Türkiye’nin Ekonomik Gelişimi (1923-2018)

 

Ataturk

 

Türkiye’nin Ekonomik Gelişimi (1923-2018)[i]

 

Prof.Dr. Zafer TOPRAK

Cumhuriyet Türkiyesi on yılı aşkın savaşların sonucu Osmanlı’dan bir enkaz devralmıştı. Bu nedenle Cumhuriyet’in temel sorunlarından biri çağdaş ekonomik yapıyı gerçekleştirmekti. Savaşlar sonucu beşeri sermaye büyük yara almıştı. Kırsal kesimde tarım düzeni bozulmuş, sınırlı sayıda sanayi kuruluşundan geriye pek bir şey kalmamıştı. 1923’de İzmir’de toplanan İktisat Kongresi bu sorunlara eğiliyor, ülkenin geleceğe yönelik özlemlerini gündeme getiriyordu. Son kertede Türkiye tarım toplumu olarak kalmamalı, sanayi toplumu olmalıydı. Oysa Osmanlı’dan sınırlı ölçüde sınai tesis devralınmıştı. Osmanlı Devleti’nin son döneminde, devlet tarafından işletmeye açılan fabrikalar, Harbiye Nezareti ya da Hazine-i Hassa gibi doğrudan doğruya birer kamu işletmesi olarak faaliyette bulunmuşlardı. Bunlardan Cumhuriyet devrine intikal edenler 1925 senesinde kurulan Türkiye Sanayii ve Maadin Bankası’na devredildiler.

 

Cumhuriyet ve Finansal Darboğaz

Temel sorun ülkede sermaye birikiminin son derece sığ oluşuydu. Sermaye olmaksızın geleneksel zanaatı sanayiye dönüştürmek bu nedenle olanaksızdı. Kişisel birikimin yetersiz olduğu bir evrede devletin vergiler aracılığıyla topladığı kaynaklar bir şekilde sanayileşme için seferber edilebilirdi. On yılı aşkın süren savaşlar sonucu taş taş üstünde kalmamıştı. Beceri sahibi beşeri sermaye hemen hemen yok olmuş, salgın hastalıklar nüfusu tüketmiş, ülkenin hayvan varlığı dörtte bire düşmüştü. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e sanayi kuruculuğu için son derece sınırlı bir alt yapı devrolmuştu. Birikimin yok denebilecek ölçüde olduğu bir ortamda devlete öncülük etme görevi düşüyordu. İzmir’de 1923’te toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nde bu durum tescillenmiş, topyekûn kalkınma için biran önce ülkenin seferber edilmesi kaçınılmaz olmuştu. Nitekim ilk ele alının husus sermaye sorunuydu. Bu amaca yönelik iki önemli adım atıldı. Bunlar Türkiye İş Bankası ve Sanayi ve Maadin Bankası’ydı.

Osmanlı’nın son döneminde Ziraat Bankası ve Emniyet Sandığı dışında kurulmuş olan kredi kuruluşları ve sigorta şirketleri yabancıların elindeydi. Finansal yönden dış sermaye gruplarına bağımlı kalınması ülkenin iktisadi bağımsızlık özlemiyle bağdaşmıyordu. Bu nedenle ilk adımda ülkenin sınırlı kaynaklarıyla banka kurma kaçınılmaz olmuştu. 1920’li yılların geleceğe yönelik en önemli girişimi Atatürk’ün öncülüğünde ve Celal Bayar’ın girişimiyle kurulacak olan Türkiye İş Bankası oldu. İş Bankası kuruluş aşamasında ülkenin kredi sorununa çözüm bulmayı amaçlıyordu. 1924’te 1 milyon sermaye ile kurulan banka aynı zamanda bir yatırım bankası olarak tasarlanmıştı. 1925 sonrası birçok ticaret, maden ve sanayi teşebbüsünü bizzat kuracak ya da kurulmakta olanlara iştirak edecek, yanı sıra ulusal sigortacılığı da başlatacaktı. Ülkenin döviz bağlamında en önemli kan kaybı sigortacılıktan kaynaklanıyordu. Bu amaçla 1925 yılında Anadolu Sigorta’yı, üç yıl sonra 1928’de Milli Reasürans’ı kurdu.

Ataturk 2 fabrika


 

1925’te kurulan Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası ise Cumhuriyet Türkiyesi’nin sanayileşme sürecinde devletin aktif katılımının göstergesiydi. Bu banka özel kesime sanayi kredisi açacak, Osmanlı döneminde kamunun elinde olan fabrikaları devralarak bunları işletecekti. Ayrıca özel kesimin kuracağı işletmelere ortak sıfatıyla katılacak, sınai alanda girişimciliğe omuz verecekti. Bankanın sermayesi Ticaret Vekaleti’nin 1924 yılında elinde bulundurduğu ya da iştirak etmiş olduğu fabrika ve şirketlerdeki hisseleri ve sermayesi; yine aynı bakanlığının 1925 ve daha sonraki yıllarda bütçeye konacak sanayi teşvik tahsisatı ve nihayet İmalat-ı Hayriye’ye mahsus olanlar dışında devlete ait fabrikalar ile bunların döner sermayelerinden oluşacaktı. Bankanın, 1926 yılı başında sermayesi 6.147.317 TL idi. Sermayenin 2.000.000 TL’si nakit, geri kalan kısmı ise taşınmaz mallardan oluşuyordu. 1930 yılına gelindiğinde 6.679.654 TL olan sermayenin tamamı ödenmişti.

Ancak, sanayileşme sürecinde devletin görevi zaman zaman tartışılmışsa da geniş kapsamda iktisadi devletçilik henüz gündemde değildi. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin genel eğilimi devletin bir süreliğine, kişisel girişimciliğin toparlanmasına kadar bu tür bir alanda yatırımcı olmasıydı. Bu nedenle Osmanlı’dan devralınan tesisler geçici olarak işletilecek, zamanla Sanayi ve Maadin Bankası bunları birer anonim şirkete dönüştürerek hisse senetlerini özel şahıslara satacaktı. 1928 yılında bankanın devralıp ortak olduğu anonim şirketler şunlardı: Feshane Mensucat; Uşak Terakki-i Ziraat; Kayseri Bünyan İplik Fabrikası; Isparta İplik Fabrikası; Maraş Çeltik Fabrikası; Tosya Çeltik Fabrikası; Yalvaç Sanayi ve Ticaret; Trabzon Liman İnhisarı; Malatya Teşebbüsat-ı Sınaiyye; Aksaray Azm-i Milli; Ergani Bakır Madeni; Trabzon Elektrik; Kilimli Kömür Madenleri.

Hükümet geleceği sanayileşmede görüyordu. Nitekim bu amaçla 15 Haziran 1927 günlü Sanayii Teşvik Kanunu’nu çıkarmıştı. Bu kanunda sanayinin tanımı yapıldıktan sonra, sınai tesisler dört gruba ayrılmış ve her grup, kanunun getirdiği teşvik tedbirleri ile muafiyetlerden taşıdığı önem derecesine göre yararlandırılmış, başta kazanç ve gümrük vergileri olmak üzere birçok vergi, harç ve rüsum muafiyeti getirilmişti. Sanayii Teşvik Kanunu’nun özel teşebbüs üzerinde olumlu etkileri olmuştu. Çoğu yeni işletme olmak üzere 1927-1932 yılları arasında Kanun’dan yararlanan şirket sayısı 342’den 1473’e çıkmış, sanayi işçileri sayısı da 17.000’den 62.000’e ulaşmıştı. Sanayii Teşvik Kanunu’nun yürürlük süresi 15 yıl ile sınırlandırılmış ve 1942 yılına kadar bazı değişikliklerle uygulanmıştı.

Bu arada, 1927 yılında bir sanayi sayımı yapılmış, 1930 yılında da halkı tasarrufa yönlendirmek amacıyla Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti kurulmuştu. Bu nedenle bir süre sonra Yerli Malı Haftalarını ihdas edecek, Ankara’da bir Sanayi Kongresi toplayacaktı. Bu kongre, resmi niteliği bulunmamakla birlikte, ülkede sanayiin gerçek durumunu gündeme getirmiş ve önerileriyle ileriki yıllara ışık tutmuştu.

 

1929 Buhranı ve Çözüm Arayışlar

İki dünya savaşı arası genç Cumhuriyet için zor yıllardı. Siyasi istikrarın aranışı yanı sıra dünya ekonomisinin darboğaza girdiği bir dönemde iktisadi sorunların üstesinden gelmek o denli güçtü. Cumhuriyet Türkiye’si çok güç şartlarda ekonomisini toparlamaya çalışıyordu. Mübadele nedeniyle girişimci olabilecek bazı üst gelir grubuna mensup gayrimüslimler mal varlıklarıyla birlikte ülkeyi terk etmişlerdi. Batı ülkeleri Ankara’nın tüm iyi niyetine karşın kurulan yeni rejime bir türlü ısınamamıştı. Bu nedenle yabancı sermaye ürkekti; bir türlü Türkiye’de yatırıma yanaşmıyordu. Öte yandan 1920’li yılların ikinci yarısında ekonominin belkemiğini oluşturan tarım sektöründe iklim koşulları nedeniyle zor günler yaşanmıştı. Ardından 1929 Dünya Buhranı tüm şiddetiyle Türkiye’yi de etkileyecekti. Ülkenin böyle bir ortamda sermaye birikimi sorununa çözüm bulma şansı düşüktü. Öte yandan devlet gelirlerindeki düşük düzeye rağmen denk bütçe ilke edinilmişti. Geçmişin kötü deneyimleri nedeniyle Türk parasına istikrar sağlamak hükümetlerin ana kıygısını oluşturuyordu. Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu ile sıkı bir para politikasına geçilmişti. Lozan’da çözüm bulan dış borçlar ise Hazine için önemli bir külfetti. Bu arada devletin temel gelir kapısı aşar kaldırılmış, yeni bir vergi düzenine geçilmişti. Bu tür bir reformdan sonuç almak ise zaman alacaktı.

20’li yıllarda Cumhuriyet hükümeti istikrar arayışı içendeydi. Her türlü teşvik politikasına rağmen istenilen düzeyde ticaret gelişemiyor, yatırım ortamı gerçekleşmiyordu. Sanayi ve Maadin Bankası kendine devredilen kamu fabrikalarını anonim şirkete dönüştürüp özel sektöre devredememişti. Buna karşılık, devletin kendi yönetimindeki kamu sınai tesislerinin ticari usullerle işletilebileceği kanıtlanmış ve iktisadi faaliyette bulunabileceği konusunda ilk başarılı örnekler verilmişti.

1930’lu yıllarda Dünya Buhranı nedeniyle ülke ekonomisi güç bir döneme girmişti. Piyasa istikrardan son derece yoksundu. Ülkeler kendi içlerine kapanıyor, dış ticaret hadleri Türkiye aleyhine gelişiyordu. Cumhuriyet Türkiyesi ivedi önlemler almak zorundaydı. Devletin temel tüketim mallarına yönelik yoğun bir üretim faaliyetine girişmesi kaçınılmazdı. Cumhuriyet’in kuruluşu ertesi hükümet sanayileşmek için her türlü teşvik ve himaye önlemlerini almış, ancak gerek tesis gerekse işletme kredisi sorununa kalıcı bir çözüm getirememişti. Bu amaçla Sanayi ve Maadin Bankası yerine yeni bir organizasyona gidilecek ve devletçilik diye bilinen döneme girilecekti.

Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası’nın 1933 senesinde lağvıyla Türkiye Sanayi Kredi Bankası ve Devlet Sanayi Ofisi olmak üzere iki ayrı kuruluş ortaya çıktı. Devlet Sanayi Ofisi ülkede planlı ve organize bir devlet işletmeciliği alanında atılmış önemli bir adımdı. Hükümetin himaye edeceği geniş ölçekli “büyük sanayi” fabrikalarını kuracak ve bunları İktisat Vekâlet’inin vereceği direktifler ışığında işletecekti. Ancak, her iki kuruluş da kısa ömürlü oldu. 1933’te daha radikal önlemler alındı. Her iki kuruluş lağvedilerek yerlerine Sümerbank kuruldu.

 

Ataturk 3 sumerbank


1938’de işletmeleri iktisadi devlet teşekkülüne dönüştürülen Sümerbank, Cumhuriyet Türkiyesi’nde sanayileşmeyi bilfiil üstlenen kuruluş oldu. 1933 yılında Cumhuriyet aynı zamanda Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’yla planlı döneme geçiyordu. Sümerbank, devraldığı fabrikalar yanı sıra Planı’da yer alan sınai işletmelerin önemli bir kısmının kuruluşunu üstleniyordu. Kayseri Bez Fabrikası, Ereğli Bez Fabrikası, Nazilli Basma Fabrikası, Bursa Merinos Fabrikası, Malatya Bez ve İplik Fabrikası, Gemlik Suni İpek Fabrikası, Halkapınar Dokuma Fabrikası, Karabük Demir Çelik Fabrikası, İzmit Kâğıt Fabrikası Sümerbank’ın öncülüğünde gerçekleştirilen sınai kuruluşlar arasında yer aldı.

30’lu yıllar ülke ekonomisinin hızlı toparlandığı bir dönem oldu. Cumhuriyet’le birlikte Türkiye köklü dönüşümlere sahne olmuş, ekonomi gelişme sürecine girmişti. Alt yapı yatırımlarına önem verilmiş, demiryolları yabancı sermayeden devralındığı gibi bunlara yenileri eklenmişti. Harf devrimi ve yeni açılan eğinim kurumlarıyla ülkenin eğitim düzeyi 1920’lerle karşılaştırılamayacak derecede yükselmişti. II. Dünya Savaşı’na kadar uzanan dönemde ekonomik alanda yapılanlar ve ulaşılan büyüme hızı azımsanmayacak düzeydeydi.

 

Küresizleşme ve Resessiyon

Oysa, II. Dünya Savaşı ile birlikte ülke savaşa girmemiş, ancak bir anlamda seferberlik ilan etmişti. Önemli bir insan gücü silahaltına alınmıştı. Dış ticaretin de kesintiye uğraması sonucu ülkenin ekonomik gelişmesi duraksamıştı. Bunun temel nedeni Türkiye’nin savaşta tarafsız kalsa da, olası saldırılara karşı hazırlıklı olma kaygısıydı. Bundan tarım kesimi olumsuz etkilemiş, üretim düşmüş, ülke milli gelirinde önemli ölçüde kayıp oluşmuştu. Savaş yıllarında alınan olağanüstü önlemler, özellikle Milli Korunma Kanunu ve Varlık Vergisi, sermaye çevrelerini ürkütmüştü. Toprak Mahsulleri Vergisi ise sanki aşarın tekrar ihdas edilmesiydi. Savaş yıllarında ithal olanakları son derece kısıtlanmış ve ülke en temel malları bile teminde zorluk çekmişti. Buna karşılık ihraç mallarına talep artmış, döviz rezervleri çoğalmıştı. 1939-46 yılları arasında tıpkı Cihan Harbi’nde olduğu gibi ülke bir kez daha enflasyon sarmalının içine düşmüştü. Ülkede fiyatlar 4 kata yakın bir düzeye çıkmıştı. Bu nedenle Eylül 1946’da TL’nin değeri düşürülmüş ve doların fiyatı 2.80 TL olmuştu.

Türkiye iki dünya savaşı arasında dış ekonomik ilişkilerini sınırlı tutmak zorunda kalmış, kendi yağıyla kavrulmak için çaba sarf etmişti. Küreselleşmenin ilk evresi Cihan Harbi’yle son bulmuş ve “küresizleşme” diye literatüre geçecek ve 1944 Bretton Woods’una kadar sürgit devam edecek bir evre başlamıştı. İşte bu “küresizleşme” evresi Türkiye’de değişik adlarla nitelenen yeni ekonomik politikaların benimsenmesine ve Türkiye’ nin kabuk değiştirmesine neden olmuştu. Cihan Harbi’nin içe dönük, kapalı savaş ekonomisi “milli iktisat” diye adlandırılmıştı. Bu politikayı 1920’lerde “devlet iktisadiyatı” ve 1929 buhranından sonra “devletçilik” sürdürecekti. Kısaca, Avrupa da, “katastrof çağı”, ya da “karanlık kıta” diye bilinen 1914-1945 evresindeki olumsuzlukları kimi gecikmiş ülkeler “artı”ya dönüştürme çabası içerisine giriyorlardı. Latin Amerika’da olduğu gibi Türkiye’de de bu tarihlerde neo-merkantilist bir politika izleniyordu. Ülke ekonomisi, 1920’lerde Lozan gereği 1929’a kadar dış ticaretini görece dışa açık tutuyorsa da yürürlüğe giren yeni gümrük mevzuatı ve 1930’da Türk Parasının Kıymetini Korumu Kanunu ile hızlı bir biçimde dışa kapatıyordu. Daha doğrusu dünya krizi nedeniyle kendi yağıyla kavrulma zorunda kalıyordu. Osmanlı döneminin borçlanma süreci ve özellikle Cihan Harbi’nde enflasyonist politikalar Cumhuriyet yöneticilerini ürkütmüştü. Bir ölçüde Osmanlı iktisat politikalarına bir tepki niteliği taşıyan “denk bütçe – sağlam para” politikası resesyonist bir evreyi gündeme sokuyordu. Dış ticaret büyük ölçüde bir tür trampa anlayışıyla Clearing antlaşmalarıyla yürütülecekti. Bu politikalara 1930’da kurulacak olan Merkez Bankası da omuz verecekti.

1930’lu yıllarda finansal bağlamda bir bakıma temkinli bir politika izleniyor, kredi muslukları sürekli devletten yana çalıştırılıyor, öte yandan ülkenin sınırlı tasarruf gücü devlet öncülüğünde sanayi planlarının gerçekleştirilmesine sarf ediliyordu. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’na girmese de, savaş yıllarında bir tür “savaş ekonomisi” uygulayacaktı. Milli Korunma Kanunu, Varlık Vergisi, Toprak Mahsulleri Vergisi gibi dönemin olağan dışı vergileriyle devletçiliğin en koyu dönemi 40’lı yılların ilk yarısında uygulamaya sokulmuştu.

 

ABD ve Devletçiliğin Sonu

İkinci Dünya Savaşı ertesi “küresizleşme” son bulacaktı. 1944’te Bretton Woods’la birlikte IMF ve Dünya Bankası kurulacak, bir süre sonra 1947’de bunu GATT izleyecekti. Dünya yeni bir “küreselleşme” sürecine giriyordu. Ancak bu küreselleşme 19. yüzyılınkinden epey farklı bir nitelik taşıyordu. Zira İkinci Dünya Sonrası izlenen politikalarda Keynes’in etkileri bariz bir biçimde görülüyordu. Artık makroekonomik analizler “serbest pazar” ile birlikte “düzenleme”yi [“regülasyon”] devreye sokuyordu. Her ne kadar iki dünya savaşı arası gündeme gelen ekonomik nasyonalizm bir kenara bırakılıyorsa da, bu evrede özellikle sosyal devlet bağlamında edinilen kimi kazanımlar İkinci Dünya Savaşı ertesi de sürdürülecekti. Bundan böyle “sosyal devlet” ve “refah devleti” kavramları literatüre girmiş oluyordu. Batı Avrupa’da ve Amerika’da bir yandan 1914 öncesi piyasa göstergelerinin hakim kılınması amaçlanırken, öte yandan iki dünya savaşı arası toplumsal dengeleri gözeten sosyal politikalar da devreye sokuluyordu. Bunda Avrupa’da faşizme karşı mücadele vermiş ve savaş sonrası güç kazanmış olan sosyalist ve komünist partilerin de önemli bir payı vardı.

Türkiye de küreselleşmenin bu yeni devresine gecikmeksizin katılacaktı. 1945’de Doğu Anadolu’da sınır tashihi ve boğazlar konusunda Sovyetler Birliği’nden gelen talepler sonucu, o güne kadar izlediği “tam bağımsız” dış politikadan ayrılmak zorunda kalacaktı. Tercihini

Batı’dan yana kullanacak ve Truman Doktrini kapsamında Yunanistan’la birlikte ABD’nin şemsiyesi altına girecekti. Ardından Marshall Planı Avrupa ülkelerine rağmen ABD’nin zorlamasıyla Türkiye’ye de “yardım” elini uzattı. Türkiye hızlı bir biçimde özelleşiyordu. Bunun bedeli Türkiye’nin iki dünya savaşı arası izlediği devletçi politikalardan ayrılması ve pazar ekonomisi doğrultusunda özel sektörü pekiştirmeye yönelik yeni iktisat politikaları benimsemesi olacaktı. 1947 yılı bu bağlamda bir dönüm noktasıydı. Önce 1946’da büyük ölçüde devletçi anlayışla hazırlanmış olan plan bir kenara bırakılarak liberal nitelik taşıyan 1947 planı gündeme gelecekti. 1946 yılında TL %116 oranında devalüe edilmiş, böylelikle 1 Dolar = 2.80 TL olmuştu. İthalattaki sınırlamalar azaltılmış, 1947 yılında Dünya Bankası Uluslararası Para Fonu (IMF) Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü (OEEC) ve Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel anlaşmasına taraf olunmuş ve 1949 yılında yeni bir Gümrük Kanunu yürürlüğe girmişti. 1946 yılında yapılan devalüasyona rağmen, ithalatta sınırlamalarının kaldırılması ve ihraç mallarımızın arz elastikiyetinin düşük olması nedeniyle 1947 yılında başlamak üzeri dış ticaret dengesi açık vermeye başlamıştı. 1930 yılında 71,4 milyon dolar olan ihracat ilk kez 1937 yılında 100 milyon doları aşarak 109,2 milyon dolar olmuştu. 1950 yılına gelindiğinde ise bu rakam 263,4 milyon dolar düzeyine yükselmişti.

Yine aynı şekilde 1930 yılında 69,5 milyon dolar olan ithalat 1938 yılında 118,9 milyon dolar, 1950 yılında ise 285,7 milyon dolar olarak gerçekleşmişti.

Bu arada 1936 İş Kanunu ardından savaş sonrası Çalışma Bakanlığı kuruldu. 1946 yılında birçok kentte gün yüzüne çıkan sosyalist sendikacılığına darbe vurularak 1947 Sendikalar Kanunu ile ABD çizgisinde uysal bir sosyal politika mevzuatı gündeme getirildi. İki savaş arası uygulanan resesyonist politikalardan ayrılarak istihdam olanaklarını genişletmek amacıyla kredi musluklarını açıldı. 1944’te Yapı Kredi ile birlikte özel sektör bankacılığı hızlı bir biçimde piyasa oyuncuları arasına katıldı. Garanti Bankası, Akbank ve diğerleri bu tarihlerde devlet bankacılığına alternatif oluşturmaya başlıyordu. Bu sayede 50’li yıllarla birlikte ülkede kredi hacmi görülmedik oranda genişleyecekti.

 

Demokrat Parti ve “Düzensizleştirme” [“Deregülasyon”] Girişimi

Türkiye 40’ların ikinci yarısında ve 50’lerin ilk yarısında küreselleşmeden olumlu bağlamda nemalanmıştı. Avrupa’nın temel besin maddeleri ihtiyacı, elverişli iklim koşulları ve Kore Savaşı Türkiye’yi avantajlı bir konuma sokmuştu. Ancak, 50’li yılların ortalarına doğru tehlike çanları çalmaya başladı. Popülist politikalar nedeniyle giderek ısınan ekonomi bir türlü soğutulamıyordu. Köylü kesimi üzerindeki vergi yükü hafifletilmiş, bütçe açığı için dış finansman olanakları aranır olmuştu. Kısaca ABD’ye aşırı güvenilmiş ve finansal bağlamda darboğaza girdiği durumlarda er geç ABD’nin Türkiye’yi kurtaracağı umulmuştu. Başta IMF olmak üzere tüm uyarılara kulak tıkayan Türkiye sonuçta 1958 İstikrar Tedbirleri’ni uygulamak zorunda kalıyordu. Bu arada çıkarılan mevzuatla büyük umut bağlanan yabancı sermaye Türkiye’ye bir türlü gelmemişti. Devletçilik felsefe olarak gündem dışına itilmişse de ülke ekonomisi yine devlet yatırımlarıyla ayakta tutulabiliyordu. Bu evrede gizil devletçilik “karma ekonomi’ adını almıştı. Tarımsal gelişmenin durması, yükselen iç fiyatlara rağmen sabit kur politikasının sürdürülmesi ve sübvansiyon politikalarının ihracatı caydırıcı şekilde uygulanması sonucunda 1957 yılında 345 milyon dolar seviyesine kadar yükselen ihracat,

1958 yılında 247 milyon dolar seviyesine gerilemişti. Bu dönemde kronik dış açık ülke ekonomisinin temel özelliği oluştu. İhracatın %70 kadarı tarımsal ürünlerden oluşuyordu. Geniş çapta hava şartlarına bağımlı bir ihracat ve dış yardım kredi imkânları ile sınırlanan ithalat hacmi ülke ekonomisini istikrarsız bir evreye sokuyordu. Bu gelişmelerin ardından 1945 yılında %0,34 olan ülke ihracatının dünya ihracatındaki payı 1958 yılında %0,23’e gerilemişti.

Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı ertesi “altın çağ” ya da “muhteşem 30 yıl” denilen bir evrenin daha ilk on yılında Türkiye soluksuz kalmıştı. Azgelişmişliğin tüm göstergeleri büyümeye ket vuruyor, Batı’nın “gelişmeci iktisat” reçeteleriyle bir türlü çözüm üretilemiyordu. Bu arada Türkiye’nin beklenmedik toplumsal sorunları ortaya çıkmıştı. 1940 ile 1980 arası “demografik transformasyon” sürecine girmiş, nüfus hızlı bir biçimde artmaya başlamıştı. Nüfus artışı ve kentleşme beraberinde iç göçü getirmişti. Küreselleşmenin savurduğu İstanbul gecekondu gerçeği ile karşı karşıya gelmişti. Öte yandan döviz darboğazı kentleşme sonucu beklentileri yukarı çeken “tüketim” özentisine ket vuruyordu. Tek Parti döneminde kırsal kesimin omzuna yüklenen gelişme sorunsalına bu kez kentlerde çözüm aranıyor, vergi yükü bundan böyle kentlinin sırtına yükleniyordu.

Demokrat Parti’nin balayı kısa sürmüştü. Piyasaya aşırı güven duygusu 50’li yılların ikinci yarısında düş kırıklığına dönüşmüştü. DP’den ayrılarak Hürriyet Partisi’ni kuranlar Batı Avrupa’daki kimi deneyimleri örnek alarak planlamanın önemini vurguluyorlardı. OECD bünyesinde kurulan yardım konsorsiyumu hükümete bir istikrar tedbirleri paketi önerecekti. Pakette yer alan istikrar önlemlerini Menderes hükümeti 4 ağustos 1958’de yürürlüğe koydu. TL’nin değeri düşürülerek dolar 9 TL oldu. Para arzı kontrol altına alındı. İthalat rejimi yeniden düzenlendi. KIT’lerin ürün fiyatları artırıldı. Harcamalar kısılarak yatırımlarda verimli ve kısa vadeli projelere öncelik verildi.

 Ataturk 4

 

27Mayıs ve “Düzenli” Ekonomiye Geçiş

27 Mayıs’la birlikte iktidardan düşürülen DP’nin ardından 1961’de Devlet Planlama Teşkilatı kuruluyor ve en azından 1965’te Adalet Partisi’nin iktidarına kadar ülke ekonomisi aşırı “düzenli”, ya da “regüle” edilmiş bir konuma sokuluyordu. 60’lı yılların başında kısmen “kapitalist olmayan yol”lar denenir olmuş, ithal ikamesi üzerine kurulu bir büyüme stratejisi benimsenmişti. Ihracat özendirilmekten ziyade caydırılmış ve sadece iç pazara yönelik üretim yapan sanayiler kurulmuş, bu sanayiler yüksek koruma duvarlarıyla koruma altına alınmıştı. Bu bir anlamda yarı yarıya “küresizleşme” anlamına geliyordu. Bu politika nispeten başarılı oladu. Nitekim ilk üç beş yıllık dönemde (15 yıllık dönem) Türkiye ortalama yılda yüzde 6,9 büyüme gerçekleştirdi. Planlama her ne kadar 1965 sonrası ikinci görece plana itiliyorsa da ekonomide “düzenleme” [“regulasyon”] 24 Ocak’a kadar devam edecekti.

Temel sorun tasarruf oranında yatıyordu. Türkiye’de bir türlü tasarruf oranı yukarı çekilemiyordu. 1960 ‘dan sonra çıkarılan zorunlu tasarruf bonoları ücretliler tarafından yok pahasına elden çıkarılmıştı. Halkın tasarruf etmeye takati yoktu. Büyük reklamlarla “konut yapacağım” diye kurulan “halka açık şirket” HASTAŞ’ın hisse senetleri fos çıkmış, bir gazetenin olayı kurcalaması üzerine HASTAŞ’a para yatıran binlerce kişi mağdur olmuştu. Türkiye’de piyasaya bir türlü güven doğmuyordu. Özel kesimdeki şirketler halka açılamıyordu.

Stagflasyon ve Türkiye Ekonomisi

Batı’da kapitalist ülkelerde 1944’de başlayan ve otuz yıl süren “altın çağ” kabaca 70’lerin ortalarında sona erecekti. Önce 1971’de ABD oyunbozanlık yapacak, Bretton Woods’da öngörülmüş olan doların altına bağımlılığına son verecekti. Vietnam Savaşı bir anlamda bu konuda ABD’yi köşeye sıkıştırmıştı. 1971’de Nixon Bretton Woods’u tanımadığını ilan edecekti. Dünya ekonomisinin 1970’lerin ilk yarısında karşılaştığı stagflasyon ile birlikte, işsizlikle enflasyonun bir araya gelmiş, hemen hemen tüm kapitalist ülkelerde uygulamaya sokular Keynesci “düzenlenmiş piyasa ekonomisi”nin [“regulated market economy”] pabucu dama atılmıştı. Bunda Arap-İsrail savaşı ertesi OPEC’in petrol fiyatlarını dört kat arttırmasının da önemli rolü vardı. Maliyet enflasyonuyla işsizlik bir aradaydı. Dünya yapısal bir krizle karşı karşıya gelmişti.

Bu krizin bir başka ifade biçimi ekonomi Nobel’lerinde gözleniyordu. Piyasayı her şeyin üzerinde tutan Hayek’e 1974’te ekonomi Nobeli verilecekti. Ardından benzer görüşleri paylaşan Friedman 1976’da Nobel alıyordu. Chicago Boys diye bilinen Chicago Üniversitesi neoliberalleri Latin Amerika’nın askeri rejimlerini piyasa göstergeleriyle ehlileştirme sürecine giriyorlardı. Kartelleşmiş OPEC’nin 1973-74 yılının ardından 1977 ve 1979’da yine köklü artışlara gitmesi artık 1944 sonrası gündeme gelmiş olan “düzenleme”yi [“regülasyon”] de içeren “küreselleşme”nin ilk evresinin sona erdiğini gösteriyordu.

Hayek, stagflasyon, yani enflasyon-işsizlik sarmalı karşısında işsizliğe göğüş gerilmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Düşük istihdam ortamında kamu açıklarının erdemli olduğu görüşü yanıltıcıydı. Sınırlı bir enflasyona katlanarak istihdam sorununun çözümlenebileceği düşüncesi yanlıştı. Hayek’e göre ekonomideki dengesizlikler büyüyerek ileride önlenmeye çalışılan işsizlikten daha büyük oranda işsizlik yaratacaktı. Böylece siyasetçiler, enflasyonu unutup işsizliği önlemek adına tekrar enflasyona başvurmak zorunda kalacaklardı. Sonuç olarak stagflasyon sarmalı giderek büyüyordu. Kısa dönemde enflasyonla önlenebilecek işsizlik uzun dönemde yanlış kaynak dağılımı yüzünden daha da artacaktı. Neoliberal iktisadın özü buydu.

70’li yıllarda Türkiye’de siyaset ve ekonomi birçok açıdan sorunlu bir dönem yaşadı. 12 Mart ile rejim askerlere devredilmiş; cadı avı ülke aydınını ve sendika mensuplarını tarumar etmişti. 1973 seçimleri ertesi popülist söylemiyle Ecevit iktidara gelmişse de dünyadaki köklü dönüşümler konusunda Türkiye büyük ölçüde durumun farkında değildi. Bir türlü gelişmelere anlam veremiyordu. Bu arada Kıbrıs’a çıkartma ertesi uluslararası siyasal ortamda Türkiye’de ambargo uygulanmaya başlamıştı. Kısaca Türkiye 70’li yıllarda dünyadaki yapısal dönüşümü görecek durumda değildi. Büyük ölçüde yurt dışından gelecek işçi dövizlerine umut bağlanmıştı. Ancak ülkede siyasi ortamın istikrarsızlığı döviz akışı bir süre sonra kesintiye uğratacaktı. Öte yandan Batı’daki resesyon yurt dışındaki işçiyi olumsuz etkilemiş, Türkiyeli göçmen işçi kimi kez işsiz kalmıştı. Tasarrufu olan işçi ise Türkiye’deki siyasi huzursuzluk nedeniyle parasını bulunduğu ülkede nemalandırmayı tercih eder olmuştu. Altın yumurtlayan tavuk artık devre dışı kalıyordu. 70’li yıllarda son çare olarak DÇM diye bilinen, “dövize çevrilebilen mevduat”la dış paraya umut bağlanmıştı. Dış piyasalara oranla çok daha yüksek faiz verilerek sıcak para ülkeye çekilecekti. Ancak, dış çevreler Türkiye’nin giderek çıkmaza girdiğini görmekte gecikmeyecek ve bir süre sonra DÇM’den de sonuç alınamayacaktı. Türkiye artık “yetmiş sente muhtaç”tı. Bir kez daha IMF’nin kapısını çalmaktan başka çaresi kalmıyordu. İşte bu tür bir ortamda Turgut Özal sahneye çıkıyor ve İkinci Dünya Savaşı sonrası gündeme gelen küreselleşmenin ikinci evresi ,“neoliberal küreselleşme” Türkiye’de 24 Ocak kararları ile devreye sokuluyordu.

24 Ocak Kararları ve Neoliberalizm

80’li yıllarda Hayek-Friedman ikilisinin inşa ettiği neoliberal görüşler Batı’da da büyük sarsıntılara neden oluyordu. Reagan ve Thatcher devleti küçülterek piyasaya öncelik tanıyorlardı. Çalışan kesimden büyük tepki alıyorlarsa da ayakta kalmayı başarıyorlardı. Amerika 1980’li yıllarda artık borç veren bir ülke değil borç alan bir ülke olmuştu. Ama dolar hala rezerv parasıydı. Birçok ülke, bu arada tüzel ve özel kişiler, dolar stoklayarak ABD’ye kredi açmış oluyorlardı. Thatcher ise Falkland sayesinde belini doğrultacaktı. İngiltere kendi kahramanını yaratmış oluyordu. Bu arada grevler geniş boyutlara ulaşmışsa da İngiltere’de demokrasi geleneği siyaset dışı müdahaleyi önlüyordu.

Türkiye’de ise demokrasi geleneği çok zayıftı. 24 Ocak kararları ertesi acı ilacı içmek istemeyen çalışan kesim 12 Eylül darbesiyle yola getirilecekti. Bundan böyle 24 Ocak kararlarıyla Türkiye, hızlı bir biçimde, küreselleşen dünya ekonomisine entegre oluyordu. Sendikalar yola getiriliyor, ücretler donduruluyor, ekonomi dışa açılıyordu, 24 Ocak 1980 kararları çerçevesinde, gerçekleştirilen devalüasyon sonucu TL’nin değeri ABD doları karşısında % 49 oranında düşürülmüş ve iç talep kısılarak ihracata ivme kazandırılması amaçlanmıştı. Sabit kur uygulamasından günlük olarak ayarlanan esnek kur sistemine geçilmişti. Bu sayede gerçekçi kur politikası uygulanmaya çalışılmıştı. Para politikası zamanla her türlü “düzenleme”den, [“regülasyon”dan] arındırılacak, Türk lirası hızla konvertibl kılınacaktı. İhracata dönük iktisat politikası ithal ikameciliğin yerini alıyordu. Başta parasal ve nakdi teşvikler olmak üzere ihracat değişik destek unsurları ile teşvik edilmişti. Dış ticaret rejiminin liberalleştirilmesi 1983 yılından sonra artan bir hızla sürdürülmüş, ithalatta pozitif listeden, negatif listeye geçilmişti. Miktar kısıtlamaları yerine tarife uygulaması ön plana çıkarılmış, koruma oranları giderek düşürülmüştü.

İhracatı artırmak için hukuki düzenlemelere ilave olarak ihracatçılara, vergi iadesi, gelir vergisi istisnası, döviz tahsisi, gümrük muafiyetli hammadde ithalatı ve ihracat kredileri gibi bazı parasal ve mali teşvikler sağlanmıştı. Ayrıca, yine İhracatçılara Kaynak Kullanımı Destekleme Fonu ve destekleme Fiyatı İstikrarı Fonu’ndan finansman desteği yürürlüğe sokulmuştu. 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren, ihracatçıların kendi ayakları üzerinde durmaya başlaması ile 1990’lı yıllara doğru nakit teşvik uygulamasına yavaş yavaş son verilmiş, ihracat kredi ve sigorta yolu ile desteklenmeye başlamıştı.

1980’lerin ortasında, dış ticarette gözlenen artış trendini devam ettirmek, yabancı sermayeyi çekmek, teknoloji transferini sağlamak ve mamul madde ihracını arttırmak amacıyla “Serbest Bölgeler” kurulması gündeme gelmişti. 1987 yılında Türk ihracatçılarının dış pazarlarda rekabet gücünü artırmak ve Türkiye’nin ihracata yönelik stratejisini desteklemek amacıyla Türk Eximbank kurulmuştu.

80’li yıllarda dış ticaret hacmi ve özellikle ihracatta önemli artışlar gerçekleşmişti. Bu arada ihracatın ürün kompozisyonu da büyük oranda değişmişti. 1980 yılında 2,9 milyar dolar olan ihracat 1990’da 12,9 milyar dolar düzeyine çıkmıştı. İhracatın içinde tarım ürünleri payı hızla gerilerken sanayi mallarının payı radikal bir şekilde artış göstermişti. Nitekim 1980 yılında %36 olan sanayi ürünlerinin toplam ihracat içindeki payı 1990 yılına geldiğinde %80’e ulaşmıştı.

Bu arada finans sektöründe de köklü dönüşümler izleniyordu. Toplu sözleşmeler sonucu giderek ücretlerin yükü altında ezilen banka sektörü çözümü ATM’lerde bulunuyordu. Bir süre sonra finans sektörü hızlı bir biçimde dışa açılıyordu. 20. yüzyılın son demlerinde küreselleşmenin daha da yaygınlaşması ve dünya ölçeğinde likiditenin bolluğu yabancı sermayenin finans sektöründe etkin bir konum elde etmesine neden oluyordu. Önce bankacılıkta, ardından sigortacılık sektöründe güçlü bir yabancı payı oluşacaktı.

 

Ataturk 5
 

Bunalımlı Yıllar ve Finansal Çöküş

Ancak 1980’li ve 1990’lı yıllar finansal sektörde birçok sorunu beraberinde getirecekti. 80’li yılların başında Bankerzedeler Olayı diye bilinen büyük güven krizi patlak verdi. 1980 istikrar önlemlerinden sonra yükseltilen faiz ortamında piyasa bankerleri aracı işlevi görerek birçok şirketin kâğıdını piyasaya sürmüşlerdi. Haziran 1982’de banker piyasasında kriz patladı. Binlerce bankerzedenin milyarları battı.

Türkiye’nin parasını gelişi güzel konvertibl kılması, bunun için gerekli düzenlemeleri yapmadan döviz bürolarını açması, 90’lı yıllarda art arda krizlere neden oldu. Bu krizlerin en ünlüsü “5 Nisan Kararları” diye tarihe geçti. Zamanında döviz kuru üzerinde yeterli bir ayarlama yapılamaması üzerine Hazine Bonosu ve Tahvilleri satın almada kullanılan tasarruflar yön değiştirdi. Sıcak para süratle geri döndü. Bankalar hazine ihalelerine katılmadılar. Halk dolara ve marka hücum etti. 1993 sonbaharında Türkiye’nin ciddi iktisadi kararlar alması gerekiyordu. 27 Mart 1994 Mahalli Seçimleri bu kararların zamanında alınmasını engelledi ve paket halinde hazırlanmış olan 5 Nisan 1994 kararları ancak bu seçimden sonra alınabildi. Önce Amerikan derecelendirme şirketleri Standart & Poors ile Moody’s Türkiye’nin kredi değerliliğini düşürdüler. Aynısını Japonya da yaptı. Faiz haddi kontrol altına alınarak Türkiye’ye sıcak para getirenlerin “saadet zinciri” kırılmak istendi. Bütçe açıklarını azaltmak üzere Hazine’ye ait menkul sermaye iratlarına %5 gelir vergisi stopajı getirildi.

 

Ataturk 6

 

Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Kriz giderek derinleşti. Tansu Çiller hükümeti 5 Nisan kararlarını almak zorunda kaldı. KİT ve Tekel ürünlerini büyük zam yapıldı. Yıllık % 406 faizle Hazine Bonosu satıldı ve bütçenin Merkez Bankası’ndan alacağı avansa sınır getirildi. Ekonomi küçülürken enflasyon şahlandı. Kısaca krize giren ekonomiyi düzeltmek için açılan paket başarı şansı yoktu. Mali krizden etkilenen Marmara, Impexbank gibi bankalar acze düştüler ve bu bankaların faaliyetleri durduruldu.

5 Nisan kararlarının ilk etkisi fiyatlar genel seviyesinin önemli bir şekilde yükselmesi şeklinde kendini gösterdi. Nisan ayında fiyatlar genel seviyesindeki artış % 32,8 oldu. Mayıs ayında yükselme hızı % 9’a düştü. Haziran ve Temmuz’da da düşüş devam etti. Enflasyonun üstesinden gelebilmek için memurlara yapılan zamlar enflasyonun gerisinde kaldı. Kriz makro düzeyde ekonomide reel sektörde daralma meydana getirdi. Bu daralma Cumhuriyet döneminde Türkiye’deki en büyük daralması oldu. Ekonomi 1996’ya 1.2 katrilyon liralık iç borç ve % 78,9 ‘luk enflasyonla girdi.

90 yıllarda olumlu gelişmelerden biri Avrupa Birliği ile 1995’ten itibaren gümrük birliğinin gerçekleştirilmesiydi. Ayrıca 1990’da Sovyetler Birliği’nin dağılması sonucu başta Rusya Federasyonu ve Türk Cumhuriyetleri olmak üzere Türkiye bu ülkelerle ticari ve ekonomik ilişkilerini geliştirmeye başlamıştı.

Türkiye ihracatının 1980 yılında dünya ihracatı içerisinde % 0,15 olan payı 1998 yılında % 0,52 düzeyine çıkmıştı. 1980 yılında 3-4 bin civarında olan ihracatçı firma sayısı 1999 yılında 24 bini aşmıştı. Dış ticaret ve üretim İstanbul ve İzmir gibi belirli şehirlerde yoğunlaşmakla beraber, giderek Anadolu’daki şehirler de üretim ve ihracatta aktif rol üstlenmişlerdi.

2001 ve 2008 Krizleri

2000 Aralık ayında Hükümetin kararsız tutumu ve likidite krizi piyasaların bir kez daha darboğaza girmesine neden oldu. Kredilerini durduran mali sektör, yükselen faizlerin cazibesi, yatırımları caydırmıştı. Üretim durgunluk evresine girmişti. Bundan en çok etkilenen ise ihracat sektörü oldu. Bu arada Hükümet daha da borçlandı ve bu borçların faiz yükü arttı. Birçok holding yatırımlarını durdurdu. Yarının ne getireceği konusunda tedirginliğe düşen sermaye çevreleri siyasetçilere güvenlerini yitirmişlerdi. İhracat ve dış ticaret dengesi için yapılan hiçbir tahmin tutmuyordu. Hükümet IMF için yeni bir paket hazırlamak zorunda kalmıştı.

Türkiye 21. yüzyıla 2001 Mart ayı kriziyle girdi. Cumhurbaşkanı Sezer’in Devlet Denetleme Kurulu’nu, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu bünyesindeki Tasarruf Mevduat Sigorta Fonu kapsamına alınmış bankalarla ilgili işlemlerin denetlemesiyle görevlendirmesi üzerine Ecevit denetimin denetimi yapılıyor deyip Cumhurbaşkanı Sezer’i eleştirmişti.

Gerilim 19 Şubat 2001’de Milli Güvenlik Kurulu’nda Sezer’in Anayasayı “al oku” diyerek Ecevit’e fırlatmasıyla daha da artmıştı. Ecevit’in bu yaşanan tatsız olayı medya aracılığıyla tüm Türkiye’ye ve dünyaya anlatması ekonomi piyasasının yeniden altüst olmasına neden oldu. Ekonominin düştüğü durum ilk defa bu kadar acıydı. Borsa % 14,62 düştü. Bu IMKB tarihinin en büyük ikinci düşüşü oldu. Bankalar dövize hücum etti. Merkez Bankası 4,8 milyar dolar satmak zorunda kaldı. % 63 olan bono faizleri bir ara % 100’ü buldu. 20 Şubat 2001 tarihinde 1 ABD $’ı 678.500 TL’den, 1.075.000 TL’ye yükseldi. Bu krizin maliyeti 16 milyar dolar oldu.

2008 krizine Türkiye işte bu koşullar altında giriyordu. Neyse ki 2001 krizinde bankacılık sektörüne çeki düzen verilmiş ve ülke bankacılığının Batı’daki, özellikle ABD’deki “bail out”lara neden olacak yöntemleri henüz keşfetmemiş oluşu bu sektörün krize karşı görece dayanıklı olmasına neden olmuştu. Ancak, dünyada sarkaç bir kez daha Keynes’ten yana salınıyordu. ABD’de ve Avrupa’da birçok batmakta olan şirket devlet tarafından kurtarılacaktı. Türkiye böyle bir ortamda “bekle gör” politikasını yeğleyecekti. Krizin “teğet” geçeceği varsayımıyla 2001 ertesi güçlenmiş olan finans sektörüne güvenerek krize karşı koymaya çalışacaktı.

 

Sonuç

Türkiye iktisadi düşünce bağlamında 19. yüzyıldan bu güne izlenen evreler dört dönemden geçmişti. Bunlardan ilki Tanzimat’la birlikte gündeme gelen Smith’gil iktisattı. Bu serbest ticaretin vurgulandığı, yabancı sermayeye kapıların ardına kadar açık olduğu bir evreydi. ikinci dönemi Jön Türklerin Alman iktisatçısı Friedrich List’ten esinlendikleri “milli iktisat” diye nitelenen evre oldu. Bu süreç dünyada 19. yüzyıl küreselleşmesinin ardından 1914-1945 tarihleri arasında yer alan “karanlık çağ”a rastlıyordu. Cihan Harbi ertesi bağımsızlık kazanan Cumhuriyet Türkiyesi’nin ekonomik alanda da bağımsız bir iktisat politikası uyguladığı ve kısmen sanayileşme atılımının yer aldığı evreydi. Üçüncü dönem ise önce el yordamıyla, sonra bilinçli bir biçimde Keynes’gil politikaların uygulamaya sokulduğu “ithal ikameci” çizgide “karma ekonomi” adı altında yaşanan 1947-1980 dönemiydi. Demokrat Parti’nin kısa soluklu serbest piyasa modeli ertesi gündeme gelen müdahaleci, planlı ekonomi Türkiye’yi düzenlenen, “regüle” edilen bir ülke konumuna sokmuştu. Son olarak 24 Ocak 1980 paketiyle Turgut Özal’ın Hayek’ten esinlenen “deregulation”, diğer bir deyişle devleti dışlayan ve piyasayı egemen kılan pazar ekonomisi dönemi, bir başka deyişle neoliberal evre gündeme girdi.

2008 krizi, Türkiye’yi bir kez daha “düzenleme”den yana savurdu. Dünyadaki 2008 krizinden kurtulma çabaları “düzenleme”nin [regülasyon] ve Keynes’in, belki neo-keynesgil modeller çerçevesinde bir kez daha gündeme geleceğinin habercisi olabilirdi.

Misak-ı İktisadî Esasları — Türkiye İktisat Kongresi (İzmir) 1923

Bütün Türkiye’nin ziraat, sanayi, ticaret ve işçi zümrelerinden müntehip 1135 murahhasın iştirakiyle İzmir’de in’ikad eden ilk Türkiye İktisat Kongresi’nin müttefikan tespit ve kabul ettiği Misak-ı iktisadî esaslarıdır.

Madde 1 – Türkiye, milli hudutları dâhilinde, lekesiz bir istiklâl ile, dünyanın sulh ve terakki unsurlarından biridir.

Madde 2 – Türkiye halkı millî hâkimiyetini, kanı ve canı pahasına elde ettiğinden, hiçbir şeye feda etmez ve millî hâkimiyete müstenit olan Meclis ve hükümetine daima zahirdir.

Madde 3 – Türkiye halkı, tahribat yapmaz; imar eder. Bütün mesaisi iktisaden memleketi yükseltmek gayesine matuftur.

Madde 4 – Türkiye halkı, sarf ettiği eşyayı mümkün mertebe kendi yetiştirir. Çok çalışır: Vakitte, servette ve ithalâtta israftan kaçar. Millî istihsali temin için icabında geceli gündüzlü çalışmak şiarıdır.

Madde 5 – Türkiye halkı, servet itibariyle bir altın hazinesi üzerinde oturduğuna vâkıftır. Ormanlarını evlâdı gibi sever, bunun için ağaç bayramları yapar; yeniden orman yetiştirir. Madenlerini kendi millî istihsali için işletir ve servetlerini herkesten fazla tanımağa çalışır. Madde 6 – Hırsızlık, yalancılık, riya ve tembellik en büyük düşmanımız; taassuptan uzak dindarane bir salâbet her şeyde esasımızdır. Her zaman faydalı yenilikleri severek alırız. Türkiye halkı mukaddesatına, topraklarına, şahıslarına ve mallarına karşı yapılan düşman fesat ve propagandalarına nefret eder ve daima bunlarla mücadeleyi bir vazife bilir.

Madde 7 – Türkler, irfan ve marifet âşığıdır. Türk her yerde hayatını kazanabilecek şekilde yetişir, fakat her şeyden evvel memleketinin malıdır. Maarife verdiği kutsiyet dolayısıyla (Mevlid-i Şerif) Kandil gününü, aynı zamanda bir kitap bayramı olarak tes’id eder.

Madde 8 – Birçok harpler ve zaruretlerden dolayı eksilen nüfusumuzun fazlalaşması ile beraber sıhhatlerimizin, hayatlarımızın korunması en birinci emelimizdir. Türk, mikroptan, pis havadan, salgından ve pislikten çekinir, bol ve saf hava, bol güneş ve temizliği sever.

Ecdat mirası olan binicilik, nişancılık, avcılık, denizcilik gibi bedenî terbiyenin yapılmasına çalışır. Hayvanlarına da aynı dikkat ve himmeti göstermekle beraber cinslerini düzeltir ve miktarlarını çoğaltır.

Madde 9 – Türk, dinine, milliyetine, toprağına, hayatına ve müessesatına düşman olmayan milletlere daima dosttur; ecnebi sermayesine aleyhtar değildir. Ancak kendi yurdunda kendi lisanına ve kanununa uymayan müesseselerle münasebette bulunmaz. Türk, ilim ve san’at yeniliklerini nereden olursa olsun, doğrudan doğruya alır ve her türlü münasebette fazla mutavassıt istemez.

Madde 10 – Türk, açık alın ve serbestçe çalışmayı sever; işlerde inhisar istemez.

Madde 11 – Türkler hangi sınıf ve meslekte olurlarsa olsunlar, candan sevişirler. Meslek, zümre itibariyle elele vererek birlikler, memleketini ve birbirlerini tanımak, anlaşmak için seyahatler ve birleşmeler yaparlar.

Madde 12 – Türk kadını ve hocası, çocukları İktisadî Misak’a göre yetiştirir.

İktisat Esaslarımız, İzmir: Anadolu Matbaası, 1339 [1923], s. 1.

Temel Kaynaklar

Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi 1908-2015, 23. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 2018.

Korkut Boratav, Dünyadan Türkiye ’ye, İktisattan Siyasete, 2. Baskı, Ankara: Yordam Kitap, 2017.

Mahvi Eğilmez, Değişim Sürecinde Türkiye – Osmanlı ’dan Cumhuriyet ’e Sosyo-Ekonomik Bir Değerlendirme, 5. Baskı, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2018.

Gülten Kazgan, Türkiye Ekonomisinde Krizler (1929-2009), 5. Baskı, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayını, 2017.

Gültan Kazgan, Tanzimat’tan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, 6. Baskı, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayını, 2017.

Yakup Kepenek, Türkiye Ekonomisi, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2012.

Bilsay Kurnç, Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi – Büyük Devletler ve Türkiye, 3. Baskı, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayını, 2018.

Şevket Pamuk, Türkiye ’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, 9. Baskı, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2018.

Erdinç Tokgöz, Türkiye’nin İktisadi Gelişme Tarihi (1914-2011), 10. Baskı, Ankara: İmaj Yayınevi, 2011.

Oktay Yenal, Cumhuriyet’in İktisat Tarihi, 5. Baskı, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayını, 2017.

********************

[i] Atıf: Zafer TOPRAK, “Türkiye’nin Ekonomik Gelişimi (1923-2018)”, Modern Türkiye Tarihi, Editör: Ahmet Şimşek, Ankara: Pegem Akademi, 2019, s. 240-258.

Yazar
Zafer TOPRAK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen