Küreselleşme İdeolojisi ve Türk Milliyetçiliği: Yeni Bir Medeniyet Tasavvuruna Katkı Önerisi

Prof.Dr. Recep KÖK

Türkiye’yi çevreleyen coğrafyadaki jeopolitik gelişmeleri, Yakındoğu, Ortadoğu, Orta Asya, Kafkasya ve Balkanları içine alan Türk/İslam coğrafyasında yürütülen stratejiyi; ABD, AB, Rusya Federasyonu ve Çin’in bölgesel ve Avrasya çapındaki muhtemel politikalarını göz ardı etmek ve küreselleşme olgusundan bağımsız bir yaklaşım sergilemek ‘Deve kuşu’ misali başımızı kuma gömmektir. Küreselleşme taraftarlarının algı boyutu ile karşıtların direnme gerekçesi çoğu zaman paraodoksal bir durum sergilemektedir. Nitekim “havuç” politikasının önemli bir aracı olan küreselleşme süreci, yakın tarihte ortaya çıkan ulus devletler yapılanması içinde dünya kaynaklarını yönetme ve yönlendirme durumunu öngörmektedir. Tarih deneyimi göstermektedir ki, yüksek düzeydeki hâkimiyet stratejileri toplumların iradesini koşullandırmaya yönelik kavramların üretimiyle mümkün olmuştur.

Küreselleşmenin açıklanmasına yönelik politik, ekonomik ve kültürel açılardan bir çok yaklaşım olmakla birlikte, bu olgunun sürükleyici dinamiğini ekonomik ilişkilerde aramak gerekir (Bauman, 1999; Giddens,1998; Hopkins-Wallerstein, 1999; Wallerstein, 1974, 1979, 2004; Robertson, 1992, 1999; Rodric, 1997; Waters, 2001; Steger, 2003). Küreselleşme Dünya-Sistem bağlamıyla ulusal devlet sınırlarını aşıp bir sarmal halinde dünya hâkimiyeti stratejisinin koruyucu kuşağı mıdır? Dünya güç dengelerini kontrol etmek ısteyen devletlerin dikte etmek istediği bir evrenselleşme ideolojisi midir? Kısacası bu oluşum yeni emperyalizm midir (Bukharin,1999; Rupert, 2000; Mittelman,2005; Steger,2003,2009; Ritzer, 2004; Robinson,2004, 2007; Sklaire,2005; Mooney ve Evans, 2007)? Benzer sorular artırılırken çalışmada önce “küreselleşme”nin tarihsel çerçevesi ve literatür yönü kısaca incelenecek, ardından küreselleşme ideolojisinin dünya devlet-sistemi üzerindeki yansımalarına yer verilecektir. Nihayetinde ise Türk milliyetçilerinin alternatif bir strateji ortaya koymalarının gerekliliği tartışmaya açılacaktır. 

Küreselleşme, Evrenselleşme, Uluslararasılaşma ve Emperyalizm 

Steger’e göre toplumsal bir ögenin küresellik ve evrensellik kazanma süreci önemli sonuçlar doğurmaktadır ve ‘Globalizm’ tutarlı önermelerden kurulu bir sistemdir. Bu sistem beş temel iddia içermektedir (Yalçınkaya, s.54): Bunlar sırasıyla, 

            -Küreselleşme, piyasaları liberalleştirir ve bütünleştirir.

            -Küreselleşme kaçınılmaz ve geri döndürülemezdir.

            -Küreselleşmeyi insanlar değil, piyasalar ve teknoloji yönlendirir.

            -Küreselleşme herkese yarar sağlamaktadır.

            -Küreselleşme dünya demokrasisinin yayılmasını hızlandırır.

 

Bu iddiaların doğruluğu dünya deneyimlerine bağlı olarak tartışılmalıdır. Yanlışlanabilirliği doğrulanabilirliğinden daha güçlü olan önermeler dayatmacı yaklaşımlarla ele alınır ve belli güç odaklarının ideolojik yaptırım gücüne dönüşürse, bilimsellik ögeleri yerini bilimsel olmayan dogma ögelere bırakır. Böylece tartışma sade bir kavram tartışması olmaktan çıkar; “çıkar” çatışmalarının gölgesinde üretilen bilim destekli “tarihin sonu” dayatmasını üretir ve zayıfların güçlülere teslim olmasını sağlayacak bir çağrı halini alır. 

Kanaatimize göre evrensel olan, ancak insanın doğası ve tabiatın hareket kanunları ile açıklanabilir. Küresel olan ise insan dogasının hayata geçirilişine yönelik uygulamalar bütünüdür ve sonradan kazanılan şeylerdir. Her iki güdünün mütehharik sinerji gücüne dönüşmüş şekli olan ideoloji, günümüz dünyasında sistem bağlamıyla emperyalizm olarak tezahür etmektedir. 

İnsan olma niteliklerinin ortak yönü felsefi düzlemde insanîlik kavramıyla çözümlenebilir. Her bir birey bu çözümlemeyi ister kendi içinde ister teşkilat veya bir organizasyon altında toplum düzleminin ötesine taşır ve yüce amaçlarla örtüşen insanlık lehine kazanımlara dönüştürürse evrensel bir sonuca hizmet etmiş olur. Nitekim Bauman da uygarlaşma, gelişme, yakınlaşma kavramlarına bağlı olarak insanın bir düzen kurma çabasını, birlik içinde yaşama ve dünyayı eskisinden daha farklı kılma doğrultusundaki değişim ve iyileştirmeler olarak algılamakta ve bunların küresel çapta yaygınlaştırılması gerektiğini savunmaktadır. Ancak, siyasi tarih olayları veya eylemsel boyut değerlendirildiğinde, toplumsal olgu ve olaylar göstermektedir ki her zaman insanlık için yararlı olma amacı ve kararlılığı öncelikli değildir. Bazı toplumsal ögeler dünya çapında yaygınlaştıkça karşılıklı bağımlılıkların ortaya çıkması özellikle de teşkilatlar-devletler arası bağlantıların artması hegomanik bir bütünleşme sürecini doğurmaktadır. Bu süreçte küresellik kazanan ögeler, insan tarafından mutasyona uğratılmış, başka bir deyimle maniple edilmiş şeyler olarak evrensellikten sapmış ögelere dönüşmektedir. Dolayısıyla demek isterim ki her evrensel olan şey küresel olabilir, ancak her küresel olan şey evrensel değildir. 

Uluslararsılaşma birey-toplum, toplum-devlet ve devletlerarası ekonomi- politik veya kültürel karşılıklı bağımlıktan doğan bir süreçtir. Robinson karşılıklı bağımlılığın belirlediği coğrafyanın önemine dikkat çekmekte; coğrafi bağlamdaki ulusal sınırların ötesinin, ekonomik faaliyetlerin niteliksel ve niceliksel yönden gelişmesine yol açtığını belirtmektedir. Ekonomi literatüründen bilinen iki yanlı (bilatereal) veya çok taraflı (multiliteral) bu süreçler, uluslarasılaşma olgusunun temel kaynağını oluşturmaktadır. 

 Ekonomiler açık bir sisteme tabi olduğu sürece ilişkiler farklılıklardan beslenmekte; karar birimlerinin birbirlerine olan ihtiyacı tek tek ilişki düzeyinde olsa bile karşılıklı etkileşimin doğurduğu ulus-toplum ve ulus-devlet çatısı, uluslararası iktisadın çatısı altında şekillenmektedir. Bu durum yukarıda belirtilen küreselleşme ile ilişkilendirildiğinde ulus-ötesileşmenin doğurduğu sürecin ulus-devlet yapısını zayıflattığı bilinmektedir. Nitekim ulus-ötesi (transnational- ulus aşkın)  deneyimler arttıkça ulus devletler işlevlerinin bir kısmını ulus-üstü (supra-national) kurumsallaşma olgusuna terketmektedirler. Robinson’un ifadesiyle uluslarasılaşmaya özgü niceliksel genişleme, daha farklı bir boyutla işlevsel bütünleşme (functional integration) bağlamlı niteliksel genişleme (qualitative extension) doğurmaktadır. Dolayısıyla ulus-ötesileşme, uluslararsılaşmadan ziyade küreselliğin bütünsel anlamına bağlı olarak, dünya çapında yaratılan bir kontrol ağına dönüşmektedir. 

Bu bağlamda Sklair, küreselleşmeyi açıklamaya yönelik üç yaklaşıma yer vermektedir. Bunlar, ‘uluslararsılaşma, globalizm ve ulus-ötesileşme’dir: 

Uluslararasılaşma devlet merkezli (state-centrist) bir anlayıştır. Güçlü ve zayıf devletler arasındaki merkez- çevre ve yarı çevre yaklaşımını çağrıştırmaktadır. Globalizm ise devlet merkezlilik görüşüne karşı tezdir. Bu tez, devletler yerine tanımlanmasında güçlükler çekilen, ancak piyasa güçleri kavramıyla açıklanan sınırsız bir dünya söylemine sahip piyasa globalizmidir. 

Ulus-ötesileşme ise ululararasılaşma ve piyasa glabalizminin sentezinden oluşan küresel bir sistemle açıklanabilen ekonomi-politik ve kültürel ulus-ötesi pratiklerle belirlenen bir süreçtir. Bu olgu tarihsel çerçevede “kapitalist küresellleşme” olarak tanımlanmaktadır (Yalçınkaya, s.22). Bu durumda “sosyalist küreselleşme”den ve İslâmik küreselleşmeden söz edilebilir. Bir toplumsal ögenin küresellik kazanması sosyo-ekonomik bir sistem olarak geçerlilik kazandığı ve bir iddia taşıdığı sürece bir ideoloji olarak yaşayabilir. Sklair’e göre “sınıfsal kutuplaşma” ve “ekolojik sürdürülemezlik” kısıtı altında işleyen kapitalist küreselleşme, işbirliği ve katılımcılığa dayalı demokrasi sürecinin ardından bir geçiş aşamasına bağlı olarak “sosyalist küreselleşme”ye dönüşebilecektir. Bu görüş temelde Marksist öğretiyi çağrıştırmaktadır. Nitekim Kazgan, emparyalizm teorisinin, Marksizmin, kapitalist evrimi izleyen teorisi olduğunu, özellikle ikinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen Piyasa Globalizmi’nin “neo-emparyalizm” olgusunu ortaya çıkarttığını iddia etmektedir. Bu iddia esasen Lenin öncesi emperyalizm teorisyenlerinindir (John A. Hobson, Rosa Luksemburg, Rudolf Hilferding gibi). Lenin’in tekellerin ve finansal sermayenin egemenlik oluşturma biçimini, sermaye ihracının belirgin önem kazanmasını, dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasını, hatta bütün dünya topraklarının kapitalist devletler arasında paylaşılması sürecinin tamamlandığı şeklindeki iddiası kapitalizmin son gelişmeleriyle örtüşmektedir denebilir. Günümüzde de Bukharin’in işaret ettiği “ticari, endüstriyel ve finansal şekliyle ortaya çıkan kapitalist evrim”, halen uluslararasılaşma niteliğiyle örtüşen ve küreselleşmeye yönelik tamamlama sürecine hizmet eden bir sistemin varlığını pekiştirmektedir. 

Küreselleşme İdeolojisi ve Türkiye 

1980’li yıllara kadar akademik açıdan büyük bir önem arzetmeyen küreselleşme kavramı, 1990’lı yıllardan itibaren yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Bu kavramın baskın-ideolojik bir kavram olarak algılanmasının temel nedeni, yeni empeyalizmin ikna mekanızması olarak kullanılmasıdır. Kuşkularımızın gölgesi altında istismar edilen insan algısıyla parelel bir tanım yapacak olursak küreselleşme, sosyal ve kültürel düzenlemeler üzerinde coğrafi engelleri kaldıran, iktisadi anlamda hem ülke içindeki sosyal kesimler hem de ülkeler arası toplulukların uğradıkları refah kayıp ve kazançlar arasında telafisi imkânsız servet farklılaşmasına yol açan sosyo-kültürel bir yıkım sürecidir. Diğer bir deyişle haksız kazanç güdüsüne karşı yöneltilen tepkilerin ve çıkar çatışmalarının şiddetinin arttığı bir soyal düzendir. Burada asıl olan mevcut gidişatın yönünü değiştirecek, Türkiye dâhil gelişmekte olan/yükselen piyasa ekonomileriyle ilgili algıyı yönlendirebilecek yeni yaklaşımlar üretebilmektir.

 

Geleneksel emperyalizme gelince; devlet sistemleri çerçevesinde milliyet/ulus kavramlarını içinde kaybetme eğilimini yücelten bir devletin, bir başka devlet ya da bölge üzerinde ekonomik ve kültürel plânda etkin olma, kaynakları kotrol etme veya en azından yönetme ve yönlendirme çabaları bütünüdür. Emperyal devletler, dünyada var olan toprak, insan, üretim ve tüm sermaye güçlerini yönetir veya o ülkede siyaseti heves için yapanlara yönettirirler. Bu devletler, küresel iktidar savaşinda önde bulunmayi, refah toplumu yaratmanin vazgeçilmez bir şarti saymişlar ve kendi ayrıcalıklarını genişletmek için hep bir biriyle yarışmışlardır. Özellikle kapitalistleşme süreciyle birlikte devletler, yeni pazarlar ve yeni tabiî kaynaklara hükmetme amacıyla, dünyanın az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeler ve bölgesel hassasiyetlerini istismar edebilme doğrultusunda “çağcıl” yaklaşımlar geliştirip, küresel ölçekteki egemenlik sınırlarını genişletmişlerdir. Bu süreç tarihi “tekelleşme” süreci ile hızlanmış, 1870’ten sonra sistematik emperyalizm çağı başlamıştır. Nitekim Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ve içinde yaşadığımız son elli yıldaki bölgesel operasyonların hemen hemen tamamını bu çerçeveye yerleştirmek daha doğru olacaktır. Bu durumda küresel eylemlerin daha “insanî” sosyal teoriler kurmasının gerekliliği önemini korumaktadır. 

Yirminci yüzyılın başlarında üzerinde çalışılmaya başlanan emperyalizm teorisi, sömürgelerin ulus devlet olmaya başladığı İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yeni boyutlar (Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Birleşmiş Milletler Kalkınma Teşkilatı vb) kazanmıştır. Bu yeni boyut kuramsal olarak mükemmelleşme yerine günümüzde tersine bir boyutla “tek kutuplu” dünya tezinin meşruiyet mekanizması olarak etkinliğini sürdürmektedir (Ortadoğu Bölge Devletlerine yapılan askeri ve siyasi müdahaleler hatırlanmalı). Özellikle 1960’larda ortaya atılan Yeni Emperyalizm-Yeni Sömürgecilik anlayışıyla, klasik emperyalizm teorilerinde bulunmayan bir hususu gündeme getirmiştir: Çok uluslu şirketlerin ve uluslararası bazı kuruluşların ( İMF vb.) rehberliğinde Türkiye ve benzeri ülkeler için, borç yönetim başarıisıizlıkları kullanılarak onları küresel dünyaya bağlayacak (1980 askeri müdahalesi, 2001 krizinin ardından gelen Kemal Derviş operasyonu gibi) zorlama yöntemler geliştirilmiştir. Ancak, “karşılıklı bağımlılık” anlayışının en gelişmiş ülkeler için bile geçerli olduğu günümüz dünyasında, bu yeni sömürgecilik anlayışının boyutlarını kesin olarak öngörmek oldukça zordur. Çünkü devletlerin özerkliği ve işlevleri uluslarüstü güçlerin etkisiyle aşınmaya uğramaktadır. Küresel/Global değişime karşı duyarlılıklar ortaya konulsa da bu güne kadar “kilit birim” olarak bilinen devletlerin, yapıp ettiklerinin yönünü değiştirebilecek umut verici gelişmeler oldukça zayıftır. 

İngiltere’deki Orijinal Sanayi Devrimi’nden beri (1790) özellikle gelişmekte olan ülkeler, W. W. Rostow’un “dayanıklı büyüme hamlesi” diye adlandırdığı süreçten geçerek, 1960’lı yıllardaki zenginleşmiş Batı kulübünü doğurur iken hiçbir yeni ülkenin bu kulübe katılmasına izin verilmemiştir. Dünya sistemini 1945-1960 dönemi için analiz eden ve 1990-2025 dönemi için de beklentilerini ortaya koyan Wallerstein’e göre biçimsel olarak sadece iki gerçek ihtimaliyet vardır: Birisi dünya sisteminin, sürekli gereken ayarlamalarla birlikte kapitalist dünya ekonomisi olarak son beş yüzyıldır işlediği gibi işlemeye devam edeceğidir. Bunun anlamı, Kontratieff çevirimin (konjonkturel dalga) tekrar yukarıya döneceği ve bunun daha uzun olan hegmonik çevirimin ise tekrar yeniden yapılanma sürecine gireceğidir. İkicisi, 1970’lerde görülmeye başlayan hegemonik bir düşüşün, kaçınılmaz sonuçlar doğuracağıdır. Bu belirsiz sistemik bir kaos döneminin ardından ortaya çıkan sistemik krize bağlı olarak çatallaşmanın/ikilemin doğmasıdır. Nitekim hegemonik çöküş kaygısı içinde olan merkez ülkeler (batı ideolojisini temsil eden ABD ve takipciler), öncelikle öncü ürünler (yüksek teknolojiye dayalı mallar ve finansal türev ürünler gibi) alanında rekabaetçi olabilmenin yollarını aramaktadır. Bunun ilk işaretlerinden biri de hâkimiyet oluşturdukları ürünlere yönelik vasıflı işgücünün ödüllendirilmesidir. Bu durum geniş sosyal kesimlerin refahının hızla düşmesine, diğer bir deyişle gelir dağılımının önemli ölçüde bozulmasına yol açmaktadır. Örneğin, “ABD de Gini Katsayısı 1967’de 0.39 iken 2010 yılında bu katsayı 0.47’dir (Tümen, s.107). Bu uygulamalar bir yandan refah toplumlarına zaman kazandırırken, diğer yandan hegemonik üstünlüğün sürdürülebilirliğini sağlayacak yöntemler ve düzenleyici savaş (dünya kaynaklarının yeniden paylaşımı) hazırlıkları yapılmaktadır. Bilinen odur ki, tarihin yükselen sömürgecilik trendi/eğilimi bu şekildedir. 

Liberal Hayek, kapitalizmi bir denge sistemi olarak görür ve bu sistemdeki krizlerin/bunalımların nedenini de devletin ve özel bankaların bu “nazik sisteme” devresel olarak yaptığı müdahaleler ve kredi hacmindeki aşırı genişleme ile açıklar. Schumpeter’in konjonktür modeli ise genel iktisadi dengenin bulunduğu bir anda teknolojik veya teknik etkinliğin bu dengedeki etkilerinin araştırılmasına dayandırılır. Ona göre “gelişme”, yeniliğin neden olduğu hiç durmayan “değişim” sürecidir ki, yeni kombinasyonların ortaya çıkarılması sonucu oluşur. Schumpeter’e göre aslında kapitalist sistemin sonunu getirecek olan iktisadi buhranlar değil, sistemin yarattığı dengesizliktir

Batı İdeolojisi ve Türk Milliyetçiliği 

Batı ideolojisi, jeopolitik ve stratejik önem taşıyan, özellikle dün “İpek Yolu’nda” bulunan, bugün enerji koridorunu temsil eden Türkiye’nin giderek artan önemini hafife alma lüksüne sahip değildir. Bu nedenle Türk Avrasya’sını kontrol edebilmek için iki temel ideolojik yaklaşım geliştirilmiştir. 

Bu ideolojilerden birincisi, kendi tabirimiz olan “sert ideolojiler” tanımıyla uyumlu ve ABD tarafından temsil edilen tarihin ve dünya kaynaklarının yönünü kontrol etme iddiasıdır. Tek kutuplu bir dünya düzeni için “Avrasya’ya egemen olan dünyaya egemen olur” şeklinde Zbigniew Brzezinski’nin ortaya koyduğu, “Carter Doktrini” olarak bilinen bu ideoloji, dünyayı küreselleştirmenin itici gücü olarak takdim edilmektedir (Bu, esasta yükselen Batı ilkeleri kapitalizminin, yükselmekte olan Çin ve Hint milliyetçiliğini durdurmasına yönelik bir stratejidir. Yine, bu ideolojinin Huntington’un medeniyetler çatışmasını referans aldığı da bilinmektedir.). 

“Yumuşak ideolojiler” kategorisinde ele almak istediğimiz ikinci ideoloji ise Türkiye’yi Avrupa’ya “demirleme” stratejisi olarak tanımlanabilir. Bu ideolojinin temel amacı, AB (Avrupa Birliği)’nin yumuşatılmış kurumsal kararlarını, AB düşkünü iktidarların/aydınların(!) kompleksinden yararlanarak kabul ettirme stratejisidir. 

Türkiye’yi bağlayıcılık açısından etkin zeminlerde olup bitenler irdelendiğinde, çoğu kez ya öteki’nin aklına itibar ettiğimiz için yanılgı çukuruna sürüklenmekteyiz. Yahut kendi kültür mirasımızdan haberdar olmama, tarih bilmeme/unutma kusurumuzdan dolayı kavram kargaşasına sürüklenen bir toplum haline gelmişiz. Bu durumla Batı’nın “havuç” politikasını sınırsız alkışlama heveskârlığımız birleştiğinde bulanık gelişmelerden milli plitika üretme şansımız azalmaktadır. 

Aslında, “rasyonel kuruculuğu” esas alan Avrupa, çağdaş medeniyet olarak algıladığı kendi medeniyetinin merkezini elinde tutan Türkiye’yi tarihî bir rakip olarak görmektedir. Çünkü yüksek Avrupa medeniyeti (onlara göre), Anadolu’nun uzantısı olan Ege ve Akdeniz’de doğmuş; Doğu Bizans İmparatorluğu ölçeğinde İstanbul merkezli gelişmiştir. Bu nedenle bu coğrafyanın Türkiye’nin elinde olması, Batılı Devletler açısından dayanılmaz acı yaratmakta; tarihte “açık uçlu” bir miras hesaplaşması alanı olarak akıllarının bir köşesinde tutulmaktadır.  

Zaman içinde devlet erkleri değişse de bu ideolojinin bilinçaltında/özünde, Çin ve Hindistan’dan gelerek Türkistan ara bölgesini geçen, Ön Asya ve Avrupa’yı birbirine bağlayan yoldaki stratejik kaynakları ve bu kaynakları birbirine bağlayan İpek Yolu’nu büsbütün kontrol eden Türklere karşı bir kin/yenilgi duygusu vardır. Burada, tarihin med-cezirlerini saymazsak bugünün enerji kaynaklarını ve ulaşım yollarını geçmişte elinde bulundurmuş olan medeniyet/kültür temsilcisi Türklerin yeniden yükselişe geçme ihtimali engellenmelidir. Çünkü Türk milleti, yaklaşık bin yıl tarihin kaderine hükümran olmuştur. Nitekim, on birinci yüzyıldan bu güne Rey/Isfahan merkezli Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Semerkant merkezli Timur İmparatorluğu, İstanbul merkezli Osmanlı İmparatorluğunun mirasçısı olan günümüzdeki Ankara merkezli Türkiye Cumhuriyeti devleti ve diğer Türkî Cumhuriyetlerin ortak bir güce dönüşmesinin yarattığı tedirginlik bilinmektedir. Bugün, yer altı zenginlikleriyle bilinen bu Avrasya coğrafyası, ayrı devletlerin çatısı altında bulunsa da zaman zaman tarih şuurundan koparılmış ve kendi içlerinde bir çatışmaya süreklenmiş olsa da potansiyel tehdit olarak algılanmaktadır. Türk milletinin varlığı ve dünya ölçeğinde kurabileceği potansiyel bütünleşme (ekonomik-siyasi), özellikle AB için bir güvensizlik sendromudur. Dolayısıyla Batılı devletler için Türklerin top yekûn mahkûm edilmesini sağlayacak yolların aranması gereklilik olaral görülmektedir. 

Bu mülahazayla Avrupa’yı temsil edenler, Türk Avrasya’sının Yeni Avrupa’ya demirlenmesini sağlayacak rasyonel bir yol bulmuşlardır. Bu yol, Türk yöneticiler tarafından Türk kamuoyuna başlangıçta uzun, ince, karanlık ve engebeli bir yol olarak tarif edilmiştir. Türk aydının düşürüldüğü tuzak ve AB düşkünlüğümüzün arkasındaki gerçek nasıl bir sona ulaşacak? Türkiye açısında son dönemlerde bütünleşme olgusunun bir devlet politikasına dönüştüğünü hesaba katarsak bu süreci lehimize çevirmenin yollarını bulmak da yine Türk aydının ödevidir. 

Bugün itibariye AB kendi içinde ekonomik sorunlarla boğuşurken bile Türkiye’nin üyelik ihtimali, bekleme odalarında mazoşist bir hal almıştır. Buna rağmen öyle anlaşılıyor ki, AB devletleri gafletimizin sınırlarını zorlayan uyutma politikasının başarılabilir olduğunu düşünmektedirler. Türkiye’nin uzun vadede de AB’ye alınmayacağı düzenlemelerini ( Avrupa Anayasası gereği), kendi halkları bir teminat olarak görmektedirler. Anayasal bir çerçevede Türklerin ikna edilmelerini sağlayacak kararlar alıp bu coğrafya parçasının yönetilme ve yönettirme biçimini hafızalarda canlı tutmaktadırlar. Böylece çıkarlarların kendi lehlerine korunmasınının yolları aranmaktadır. 

Bir başka yönüyle yukarıda belirtilen ve Türkiye’yi kıskacına alan bu iki ideoloji, Türkiye’yi üstü örtülü bir anlaşmayla “kırk katır mı yoksa kırk satır mı” tercihine zorlamaktadır. Çünkü çok uluslu şirket merkezlerinin marifetleriyle (ağırlıklı olarak ABD ve AB sermayesi) dünya kaynaklarının paylaşım rekabeti netleşmektedir. Dünyaya kabul ettirilecek yol haritaları, Bilderberg toplantıları benzeri farklı mekânlarda belirlenmekte; gelişmekte olan ülkelerden çağırılan temsilcilerin de katkısıyla oluşan tek kutuplu yönetim mekanizması, küresel bir güç olarak güvence altına alınmaktadır. 

Bu noktada Türkiye Cumhuriyeti’ne dayatılan iki temel senaryoya yönelik iki misali ele almak yararlı olacaktır: Bunlardan birincisine göre Türkiye yakın doğuyu kontrol edebilir bir ülke olma potansiyeline sahiptir. Bu kabul çerçevesinde Türkiye, ya ABD’ye “manda” ölçüsünde bağlı olsun ya da AB’nin içine alınmadan AB’ye demir atacak şekilde bağlanılmış bulunsun. 

Birinci senaryo, Türkiye tarafından kabul görmez ise uzlaşmanın zorlaştırıldığı bir süreç başlatılmalı ve Türkiye’nin iknâ edilmesi için zaman kazanılmalıdır. Burada, Türkiye’yi etnik bir iç savaşa sürüklemek dâhil, siyasal ve hukuki zemin hazırlanmalıdır.  Türkiye’nin üniter yapısını bozacak ya da parçalanmasını haklı hale getirecek sözde Ermeni Soykırımı’nı kabullendirme (karşı çıkmayı suç sayma) dâhil siyasi planlar uygulanmalı (İsveç ve Fransız Parlemanto Kararları örneği); ucu açık “demokratik açılım” süreçlerine bağlı olarak bağımsızlık teminatı olan anayasal direnç kırılmalıdır. Yoksullaşan kitlelerin yılgınlığından yararlanılarak devletine küskün, barışık olmayan bir toplumun sosyolojik farklılıkları öylesine kanatılmalı ki, (PKK’ya destekle) fedarasyon batağından parçalanmış bir Türkiye doğsun. 

Yukarıdaki sert ideolojinin BOP (Büyük Orta Doğu Projesi) çerçevesinde Irak’ta, Libya’da Mısır’da yapıp ettiği bellidir. Burada sınırlı ölçüde yumuşak ideolojinin serüvenine yer vermek gerekir: Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye’ye yönelik kararlarını (15 Aralık 2004) ve Avrupa Birliği Zirvesi’nin sonuçlarını (17 Aralık 2004) hatırlamak yeterlidir: 

– Patrikhane ve Heybeliada Ruhban Okuluna ilişkin isteklerden sözeden Komisyon kararları “ruhban yetiştirilmesi” , “mülkiyet hakları”, “okulların açılması” ve “iç yönetim” konularını masum bir yöntemle ele almakta; TC’nin üniter kimliğini zedeleyecek bir dayatmayla İstanbul’da devlet içinde devlet kurulması sonucunu doğuran yeni Vatikan’lar yaratmak istemektedir. 

– Müzakerelerin tamamlanma süreci açık uçludur (AP Karar mad: 50, AB Zirvesi mad: 23). Böylece, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi (GKRK) ve birkaç ülke bir araya gelerek görüşmeleri kesintiye uğratabilecektir. Bu şartlar altında yapılacak müzakerelerde Türkiye’den ne tür tavizler isteneceğini ve hangi tehdit stratejilerinin ortaya konacağını tahmin etmek güçtür. 

– Güneydoğuda yaşayan yerel nüfusa ilişkin yönetim reformları, Kürtlerin kültürel haklarının tanınması ve eşit muamelenin hızlı bir şekilde garanti altına alınmasının gerekliliği ve “kürt güçleriyle” uzlaşma sağlamak üzere daha etkin adımlar atmaya yönelik davetler oldukça düşündürücüdür. Nitekim kürtleri siyasal bir güç olarak muhatap kabul ettirme eğilimi taşıyan ifadeler, sebebi apaçık belli olan ve yıllardır destek verildiği bilinen terörist örgütü zımnen de olsa tanıtma çabası olarak anlamlı bulunmalıdır. Burada AB’nin sömürgecilik amacına hizmet eden bu yaklaşımı kamu vicdanında rededilmekle birlikte günümüzde yükseken talepler yönüyle de Türk–Kürt meselesi sürekli kanatılan bir yara olarak tutulmak istenmektedir. Dolayısıyla birincil düzeyde bölücülük hareketine meşruluk kazandırılmakta ve Türkiyedeki ayrılıkçı güçlerin aktif bir şekilde federasyon talebine “ulus-üstü” güçler olarak destek verilmektedir. 

– Avrupa Parlamentosu Kararları çerçevesinde Türkiye’nin “Ermenilere karşı yapılan soykırımı tanıması ve Ermeni halkıyla uzlaşma sürecini teşvik etmesi” şeklindeki talimat önemlidir. Fransa’nın, İsviçre’nin “Türkler Ermenilere Soykırım Yapmamıştır” demeyi cezalandıran bir kanun hükmüne dönüştürmesini birleştirirsek, cesaretin nerelere uzanacağını kestirmek güç olmayacaktır( Malesef, bu yazının son tashihi yapılırken Fransa’nın kanun tasarısının kesinleştiği haberleri medyaya düştü.23.01.2012, saat 23: 00). Bu kanun Fransa’nın Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilse bile böylesine siyasi bir tehdidin Demokles’in kılıcı gibi sürekli Türkiye’nin üzerinde tutulacağı şüphesizdir. 

– Yine, Türklerden istenen, Ege Denizi’ndeki tavizlerle Türkiye’nin karalara kapanma noktasına götürülmesi; Yunanistan’ın Ege’deki karasularını 12 mile çıkarması; Rum Yönetiminin “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak tanınması; Adadaki Türk askerlerinin çekilmesi gibi ölçüsüz talepler kabul edilirse ya Orta Asya’ya kadar çekilmek gerekecektir ya da demirlenmiş Ankara eyaleti olarak Avrupa’yla bütünleşmiş bir uydu cumhuriyet doğacaktır. Nitekim Türkiye’nin AB’ye giriş sürecinde KKTC’nin ortadan kaldırılmasını esas alan Annan Planı’nın da ötesine geçen bir uygulamayla Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’nin Türkiye tarafından tanınması ön şart olarak ileri sürülmüştür. 

– AP Kararlarının Avrasya bağlamlı tavsiye ve dayatmaları incelendiğinde şu hususlar oldukça önemlidir. Bunların en başında petrol ve su rezervleri gelmektedir. Raporda, petrol ve su kaynaklarıyla ilgili bölgesel altyapının yönetimi için Avrupa Birliği politikalarının geliştirilmesinin gerekçeleri, Türkiye’ye dikte edilmektedir. Türkiye açısından sınır ötesi sorunlar, enerji kaynaklarının Avrupa’ya taşınması, çevre ve tüketicilerin korunmasının Avrupa vatandaşları üzerinde olumlu ve kalıcı etkiler yapacağı öne sürülmektedir. Hatta Türkiye’ye, “Atatürk Barajı’nın yapılması nedeniyle su akışının (Dicle ve Fırat üzerinden) azaldığına” dikkat çekilerek akarsuların adil ve eşit dağılımını sağlayacak, komşuların yer alacağı, AB gözetimli, “Ombudsman ofisinin” kontrolünde uluslararası konsorsiyumların kurulacağına yönelik imâlarla, âdete aba altından sopa gösterilmektedir. Nihayet AB, AP kararıyla (mad: 61) bu hususların “TBMM ile Türk Hükümeti’ne iletilmesi yönünde talimatlar vermektedir”. 

Ancak bilinmelidir ki, Türk milliyetçileri, bugünkü gücünü, tarih şuurundan kopmadan Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran iradeden aldığı sürece, Türkiye Cumhuriyeti kendi yurttaşlarına sahip çıkacak dirayettedir. Hukuk devleti olmanın ilkelerini yaşatacak güç ve kararlılıktadır. Çünkü Türkler, ihanet ve gaflete karşı kararlılıkla mücadele etmiş, Türkçülük anlayışını insan hakkıyla özdeşleştirmiş ve İslâm’ın hoşgörüsünü hep rehber edinmişlerdir. Türk milliyetciliği, tarihin yükünü omuzlara alıp, içine İslâm’ın özünü koyup, onu geleceğe taşıyan iradenin adıdır.  İnsan hakkını ve onurunu kutsayan bu irade, Türklerin tarihî misyonudur. Türk insanı, bağımsız devlet, haysiyetli millet olma davasını tüm mazlum milletlere taşımayı başarmış ve değişen dünya şartlarını her zaman doğru okuma ferasetinde olmuştur. Özellikle de tarihin her devrinde onur ve istiklal mücadelesinin örneğini sergilemiş, mazlum milletler ve topluluklara önderlik yapmıştır. Ancak, günümüzde tarihî misyonla, pragmatik düzlemde oluşan vizyon uyuşmazlığına da dikkat çekmekte yarar vardır!

AB’nin bu yaklaşımı ise ikiyüzlülüğü ve husumeti yansıtan, küresel emperyalizme karşı yüklenilmiş bir taşeronluktan başka birşey değildir. İçinde bulunduğumuz şartları AB ilişkilerimizle doğru okuduğumuzda, ABD ve AB tarafından sürüklenmek istediğimiz etnik çatışmalı ve din paradigmalı stratejiye karşı temel ödevimiz, alternatif bir politika/strateji geliştirmektir. Çünkü Papa XVI. Benedict’in seçimini fırsat bilen ABD, Almanya’nın Avrasya üzerinde bağımsız politika oluşturma etkisini kırmak ve haçlı ittifakını yeniden kökleştirmek için İtalya ve Fransa’nın muhalefetine rağmen, stratejik bir politikayla Alman kökenli Kardinali seçtirmiş ve kontrolü ele almıştır. Bunun delili ise Papa XVI. Benedict’in, göreve başlama törenindeki ilk konuşmasında dünya kamuoyuna verdiği anlamlı mesajdır. Bilindiği üzere bu mesajda vurgulanan ana tema: “Yahudilerin, Hristiyanlarla ortak bir mirası paylaşmış oldukları”dır. 

Sonuç Yerine: Yeni Bir Medeniyet Tasavvuru”na Katkı Önerisi 

Hiç bir sosyal dava ve emperyal amaç yoktur ki, içinde “insan, tabiat ve iktisat” olmasın diyen Nurettin Topçu’nun uyarısı temelinde ve Dündar Taşer’in “Türk tarih sarkacı”nın yeniden yükseltilebilmesi ideali için tüketim açısından (genel refah) üretim açısında milli bir model ortaya konmalıdır. Yeni bir medeniyet tasavvuru”na katkı bağlamında aşağıda düşündüğümüz ‘Türk Modeli’nin evrensel belirleyicileri ve temel ilkeleri geliştirilebilir… 

Milli varlığımızı ve mukaddesatımızı esas alan fikirler etrafında birleşerek, istiklalimizi koruma ve kollama stratejileriyle donatılmış, Türk irfanıyla beslenen aydınlanmacı bilimsel düşünce sistemini içselleştirmek zarurettir. Türk’ün tarihî misyonunu yeniden diriltmek gibi kutsal bir ödeve olan inancımızı ve kutlu çağrımızı, Türk dünyasına ulaştırmak da ahlâkî ve insanî bir sorumluluktur. 

Avrasya’ya dayatılan emperyalist stratejilerin ve oluşturulmak istenen tek kutuplu sömürü (enerji kaynaklarını kontrol etme) düzeninin, bölge insanı üzerindeki hâkimiyet gücünü engellemek ve tarihe karşı sorumluluğumuzu yerine getirebilmek için stratejik ve etkin bir bölge teşkilatlanmasına acil ihtiyaç vardır. Bu stratejinin, bu coğrafyada yaşayan Türkî devletlerin benimseyeceği ortak politikaya dönüştürülmesi gerekir. Akraba devletlerden hangisi, bu yeni oluşuma ne kadar odaklanırsa, Avrasya bağlamlı, ulus eksenli, bağımsız akraba devletler topluluğunun kurulmasında o kadar öncü ülke olacaktır.

Türk rönesansının ana hedefi olarak tanımladığımız “omurgalı medeniyet ya da çağdaşlaşma projesi” Avrasya’da yaşama sevinci duyan her insanının ilim, irfan ve inançla kendini yeniden inşa etme projesidir. Bize göre, insanın köleleştirilmesine veya iradi köleliğe isyan eden insan, medeni insandır. Bireyin kendini inşa etme sürecini, toplumsal normlara dönüştüren projeye omurgalı bir medeniyet projesi denebilir. Omurgasız medeniyet anlayışı ise teknolojiye indirgenmiş bir hayat tarzı üzerinden insanı metalaştırmaktır. Nitekim dünyada kabul gören ve fakat yaygın bir şekilde de eleştirilen sosyal düzenleri açıklayan üç tutku ve üç belayı hatırlamakta yarar vardır. Özgün bir kurgu yapabilmenin gerekliliği ve bu tutkuların yeni bir medeniyet projesi çerçevesinde yönetimi/yönlendirilmesi daha da anlam kazanacaktır. 

Ortaçağ felsefesinden beri bilinen beslenen bu tutkular Aziz Augustinus tarafından ‘üç günah’ olarak tanımlamıştır: 1. Para ve mal edinme arzusu; 2. İktidar erkini ele geçirme güdüsü (libido dominandi); 3. Kontrol edilemeyen cinsellik tutkusu… Bu üç tutkunun eylem boyutlu tezahürü ise – çağdaş planda – sırayla şu üç belayı/tehdidi doğurmaktadır: 1. Dünya kaynak tahsisini yeniden yönlendiren düzenleyici kitlesel savaşlar; 2. Günümüzde – iletişim araçlarındaki gelişmeyle giderek daha çok fark edilen “gelir dağılımındaki adaletsizlik ve tatminsizlikten doğan kitlesel düzeyde açlık”; 3. Nihayet kitleselleşme riski giderek büyüyen, kontrol edilmesinde zorlanılan ve şiddeti hızla artan hastalıklar… (Bu üç belanın da “kitlesel” karakterine dikkat edilsin!..) Dolayısıyla, insan doğasında bulunan kötü ögelerin hâkimiyetini engelleyecek ya da en aza indirebilecek iyi ögelerin etkin yönetimi ve yönlendirilmesi bilincini uyarmak gerekmektedir. Aşağıda önerilen şekliyle bir değerlendirme yapıldığında, milletler arası bilinç sıçramasına vesile olacak medeniyet projesi arayışları önem kazanacaktır. 

 Medeni devlet ve milletlerin yönettiği bir dünya tasavvur ederken, müreffeh ve barış içinde yaşayacağımız bir sosyal düzen kurmanın ilk şartı, medeni bir insan ve medeni bir millet/toplum olma arzusudur. Bu bağlamda, Avrasya Birliği Strateji’nin yönlendirilebilir bir kurgu olarak uygulanabilirliği, şu üç temel tutkunun/ilkenin( Üç-İ Yaklaşımı, tabir bana ait) yönlendirilebilirliğine bağlıdır: 1. İlim; 2. İrfan; 3. İnanç. 

İlimden kastedilen şey, olabildiğince çağdaş/bilimsel yöntemlerle, evrensel değerlerde pay sahibi olma iddiasıyla özdeş “insan tipinin” yetiştirilmesidir. Nitekim bir insan kendini, ne kadar geleceğin insanı olmaya hazırlarsa, o kadar da kendini keşfetmeye zaman ayıran ve tukularına hükümran olan insan olur. Dolayısıyla tabiattaki imkânları, etkin bir eğitim/öğretim yöntemiyle sorgulayan insan, ancak tabiattan insana (insaniliğe) geçişi başarmış insan sayılabilir. 

Yönlendirilebilir olan ikinci tutku “irfan”, demiştik. Bu bağlamda, esasta yöntem-araçsal bir tutku olarak ele aldığmız ‘irfan’- medeniyet taşıyıcı kültür- aynı zamanda “bilgelik” demektir. Başka bir ifadeyle, bir yandan topyekûn hayat tarzımızın ayrılmaz parçası olan islami anlayışıyla hem hal olmaktır; diğer yandan maddi kültür ögeleriyle birlikte bir sentezi başarmaktır. Bu hal tercümesi Türkler açısından değerlendirildiğinde, İslami özden haberdar olmak, iyi insan olmayı içselleştirmektir. Yani, insana adanmışlık iddiasıyla insandaki kötü ögeleri bastırmak, eğitim yöntemleriyle desteklenen nefis terbiyesi yoluyla iyi ögelerin hâkimiyet alanını genişletmektir. Nitekim tarihin süzgecinden geçmiş ve bir hayat tarzına dönüşmüş olan geleneksel bölüşüm kültürünü, Türk kültürünün temel kaynağı olarak benimsemektir. Kısacası, ilk hedef: Türklerin kök değerlerini ve tarih şuurunu yeniden ihya etme idealizmi ile dünya realizmi arasında köprüler kurmak; ikincisi, bunlara bağlı olarak teknolojik ilerleme ve teknolojik değişmeyi gerçekleştirecek yöntem ve üretimi tesis etmektir. Nihayetinde ise Türk’ün varoluşsal hedeflerinin tanımlanması gerekmektedir. Bütün bunlar için, kültürel anlamda yaşatılması gereken ‘mit’in/kızıl elma’nın’ hür ve demokratik bir irade ile geleceğe taşınması, bir ödev ahlakı olarak görülmelidir. 

Temel ilkelerden üçüncüsü olan inanç ise, ilk iki tutkunun etkileşim vektörüdür. Dolayısıyla bireyin kendine olan güven duygusu, ‘genel irade’ anlayışına yükselmesi ve bireyin kendini yeniden inşaa etmeyi başarmasıdır. Tarihî tecrübelerden bilinmektedir ki, inanç iç dünyamızın itici gücüdür ve yeniden harekete geçirilmelidir. Türkiye açısından yakın tarihimizdeki harekete geçişi açıklayabilecek en güzel örnek, Kuvayı milliye Ruhu’yla başarılan istiklal-î tammın teminidir. Dünyayı doğru okuyup evrensel kuralları içselleştirememek, sadece dünyadan daha az pay almak (yoksullaşmak) değil; aynı zamanda, tarih şuurunu kaybeden iradî köleler topluluğu halinde yaşamaya rıza göstermektir. Bu durumda sosyal barışı/düzeni sağlamaya yönelik siyasette erdemi; iktisadi düzenin sürükleyici gücü olan girişimcilikte bahadırca (adanmış insan olarak) yaratıcılığı ve insanca bölüşümü hâkim kılmak için düşünce sistemine işlerlik kazandırmak gerekir. 

Sonuç olarak, bütün bunları onurumuzla başarmak için büyük ve müstakil Türk dünyasına giden yolda; Türkiye Cumhuriyeti ve “Türkî Cumhuriyetler”de yaşayan nesiller olarak bizler, İsmail Gaspıralı’nın özdeyişini hafızalarımızda hep canlı tutarak; “dilde, fikirde ve işde birlik” ilkesini, her bir akraba devletin kendi bağımsızlık çatısı altında verdiği istiklâl mücadelesini ve çağın değerleriyle uyumlu olarak milletimizi yükseltme idealini vazgeçilmez ödev bilmeliyiz.

 

Kaynak:

Türk Yurdu, Mart 2012 – Yıl 101 – Sayı 295

Yazar
Recep KÖK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen