Ulus-Devlet Küreselleşmeye Karşı Durabilecek mi?

Martin WOLF

 

Küreselleşmenin Tanımı

Dünya hükümetlerini sık sık ziyaret eden hayâlet-küreselleşme hayâleti. Bâzı tartışmalara göre iyiliksever hükümetler halklarının vahşî pazar güçlerine yem olmasına siper olamıyorlar. Bir diğer görüşe göre ise; iyiniyetli pazar güçleri, gerçekten de, yırtıcı hükümetlerden vatandaşlarının postunu koruyor. Her ne kadar iki tarafın da farklı açmazları varsa da, ortak bir sonuca varmaktadırlar: Güç sahibi pazarların anlamı, güçsüz politikacılardır denilebilir. Gerçekten bu formül çağımızın basma kalıplarından biri hâline gelmiştir. Fakat hükümetlerin zayıf hâle gelmeleri ve bu konu ile eskisinden bile daha az ilgili olmaları doğru mudur? Ve küreselleşme millî hükümetlerin düşmanı hâline mi gelmiştir?

Küreselleşme bir seyahattir. Fakat bu seyahat ulaşılamaz noktaya doğrudur ve o nokta “küreselleşmiş dünya”dır. “Küre-selleşmiş” ekonomi ise; ne bir uzaklık olgusu, ne de millî sınırların engel olduğu ekonomik muâmeleler olarak tanımlanamaz. Bu durum, ancak dünyada ulaşım ve iletişim maliyetlerinin sıfır olması ve duvarların yarattığı farklı ulusal yargıların ortadan kalkması olarak açıklanabilir. Böyle bir durumda dahi, böylesi bir dünyaya kendimizi nakletmemizin ve yaşamamızın istenmesi soru işaretleri taşımaktadır.

Bu küreselleşme seyahati yeni değil­dir. Geçtiğimiz beş asır boyunca teknoloji­deki ilerlemeler, uluslararası bütünleşme­deki engelleri azaltmıştır. Okyanus ötesi iletişim, örnek olarak, yelken gücünden buhara, telgrafa, telefona, ticarî haberleş­me uçaklarına ve şimdi de internet’e ev­rim geçirmiştir.Henüz devletler bu Odys- sey’e (düşman) karşı zayıf veya önemsiz hâle gelmemişlerdir. Aksine, en gelişmiş ülkeler ve uluslararası bütünleşmiş ekono­milere sahip hükümetler vergi toplayabil­mekte ve gelirlerinin tekrar dağılımını ya­pabilmekte ve vatandaşlarının faaliyetleri­ni gözlemleyerek bütün bu tanımlamaların ötesinde daha fazla büyüyebilmededirler. Bu, özellikle geçtiğimiz son asır için doğ­rudur.

Bununla beraber, günümüzde küre­selleşmenin biçiminin muhtemelen geç­mişten farklı etkiler içerip içermediği soru­su aynıdır. Aslında, belki tamamı ile böyle, bugünkü küreselleşme seyahati geçmiş­ten sayısız faktörlerle ayrılmakta ve farklı sonuçlar doğurmaktadır. Bu farklar; daha hızlı iletişimi, liberal pazarı ve üretilen mal ve hizmetlerin küresel bütünleşmesini içermektedir. Ancak, buna karşı ortak di­ğer bir payda ise küreselleşmenin çağdaş biçiminin modern-ulus devletin bittiği anlamına gelmediği şeklinde algılanma­sıdır.

Geçmişe Bir Giriş

Bugün dünya ekonomisindeki bütün-leşmenin büyümesi emsâlsiz değildir, en azından para, mal ve insan akışı sorgula-nabilir. Buna benzer yönelimler 19.yüzyılın sonları ve 20.yüzyılın başlarında vardır.

ilk olarak küresel pazardaki ticaretin dünya üretimine oranı, bugün I. Dünya Savaşı’ndaki kadar yüksek değildir. 1910’da ticaretin mukayese edilmesi önemliydi, ki gelişmiş ekonomilerin birkaçının ticaret oranları (ticarî mal, ithalat, ihracat) gayrisafî yurtiçi hâsılaları rekor düzeydeydi. Küresel ticaret, büyük buhran süresince ve II. Dünya Savaşı esnasında çökmüştü. Fakat sonra dünya ticareti üretim miktarından daha hızlı büyümüştür. Küresel üretimdeki ticaretin payı dünya çapında 1950 de %7’lerde iken, 1990’ların ortasında %20’den fazla büyümüştür; sonuçta, ticaret oranı hemen hemen bütün gelişmiş ülkelerde artmıştır. İngiltere’de, örnek olarak, 1995’te ithalat ve ihracat, gayrisafî yurtiçi hâsılanın %57’sine ulaşırken, 1910 ile karşılaştırıldığında bu oran %44 idi; Fransa için oran 1990’da %43 iken buna karşın 1910’da %35 idi, Almanya için aynı yıllarda oran %46’ya karşılık %38 idi. Fakat Japonya’nın ticaret oranı diğerlerinin tersine 1995 için 1910’dan daha düşüktür. Hatta günümüzün en büyük beş ekonomisi arasında sadece ABD’nin ticareti bir önceki yüzyıla göre dikkate değer bir şekilde üretiminin ağırlığını arttırmıştır. Bu üretimin oranı 1910’da %11 den, 1995’te %24’e fırlamıştır. Bu durum, Amerikan halkının küreselleşmeyi niçin diğer birçok ülkenin halklarına göre daha tartışmalı bulduğunu açıklamaya yardımcı olmaktadır. 

İkinci olarak, 19. yüzyılın sonlarında birçok ülke zâten sermaye piyasalarını uluslararası yatırımlara açmıştı, bununla beraber, yatırımlardan çok önceleri ise iç savaş dönemlerinde bu piyasa çökmüştü. 

Gayrisafî yurtiçi hâsıla ile karşılaştırıldığında Ingiliz sermaye yatırımları, 1870 ve 1913 arasında gayrisafî yurtiçi hâsılanın ortalama % 4.6’sını aşmıştır. Ulaşılan bu seviye aynı dönemdeki diğer büyük ekonomilerle paralel değildir. İç yatırım ve tasarruflar arasındaki karşılıklı bu ilişkinin daha fazla açığa çıkması (bir ülkedeki tasarrufların genişliğinin aynı kalması), 1880 ve 1910 arasında, takip eden periyotlardan daha düşüktür.

Bundan başka tarihî farklılıklar da mevcuttur. Her ne kadar bugünkü sermaye hareketliliğinin örneği I. Dünya Savaşı öncesi dönemde olsa da, sermaye akışının oluşumu değişmiştir. Kısa dönem sermaye akışı bugün eskisinden daha hareketlidir.

Şu da var ki, şu anda uzun dönem sermaye akışları önceki dönemlerden bir dereceye kadar farklılık meydana getiriyor. 20. yüzyılın başından itibaren soyut nitelikli yatırımın yerini somut nitelikli yatırımın alması bu farklılıkların başında gelmektedir. ilk dönemlerde portföy akışı dolaysız yatırımlara ağır basıyordu (bu trend II. Dünya Savaşı’ndan beri tersine dönmektedir); bu portföyler içinde stokların önemi nispeten bugün kabaca eşit oranda bonolara doğru artmıştır. Ve sonuç olarak, 1914’ten önce dolaysız yatırımlar geniş ölçüde şirketlerin madencilik ve ulaşım yatırımlarının sorumluluğundaydı. Oysa ki bugün, çokuluslu şirketler ağır basmakla birlikte, dolaysız yatırımlar, yatırım hizmetlerinin geniş bir miktarını içermektedir.

Günümüzdeki yüksek oranlı göç akışı da tabiî ki emsâlsiz değildir. Paul Hirst ve Grahame Thompson gibi ekonomistlere göre, yığınlar hâlinde gönüllü olarak kayıtlara geçen en büyük göç aralığı, 1815- 1890 dönemidir. Altmış milyon insan, Amerika, Okyanusya, Güney ve Doğu Afrika için Avrupa’dan ayrılmışlardır. On iki milyon civarında Çinli ve altı milyon Japon anavatanlarından ayrılıp Doğu ve Güneybatı Asya’ya göç etmişlerdir. Bir milyon ilâ yarım milyon kişi Güneydoğu Asya ve Güneybatı Asya için Hindistan’dan ayrılmışlardır.

Nüfus hareketliliği 1890’larda doruğa ulaşmıştır. Bu yıllarda, Birleşik Devletler yeteri kadar göçmeni içine çekmiş, nüfusunu on yılda %9 arttırmıştır. Arjantin’de nüfus 1890’larda %26 artmış, Avustralya da %17 artmıştır. Bu talebin birçoğunu Avrupa sağlamıştır; ilk başta Birleşik Krallık (İngiltere) nüfusunun %5’ini vermiş, sonra Ispanya %6’sını, İsveç de %7’sini vermiştir. 1990’larda ise, bütün bunların aksine, Birleşik Devletler yüksek göçmen oranına sahip tek ülke olmuştur. Gelişmekte olan ülkelerden yeni gelecek olan göçmenler aslında Birleşik Devletlerin câzibesini tercih etmektedir, bu durumda Avrupa’ya olan göçmen akışı sadece %4’lerde kalmıştır.

Bunlardan başka, bu yüzyıl boyunca birçok ekonomik değişim meydana gelmiştir; bu değişimler, ne mal ve hizmetlerin pazarlarına, ne de üretim faktörlerinin yüz yıl öncesinden daha bütünleşmiş görünmesine bağlıdır. Bâzı ülkeler ticaretle daha fazla bütünleşmiş görünüyorlar, ancak, en azından yüksek gelir sahibi ülkelerde; daha fazla sermayeye yönelik bütünleşme yoktur-bütün bu uzun dönem, sermaye akışının üstünde yer almaktadır. Bundan başka sermaye akışının birleştirilmesinde önemli değişiklikler vardır ve emeğe yönelik bütünleşme daha az oranda kalmıştır.

Peki niçin birçok insan bugün küresel-leşmeye inanıyor? Cevap, çağdaş ekonomik değişimlerin iki güç ile birlikte sürmesinde yatıyor; ulaşım maliyetlerinin düşmesi sonucu iletişimin tek elde olması ve liberalleşen politikalar…

Teknolojik Devrim

19. yüzyılın tamamı ve 20. yüzyılın başlarında teknolojideki ilerleme esas itibariyle altyapı ve ulaşım ile iletişim maliyetlerinin sürekli düşmesini sağlamıştır, ilk okyanus ötesi telgraf hattı 1866’da döşenmiştir. Yüzyılın dönüm noktası telgrafla ve iletişim zamanlarının aylardan dakikalara düşmesi ile alâkalıdır. 1930’da New York-Londra arası üç dakikalık telefon görüşmesinin maliyeti 250 dolar iken, bugün birkaç senttir. Daha geçtiğimiz yıllarda, Atlantik uzay mekiği aracılığıyla iletişim teknolojisi 1986′ da yüz bin kişinin sesini duyururken, bugün iki milyondan daha fazla insana ulaşıyor. 1986’da internet beş bin kişiye hizmet verirken, şimdi bu rakam otuz milyonu geçmiştir.

Bundan başka bilgi toplama ve dağıtımında bir devrim olmuştur. Bunlardan biri, dramatik bir biçimde somut (maddî) amaçların maliyetinin düşmesidir. Fakat iletişimdeki bu çok önemli ilerlemelere karşın, denizaltından geçen ilk kablolar son yüzyılda yerleşmeye başlamıştır. Ayrıca, hâlen iletişim ve taşıma maliyetleri ekonomik olarak coğrafî meselelere yol açmaya devam etmektedir. Kuşkusuz önemli hizmetler henüz genele dağıtılamamaktadır.

iletişim ve taşımadaki azalan maliyetlerle beraber, can alıcı nokta, son yüzyılda büyük bir bütünleşmeye doğru olan harekettir. Fakat salt tarihî tecrübelerden hareketle bir şeyler ortaya konmak istenirse, bu bütünleşmenin teknolojik olarak tek başına bir anlam ifade etmediği sonucuna varırız. Eğer öyle olsaydı, geçtiğimiz son iki yüzyılda bütünleşme sağlanmış olurdu. Ancak diğer taraftan iletişim ve taşımadaki maliyetlerin düşmesi gerçekte bütünleşmenin gidişatını önemli ölçüde değiştirmiştir.

Siyaset ise, teknolojinin aksine, ulus-lararası ekonomik bütünleşmedeki alınan mesafelerle belirlenemez. Ulaşım ve ileti-şimdeki gelişmeler, küresel ekonomik bü-tünleşmeye geçen son yüz yıl ve son elli yılda etkili olmuştur. Ama bu kural, siyasette tamamen farklılık arzetmektedir. Bundan dolayı potansiyel ekonomik bütünleşme kendini 19. yüzyılın sonlarından itibaren göstermiştir. Bununla beraber, küreselleşme siyasetin izin verdiği ölçüde daha hızlı ilerleyebilir demek yanlış olmaz.

Küreselleşme Seçeneği

Küreselleşme bir “kader” değil, “tercih” meselesidir. Bu tercih, toplumların ekonomilerindeki büyüklükle ilgilidir gerçekte, edinilen tecrübeler serbest ticaret ve çok büyük bir sermaye akışıyla kısa dönemde vatandaşların çoğunu zenginleştiriyor ve hemen hemen uzun dönemde bu durum toplumun bütününü kapsı- yor.(Kısa dönem vergilendirme pazar ekonomisinin yarattığı para akışını câzip hâle getiriyor, bu durum özellikle malî bütünleşmeyle geçiş döneminde ortaya çıkmaktadır.) Her ne kadar bütünleşme karşı konu- lamayan kaderden daha çok, üzerinde uzunca düşünülen bir seçenek olsa da, bu, yine de zayıf devletlere yardımcı ola-mamaktadır; ancak bu tercih, devletlerin sadece kendi kudretleri ölçüsünde olabilmektedir.

1846 ve 1870 arasında liberalleşme İngiltere’den bütün Avrupa’ya yayılmıştır. Korumacı ekonomi politikası, ki hiçbir zaman Birleşik Devletler’de etkisini göstermemiştir, 1878’den sonra kıta Avrupa’sına geri dönmüş ve 1930’larda zirveye ulaşmıştır.

Yeni çağda ise küresel ekonomik bü­tünleşme, savaş sonrası dönemde başla­mış ve sonra özellikle de II. Dünya Sava- şı’nın bitiminden 1970’lerin sonuna kadar sadece gelişmiş ülkelerin aralarındaki ticarî engelleri azaltmıştır. Son yirmi yılda ise, liberalleşmenin esas itibariyle baştan başa bütün dünyada kök saldığı görül­mektedir.

Ayrıca bu tarihsel dönemde uluslara­rası sermaye yatırımları gâyet açık ve ortadadır. Sermaye piyasası, açıldığı 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarına kadar kıs­men değişmeden yerinde saymıştır, çün­kü bu dönem zarfında hükümetlerin tam anlamıyla sermaye akışını kontrol edeme­dikleri biliniyordu. Sonraları, gelişmiş ülke­lerin elde ettikleri ve sağlamlaştırdıkları sermaye piyasalarındaki gelişme, 1914 ve 1945 arasında giderek durmaya başladı. Sermaye akışındaki liberalleşme 1950’ler ve 1960’larda birkaç gelişmiş ülkede tek­rar başladı. Fakat 1970’lerin sonuna ka­dar büyük liberalleşme dalgası ciddî ola­rak başlamamıştır. Hatta bu dalganın ge­lişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere ve eski komünist ülkelere yayılışı 1990’la- ra rastlar. Bununla birlikte, bu dönem zar­fında çok sayıdaki finansal kriz, liberal eğilimin aynı yerde kalmasına sebep ol­muştur.

1870 ile 1914 yılları arasında carî olan altın standardından para standardına geçiş, günümüz para politikalarına temel teşkil eden ilk anlamlı değişikliktir. Uzun vâdede döviz kurunun dengelenmesi, as­lında altın esasının uzun dönem sermaye akışını desteklemesi ile olmaktadır.

Yüzyılın başlarında her yerde görülen durum, hükümetlerin henüz toplumun iş konusundaki hareketliliğini kontrol edeme­mesinin bir sonucudur. Avrupa Birliği üye­si ülkeler hâricinde serbest göç politikası­nın yüz yıl öncesine göre göç kontrolü po­litikasına genel olarak sıkı bir şekilde dö­nüştüğü gözlenmektedir. II. Dünya Sava­şı’ndan bu yana siyasî değişimler ve ulus-lararası kuruluşların gelişmesi, küresel bütünleşmeye en büyük yardımı yapmış- tır.Tıpkı çokuluslu şirketlerin şimdilerde ö- zel teşebbüsü organize etmesi gibi, küresel kuruluşlar da millî politikanın uluslararası yüzünü organize ve disipline etmektedir. Bu kuruluşlardan bazıları; WTO (Dünya Ticaret Örgütü), IMF (Uluslararası Para Fonu), WB (Dünya Bankası), EU (Avrupa Birliği) ve NAFTA (Kuzey Amerikan Serbest Ticaret Antlaşması) gibi kuruluşlar, üyeleri olan devletler arasındaki işbirliğini sağlamlaştırmaya ve liberal politika vaatlerini tutmalarına yardımcı olmaktadırlar. 19. yüzyıl dünyası tek kutupluydu ve yaratıcı politikaya sahip değildi. 20. yüzyılın sonlarında ise bunun tersine, dünya çok kutuplu ve kurumlaşmış politikalara sahip olmuştur.

Devletlerin Takaslarla Karşı Karşıya Kalması

İnceden inceye, teknoloji küreselleşmeyi kaçınılmaz yapmakta, ayrıca devletin gözetimini arttırmakta, özellikle toplum üstünde bu durum yüz yıl öncesine göre daha kolay oluşmaktadır. Gerçekte şu noktada olduğumuz söylenebilir: Bir şekilde sermayenin serbestçe dolaşımı sağlanmakta ve ticarette mal ve hizmet üzerindeki engeller belki âdilâne olarak azalmaktadır, fakat diğer yandan da toplumun serbestçe dolaşımı konusunda sıkı bir kontrol uygulanmaktadır.

Aynı şekilde ekonomiler de ne tama- miyle serbest, ne de kapalıdır. Hükümetler serbestlik için üç nokta üstünde ekonomik kontrol talep etmektedirler; sermaye akışında, mal ve hizmetlerde ve toplumda… Serbestleşme ne diğerlerinden üstün bir talep, ne de sürekli olarak liberalizmin diğerlerini yönetmesidir. Bu durumda mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı sermaye akışındaki düzenlemeleri daha da zorlaştırmakta, fakat imkânsızlaştırmamaktadır; dolaysız dış yatırımlar, ticaretteki millî sınırların üzerinden, engellere çarpmadan akabilmektedir, bu da düzenlemeler konu-suna zarar verici bir nitelik kazandırmaktadır.

Liberalizm her ne kadar insanların serbest dolaşımını düzenleyemese de, ticaretin serbestçe akmasını ve sermaye dolaşımı üzerindeki kontrolü yok etmeyi kolaylaştırarak bir soru işaretine sebep olmaktadır.

Tam bu noktada, hükümetlerin tercih ettikleri uluslararası ekonomik bütünleşmenin derecesine bağlı olarak nüfus değişimleri ile yüzleşmelerine yönelik önemli sorunlar ortaya çıkmaktadır; sorunların en önemlilerinden biri, hükümetlerin bir kez açıklık politikasını seçtikten sonra kendi toplumlarını nasıl kontrol edecekleridir.

Hayatî önemi Hâiz Üç Alan

Küreselleşme sıkça anlaşıldığı gibi hükümetlerin kapasitelerini tahrip etmek-teyken, özellikle vergilendirme, gelir dağılımının düzenlenmesi için yapılan kamu harcamaları ve makro-ekonomik politikalar gibi anahtar konularda, hükümetlerin ihtiyaçları veya istekleri sınırlanmaktadır. Fakat bu idrak nasıl doğrulanacaktır?

Gerçekte devletlerin vergileri yükseltmesi için bu sonucu destekleyen bir delil yoktur. Bilâkis; 1999’da Avrupa Birliği hükümetleri gayrisafî yurtiçi hâsılalarının ortalama %47’sini harcamışlar ya da tekrar dağıtmışlardır. IMF’den Vito Tanzi ve ECB (Avrupa Merkez Bankası)’den Ludger Schuknecht yeni kitaplarında bu önemli noktanın altını çiziyorlar. Bu araştırmacılara göre, 20. yüzyıl boyunca OECD üyesi devletler arasındaki hükümet harcamalarının ortalaması %8’den gayrisafî millî hâsılalarının hemen hemen yarısına kadar yükselmiştir. Bâzı yüksek gelir sahibi ülkelerden Fransa ve Almanya gibi ülkelerin oranları eskisinden daha fazla yükselmiştir.

 

Şimdiye kadar geçen zaman zarfında özellikle vergilendirmedeki artışların sınırlandırılması konusunda küreselleşmeye karşı bir direnç görülmektedir. Tanzi, bu durumun değişeceğini ileri sürmektedir.

Tanzi, vergi toplamanın “hazine kurtlarının” kemirmeleri yüzünden daha zor hâle geleceğini, küreselleşmenin, vergilendirme yönteminin sağlıklı şekilde kurulmasını engelleyeceğini savunmaktadır. Bunun sebeplerini de şöyle sıralıyor: Alışverişte engeller daha fazla kırılmakta, yüksek standartlı işgücünün hareketliliği artmakta, elektronik ticaret yayılmakta, vergi sığınakları genişlemekte, yeni malî sistemler ve uluslararası medya gelişmekte ve banka hesabındaki birikimler elektronik paraya dönüşüp“akıllı kartlar” içine yerleşmektedir.

Bu liste etkileyicidir.

Bu noktada hükümetlerin; ^ zararlı vergi rekabeti, bilgi alışverişi ve elektronik ticaret ile ilgili ciddî olarak yaptıkları açıklamalar Avrupa Birliği ve OECD liderleri tarafından dikkatçekici bulunmaktadır. Hükümetlerde bu durumda OECD ve EU üyeleri gibi diğer bir çok endüstride oluşan tahrip edici rekabeti vergilendirme yolu ile durdurmak için tekel oluşturmaktadırlar. Bu tehdit anlayışı epeyce mali gelişmenin küreselleşme sayesinde oluşan üretimini daraltmaktadır.toplumdaki gücün artması, benzer şekilde paranın gelir ve harcamalardaki kontrolünü daha da güçleştirmekte ve bu durum bilgi akışı toplamasında internetin etkisini daha çok ön plana çıkarmaktadır.

Ancak henüz hükümetlerle küreselleşmenin rekabeti çok ciddî boyutlarda değildir. Hükümetlerin; işgücü, sermaye ve harcamaların malî uzantılarındaki hareketlilikle, kendi vergi oranlarını iç hukuklarına göre önceden beri özgürce saptadıkları âşikârdır. Yerel hükümetler bile komşularından daha fazla vergi oranını kabul ettirerek, bâzı bölgelerdeki insanlarına tüketim ve diğer arzuladıkları şeyler için özel ayrıcalıklar teklif ederek ekstra gelir sağlamaktadırlar. Bir başka deyişle, farklı vergilendirme oranlarını uygulamak mümkündür.

Bu durum, maliyetin büyüklüğü ve yargılama yetkisinin coğrafî boyutlarıyla ilişkilidir, ki bütünüyle yerel hükümetlerin vergi artırımında çok büyük etkileri vardır.

Sermaye gelirlerindeki hareketlilik aslında vergilendirmeyi en zorlaştıran noktadır; bunun yanında, toprak gelirleri ve sâbit emekse vergilendirme için en kolay alanlardır. Kurumsal gelirler belirlenmiş bölgelerden çıkarılan kaynakları içeriyorsa vergilendirilebilmektedirler, zâten böyle olması da gereklidir. Harcamaların vergilendirilebilmesi diğer sistemlere göre tek yargı sisteminde daha güçlüdür, ancak eğer nakliye maliyetleri daha düşükse (çünkü; ikisinde de mesâfelerin kısa olması veya maliyetleri açısından parçaların ilişkilerinin önemli hâle gelmesi etkilidir)…. Bir kişi, bir yandan lüks tüketimden dolayı yüksek vergi diliminde yer alırken, diğer yandan hukukî açıdan daha düşük bir gelir düzeyi üzerinden vergi ödüyorsa, bu kişinin gerçek gelirinin vergisini toplamak zordur.

Uluslararası toplumun ve malların Birleşik Devletier’e yönelik olan hareketliliği, diğer devletlere doğru olan hareketliliğe hiçbir şekilde benzememektedir. Meşrû, millî ve kült ile ilgili ve kültürel sâiklerin engelleyeceği ülke dışı göç oranı, ülke içindeki göç hareketliliğinden daha düşüktür.

Vergiler varolduğundan beri emeğin geliri ve harcamalar, millî gelir içinde ağır basan kaynaklar olmuştur. Bu kaynaklar, modern ülkelerin gelirlerinde de aynı şe­kilde oldukça önemli yer tutmaktadır. Şüp­hesiz, her ne kadar büyük hareketlilikler küreselleşme sonucunda meydana gelse de, bu durum hükümetler için; dış harca­malar, kaçak göçler, tüketim veya başarıl­ması zor konulardaki geriye kalan gelirler hakkında bilgi toplamayı zorlaştırmaktadır.

Küreselleşmenin üçüncü ana cephesi olan internet, vergi toplamada fark edilebi­lir bir etkiye sahiptir. OECD’den Stephane Buydens, internetin başlıca dört ana ko­nuda etkisinin akla yakın olduğunu savun­maktadır: harcamaların vergileri, antlaş­maların vergileri, çokuluslu şirketlerin ülke içindeki bedelleri ve yönetim vergisi.

İnternetin tümüyle ticarî işlere dayan­masına rağmen; film yükleme, bilgisayar programlama veya müzik programları gibi alanlarda vergilendirmenin eksiksiz yapıl­ması oldukça zor görünmektedir. Fakat in­ternet, reel malların satın alımında kulla­nıldığında, hükümetler sağlıklı şekilde ver­gi alabilirler; bu da işbirliği talep eden fir­malarla malî otoritenin yargının yerini tut­masını sağlar. Bu talebi karşılayanlar bü­yük hisse sahibi işletmelerdir ki, onlar için genellikle bu işbirliği sanıldığı kadar zor elde edilen bir sonucu doğurmaz.

Yine de internetin hizmetlerinin tama­mını saptamak bâzen zor olmaktadır. Bu işlevlerden biri tamamlanmazsa, lüks mal­ların vergileri ve vergi antlaşmaları nasıl yapılacaktır? Benzer problemler çokuluslu şirketlerin çoğalmasıyla alt piyasanın fi­yatlarında ve onların dışındaki yan kuru­luşların fiyat belirlemelerinde kendini gös­termektedir. Ve bu ayrılık, belirsizlik prob­lemini doğurarak hangi ülkenin hangi oranda vergi alacağı sorununu ortaya çı­karmaktadır.

Bu senaryonun önerisi, klasik anlayış­la vergilendirilen anonim şirketlerin konu­munda değişiklik yapılabilmesi veya tamamıyla kontrol edilmesini bile öngörmektedir.

Bütün bu sonuçlardan sonra ekonomik liberalleşme ve teknolojik ilerlemeler özellikle vergilendirmede çok büyük bir meydan okumaya doğru gitmektedir. Vergilendirilen harcamaların kısmen yeniden hesaplanması gerekmektedir. Anonim şirketlerin vergilendirilmiş kârları tekrar düzenlenmeli veya yeni baştan hesaplanmalıdır. Son olarak, hükümetlerin vergileri toplayabilmesi için haksız çıkar sağlayacak ilişkilerden uzak durması ve belki de öncesinden daha fazla sınırlamalar getirebilmesi gerekmektedir.

Bununla beraber, bu değişikliklerin dahil edilmesi kolayca abartılabilmektedir. Anonim şirketlerin vergilendirilmiş gelirleri, nâdiren gelirlerinin %10’undan daha fazla yer tutar, halbuki gelir ve harcamaların vergilendirilmesi malî sistemde evrenselliğe dayanmaktadır. Henüz yüksek düzeyde seyreden İskandinav ülkelerinin vergileri bile yetenekli insanları göç ettirememiştir. insanlar hâlen yüksek kalitedeki okullara para ödemekten ve kamunun bu taşımacılığından memnun görünmektedirler.

Gerçekte modern Avrupa’da olağanüstü ilgi çeken şeylerden biri de yüksek vergi ile birlikte büyük harcamalardır ve bu “yeni ekonomi” anlayışına İskandinav ülkeleri önderlik etmektedir.

Tabiî olarak hükümetler bilgi alışverişi yaparak ortaklarından destekli diğer gelirleri elde etmekte ve hatta alt vergi düzeyinde uluslararası antlaşmaları gözönünde bulundurmaktadırlar. Hükümetler kesinlikle halka aktarılan anonim şirketlerin hem çalışmasını hem de durmasını do- mine ederek malî otoritesinde işbirliğini uygulayacaktır. Fakat hükümetler arası rekabet engellenemeyecektir, çünkü güçlü ülkeler onlar için anlam içeren çevre ko-nularında düşük vergi ve daha az harcama politikası takip etmek isteyeceklerdir.

 

Esas nokta ekonomilerin açılması ve yeni teknolojilerin gelişerek takviyeye mecbur edilmesidir ki, bu gelişme devletlerin iç politikalarında hâlihazırda mevcuttur. Millî hükümetler çok daha fazla yerel hükümetlere benzer hâle gelmektedir. Bunun sonucunda küçük hükümetlere ihtiyaç kalmayacaktır. Fakat hükümetler diğer kuruluşlar gibi yaptıkları hizmetlerin hak ettiği değere kavuşması için güç kullanabilir hâle gelebilirler.

Aynı zamanda hükümetler en yüksek vergi oranını ödeyen vatandaşları için gelir dağılımını düzenlemeye devam edebilir ve şirketlerin vergiden kaçmalarını engelleyecek uygulamalar getirebilirler. Aslen eğer vergiler sermayeye dahil edilebilir hâle gelir ve muayyen fayda sağlayacak alanlarda uygulanabilirse; meselâ, gelir dağılımının düzenlenmesi veya faydalı harcamalar yapılması başarılır, vergi mükelleflerinin vergilerini ödemekten hoşnut hâle gelmeleri sağlanırsa, muhtemelen kendilerini bu durumdan faydalananlarla bir tutacaklardır, çünkü mükellefler kendilerinin fakir hâle gelmeleri korkusunu yaşamak istemeyecekler veya bu refah ve güvenlik ortamında yaşayan insanlar bütün bunlardan mahrum olmak istemeyeceklerdir.

Vergi mükellefleri fakirlik için ahlâkî yükümlülüklerini hissedip en küçüğünden büyüğüne kadar homojen bir toplum hassasiyetine ulaşabilirler.

Alternatif olarak bir diğer şık dahilinde; bireyler, fizikî olarak yargısal alanın dışında değillerse, bu vergilerden kaçma veya kaçınma gibi bir durum zâten mevcut olmayacaktır. Bütün bu sebeplerle, yüksek seviyede yeniden vergilendirme dağılımını devam ettirmek mümkün görünmektedir. Bu mecburiyet küreselleşmeden dolayı değil, aksine seçmenlerin yüksek vergiyi gönüllü olarak kabullenmesi ile gerçekleşir.

Birçok gözlemci, küreselleşmenin hükümetlerin malî hesap açığı dönemini aşmalarını ve enflasyonist para politikasını takip etmelerini kısıtladığını savunmaktadır. Fakat makro-ekonomik politikada dâima özel sektör zarar görse bile sermaye piyasası uluslararası bir şekilde bütünleşmiştir.

Eğer bir hükümet mütemâdiyen enflasyonist politika takip ediyorsa nominal faiz oranları artacak, enflasyon riskine karşı hisse senedi sahipleri biraz kendilerini emniyete alacak, biraz da kayıplarını enflasyondan tazmin edeceklerdir. Benzer şekilde eğer bir hükümet, faaliyetlerini emisyon hacmine güvenerek finanse ederse, mal ve hizmetlerin parasal değerlerinin düşmesi ve mevduatların da bunu takip ederek enflasyonun meydana gelmesine sebep olacağı görülecektir.

Bâzı ülkelerde bu tepkimeler diğerlerine göre daha yavaş meydana gelebilir. Bir hükümet uzun dönemde enflasyonist politika takip edebilir ve ekonomiyi bu şekilde destekleyebilir; bunun maliyeti uzun yıllar boyunca ortaya çıkmama riskini taşır.

Ülkenin uluslararası sermaye akışına kapılarını açması ile bu durumun farkı nedir? En önemli değişiklik hükümetlerin ala-caklılarının çok fazla alternatifleri olduğundan dolayı aceleci ve anlayışsız tepkileridir. Bu tepki, 1997 ve 1998’de Doğu ve Güneydoğu Asya’da görüldüğü gibi döviz kurlarındaki çökmeyle kendini göstermiştir.

Ulus-Devletlerin Devam Eden Önemi

Bir ülkenin uluslararası ekonomik bü­tünleşmeyi kabul etmesi tamamıyla kendi uygulamalarının neticesiyle ortaya çıkar. Bununla beraber, bu fikir devletin vergi ka­pasitesinin düşmesi durumunda bunu yo­luna koymak veya yanlışa müdâhale et­mek sûretiyle sınırlandırılabilmektedir. Uluslararası ekonomik bütünleşmeyi hız­landıran pazarlara rağmen, bu etkilerden dolayı alternatif politikaların yayılım alanı genişlemektedir. Burada küreselleşmenin hükümetlere uyguladığı baskıyı dengele­yen çok güçlü câzip sebepler vardır.

Birçok iyiliksever hükümetin refah art­tırıcı politikalarda tecrübesiz olduğu farz edilmektedir. Uluslararası ekonomik bü­tünleşme hükümetler arasında rekabet yaratmaktadır -bütünleşmeyi şiddetle red­deden ülkelerin bile Sovyetler Birliği’nin kaderinde görüldüğü gibi rekabet içerme­yen ekonomilerle hayatta kalamayacağı ortaya çıkmıştır. Bu rekabet, hükümetleri yağma usulü antlaşmalara zorlamakta ve bu da vergi mükelleflerinin vergilerini de­ğerinden daha fazla şişirmelerine yol aç­maktadır.

Bu sınırlamaların gelmesinin başka bir sebebi de, hükümetlerin gelecekteki faaliyetlerinde güvenilirliklerini arttırmak için kendilerini zorakî olarak sınırlamaları­dır, ki iyiliksever hükümetler bile özel sek­töre bu tür vaatlerde bulunmaktadırlar. Sâbit değerlerin kullanıma açılması da bu sınırlamalara bir örnek teşkil etmektedir. Diğer hükümetlerle yapılan antlaşmalar; Dünya Ticaret Örgütü gibi, birçok alanla beraber özel kuruluşlarla da ittifak oluştu­rularak gerçekleştirilir. Günümüzde Çin bi­le ekonomik çıkarları doğrultusunda bu çeşit uluslararası bağlantılar kurmaktadır.

Küreselleşmenin bu anlamıyla ulus devletleri etkisiz kılmadığı, hatta bu fikrin, devletlerin zayıf kalmasından bile daha güvensiz bir durum meydana getirdiği id­dia edilmektedir. Ancak üç sebepten ötürü bütün bu iddiaların geçersizliği ileri sürüle­bilir; Birincisi; kaliteli kamu mallarına da­yanan uluslararası ekonomik bütünleşme, topluma fırsatlardan avantaj sağlayabilme teklifini getirebiliyorsa, ki bunlardan bâzıları “mülk hakları, dürüst devlet hizmeti, bireyin güvenliği ve temel eğitim”dir, bu haklar kanuna uygun bir çatı olmadan sa­dece, imkân dahilinde gönül okşayan ant­laşmalarla çok az bir oranda elde edilebi­lirler. Bu nokta önemsiz görünebilir, fakat gelişmekte olan birçok ekonomi tam başa­rı için bu temel hazırlıkları yapmadıkların­dan dolayı hedeflerine ulaşamamaktadır.

İkincisi; normalde devletlerin tanımla­nan bir kimliği vardır. Yaşamakta olduğu­muz küreselleşme akımına rağmen toplu­mun büyük bir kısmı güvenlik hissinden dolayı bir yere âit olma duygusuna sahip­tir ve birçok toplum bunları kaybetmek is­temez. Belki de bâzı küçük ama başarıyla bütünleşmiş ekonomiler için bu sürpriz bir durum değildir, çünkü homojen ülkeler or­tak kimliklerine güçlü hislerle bağlıdır.

Üçüncüsü; uluslararası yönetime bağ­lı olan devletler bağımsızlıklarının sağlan­ması ve dengenin garanti altında olmasıy­la ayakta kalırlar. Uluslararası düzenin te­mel ilkesi devletin toprakları üstünde ken­di yargısının tek ve zorlayıcı güç olması­dır. Siber uzayda da bu değişmez; ekono­miler eninde sonunda bu döneme girecek ve bu da insanoğluna bağlı olacak ki, bu­nunla beraber fizikî varlığını uzayda fizikî yerleşimle birleştirecektir.

Görüldüğü üzere küreselleşme, dev­letleri hiçbir biçimde gereksiz yapama­maktadır. Aksine, toplum için uluslararası bütünleşme fırsatlardan başarıyla istifade edilmesini beraberinde getirmiş olacaktır, bunun için de devletlere mecburen ihtiyaç duyulacaktır. Böylece başarısız devletler, düzensiz devletler, zayıf devletler ve borçlu devletler küresel ekonomik siste­min “kara deliği” olacaklardır.

Peki bütün bunlardan sonra devletler için küreselleşme ne anlama gelmektedir? Birincisi, takip edilen yol düzenli ve derin­den uluslararası ekonomik bütünleşmeye doğrudur. Her ülke için küreselleşme, en az bir kader kadar tercih meselesi hâline de gelmiştir. Bu bağlamda ikinci önemli nokta; bir ülkenin para rejimini belirlemesi, sermaye hesabı ve bütün bunların üstün­de emeğin hareketliliğinin bütünleşmeye giden politikalarla desteklenmesi, yüz yıl öncesine göre daha fazla tamamlanmış değildir. Üçüncüsü; ülkeler bütünleşmeyi seçerler, çünkü çıkarlarını burada gör­mektedirler. Birinci tercih, hükümetlerin vergilendirme becerilerine göre uluslara­rası bütünleşmede belirli derecelerle sınır­lamalardır, gelir dağılımının yeniden dü­zenlenmesi ve makro-ekonomik şartların etkisi burada önemli bir yer tutmaktadır. Fakat bu sınırlamalar fazlaca mübalağa e- dilmemeli ve bu etkiler onların yararına ol­malıdır. Dördüncüsü; uluslararası ekono­mik bütünleşmede iyi ve kötü ekonomiye sahip devletlerin arasındaki fark çok fazla büyümektedir, bu durum ise, devletlerin arasında kamu mallarının yağmacı özel çıkar gruplarına hizmet etmesine sebep olmaktadır. Hatta buna devletlerin yöneti­cileri de dahildir.

Sonuç olarak; dünya ekonomisinin bütünleşmeye doğru ilerlemesi ve engel­leri aşar hâle gelmesi önemli olduğu ka­dar, küresel yönetimin bütün toplumlar için ayırım yapmadan yararlı hâle gelmesi de gerekir. Küresel yönetimin özellikle geliş­mekte olan devletler için daha da fazla masraflı hâle gelmesi soru işaretleri taşı­makla birlikte, devletin uluslararası politi­kada temsil edilmesi çıkarlarıyla örtüşür. Son söz olarak denilebilir ki, yönetimin te­meli ve düzenin kaynağı olarak, geçmişte olduğu gibi gelecekte de devlet etkin ve esas olacaktır.

 

Kaynak :

Wolf, Martin., “Ulus-Devlet Küreselleşmeye Karşı Durabilecek mi?”., Çeviren: Doğan Ergin., Türkiye ve Siyaset., ISSN 1302-9851., Sayı: 5., Kasım-Aralık 2001, Ankara., s.211-220., Orijinal Metin: “Will the Nation-State Survave Globalization?”., Foreign Affairs, Volume: 80, Number:1., pp.178-190., Jan.-Feb. 2001

Matbû metni tarayarak dönüştüren ve düzenleyen: Durmuş HOCAOĞLU

 

 

 

 

 

 

Yazar
Martin WOLF

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen