

143 Anlaşıldığına göre, Sir-Derya kıyılarında pek çok harâbe vardır. Bunlardan bazıları üzerinde yapılan hafriyatın sonuçları hakkında: S. P. Tolstoy, Goroda Guzor, Soretskaya Etnografiye, 1947, nr., 3, s. 55-102 (Dr. İsmail Kaynak’ın Türkçe tercümesinden faydalanılmıştır). Ayrıca B. Öger a.e., s. 333-341.

144 Cuseynî, I. 64, 67, 72, 79.

145 V. M. Jirmunskiy, Sir-Derya Boyunda Oğuzlara Dair İzler, Türkçe tercümesi İsmail Kaynak, Belleten, sayı 99, s. 480-481.

146 Aynı yazı, s. 482.

147 Aynı yazı, s. 480-481.

148 V. M. Jirmunskiy, aynı yazı, s. 477-478; Yakubovskiy bu türbenin, Özbek hanlarından birine ait olabileceğini söylemekle beraber (s. 477), türbenin, Mevr’deki Sultan Sancar Türbesi, Ürgenç’teki Harizm-Şah Tekiş ve yine burada bulunan Fahruddin-i Râzi’nin türbeleri ile bazı benzerliklerin olduğundan belirtilmiştir. (aynı makale, s. 478).

149 Şecere-i Terâkime, s. 79.

150 Bu hususta 143 ve 145 numaralı haşiyelerde gösterilen eserlere bk.

151 S. P. Tolstoy, Goroda Guzov, s. 55 ve devamı.

152 Kâşgarlı, Kilisli, III, s. 11, Atalay III, s. 14.

153 Kâşgarlı, Kilisli, II, s. 229, Atalay, II, s. 287. Bu kelime nereden geliyor?

154 111. sahifeye bk.

155 “Biz bu ülkede (Sir-Derya kıyıları) sayısız harabolmuş şehirler, yıkılmış köyler ve nice terkedilmiş kasabalar gördük. Bu ülkede adını bilmediğim bir ırmak (Sir-Derya) olup, onun kıyılarında Yeni-Kent (lanckent), Barchin ve Ornas (Eşnas) adlı şehirler ile adlarını bilmediğim daha nice şehirler vardır” (The Journey of Friar John of Plan de Carpine to the court of Kuyuk Khan 1245-1247, s. 14, Rubruck seyahâtnemesinin başında, Rockhill basımı).

156 s. 86, Minorsky, s. 110.

157 Z. V. Togan yay., s. 8, S. ed-Dehhân yay. s. 86.

158 İstahrî, s. 299; Hudud ul-âlem, s. 118, Minorsky, s. 119; İbn Harkal, s. 511. Ebû Dulef’te (Yâkut, Mu’cem ul-buldân, yay. F. Wustenfeld, Leipzig, 1868, III, s. 44 Sin maddesi) Oğuzların Hind ve Çin ile ticaret yaptıkları söyleniyor ki, mübalâğalı olsa gerektir.

159 Z. V. Togan, yay., s. 14, S. ed-Dehhân yay., s. 98.

160 İstahrî, s. 299, 303; İbn Havkal, s. 511; Hudud ul-âlem, s. 118, Minorsky, s. 119.

161 İstahrî, s. 281, 288.

162 İmadud-din el-İsfahanî (Bundarî kısaltması), yay. Houtsma, Leyden, 1889, s. 5, 282, Türkçe tercümesi K. Burslan, (T. T. K.), İstanbul, 1943, s. 3, 253.

163 Yakubî (Kitâb ul-buldân, Bağdat, s. 60, Leiden, 1892, s. 295), Türklerin en iyi keçe imal eden kavim olduğunu yazıyor.

164 İbn Fadlân (s. 8), Harizm’de soğuk günlerde bir evin içinde kurulmuş olan Türkçesinden bir çadırda oturmuştur.

165 İbn Fadlân, Z. V. Togan yay., s. 10; S. ed-Dehhân yay, s. 92; Makdisî, Kitâb ul-bed’ve’t-tarih, yay. ve tercüme eden CI. Huart, Paris, 1907, IV, metin s. 63, tercüme s. 57.

166 Makdisî, gösterilen yer. Fahruddin Muhârek-Şah’da (Tarikh-i Fakhurud’d-din Mubarakshah, yay. E. Denison Ross, London, 1927, s. 43) Bayat, Tanrı’nın adı olarak geçiyor.

167 Z. V. Togan Yay., s. 11, S. ed-Dehhân yay. s. 93.

168 s. 44. Fakat bu seyahatnamedeki bilgilerden çoğunun inanılmaya değer bir mahiyette olmadığı malumdur.

169 (Hudud ul-âlem, s. 87, Minorsky, s. 100). Buradaki ibaresi ile onların başlarını ve gövdelerini eğerek yaptıkları yükünme yani ululama (ta’zim) hareketi kastediliyor.

170 A.e., gösterilen yerler. Beyhakî’nin anlattığına göre (Tarih-i Beyhakî, yay. Gani ve Feyyâz, Tahran, 1324 ş., s. 627-628), Selçuklu beylerinin yanında yıldızlar ilmini (ilm-i nucûm) bilen bir mevlanâ-zâde vardı. Bunun söylediği bazı sözler doğru çıkmıştı. Bu mevlanâ-zâde Dendanâkan savaşı esnasında Selçuklulara vakit vakit “biraz dayanınız zafer sizin olacaktır” demiş ve öğle vaktinde Gazneli ordusu bozulunca Tuğrul, Çağrı beğler ile Beygu (Musa) atlarından inerek ona secde etmişler, yani yükünmüşlerdi.

171 Kaynak İbn Fadlân’da (Z. V. Togan yay., s. 14, S. ed-Dehhân yay., s. 99): nebiz (bilhassa hurma veya kuru üzüm rakısı) deniliyor. İbn Fadlân kımızı her halde bu mahiyette bir içki sandı.

172 E. Diez, Türk san’atı, Türkçe tercümesi O. Arslanapa, İstanbul, 1946, s. 84.

173 A. Vambery, Travels in Central Asia, London, 1864, s. 56, 324.

174 İbn Fadlân Z. V. Togan yay., s. 63, S. ed-Dehhân yay., s. 99.

175 Abdulkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, (T. T. K), 1954, s. 189 ve devamı, ayrıca üçüncü bölüme bk.

176 İbn Fadlân Z. V. Togan yay., s. 14, S. ed-Dehhân, s. 100.

177 Abdulkadir İnan, aynı eser, s. 178, 180.

178 İbn Fadlân, Z. V. Togan yay., s. 14, S. ed-Dehhân yay., s. 99.

179 İbn Fadlân, gösterilen yerler.

180 A.e., Z. V. Togan yay., s. 10, 12, S. ed-Dehhân yay., 92, 94.

181 A.e., Z. V. Togan yay., s. 16,  S. ed-Dehhân yay., s.103.

182 A.e., Z. V. Togan yay., s. 12, S. ed-Dehhân yay., s. 95.

183 A.e., Z. V. Togan yay., s. 14, S. ed-Dehhân yay., s. 99.

184 A.e., Z. V. Togan yay., s. 11, 13, S. ed-Dehhân yay., s. 93, 96.

185 Gerdizî, s. 81; Z. V. Togan izahlar kısmı, s. 127-128.

186 Onlar İslâm diyarında ölen bir akraba veya eldaşlarına karşılık buldukları bir Müslümanı öldürüyorlardı (İbn Fadlân, Z. V. Togan yay., s. 13, S. ed-Dehhân yay., s. 96).

187 İbn Fadlân, Z. V. Togan yay., s. 15, S. ed-Dehhân yay., s. 102.

188 A.e., Z. V. Togan., s. 11, S. ed-Dehhân yay., s. 93-94.

189 (İbn ul-Cezvî, el-Muntazam, Haydar-âbâd, 1359, VIII, s. 229). Sıbt İbn ul-Cevzî’de de (Mir’at uz-zamân, Türk-İslâm Eserleri Müzesi ktp., nr. 2134, yap. 226 a-b) bu ifade aynen olmakla beraber şu fark ve ilâve vardır: Ebu’l-Ferec’in (Tarih ve Türkçe tercümesi O. R. Doğrul, T. T. K., Ankara, 1945, I, s. 315) sözleri aynen şöyledir: “rivayet edildiğine göre kız evine gönderildiği zaman Sultan ile Türk eşrafı ayağa kalkarak kendi âdetlerine göre raksetmişler, sonra diz üstü oturarak kalkmışlar ve Türk şarkıları söylemişlerdi. Gelin için altından bir taht hazırlanmıştı. Sultan içeriye girerek yere doğru eğildi, karısını selâmladı ve içerde kalmayarak dışarı çıktı. Sultan 7 gün bu şekilde hareket ederek kadının yüzünü görmek üzere peçesini açamadı.

190 Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, İstanbul, 1928, s. 97.

191 (İbn ul-Esîr, Mısır, 1301, IX, s. 201).

192 Bu rivayetin apaçık bir uydurma olduğu muhakkaktır. Gene rivayete göre Oğuzlar, Merv’de kâfuruyu görerek onun için bu, “Merv’in tuzu” demişler (İbn ul-Esîr, gösterilen). Hâlbuki aynı müellif, (II, s. 153) bunu Irak’ı fetheden Araplara isnad eder. Sözde Araplar, Medâin’de gördükleri kâfuru için “bu, Medâin’in tuzudur” demişler. Bunlar, fâtihlerin meden için göstererek alay etmek için uydurulmuş kalıplarıdır.

193 Tutmaç hakkında bilgi için: Üçüncü bölüme bk.

194 Oğuz eli yurtlarından çıkıp Maveraünnehir şehirlerine ve İran ülkesine gelerek burada doğup büyüyünce su ve hava sebebi ile şekilleri yavaş yavaş Tâcik şekline benzedi. Onlar hâlis Tâcik olmadıklarından Tâcikler onlara “Türkman” yani “Türke benzer” dediler. Bu sebeple bu ad bütün Oğuz boylarına verilmiş ve bununla tanınmışlardır (Câmi ut-tevârih, Berezin yay., Petersburg, 1861, s. 26). Bertrandon de la Broquière (le Voyage doutremere, yay, Schefer, Paris, 1892, s. 92) Çukur-Ova’da gördüğü Türkmenler için: “güzel insanlar” diyor. Babar (Hâtırat, Türkiye Türkçesi, R. R. Arat, T. T. K., Ankara, 1943, s. 72), Sultan Mahmud oğlu Bay-Sungur Mirza hakkında: “büyük gözlü, yuvarlak yüzlü, orta boylu ve Türkmen çehreli, güzel bir yiğit idi” sözlerini söylüyor. Babur’un bu sözleri, Türkmenlerin Çağatay Türkleri’nden farklı bir yüz şekline sahip olduklarını gösteriyor. Bay-Sungur Mirza’nın “Türkmen çehreli” olması ise gayet tabi idi. Çünkü aynı müellif bize Bay-Sungur Mirza’nın anasının ünlü Kara-Koyunlu Türkmen boyu Baharluların başı Ali Şeker Beğ’in kızı olduğunu bildiriyor (s. 29).

195 İbn Fadlân, Z. V. Togan yay., s. 15, ed-Dehhân yay., s. 100-101.

196 Chronique de Mattieu d’Edesse, Fransızca tercüme E. Dulaurier, Paris, 1858, s. 41.

197 Tarih-i Beyhakî, s. 553.

198 Ebû’l-Ferec, Türkçe tercüme, s. 229.

199 İbn Fadlân’ın Müslüman tâcirler ile Oğuzların münasebetlerine de dair sözleri, Z. V. Togan yay., s. 12, S. ed-Dehhân yay., s. 95-96.

200 Kilisli, I, s. 30, 361, Atalay, I, s. 30, 432.

201 Bu kelimeler hakkında: Tahsin Banguoğlu, Oğuz Lehçesi Üzerine, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı, 1960, s. 23-48.

202 İbn Havkal, s. 511; Hudul ul-âlem, s. 117, Minorsky, s. 118 (şüphesiz Belhî’den).

203 İbn Havkal, gösterilen yer; Hudud ul-âlem, s. 118, Minorsky, s. 119.

204 Z. V. Togan yay., s. 13, S. ed-Dehhân yay., s. 97-98.

205 Barthold, a.e., Türkestan, s. 211, 224, 256.

206 Barthold, a.e., s. 256.

207 Barthold, a.e., s. 255.

208 Gerdizî, Tahran, 1327, s. 60.

209 Kitâb ul-cumâhir, s. 205.

210 Kilisli, III, s. 304-307, Atalay III, s. 412-416.

211 Rediş üd-dîn, Câmi ul-tevârih, Berezin yay., s. 26.

212 El-Bidâye ve’n-nihâye, Kahire, 1348, XII, s. 48.

213 Mehmed Neşrî, Cihan-nüma, yay. F. R. Unat-M. A. Köymen, (T. T. K), I Ankara, 1949, s. 16, 17.

214 Jean Deny, Grammaire de la langue Turque, Paris, 1921, s. 236; Minorsky, Hudud ul-âlem haşiyeleri, s. 311.

215 İbn Fadlân, Z. V. Togan yay., s. 10, 16, S. ed-Dehhân yay., s. 91, 103. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda bu terkibteki sü kelimesinin aslında su olduğu sanılmış ve hattâ bunun “serçeşme” şeklinde Farsça tuhaf bir tercümesi bile yapılmıştır.

216 İbn Fadlân, Togan, s. 13, 15, S. ed-Dehhân, 97, 101; metinde: Türklerde bu şekilde bir unvana rastgelinmemiştir. Buna karşılık Kül-Erkin unvanı vardır.

217 Gösterilen yerler.

218 İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilatına Medhal, s. 97, 101, 102.

219 İbn Fadlân, Z. V. Togan yay., s. 13, 16, S. ed-Dehhân yay., s. 97-103.

220 İbn Fadlân (Z. V. Togan yay., s. 16) (S. ed-Dehhân, s. 103).

221 Kâşgarlı, I, s. 385.

222 Kâşgarlı, Kilisli, III, s. 45, Atalay, s. 59.

223 Kâşgarlı, Kilisli, III, s. 41, Atalay, s. 55.

224 İbn Fadlân, Z. V. Togan yay., 10, 16, S. ed-Dehhân yay., s. 91-103.

225 Hudul ul-âlem, s. 86, Minorsky, s. 100. İdrisî (tercüme Jaubert, 1840, II, s. 342). Bu hususta aynen şöyle demektir: “Ces peuples sont des Turcs Ghozzes qui marchent toujours armès très braves et toujours prêts à combattre Ies autres peuplades Turques”. Bu kavimler Oğuz Türklerinden olup her zaman silâhlı, çok cesur ve daima diğer Türk kavimleri ile savaşa hazır bir durumdadır.

226 Murûc uz-zeheb, I, s. 212.

227 Hudûd ul-âlem, gösterilen yerler.

228 Z. V. Togan yay., s. 16, S. ed-Dehhân yay., s. 103.

229 J. Laurent, Byzance et les Turcs Seldjoucides, Nancy, 1913, s. 17.

230 Z. V. Togan yay., s. 17, S. ed-Dehhân yay., s. 104.

231 Murûc uz-zeheb, II, s. 17.

232 Barthold, Turkestan, s. 201, 211.

233 s. 273; Barthold, a.e., s. 176.

234 Barthold, aynı eser, s. 256.

235 Barthold, gösterilen yer.

236 Birûnî, el-Âsâr ul-bâkiyye, yay. E. Sachau, 1878, s. 236.

237 Mücmed üt-tevârih, s. 103; Gerdizi, s. 80.

238 Kilisli, I, s. 330, Atalay, I, s. 3.

239 Hudûd ul-âlem, s. 85, Minorsky, s. 100.

240 İbn Fınduk, Tarih-i Beyhak, yay. Ahmed-i Behmenyâr, Tahran, 1317 ş., s. 51.

241 Câmi ut-tevârih’deki Oğuzların destanî tarihleri ve Şah-Melik hakkındaki rivayetler için: Oğuzlara Ait Destanî Mahiyette Eserler, s. 378-379.

242 Tarih-i Beyhakî, s. 86, 684.

243 Kay Kabîlesi Hakkında Yeni Notlar, Belleten, sayı 33, s. 442. Küçetler ile Cuğraklar üzerinde aynı yazıda toplu malûmat vardır (s. 435-444).

244 Ahbâr ud-devlet is Selcukiyye, yay. Muhammed İkbal, Lahur, 1933, s. 28.

245 Minorsky, Hudud ul-âlem Haşiyeleri, s. 316, 317.

246 Kâşgarlı’nın haritası için bk. Kilisli, I, Atalay II.

247 (Divân-i Nâsr-i Husrev, Tahran, 1304-1307, s. 329). Fakat Divân’da Barthold’un, E. G. Browne dayanarak zikrettiği Deşt-i Kıpçak sözü geçmiyor.

248 Sıbt İbn ul-Cevzî, Mir’at’uz-zamân, Türk İslâm Eserleri Müzesi ktp. nr. 2134, yp., 242 b, Topkapı Sarayı, III, Ahmet ktp. nr. 2907, XII, yap. 228a. Anlaşılacağı üzere, burada Türkmenlerin karıştıklarının söylendiği “küffar” Kıpçaklardır. Türkmenlerin göçkünleri, çoluk çocuklarını ve davalarını bırakıp kaçtıkları söylenen ada da (cezîre) Mangışlak yarım adasıdır. Bu seferden aşağıda bahsedilecektir.

249 Az aşağıda bu meseleye temas edilecektir.

250 Minorsky, Hudud ul-âlem Haşiyeleri, s. 316-317; aynı müellif, Mervezî Haşiyeleri, s. 102. Fakat A. K. Kurat Rus kinazı St. Vladimir’in Uzlar ile birlikte Kama Bulgarları üzerine 985 yılında bir sefer yaptığından bahsediyor ve Uzların bu tarihte (yani 985’te) Don boylarında oturduğunu söylüyor (Peçenek Tarihi, İstanbul, 1937, s. 128).

251 A. N. Kurat, Peçenek Tarihi, s. 150-152, 187-188.

252 A. N. Kurat, a.e., 154-155. Urfalı Mateos (Türkçe tercümesi, Hrant D. Andreasyan, T. T. K., 1962, s. 143) Bizans ordusunun sağ kolunda bulunan Uzlar ile sol kolunda bulunan Peçeneklerin (Padzunak), savaşın kızıştığı bir sırada Selçuklular tarafına geçtiğini söylüyor. E. Dulaurier (bk. a.e., s. 142 not), Malazgirt Savaşı’nda bulunan büyük Bizans kumandanlarından Tarhan’ın (Tarkhaniat) Oğuz başbuğlarından olduğunu yazar.

—————————————————-

[i] Türkler Ansiklopedisi, 2. Cilt, [s.289-315]

Yazar
Faruk SÜMER

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen